Türkiye’ye yerleşme konusunda bir bilgi kirliliği, bir karıştırma ya da harmanlama yapıldığı görülebiliyor. Toptancı bir anlayışla göç edenlerin hepsine “sürgün” tanımı verilmek isteniyor. Doğru değil, sürülenlerle, değişik amaçlarla göç edenleri aynı kefeye koymak doğru olabilir mi? Yani Rusya yurttaşı olup daha iyi bir gelecek için izin alıp paralı olarak bir dış ülkeye göç etmekle, yurt toprağını savunma sonucu beş parasız ve süngü gücüyle bir dış ülkeye atılmak aynı şey olabilir mi? Tarihi gerçekleri değiştirmeye kalkışmak etik, ahlaki de olamaz. 1860’lı yıllarda yapılan göçler serbest göçler özelliğindeydi, kimse onları zorla gemilere bindirmedi. Sürgün kararı, 10 Mayıs 1862’de yayımlandı, öncesinde, 1860’da sürgün içerikli resmi bir karar da yoktu, 1860 ile 1864 arasındaki farkı bilmeliyiz.
1860 yılı serbest, 1864 yılı zorunlu göçleri ve nedenleri
Türkiye’ye serbest göçler farklı nedenlere dayanıyor: 1) Dağlardan düze indirilme: Kuban oblastındaki Abazin ve Adıge dağ köylüleri (Karaçaylar dışında) düze indirildiler. Birer bey ailesi (pşı) tarafından yönetilen bu tür köyler, genellikle küçük köyler idiler. Rus hükümeti, denetim kolaylığı ve feodalizmi tasfiye düşüncesiyle küçük Dağlı köylerini birleştirip büyük köyler oluşturuyordu. Birleşme sonucu beyliklerini yitireceklerini anlayan bazı beyler kölelerini (pşıł) ve ikna ettikleri varlıklı köylüleri yanlarına aldılar, mal varlıklarını da paraya çevirerek Türkiye’ye göç ettiler.
2) Eski düzeni sürdürme (sömürü) amaçlı göçler: Bir Çin atasözü, “Devrilecek ağaçtan ilkin maymunlar kaçar”, der. Rusya’da köleliğin kaldırılacağını ve kölelerini kaybedeceklerini anlayan bazı Kabartay beyleri ile varlıklı köle sahipleri köleliğin ve insan satışının serbest olduğu Türkiye’ye göçü yeğlediler, kölelerini ve taraftarlarını yanlarına alıp mal varlıklarını da paraya çevirerek Türkiye’ye (Uzunyayla’ya) göç ettiler,
3) Düzde gösterilen yeni yerlerini beğenmeyenler: bunlar da mallarını satarak ya da devletten bedel/ tazminat alarak, önderleri öncülüğünde Türkiye’ye göç ettiler. Dini nedenler, Ruslara küsme ve tepki gibi değişik nedenler de sayılabilir.
Sürgünün farkı
1864 yılı sürgününde ise, ülkeyi terk etme ve bir dış ülkeye göç etme arzu ve iradesi, aksine seçim yapma olanağı yoktu. Bir zorlama vardı: Halkın süngü gücüyle boyun eğmesi sağlandı, ardından kıyıya sürüldü ve gemilere doldurularak, istek dışı olarak karşı kıyıya, Türkiye kıyılarına boşaltıldı. Bu bir seçeneksiz devlet uygulaması idi. II. Aleksandr’ın Adıgelere yer tahsis etme seçeneği, önerisi ise geçmişte (1861-1862’lerde) kalmıştı. Öneri, aslında taktik gereğiydi, bir aldatmaca idi. Adıgeler bunu anlamışlardı, ancak Rus’a Rus’un taktiği ile karşılık vermek gerekirdi.
O zamanki Adıge önderler kendilerini güçlü görmüş, haklı oldukları, adalete inandıkları, yüzlerine gülen emperyalist ülkeler ajanlarını da kendileri gibi “adil ve dürüst” kişiler sandıkları için dış destek alabileceklerini umdular. Aşırı istek ve temelsiz güven hataydı.
7 Haziran 2015’teHDP beklenmedik bir oy patlamasıyla (% 13,1) 80 milletvekili çıkardı, birçok il belediyesini de almıştı, bazı Kürtler yüksek perdeden konuşmaya başladılar. Türk Ordusu için “yenik bir ordunun diyeceği olamaz” diyenleri bile çıkmıştı. Bunu bir PKK militanı söyleyebilirdi, ama bunu bir HDP’li siyasetçinin söylemesi sorumsuzluk, haddini aşma ve bir kışkırtma olurdu.
Bir kısım dinci Çeçen teröristler de bir nükleer güç olan Rus Ordusunu kof görüyorlardı, değişen koşulları ve deşifre olmuş taktiklerini yeniden deneyebileceklerini sanıyorlardı, sonunda tepelerine balyoz gibi Rus Ordusu indi. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular”, bağımsızlık seçeneği bir rüya oldu. Dev-Genç ve Dev-Sol gibi kitle tabanı olmayan sol – öğrenci örgütleri de aynı tuzağa düşmüş ve silâha sarılmışlardı. Militarizme fırsat yaratmış oldular, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri altında ezildiler. Yapılması gereken her koşulda halkların özgürlüğünü, kardeşliği, hukukiliği ve demokratik değerleri savunmak olmalıydı. Dinci ve ırkçı çevreler ise arazi olmuş ya da faşizme alkış tutmuşlardı.
Bir Kabartay deyişi şöyle der: “Vışıĺme yeĺeü, vışıtme yeben” (Alttaysan yalvar, ayaktaysan saldır).
Rus, kesin olarak Çerkesleri topraklarından sürecekti, güçlü bir dış destek olmadıkça süreci durdurmak olanaksızdı. Dış desek de söz konusu değildi, emperyalizm kendi çıkarı tehlikeye girmedikçe “küçük bir halk” için asla harekete geçmezdi. Çerkesler bunu bilmiyor olmalıydılar. 1880 yılı sonrasının uygulamaları da Rus yönetiminin, 1862’de Kuban’a geçiş yapmış 40 bin barışçı Adıge-Çerkes’e bile hayat hakkı tanımadığını, “öcünü aldığını” göstermişti. Olaylar dönem dönem değil, uzun bir süreç içinde değerlendirildiğinde daha net anlaşılır. Rus emperyalist ve faşistler uzun dönemli planlar yapma konusunda yeteneklidirler. Ancak dünya onları tanıyor, başarı şansları kalmış mıdır?..
1860’da, son savaştan dört yıl önce, Terek (Kabartay) ve Kuban oblastlarından Türkiye’ye göç eden Çerkesler, yukarıda belirttiğimiz gibi, Anadolu’nun iç kesimlerine (Uzunyayla’ya, vd yerlere) iskânlı göçmenler olarak yerleştirildiler.
1864 yılı sürgünleri niçin Karadeniz kıyıları ile sınırlı bir yerleşime tabi tutuldular?
1864’te sürülen Adıgelere, salgın hastalıklar taşımaları nedeniyle İç Anadolu’ya yerleşme izni verilmedi. 1860, 1864 ve 1880 yılı göçlerini karıştıranlar, aynı sepete koyup birlikte değerlendirenler çok. 1864 yılı muhacirlerinin İstanbul Boğazı’ndan geçiş, İstanbul’a, İç Anadolu topraklarına, dahası şehir ve kasabalara ayak basmalarına da izni verilmemişti. Ayrıntıları bilmeyen ve araştırmayanlar kaba tahminlerde bulunuyor, yanlışlığa, bilgi kirliliğine yol açıyorlar. Olayları ve mekanları birbirleriyle karıştırıyorlar. Örneğin, tarih ve tarihi harita bilgileri olmayan kişiler, günümüz haritalarına bakarak, tarihi Vıbıh – Cıh (Ciget) sınırının bugünkü Abhaz-Rus sınırı ile bitişik olduğunu, Cıh (Gagra) yöresinin şimdi Abhazya’da bulunduğunu görüyor ve yanlış kanılara varıyorlar. Bu nedenle, Çerkeslerin bir kısmının komşu Abhaz Prensliği topraklarına “geçiş yapıp” (kaçıp) canlarını kurtardığını ve sürülmekten kurtulduğunu sanıyorlar. Savaş ortamında böyle şeyler olamayacağını ise bilmiyorlar. Örneğin, Suriye’den Türkiye’ye kaçış var, ama rejim, Beşar Esad mıntıkasına geçiş yok. Rus’tan kaçan Adıgelerin bir Rus (himaye) bölgesi olan Abhazya’ya kaçmaları mantık dışıdır.
Rus Adıgelere Abhazya’yı değil, Kuban ve Laba boylarını göstermişti.
Ayrıca Vıbıh ve Cıh arazileri savaş alanı değildi. Vıbıhlar Şapsığ ve Abzahlara gerektikçe takviye (süvari) birlikler gönderiyor, Cıhlar ise tarafsız davranıyorlardı. Savaş alanları Şapsığ ve Abzah topraklarıydı, cephe oralardaydı.
Toplu sığınma için, kabulcü devletin onayı gerekir. İş Adapazarı’ndan Bolu’ya otobüs yolculuğu gibi basit bir şey değil değildi… Rusya’nın yerleşme (sığınma) için 1861’de Adıgelere gösterdiği yer, Orta Kuban solu ve Belaya (Şhaguaşe) ile Laba ırmakları arasındaki dar, ovalık bir alandı, Abhaz toprakları değil. Kaldı ki Ortodoks Hıristiyan Abhaz köy beylerinin Müslüman göçmenleri kabul edecek ekonomik ya da siyasal bir gücü ve yetkisi yoktu.
Kemal Bilbaşar‘ın “Kölelik Dönemeci” ve Halit Kakınç‘ın “Çerkes Aşkı” romanlarında bu türden gerçek dışı Abhaz ve Kabartay yönlendirmeleri bulunuyor. Düzce’de yaygın olan bir deyiş şöyle: ” Yıṡe yariğeon fešg’e ebzaxer guĥum yıṡağ” (Abzah adını söyletmek için dibeğe pisledi). Bazı Abhaz ve Kabartayların yaptığı da böyle bir şey…
Örneğin, CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, 21 Mayıs 1864 günlü Çerkes soykırımı ve sürgünü konulu tv. açıklamasında, “1864’te 1,5 milyon Çerkes ve Abhaz ülkelerinden sürüldü” dedi, soykırım ve sürgünü kınadı, teşekkür ederiz, dileriz partisi de, AKP ve MHP gibi Rus faşizmi yanlısı çizgileri terk edip HDP ve diğer sol partiler kadar olsun adaleti savunsun. Kılıçdaroğlu Çerkeslerin acılarını paylaşıyor ve ölenlere rahmet diliyor. Ancak, Abhaz göçünü de “sürgün” diyerek Adıge- Çerkes trajedisine ekliyor, Adıge direnişini, farkında olmadan değersizleştiriyor, doğru bir tutum değil. Cepheden kaçanla, direnen bir olabilir mi? Kuşkusuz 1864 ve 1877’de soylu kesimin tuzağına düşüp yönetime karşı ayaklananları ve düşmanla işbirliği yapanları, yenilince de, can güvenliği, idam edilme korkusuyla yaşanan Abhaz kaçışı olayları kurbanlarını suçluyor değiliz, ama onları kahramanlık örneği olarak da göremeyiz. 1860’da ve 1880’lerde aldatılarak, beyler ya da yefendiler (din adamları) tarafından göçe sürüklenenleri de suçluyor değiliz, ama onları onurlandıramayız. Ancak olayların liderlerini, çıkarcıları ve göçün sorumlularını aklama gibi bir niyetimiz hiç yoktur. Amacımız farklılıkları göstermek, doğruyu yazmak ve hatalardan ders almaya yardımcı olmaktır.
Ayrıca, günümüz Abhazlarının, Çerkesler gibi anayurda dönüş sorunu ve engeli de yoktur. Abhazların arkasında Rusya var ve bütün Abhazlar Abhazya Cumhuriyeti’nin anayasal olara doğal yurttaşları. İsteyenler toplu olarak da serbestçe Abhazya’ya gidip oraya yerleşebilirler. Adıge-Çerkesler öyle mi?.. Rusya ve anayurt toprakları Adıgelere, toplu dönüşe sımsıkı kapalı. Fark bu.
Sürgün ve kaçış
Ayrıca sürgün ve kaçış farklı şeyler. Kaçış, can güvenliği nedeniyle yaşadığı yeri terk etme olayı, Suriyeliler gibi, sürgün ise bir siyasi karar ve cezalandırma aracının zorlamasıyla, bulundukları yerlerden başka bir yere istek dışı gönderilme olayıdır, Irak’ta Saddam Hüseyin‘in Kürtleri sürmesi, gaz dökmesi, soykırım suçu işlemesi, Sırp lider Slobadan Miloseviç‘in Bosna’da soykırım suçu işlemesi, Kosova’da Arnavutlara yönelik etnik temizlik ve dış sürgün uygulaması gibi.
Rus yönetiminde yaşayan ve Ruslara asker veren Abhaz ve Kabartayların (Rus ordusu içinde bunların Şapsığlarla çarpışan ünlü ve paralı özel alayları vardı), bunların sürgünle ne gibi bir ilişkileri olabilir? Rusya’nın Abhaz ve Kabartaylarla bir derdi mi vardı? Ülkesini sınıfsal çıkarı için ve isteyerek terk edenlere ya da kaçkınlara sürgün sıfatı vermek, yalancılık, diğerlerine ve tarihe karşı saygısızlık olmaz mı? Gerçeği bilenler böyle şeylerin, yasak bir bölgeye (Abhazya’ya) geçişin olanaksız olduğunu bilirler. Bu nedenle kolaycı yazılar yazan feodal çevre takıntılı yazarlara karşı dikkatli olmak gerekiyor. Kişi önce dürüst olmalı. Doğru olan neyse onu yazmalı, sipariş yazılara, yalakalığa asla pirim verilmemeli. Politik bilinci olmayanlar bu ikisini, gerçekçilik ile yalakalığı ayıramazlar. Bu arada kişisel sınır geçişleri ile toplu geçişleri de karıştırmamak gerekir. Bugün bireysel olarak Kafkasya’ya gidebilir, paralı ya da aranan bir meslek sahibi iseniz, iş bulur ve sonunda Rusya yurttaşı da olabilirsiniz, bu doğrultuda Kafkasya’dan aralıksız çağrı yapan kişilerimiz de eksik değil (F. Huvaj, N. Hatam, B. Jane, gibi), ancak Rusya’ya toplu dönüş hakkı, sadece diasporadaki Rus etnik kökenli nüfusa verilmiş bir hak. Bunu da ayırmasını bilmeliyiz…
1864 yılı Çerkeslerinin çoğu ise, mayın tarlası niteliğindeki Ortodoks Hıristiyan Balkan halklarının arasına serpiştirilerek yerleştirildiler. Kraldan çok kralcı olan bizim apolitik Çerkeslerimiz de, tabii ki sonunda hedef oldular. Samsun ve Düzce gibi Karadeniz kıyı ovalarında önemli sayıda bir Ortodoks Hıristiyan nüfus da vardı.
“Yıstanbılak’o” şarkısı
Bu arada belirtelim: Türkiye’ye göçü anlatan “Yıstanbılak’o” (İstanbul Yolculuğu) adlı, Sovyet döneminde üretilmiş, şahane güzel sesli bir bayan sanatçı tarafından icra edilen, seslendirilen görkemli bir Kabardeyce şarkı vardır. Türkiye’de bazı Türk sanatçılar arasında da popüler olmuştur. Şarkının sonraki seslendirmeleri ise ilk seslendirme kalitesinde olamamıştır.
Şarkı ‘İstanbul’ yolculuğunun Nalçik tren istasyonunda, ilgili Rus görevlinin denetiminden geçilerek başladığını anlatıyor. Şarkıya anonim bir halk şarkısı süsü de verilmiş. Ben de, yanılıp Kabartayca metni, incelemeden alıntılamıştım. Yanılmıştım. Ayrıca konu göç idi. 1860’da Karadeniz Rus limanlarından Samsun’a, oradan da kara yoluyla, devlet yardım ve gözetiminde, önce Sivas’a, oradan da kendilerine tahsis edilen Uzunyayla’ya toplu bir göç yapılmıştı. Kabartay soylu atları da beylerin seyisleri tarafından Daryal Geçidi üzerinden kara yoluyla Uzunyayla’ya getirilmişti.
Maalesef Abhaz ve Kabartay milliyetçiler arasında, kendine yontan, kendine üstünlükler taslamak isteyen sinsi ve fırsatçı kişiler de bulunuyor. Bunları biliyor, yalanlarını gerektikçe ortaya çıkarıyor ve çürütüyoruz. Adıgeler böyle ucuz şeylere tenezzül etmemeliler. Ayrıntı saydığım ve pek de umursamadığım için hata etmiş, göç olayı 1860 yılında yaşandığı ve trenle yolculuk yapıldığı söylendiği için ben de aynen alıntılamış, şarkının Türkçesini vermiştim. 1930 yılı sonrası üretimi olan şarkı, götürülüp 1860 yılı Kabartay göçüne monte edilmişti, güzelleştirme amaçlanmış olmalıydı. Bu bir tarihi belge değil, folklorik (edebiyat) üründü. “Su uyur, düşman uyumaz” misali hatamı hemen gördüler. Keşke tüm hatalar görülebilse. Ancak, düzeltme yapacak, duruma iyi niyetle yaklaşacak, doğru olanı gösterecek yerde, mal bulmuş mağribi gibi hemen şahsıma karşı saldırıya geçtiler. Sıra kusur aramaya gelince, kendileri dökülüyorlardı ve düzeltmekle düzelecek gibi de değildi, yine de kıyameti kopartmakta gecikmediler: Sovyetler dönemi tarihçileri için de “yalancılar” dediler, onlara inandığımı ve oyunlarına geldiğimi, yalanlarını paylaştığımı ima ettiler. Doğru değildi. Ben doğru bildiğimi yazarım, boş bulunmuş ve yanılmıştım. Bu arada hemen belirteyim, ben bir tarihçi, arşiv belgelerine dayalı yazan bir araştırmacı da değilim, öyle bir gücüm ve iddiam da yok, ben olsa olsa mütevazi bir gazeteci, bir yazar ve bir çevirmen olabilirim. Yanıldığımı kabul ettim ve özür de diledim, yine de bu sağcı – gerici kişiler demediklerini bırakmamışlardı. Bunlar pelerin yerine matadora saldıran kart boğalar gibiydiler. Sonunda okuyuculardan gelen tepkiler üzerine susmak zorunda kaldılar. Aksi takdirde iyice deşifre olacaklardı. Onlara göre 1860’da Kabardey’den Türkiye’ye yapılan beyler/ varsıllar gönüllü göçü de sürgün, o türden göçe katılan paralı Kabartaylar da “savaş kurbanları” imişler. Adıgelikte yalan en büyük ayıp…
Kaçak güreşiyor ve takma adlar kullanıyor, gerçek adlarını saklıyorlardı. Kim oldukları az çok belliydi. Feodal topluluk kişilerinde sorumluluk ve utanma duygusu gelişmemiştir, egemen çevreyi (beyleri ya da güçlü olanları, iktidarı) kızdırmamak koşuluyla, yalan ve uydurma şeyler yazabilirler, beye ihbarlarda bulunup takdirler alabilirlerdi. Örnekleri çok. Sovyetler döneminde de benzeri hastalıklar, eleştiri yetersizliği ve denetim eksikliği kuşkusuz vardı. Ancak “Yıstanbılak’o şarkısı” politik değil, dediğimiz gibi folklorik, sanatsal bir üründü. Sovyet sansürüne takılacak politik bir yanı yoktu. İçeriğinde üzüntü, ayrılık acısı dışında bir şey, sürülme, Sibirya yolculuğu gibi trajediler yoktu. Dediğimiz gibi çok güzel seslendirilmişti, ses güzelliği vardı, hepsi bu. Şimdi taklitleri söyleniyor, ama özgününü tutmuyor.
Şarkıya dönersek, göçlerden çok sonra uydurulmuş olmalıydı. Feodal kişiler böyle şeyler yapabilir, uydurabilirler, çünkü utanma ve sorumluluk duyguları yoktur ya da dar bir çevreyle sınırlıdır, ama parayı çok severler. Örneğin, bu gibi kişiler kendi aşireti ve çevresi dışındaki kişilerin ne diyeceklerine önem vermezler. Dar düşünürler.
İstanbul (Stanbulis) adı Konstantinopolis (Konstantin’in şehri) adından (Yunanca) geliyordu, Fatih Sultan Mehmet 1453’te şehre Konstantiniyye adını vermişti. Fatih’i “kutsallaştıranlar” onun verdiği ismi bir kalemde silmekte bir sakınca görmemişlerdi. Osmanlı’nın son döneminde bir kısım dindarlar, bir halk ağzı olarak kente İslambol da diyorlardı. Mustafa Kemal (Atatürk) ve İsmet Bey’in (İnönü) politik Türkleştirme programı gereği, 1930 yılında çıkarılan bir yasayla, Konstantiniyye adı İstanbul olarak değiştirildi. O tarihten bu yana İstanbul adı kent adı olarak kullanılıyor. 1930 yılı öncesinde İstanbul adı bilinmiyor, kente Konstantiniyye deniyordu. Şarkı yazarı ya da bestecisi bunu bilmiyor olmalıydı. Kabardey’e, Nalçik’e demiryolu, 1870’lerde ilkin Rostov’dan Vladikavkaz’a ulaşan, daha sonra Hazar Denizi kıyıları boyunca uzanan tren hattının bir yan kolu olarak 1905 yılında geldi. Tren istasyonu da 1905’te açıldı. Demek ki, şarkı 1860 yılını anlatmıyordu. Bunları bilmiyordum, onlar da bilmiyorlardı. Bilseler yazarlardı. Şarkının değindiği tren yolculuğu, olsa olsa, sanırım Bandırma Eski Sığırcı (Kabardey) köyüne 1905 yılında yapılan serbest göç olmalıydı, olay, götürülüp 1860 yılı göçüne monte edilmişti. Kesin olan şey, şarkının 1860 yılında değil, 1930 yılı sonrasında üretilmiş, seslendirilmiş olduğudur. Çünkü piyasada İstanbul adı yoktu.
Sürgünlerin iskânı
Sürgün olayına dönersek, Adıgey’in Karadeniz kıyılarında, yeni Rus limanlarında gemilere bindirilen ve karşı yakaya, Türk kıyılarına bırakılan ve kamplara yerleştirilen Adıgeler kamplardan alınarak Samsun, Çarşamba, Bafra ve Düzce gibi yakın ovalara, Romanya ve Bulgaristan’da da Tuna Nehri boylarına (ovalara) yerleştirildiler ve o gibi yerlerden de uygun olan daha başka yerlere nakledilerek iskân edildiler. Kafilelere daha önce Türkiye’ye göç etmiş olan Çerkes görevliler tercümanlık yapıyorlardı.
Türkiye’de 1829 yılından beri Adıgeler vardı, örneğin gazeteci ve yazar Ahmet Mithat Efendi de (Hağur) Anapa’nın Rusların eline geçmesi üzerine, 1829’da Konstantiniyye’ye göç etmiş olan bir Adıge ailesinin çocuğu idi.
Türkiye’de bir yere, görevliler eşliğinde götürülen kafileler önce yer beğeniyor, görevliler köyün sınırlarını çiziyor, ardından kafilelerin kendileri köy merkezini ve köy merasını seçiyor, köy içi planı yapıyor, köy meydanı bırakıyor, yolları belirliyor, ardından tarım arazisini, otlak ve koruları hane sayısına göre aralarında paylaşıyorlardı. Paylaşım daha sonra aile adlarına göre, tapu memurları tarafından tescil ediliyordu. Gelenlerin adları ve nereden geldikleri de kayıt altına alınıyordu. Türk nüfus ve tapu kayıtlarına erişim izni çıkarsa ya da gizlilik kalkarsa, gelenlerin sayısı gerçeğe yakın olarak saptanabilecektir. İncelemeler için de işin uzmanı olmak gerekir.
Yerleşimcilerin çoğu Şapsığ idi, ardından Vıbıh, Natuhay ve Abzahlar geliyordu. Abzahların daha az olması, sanırım birçok Abzah’ın Rusların gösterdiği Kuban topraklarına 1861-1862’de taşınmış ve savaşta da çok sayıda Abzah’ın katledilmiş olması ile açıklanabilir. Maykop’tan Tuapse’ye giderken bir tarihçi olan Mekule Cebrail bana ve Teşu Yasin Çelikkıran‘a ırmak vadilerini ve uçurumları gösteriyor, “Abzahların katledildiği yerler” diyordu. Nıbe Ruslan da 1864 direnişine ilişkin bilgi veriyordu.
Türkiye’de hükümet yeni yerleşimcilere gıda yardımı yapıyor, ev yapımı, hayvan ve tarım aletleri alımı için de para veriyordu. Yaz mevsimi olduğu için Türk satıcılar ve hayvan cambazları, zahireciler yeni yeni kurulmakta olan köylere geliyor, hayvan ve gerekli tarım araçları ile tohumluk ürün satıyorlardı. Sonraları köyleri tek arabaları ile dolaşan yerel satıcılar belirdi, tavuk, yumurta, ceviz ve benzeri şeyleri alıyor ya da takas ediyorlardı. Bunlar az çok Çerkesçe de öğrenmişlerdi.
Olasıdır Çerkes çoğunluğu Rumeli’ye, Romanya, Bulgaristan ve Makedonya gibi yerlere yerleştirilmişti. Buralarda özellikle Bulgarlar ile Çerkesler arasında, toprak ve angarya kökenli sürtüşme ve çatışmalar yaşanmaya başlandı. Hükümet Bulgar köylülere Çerkeslere gıda yardımı yapma ve konut yapımına destek olma gibi angaryalar yüklemişti. Ki, doğru ve hukuka uygun şey değildi. Devletin yurttaşa angarya yükleme yetkisi 1839 Tanzimat Fermanı ile kalkmıştı.
Kuban’a yerleşme
Kuban ve Laba ırmakları solunda Bjeduğ ve K’emguy gibi yerleşik orta büyüklükte topluluklar vardı. Daha önce belirttiğimiz gibi bu kabileler 1859 yılında ikili anlaşmalar imzalayarak Rus yönetimi altına girmişlerdi.
Ayrıca, son Çerkes Devleti (1861-1864) topraklarından Rus yönetimindeki Kuban oblastına (şimdiki Adıge Cumhuriyeti yörelerine) geçiş yapan ya da yerleşen Çerkesler, savaştan kaçanlar da vardı. Bunların sayısını tam olarak bilemiyoruz, sadece tahminlerde bulunabiliyoruz. Rus arşivleri üzerinde, Adıgelere ilişkin bir gizlilik var. Gürcistan’daki askeri arşivlerin bir bölümü Sovyetler döneminde Moskova’ya taşınmış. Tiflis’teki belgeler yeterli değil, eksik. Bunu bana Ankara’da ilgili bir serginin açılışı sırasında görüştüğüm bir Gürcü görevli söylemişti.
Son Çerkes devleti toprakları (Belaya Irmağı-Karadeniz arası), 10 Mayıs 1862 tarihli sürgün kararının iptal edildiği 1867 tarihine değin, bazı Kazak stanitsaları (askeri köyleri) dışında, sivil yerleşime kapalı yasak bir askeri mıntıka olarak tutuldu.
Karadeniz kıyısının, şimdi birkaç bine (10 bine) düşmüş olan yerli halkı Şapsığların, 1864 yılı sonrasına ilişkin özel bir tarihi de var, yeri geldiğinde bundan da söz edeceğiz.
Rus kaynaklarına göre, 1864’te Kuban oblastında 100 bin ya da 107 bin gibi (Barışçı Karaçaylar hariç) bir Dağlı (Çerkes/Adıge-Abazin) nüfusu bulunuyordu (1). Bu sayının 40 bin kadarı Belaya Nehri batısından, yani son Çerkes devleti topraklarından özellikle 1862 yılında gelen savaş kaçkını Abzah, Şapsığ, Vıbıh, Natuhay ve Cıh (Ciget) kökenli yeni yerleşimciler olmalı. 40 bin kadar barışçı Adıge de Kabardey’de (Terek oblastında) bulunuyordu, hepsini topladığımızda, 1864’te Kafkasya tamamında 140 bin ya da 150 bin gibi bir Çerkes nüfusunun kalmış olduğunu tahmin edebiliriz. Resmi sayılar 1897 yılı ile sistemleşiyor.
Nüfus artışı ve çöküşü
1864-1897 yılları arasında, 30 küsur yıllık süreçte, Kuzey Kafkasya halkları (Dağlılar) nüfusu iki kat üzeri arttı. Terek oblastındaki Kabartay sayısı da 40 binden 84 100’e çıktı, Kuban’dakilerle birlikte Kabartay nüfusu 99 bin-100 bin oldu. Bu orana göre, Kuban’daki 107 bin Adıge, 1897’de, 200 bin- 250 bin sayısına ulaşacak yerde 40 bine düştü (2). Kuban yöresi kimlik değiştirdi, yerli nüfustan boşaldı. Düşüş nedeni 1877-1878 (93 Harbi) sonrasında, özellikle1880’lerde Türkiye’ye yapılan toplu göç, ülkeyi terk etme olayıdır.
1880 yılı sonrası göçleri nedeniyle, Adıge nüfus kaybı, itibari (varsayımsal) ve çoğu Abzah 160 bindir. Bu sayı o dönem koşullarına göre, Adıgeler açısından önemliydi ve bir nüfus çöküşü anlamına geliyor. 1864 yılının 100 bin nüfusu, Kabartay ve diğer Dağlı nüfus artışına orantılanırsa, 2010 yılında, en azından 1,4 milyon olabilirdi. Yefendiler (imamlar) öncülüğünde, – ki bunların bazıları Ruslardan ve Osmanlılardan para ve yardım almışlardı – 1880 yılı sonrasında ülkeyi terk etme olayının verdiği zarar, ulusal yıkım görülebiliyor. Burada, Adıgeler aleyhine, görece, itibari 1,2 milyon gibi bir nüfus kaybı söz konusu, bu kayıp Türk, Arap ve Rus hanesine kâr olarak yazılmalıdır. Geride kalan 200 bin, Abazin ve diğer kabileler ile birlikte 250 bin olan küçük bir kesim, şimdilerde Adıge ve Karaçay-Çerkes cumhuriyetleri ile Krasnodar Kray’da bulunuyor.
Kuban’dan Osmanlı’ya 1880 sonrasının göçleri ve yefendilerin kötü yönlendirmeleri
Şamil’in naibi Muhammed Emin döneminde (1848-1859), Abzahlar arasında dinci görüşler (şeriatçı ideoloji) yayılmış, güçlenmiş, katılaşmış, yüzlerce yıllık Adıge değerleri darbe almıştı. Bu da geleneksel yaşamda olumsuz, katı bir dönüşüme yol açtı, Adıge kültür ve geleneklerinin yerini şeriatçı/feodal Türk ve Arap dogmaları, değerleri aldı, ruhen Türkleşme süreci için uygun bir zemin oluştu. Türkleşme başladı, bu kişilerin karakter olarak, dil dışında, Türk’ten ve Arap’tan bir farkı kalmıyordu. Çünkü kendi değerlerini, geleneksel özelliklerini yitiriyor, asimilasyon için kolay bir av oluyorrdu. Bundan daha yukarıda söz etmiştik.
İki örnek:
Ankara’da genç ve güzel bir Adıge kızını rahmetli İzzet Aydemir‘in evinde gördüm. Çorum’a edebiyat öğretmeni olarak ilk ataması yapılmıştı, “Kafkasya Kültürel Dergiyi” takip ediyormuş, o nedenle de Aydemir’in evine gelmişti. Daha sonra o kız ne oldu diye İzzet abiye sordum: “Çorum’da tanıdık bir Abaza avukata gönderdim, avukat da onu tanıdığı bir savcı ile tanıştırıp evlendirmiş, Abaza avukat, “kızı kurtardık” demiş.
İstanbul’da yine üniversite mezunu Gönenli güzel bir Abzah kızıyla tanıştım. Aksaray semtinde bir arkadaşımın muhasebe bürosunda geçici çalışıyordu. Bir Adıge’nin bir Adıge ile evlenmesinin en iyi seçim olacağını, daha iyi bir uyum sağlanabileceğini söyledim, ağabeyce tavsiyelerde bulundum. Kız iyi bir Adıgece de biliyordu. Sonunda, “sırf Adıge diye biriyle de evlenilemez ki” dedi. Menfi, ruhen Türkleşmiş, Adıge özelliğini çoktan yitirmiş biri olduğunu anladım, üstelemedim. Daha sonra arkadaşımdan sordum, Adıge olmayan biri ile evlenmiş.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Bütün bunlar kuşkusuz Adıge ulusu adına birer kayıp, zaman aleyhimize işliyor. Kızlar öyle de delikanlılarımız zemzemle yıkanmışlar mı?..
Kuban’a yerleşme, oradan da Türkiye’ye göç
Karadeniz ve Abzah yöresinden, Rus yönetimindeki Kuban’a göç eden çok çocuklu ve kalabalık Adıge ailelerine, aile başına 7 desyatin (76 dönüm) gibi çok az ve yetersiz bir tarım arazisi ve otlak veriliyordu. Bu toprak, o günün koşullarına göre yetersizdi ve adil de değildi. Buna karşılık aynı yöreye yerleşen bir Kazak ya da Rus ailesine 33 desyatin (360 dönüm) toprak veriliyordu (3). Arada 4-5 misli fark, açık bir haksızlık, din ve milliyet ayırımı vardı. Orta Kuban ve Orta Laba kıyısında oturan ve 1859 yılında Rusya’ya boyun eğmiş olan feodal Adıge topluluklarının (Bjeduğ, Kemguy, Kuban Kabartay, vd) ise daha fazla toprağı ve Rus yönetimince dikkate alınan ve sözü geçerli, statü sahibi zengin bey (pşı) aileleri bulunuyordu. Ruslar onlara daha iyi davranıyor ve o gibilere pek ilişmiyorlardı. Çıkar ilişkileri vardı.
Durum, yeni yerleşimci Adıgelerin, eskisine göre daha da yoksullaşmalarına, neredeyse parya konumuna düşmelerine ve tepkilerine yol açıyordu. Adıgeler ikinci sınıf Rusya yurttaşları, varlıklı Kazakların ırgatları, yarıcıları ve kiracıları olmuşlardı. Adıgeleri bezdirmek için de, Ruslar arasında işlenen suçlar kasıtlı olarak Adıgelerin üzerine atılmak isteniyordu (4). 1877’de Kubanlı Adıgeler arasında huzursuzluklar yaşandığı biliniyor. Rus yönetimi toparlanma ve politikleşme eğilimi içindeki bu Adıgelerden kurtulmak istiyordu. Abzahlar ve onların etkisindeki diğer Adıgeler, doğru önderlik olmadığı için, bilinçleneceklerine, toparlanacalarına, çaresizlikten giderek daha da dinci ve gerici oldular, muhakeme yetenekleri zayıfladı, kendilerini Rus ve Kazak komşularından soyutladılar, içe kapandılar, mücadeleci karakterlerini ve ulusal duyarlılıklarını yitirmeye, Mısır/ El Ezher eğitimi almış, Arapça bilen gerici yefendilerin söz ve öğütleri dışına çıkmamaya başladılar. Bu insanlar günlerinin çoğunu öbür dünyadaki Cehennem ateşinin dehşeti ve korkuları içinde geçirmeye, Türk ve Arap gibi düşünmeye, Türk gibi maddeci, “kurnaz” olmaya başlamışlardı. Artık edilgen ve uysal olan, bireyci ve dili Çerkesçe olan, ama Adıgelik ruhunu yitirmiş, yağmacılığa yatkın ve “Türkleşmiş kişiler” söz konusuydu.
Karadeniz yöresinde ise, sık ormanlara sığınan Şapsığ kalıntıları (Hak’uçlar, vs) direniş içindeydiler, bunlar 1880’li yıllara, istekleri kabul edilene değin direnişlerini yer yer sürdüreceklerdi.
Kuban’da durum
Kuban’da yefendiler çalışmıyor, halk onları el üstünde taşıyor, imamlara sırayla tepsilerle günde üç öğün yemek götürüyordu. Yefendiler köylüden yıllık ücret/ maaş da alıyor, köylülere göre üst düzey bir yaşam sürdürüyorlardı. Yaptıkları şey namaz kıldırmak, çocuklara Kur’an okutmak, cenaze kaldırmak, hastalara dua okumak, üfürmek, vb idi. Bu gibi hizmetler karşılığı para da alıyorlardı. Bilimsel anlamda bilgilendirici, ulusal ya da üretici bir yanları yoktu. Geleneksel yaşamın bir parçası olmuşlardı. Diasporada da tarla işinden kurtulmanın yolu hafız, imam ve pehlivan olmaktı, kızlar da evlenmek için hafızları yeğliyorlardı. Çünkü güneş altında tarlalarda çalışmaktan kurtulmuş oluyorlardı.
***
Yefendilerin hatalı (sakat) dini yorumları sonucu akraba evliliği ve ölen büyük kardeşin karısını küçük kardeşin nikahlaması, poligami gibi şer’i (Arap) gelenekler, bozulmalar belirmeye başladı (özellikle Abzahlar arasında). Bu gelenek yefendiler tarafından Dağıstan, Mısır ve Türkiye’den ithal ediliyordu. Ulus yararına değil, zararına yorumlar yapılıyordu. Demokratik yorum yapacak aydınlar yoktu ya da tek tüktü. Böylece Türkleşmenin alt yapıları döşenmişti. Apolitik (siyaset dışı, bilgisiz) yefendiler ise her bir şer’i hukuk kuralını (Arap adetini), bilgisizlikleri nedeniyle birer Tanrı buyruğu imiş, Kur’an’dan kaynaklanıyormuş gibi algılıyorlardı. Bunlar kullanılan, Arapça bilmeyen ve Arapça bilenlerin güdümünde olan zavallı hafız tipi yefendiler idiler. Şer’i hukuku eleştirmek ise küfür (dinsizlik) sayılıyordu.
Atatürk’ün İsviçre’den medeni kanunu getirmesi
Şer’i hükümlerde, dediğimiz gibi, Kur’an’da yazılı olmayan, dış katkı niteliğinde çok şey vardı. Bunu ve şer’i hukukun çağın gerisinde kaldığını ve çağın gereksinmelerini karşılamadığını gördüğü için Türk laik lider Mustafa Kemal (Atatürk) şeriatı kaldırıp yerine 1926 yılında İsviçre’den Medeni Hukuku/ Kanunu getirdi, laikliği ve kadın erkek eşitliğini, tıpkı demokratik Adıgelerde olduğu gibi tek kadınla evliliği (monogami) yasal olarak kabul ettirdi. Bu bir sosyal devrimdi, Arap geleneğine indirilmiş bir darbeydi. Bu sayede Türkiye, İslam ülkeleri içinde en gelişmiş olanı.
Aslında şeriatın (İslam hukukunun), dört kaynağından sadece biri kitaptır (Kur’an), diğer kaynaklar sünnet, icma ve kıyastır. Son üçü Tanrısal vahiy değil, doğrudan insan kaynaklıdır. İcma İslam hukukçularının ve bilginlerinin bir konudaki ortak görüşüdür. Şu halde şeriat, 1300 yıl önceki Arap egemen çevrelerin kendi çıkarları için, Peygamber’den çok sonra düzenlediği, kadını ve yoksulu ezen bir hukuktur, dinin bizzat kendisi değil, din süsü verilerek, dünyevi katkılarla zenginleştirilerek oluşturulmuş olan erkek egemen bir baskıcı hukuktur. Kur’an’da yazılı olmayan çok şey, örneğin kadın erkek eşitliği anlayışı iptal edilmiş, tek yanlı yorumlara gidilmiş, kölelik ve cariyelik meşrulaştırılarak şer’i hukuka katılmış, eklenmişti. Oysa Hz. Peygamber ve Hz. Ali ilk eşleri sağ olduğu sürece tek eşlilikle yetinmişler, başka kadınlar almamışlardı. Kur’an’a göre insanlar, Tanrı kulu olarak eşit haklı idiler, Müslümanlar da eşit haklı (kardeş) idiler, şeriat eşitlik ilkesini iptal etti. Örneğin, Kur’an bir yana, şeriata, İslam hukukuna göre de, bir Müslüman köle yapılamaz ve satılamazdı. Peki, esir pazarlarında satılan, muhayyer (iadeli) olarak el değiştiren ve dolaştırılan esir kadınlar, zenginlerin haremlerini dolduran Çerkes cariye (köle) kadınları Müslüman değil miydiler?..
Şapsığlar bunu, şeriatın neyi öngördüğünü sezgileri ve uygulama sonuçlarıyla anlamışlardı. Kendi ifadesiyle babası Muhammed Emin’in yakın muhafızlarından olan Düzceli ozan Łışe Hacilyas Varol‘dan, buna, şeriat mahkemesi kararlarına ilişkin bir derlememi Circassiancenter’de yayımlamıştım (5).
Şeriat, akraba evliliğine izin veriyordu, çünkü Arap, Türk, Kürt, Laz ve doğu geleneğinde akraba evliliği vardı ve şeriat da Arap geleneğine dayanıyordu, Hz. Peygamber de akraba evlilikleri yapmış, kızını amca oğlu Hz. Ali ile evlendirmişti (sünnet). Öyle olması bir Kur’an hükmü ve dinen bağlayıcı olamazdı. Bu bir Arap geleneğiydi.Türkler, Lazlar, Kürtler, birçok doğu ve feodal toplumda ve kimi Yahudi topluluklarında akraba evliliği halen vardır ve sakat doğumlara yol açmaktadır, ama Adıgelerde akraba evliliği (önceleri Abzahlarda ve feodalizm öncesi diğer kabilelerde de) yoktu. Yefendilerin hatalı (dogmatik) yorumları sonucu gençlerin kadın – erkek geleneksel akşam söyleşileri, toplantıları (zexesler, muhabbetler) ve ortak danslar, cinsler arası ortak çalışmalar (cegu ve mısır mecileri – natıf hafxer, natıf gâhxer – mısır çapalama) “günah” sayıldı ve azaldı, kadın eve hapsedildi, dinci yapılanma, katılık güçlendi, buna karşılık, cinsiyet ayırımını getiren, kadını aşağılayan ve baskı altına alan Arap-Türk değerleri yayıldı ve yaratıcı ulusal dimağ (bilinç) körelmeye başladı, Ruslardan, Türk ve Araplardan peydahlama içki, işret ve içki alemleri, çıplak kadın oynatma, erkek erkeğe dans (Ĥugegu/ Хъуджэгу) ya da kadın kadına danslar, yozlaşma, Türklerdeki, Lazlardaki, Kürtlerdeki ve doğu toplumlarındaki gibi feodal gelenekler, davul zurna, kemençe eşliğinde içkili eğlence türleri, göbek atmalar çoğaldı.
Bunlara egemen ulus iktidarının Türkçü baskıları da eklendi. Ĥucegu (erkek erkeğe dans) Kafkasya’da (Kuban’da) yayıldı, Adıgeler arasında halen yaşıyor, diğerlerini bilemem. Diasporada ise, daha çok bir kısım Abzahlar, vb arasında görülebiliyor. Kafkasya’da devlet, diasporada da dernekler tarafından dans ve müzik toplulukları kuruldu, bu sayede kadın erkek ortak danslar, birçok yörede bu son yıllarda yeniden canlanmış bulunuyor. Rus hükümeti, Kafkasya’daki Çerkesler arasındaki bu gibi yozlaşmalardan, ulusal ruhu yitirme, Türkleşme ve Araplaşmadan herhalde memnun oluyordu. Çünkü, ulus iç dinamiklerini, ülke toprağına bağlılık duygusunu yitiriyor, ulusun kendi kültüründen gelen direnme gücü (bilinci) kırılıyor, toplum uysallaşıyor, kolay yönlendirilir oluyordu. Türkiye’ye, İslam diyarına göç isteği güçleniyordu. Böylece Çerkesleri Türkleştirmek ya da etkisizleştirmek daha kolay oluyordu.
Toprağa el koyma
Rus yönetimi, 1880’lerde – 1890’larda ve sonrasında, Laba solundaki Adıgelerin ıslah ederek verimli hale getirdiği topraklara göz koymuş, göstermelik bir bedelle bu toprağı kapıp emekli askerlere ve Kazaklara dağıtma gibi adil olmayan bir politikayı benimsemişti (6). Adıgelere duyulan kin ve nefret devam ediyordu. Kinin ilacının bulunması ile sıtma hastalığı yenilmiş, o yerler, Kuban’ın solundaki, dört metre kalınlığındaki siyah topraklar çok değerli, çok verimli bir hale gelmişti. Toprağı gübrelemek gerekmiyordu. Ama dinci kesim bunun ayırtında değildi, ayırtında olanlar da Rus makamlarından ve Osmanlılardan para almış olmalıydılar.
Rus hükümeti 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının (93 Harbi) sağladığı zafer havasından ve Adıgelerin yılgınlığından yararlanmak için, isteyenlerin Türkiye’ye göç etmelerine izin verdi ve göç edeceklerin mallarını satın alma kararı aldı. Böylece Adıgelerin anayurtlarındaki son direnme gücü de yok edilmek isteniyordu.
Yeni bir Rus-Türk göç anlaşması yapıldı, bunun bir sonucu olarak, ikinci kez Çerkesler kitleler halinde Kuban’ı (ülkelerini) terk etmeye ve yefendiler önderliğinde, gemiler kiralayarak “İslam toprağına” göç etmeye (hicret etmeye) başladılar (7). Bu yeni göçmenler, sonuçta Türkleşmeyi baştan kabul etmiş oluyorlardı. Tek amaçları İslam toprağında yaşamak, bir an önce zengin olmak ve refah içinde bir yaşam sürdürmek, ölünce de Cennete girmekti. Öyle inandırılmışlardı. Ceplerinde bir miktar para vardı, ona da güveniyorlardı. Osmanlı hükümetinden parasız tapulu toprak, konut, tarım ve iş aletleri, iş ve süt hayvanı, para ve destek alacak, zenginleşecek, Türkiye’de ve Arap diyarında Cennet yaşamına kavuşmuş olacaklardı. Zavallı Adıgeler böylesine çift yönlü, Rus-Türk propagandalarıyla kandırılmış ve oyuna getirilmişlerdi.
Oysa Türk, Kürt, Laz, Rum, Ermeni ve Arap köylüsü yoksulluk içinde dökülüyordu. Dilenci köyleri vardı. Bolluk içinde yaşayanlar varsıllar, üst düzey memurlar, köy beyleri, din adamları, vb idiler. Yoksul kesim üst sınıfın zulmü altında eziliyordu. Sonuçta, itibari (varsayımsal) bir sayıyla en az 160 bin gibi bir Kubanlı Adıge-Çerkes nüfus 1880’lerde anayurdunu terk etmiş oldu. Yoksul kesimin parasının olmadığı, bu nedenle göçe katılamayacağı, göç etmediği de anlaşılmalıdır. Bu nüfus, 1878 Berlin Antlaşması hükümleri gereği, Avrupa toprakları Çerkeslere kapalı olduğu için, Asya ve Afrika topraklarına (Anadolu, Suriye, Filistin, Irak, Mısır, Libya, Tunus, vd yerlere), en geri ve en yoksul yörelere dağıtılarak yerleştirildi. Böylece Adıge ulusunun köküne kibrit suyu dökülmüş oldu (8).
__________
1. Ali-Hasan Kasumov, Çerkes Soykırımı.
2. Çerkesler: 21 Mayıs 1864’ten Günümüze (2), Mefenef.