Dizi yazımızın ilk iki bölümünde Çerkesya’nın hangi yörelerinin deportasyona (dış sürgüne) tabi tutulduğunu açıklamaya ve Çerkeslerin yakın geçmişini özetlemeye çalışmıştık. Uzak geçmişi ise, ele almamıştık.
Bu arada Çarlık Rusya’sının 50 ve 100 yıllık iyi hazırlanmış yayılma plan ve programları olduğunu ve uygulandığını, Rusya’nın sistemli bir biçimde topraklarını genişlettiğini açıklamıştık.
Bugün için böyle şeyler artık olanaksız. Ama Rusya halen yayılma politikalarından vazgeçmiş değil. ABD’nin dengeyi RF aleyhine bozmak istemesi üzerine, karşılık olarak, Ukrayna’da Rusça konuşan nüfus çoğunluğu olan Kırım ve Sivastopol‘u (Akyar), tek yanlı bir kararla ilhak etti ve Doğu Ukrayna’ya da el koydu, Lugansk ve Donetsk adlı iki uydu cumhuriyet kurdurdu.
Akıllı bir lider olan Nursultan Nazarbayev önderliğindeki Kazakistan ise, kışkırtmalara kapılmadı, Rus ve diğer halkların tedirgin edilmelerine fırsat tanımadı ve ülkenin toprak bütünlüğünü korumayı başardı. Oysa Kazakistan’da Rus nüfus oranı Ukrayna’ya oranla daha fazladır. Böylece çok uluslu ve çok dilli Kazakistan barışçı yaşamı sürdürdü.
Kavramlar üzerine
Eleştiriler oluyor. Kavramların, özellikle kıyılı Adıgelere yönelik olarak uygulanmış olan etnik temizlik ve deportasyonun yeterince anlaşılmadığını görüyoruz (Adıgeleşmiş Cıhıları/Cigetleri de bir dış Abhaz milliyetçiliği iddialarına karşın, bir Adıge/Çerkes topluluğu sayıyoruz). Bazı kabile milliyetçileri bilgi kirliliği yayıyor ve konuyu sulandırmak istiyorlar. Örneğin, 1860 yılında, Şapsığlar Ruslarla çarpışırken, Rus yönetimindeki yerlerden, Rus karayollarını izleyerek Karadeniz Rus limanlarına gelen ve oralardan, paralı olarak, aristokratlar (pşı) yöntiminde Türkiye’ye göç eden kafileleri de, Şapsığlar ve Vıbıhlar gibi soykırım ve etnik temizlik kurbanları olarak göstermek istiyorlar. Ayıp şey. Bu gibi nedenler yüzünden konu üzerinde biraz daha durmamız gerektiği düşüncesindeyiz.
Bir eğilime göre, Kafkasya’dan Osmanlı’ya yapılmış olan nüfus akışlarının tümü ‘sürgündür’. Biz bu tür yaklaşımları gerçekçi, doğru ve inandırıcı bulmuyoruz. Eskiden olayları ayrıntılı olarak bilmiyorduk, erişim olanaksızlıkları vardı.
Biz, önceki iki makalemizde, soykırım, etnik temizlik ve deportasyon (dış sürgün) kavramları üzerinde durmuş, bunların insanlığa karşı işlenmiş suçlardan olduğunu ve zaman aşımına uğramadığını, bu suçların, dahası soykırım suçunun bir bölüm Çerkes’i (aslında Çerkes nüfusunun çoğunu) kapsamak üzere Ruslarca, Rus askerlerince işlendiğini belirtmiştik. Özetle, resmi etnik temizlik ve sürgünün (deportasyon), tarihi Çerkesya’nın tamamında değil, Karadeniz kıyıları ile onun uzantısı olan içerideki Abzah yöresi ile sınırlı olarak uygulandığını yazmıştık. Rus Hükümetinin belirtilen sınırlar içinde Dağlı (Çerkes) nüfusu göç ettirme içerikli bir karar aldığını, bunu yerine getirme görevinin General Evdokimov komutasındaki Kuban Ordusuna verildiğini ve buna ilişkin 10 Mayıs 1862 tarihli bir hükümet kararının bulunduğunu belirtmiştik.
Elbette Çerkesya’nın işgal edilmiş yörelerinde – Belaya Irmağı doğusunda, Rus yönetimi altındaki yörelerde de – baskılar, huzursuzluk ve yer yer ülke içi ve dışı göçe zorlama ve yönlendirmeler vardı. Örneğin, Karaçaylar dışında, Kuban dağlarındaki Adıge ve Abaza (Abazin) nüfus düze indirilmiş, onlara büyük köyler kurdurulmuş, gösterilen yerleri beğenmeyenlere de mallarını satıp Türkiye’ye göç etme izni verilmişti. Ancak o gibi yerlerde savaş durumu yoktu ve askeri otoriteler yanında sivil otoriteler de vardı. Bu yolla, 1858-1865 yılları arasında 10,500 Bjeduğ, 30 bin Abazin (Abaza), 4 bin Besleney, 15 bin K’emguy, Mehoş ve Yegerukay, 30,650 Kubanlı Nogay, 17 bin Kabardey ve 23,193 Çeçen Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına göç etmiştir (“История народов Северного Кавказа конец ХVIII в.-1917 г.”,s.207). Rus Hükümeti ile generalller, aslında bütün Kuzey Kafkasya Müslümanlarının Osmanlı topraklarına göç ettirilmelerini istiyorlardı. O zamanlar dini nefret duyguları güçlüydü, Müslümanlar nefretin odağındaydı. Ancak, tüccar ve sanayici kesimin karşı çıkması üzerine göç ettirme politikalarından vazgeçildi (Ali, Hasan Kasumov, “Çerkes Soykırımı”).
Karadeniz kıyıları ve Abzahe’de Rusların sivil otoriteleri yoktu, sadece askeri otorite vardı ve bütün yetki Kuban Ordusu’nda, daha doğrusu komutan General Evdokimov’da idi. Sivil bir Rus idaresi yoktu, çünkü ülke Ruslarca henüz işgal edilmemişti, bağımsızdı ve Rus yönetimi gelmediği için Rus sivil yönetimi ve otoritesi kurulmamıştı.
Generallerin Adıge – Çerkes düşmanlığı
Rus generalleri, 1783 yılında, Kuban’ın kuzeyinde uygulanan Nogay soykırımı sırasında, Çerkesya’yı ele geçirmeyi ve Adıgelere “iyi” bir ders vermeyi istemişlerdi. Nedeni Adıgelerin Nogaylara yardım etmiş olmalarıydı. Konjonktür uygun düşmediğinden İmparatoriçe II. Ekaterina bunu ertelemişti. Rusların Adıgeleri tehlikeli bir topluluk olarak gördükleri anlaşılıyor. Propaganda, entrika ve tehditler sonuç vermiyor, Adıge nüfusun bir kesimi olsun satın alınamıyordu. Diğer yerlerde tersi olabiliyordu.
Adıgeler, General Suvarov’un Kuban’ın kuzeyinde, 1783 yılında Nogay ve Çerkeslere uyguladığı soykırım ve katliamları uzun yıllar boyunca unutmadılar (Çırğ Ashad, “Tehlike Kuzeyden Geliyordu”).
Rus generalleri, demokratik toplum yapılanması, özgürlük ve bağımsızlık ruhu güçlü olan Adıge toplumunu, Rusya’nın geleceği açısından tehlikeli buluyor ve yok etmenin ya da Adıgeleri azaltmanın yollarını arıyorlardı. Ancak nüfus azaltması yöntemlerinin tümünü etnik temizlik ve deportasyon değildir. Örneğin, 1860 yılında, Rus yönetiminde olan eski Çerkes topraklarında savaş durumu yoktu ve barışçı bir ortam vardı ve bütün bir nüfusun ayrımsız dışarıya sürülmesi ve suçlanması olanaksızdı, iyi kötü hak arama mercileri (idare) ve sivil mahkemeler, ayrıca avukatlar, tek tük de olsa insan hakları savunucuları, ilerici yazarlar vardı. Kısmi de olsa demokratik bir muhalefet vardı. Rusların hepsi canavar değildi, demokrat olanları da az değildi. Bu nedenle, barış ortamında, dışarıya göçe zorlama politikaları uygulanamıyordu. Ayrıca masraflıydı. Sürülenlerin giderleri vardı. Bu nedenle göçe teşvik ve yönlendirmeler yapılıyordu. Bu konuda soylu (varlıklı) kesimden ve onların işbirlikçilerinden yararlanılıyordu. Onlara el altından para veriliyordu. Daha sonraları bazı soyluların ya da din adamlarının (yefendi takımının) generallerden para aldıklarına ilişkin arşiv belgelerine ulaşıldı, para alan kişiler ve aldıkları paralar açığa çıkmaya başladı. Arşivlerde bunların adları ve aldıkları paralar yazılıdır. 1980 yılı sonlarıyla 1990 yılı başlarında yayımlanan “Kuzey Kafkasya Kültürel Dergisi’nin” son sayılarında bunlara ilişkin çeviri yazı ve bilgiler vardır.
İnsanları yaşadıkları ülkelerin dışına göçe zorlamak suçtur. Bu nedenle Çerkeslere uygulanan politikaların neredeyse tamamı, araştırıldığında, hainler ve çıkarcılar dışında, bir köşesinden olsun uygulanan baskıları yansıtırlar.
Dış sürgünün uygulanış biçimi
Çerkesya’da, Karadeniz kıyıları ile Abzah yöresinde uygulanan program, diğer yerlerdeki göçe teşvik ve yönlendirme politikalarından farklıdır; eksiksiz bir soykırım, etnik temizlik ve deportasyon/ tüm nüfusu ülkeden kovma olayıdır. Program gereğince Rus birlikleri sabaha karşı, öncesinden planlanmış olan köylere, yerli kılavuzların öncülüğünde baskın yapıyor, sivil nüfusu katlediyor ya da yakalıyor, her şeyi yağmalıyor, tecavüz ediyor, ardından köyleri ateşe veriyor, dağlara ve ormanlara sığınan sivil halkı evsiz ve yiyeceksiz bırakıyor, soğuktan ve açlıktan ölmelerine yol açıyorlardı. Yağmaladıkları hayvanları ve gıda stoklarını ise, yeni ‘stanitsalara’ taşınan yeni yerleşimci Kazaklara dağıtıyorlardı. Her işgal edilen yörede “stanitsa” denilen korunaklı askeri Kazak kasaba ve köyleri hemen kuruluyordu. Yerleşimler askeri yollarla birbirine bağlanıyor, karakol ve gözetleme kuleleriyle koruma altına alınıyorlardı. Arazi Çerkeslerden temizleniyor ve onlara ait olan her şey Kazaklara bağışlanıyor ya da Rus subaylarının ceplerine giriyordu.
Bu iş için Rus hükümeti büyük bir para ayırıyor, işin uzmanı mühendis ve inşaatçı birliklerini görevlendiriyor ve gerekli malzemeleri yağdırıyorlardı. Stanitsalardaki Kazak savaşçılara maaş dışında, köleler de veriliyordu. Adıge kadın ve erkekler de tutsak alınıyor, Kazakların hizmetine sokuluyordu.
Bu gibi yöntemlerle değişik savaş suçları işlendiğini, operasyonların birçok durumda soykırım ve katliam boyutuna dönüştüğünü, sonuçta Bağımsız Çerkesya Ülkesi’nin tamamen insandan (Adıgelerden) arındırıldığını ve bir ulusun topraklarından sökülüp atıldığını, yok olmaları (Türkleşmeleri) için sürüldüklerini, Türklerin de suç ortağı olduklarını, göçmenleri küçük gruplara bölerek, onları azınlıkta ve birbirlerinden uzak olacak biçimde dağıtarak yerleştirdiklerini ve onları eritmeyi (Türkleştirmeyi) amaçladıklarını, ulusal toparlanma fırsatı tanımadıklarını belirtmemiz gerekiyor.
Sonuçta, Özgür Çerkesya sınırları içinde (Karadeniz ile Belaya Irmağı arasında) tek bir Adıge yerleşimi bile bırakılmadı. Bir araştırmaya, Dr. Richmond‘a göre, bu süreçte 625 bin Çerkes öldürüldü. 1864’te Adıgelere verilen sürelerin dolması üzerine, Rus birliklerinin dağılarak Adıge köylerini ateşe verdiklerini, bu köylerin aylarca dumanlarının tüttüğünü Rus kaynakları yazıyorlar. Boşaltılan Çerkesya’da kurt ulumaları ve aç köpek havlamaları ortalığı çınlatıyor, devriye gezen, Çerkes köylerini ateşe veren ve meyve ağaçlarını bile bir bir kesen vahşi Kazaklar ve Rus askerleri ile karşılaşılıyordu. Bir de, Rusların korkulu rüyası olan ve dağlarda direnen korkusuz Adıgeler de (Hak’uç savaşçıları/ХьакIуцу) vardı.
Şu durum bizi şaşırtmamalı: Günümüz Karadeniz kıyısında, Soçi ve Tuapse’de, 10 bin üzeri bir Şapsığ nüfusun barındığı 20’den çok irili ufaklı yerleşim bulunuyor. Bu Adıgeler ve kural dışı küçük köyler nasıl ortaya çıkmış olabilirler? Çünkü Rus, denetim amacıyla, Dağlılara küçük köy kurma izni vermiyordu. Bu kişiler sürülmemiş ve ‘yerlerinde kalmalarına Ruslarca izin verilmiş’ Adıge-Şapsığların torunları olabilirler mi?
Değil…
Çerkeslerin topraklarından sürülmelerini düzenleyen 10 Mayıs 1862 tarihli Rus hükümet kararının uygulanmasına Aralık 1864’te son verildi ve 1867’de de karar iptal edildi. Yöre, askeri bölge olmaktan çıkarıldı ve yöreye uygulanan – Kazaklar dışındaki – sivil yerleşim yasağı kalktı. Dışarıya sürgün olayı, Haziran 1864’de tamamlanmıştı. O tarihten sonra Osmanlı gemileri artık Çerkesya kıyılarına gelmiyorlardı. Sadece kuzeydeki Rus limanlarından (Taman, Anapa, Novorossiysk, vb) normal gemi seferleri yapılıyordu.
Rus generalleri içinde, General Olşevskiy gibi insaflı olanları da vardı. Bu gibi kişiler, Evdokimov gibi acımasız bir generalle çatışmayı göze alarak, geçici de olsa Çerkes ailelerinin, tümden telef olmalarını önlüyor, onların geçici olarak Kazak köylerinde barınmalarına izin veriyorlardı . General Olşevskiy, koşullar uygun olana dek Çerkeslerin “Kazaklarla kalmalarını sağlayacak düzenlemeler yaptı ve çok daha küçük ölçekli de olsa bir başka olası insani felaketi önledi” (Walter Richmond, “Çerkes Soykırımı”, s. 122) .
Dağlarda direnenler ve Kıyıboyu Şapsığ toplumunun oluşması
1865 yılı haziran ayında dağlarda direnen Adıgelerin sayısı, askeri raporlara göre 8-9 bin dolayındaydı (‘Hak’uç’; Ali/Hasan Kasumov, “Çerkes Soykırımı”). Bir de dağlarda ve ormanlarda saklanmış küçük sivil gruplar da vardı, bunlar Türkiye’ye gidiş fırsatını, gemileri kaçırmışlardı. Bunların çoğu Ruslarca yok edildi, bir kısmı da açlıktan ve dondurucu soğuktan öldü. Yakalananlar kamplara ya da Kazak stanitsalarına parçalanarak yerleştirildi. Sayıları azdı. Bunlardan ve Kazak köylerine yerleştirilen Adıgelerden, yeni yerleşimcilere yöre koşullarına uygun tarım tekniğini göstermeleri isteniyordu. Kazak köylerindeki Adıgelerin sayısı 1867 yılında 238’e ulaşmıştı (T. Polovinkina, “Çerkesya Gönül Yaram”, “Hak’uç”).
Ayrıca, bugünkü Soçi’nin Adler rayonunda, “1872’de Lesnoye’ye yakın Leşu (Лэшьу) köyünde 59 Adıge (Çerkes) ailesi (200’den fazla kişi) bir kampta barınıyordu. Köy nüfusu 1876’da, Soçi’nin kuzeybatısındaki Şahe Irmağı vadisinde yeni kurulan Şehekeyışho (Bolşoy Kiçmay) köyüne taşındı (‘Лесное’ – Википедия).
Sürgün kararnamesinin iptal edildiği 1867 yılı sonrasında, Karadeniz kıyıları askeri bir yönetim bölgesi olmaktan çıkmış ve sivil yerleşime açılmıştı. Bunun üzerine, Karadeniz yörelerinden ayrılıp Kuban Oblastına gidip oraya yerleşmiş olan Çerkeslerin bir bölümü eski yerlerine geri döndü. Dağlarda direnenler de ikili anlaşmalar yoluyla hak kazandılar ve dağdan düze indiler. Bunlara beğendikleri yerlerde köy kurma ve dilediklerini köylerine kabul etme yetkileri verildi (Nıbe Zayıre, “Bir Köyün Tarihi”). Bu birleşme ve kavuşmalar sonucu günümüz Karadeniz kıyısı Şapsığ toplumu oluştu (“Adıge Cumhuriyeti” ve “Hak’uç”).
Kuban Oblastından çıkartılarak 1896 yılında Karadeniz ili (guberniya) kuruldu. Guberniya, kray ve oblast’tan daha küçük bir idari birimdir. 1897’de 57,478 olan Karadeniz ili nüfusu içinde 1,939 Adıge-Şapsığ nüfusu (yüzde 3,4) bulunuyordu (“Karadeniz Guberniyası”, “Karadeniz ili”).
1896 yılında şimdiki Soçi kentinin temeli atıldı, eski Çerkesya’nın Cıhı (Ciget) yöresi Kuban oblastından çıkartılarak, Gagra adıyla Kutaisi iline (guberniya) bağlı Sohum okrugu (ilçe; eski Abhaz prensliği) içine alındı.
Ğuaşo Ruslan ve Şapsığlar için bk. https://mefenef.com/wp-admin/post.php?post=2450&action=edi
1864 ile 1917 Ekim devrimine değin Abhazya diye bir idari birim kalmamıştı.
Soykırım suçunun farkı
Yineleyelim, soykırım, etnik temizlik ve dış sürgün, tek tek ya da bir arada insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamına giriyor. Ancak bu üç kavramın her biri farklı birer anlam içerir. Bazı çevreler bu suçların – soykırım, etnik temizlik ve deportasyonun – Adıgeler dışındaki Kuzey Kafkasya topluluklarına karşı da işlenmiş olduğunu, onların da dış göçe yönlendirildiklerini, bu nedenle, o gibi uygulamaların da soykırım ve dış sürgün suçuna girdiğini iddia ediyorlar. Doğru değil, suç, Adıgelerin tamamına bile değil çoğuna yönelik olarak işlenmiştir. Farkı görmez, hepsini aynı sepete koyarsak, inandırıcılığımızı yitiririz. Dava, bir olaydaki en ağır suç üzerinden yürütülür. Ceza hukukunda da kişiye yüklenen suçlar içinde cezası en ağır olanı esas alınarak ceza verilir.
Belirtelim: Soykırım ve toplu sürgün suçları savaş ortamında ve savaş sırasında işlenir. Bir halkın ya da ulusun hepsi suç işlemiş olamaz. Ulusa toplu ceza verilemez, ceza bireysel verilir. Maddi olarak da ulusun hepsi suç işlemiş olamaz. Barış dönemlerinde bu tür suçlar işlenmez, suçlamaları kabul ettirmek de olanaksız olur. En azından Türkiye örneğindeki gibi sıkıyönetim ya da olağanüstü hal koşullarının bulunması gerekir, o da yetmez, çünkü sivil otorite ve yargı kurumları da vardır. Her şey askerlere devredilmez. Kural dışı yollarla bürokrasi ve yargının da ele geçirilmesi gerekir.
Soykırımın uygulandığı Adıge topraklarında her şey, mutlak anlamda tüm yetkiler askerlerin, generallerin insafına bırakılmıştı.
Ruslar barış ortamlarında da kural dışı yollara baş vuruyor, ajanlar eliyle kitleleri aldatıp göçe yönlendiriyorlardı. Bulgar politikacı Todor Jivkov‘un, barış ortamında Müslümanları Bulgarlaştırmaya kalkışması, tepkiler üzerine Türk ve Müslüman nüfusu Türkiye’ye sürmesi de bir insanlık suçudur ama soykırım değildir, kültürel soykırım (etnosid) suçudur. Kültürel soykırım ayrı bir suçtur. Aksine iddialarda bulunmayı, sorunu sulandırmayı bir kafa karışıklığı olarak görüyorum.
“Şapkası başından alınan kel artık utanmaz” (Къуим ипаIо зыщырахырэм укIытэжьырэп) der Adıgeler.
Utanmayanlar öyle yapıyorlar.
Sürülenler, sürülmeyenler, hak ve özgürlükler
İnsanlık suçları, birçok yerde belirttiğimiz gibi, Adıgelerin tamamına değil, bir bölümüne ya da çoğunluğuna karşı işlenmiştir. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, 1860’larda şimdiki Adıgey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar yörelerine denk düşen yerlerde savaş durumu yoktu ve o yerler askeri operasyonların hedefi olan yerler değildi. Buralarda feodal kabileler yaşıyordu. Bu nedenle oralarda etnik temizlik ve deportasyon politikaları uygulanmıştır denirse, buna hiçbir bilimsel çevreyi inandıramayız. Doğruya doğru, eğriye eğri demesini öğrenmeliyiz.
Ancak, Adıge/Çerkes sorunu, aynı zamanda bir demokratik hak talebi ve özgürleşme sorunudur, diğer Çerkes, Abaza, Karaçay ve Kuzey Kafkasya halklarının özgürleşmeleri sorununu da içerir ve beraberinde getirir. Adıgelere uygulanan zulüm kabul edildiğinde, diğerleri de özgürleşeceklerdir. Bu nedenle Adıge-Çerkes soykırımı deyimine başka etnik adları eklemlemeye gerek yoktur. Çünkü doğru olmaz. Örneğin, 1864 yılında Abazin, Karaçay, Kabartay ve Balkar soykırımı ve sürgünleri yapılmıştı diyebilir miyiz? Yapılmıştı dersek, yalan söylemiş oluruz. O zaman bugünkü Adıge Cumhuriyeti ile diğer 6 Kuzey Kafkasya cumhuriyetini nereye koyacağız, etnik temizlik yapılmışsa, bu cumhuriyetlerde yaşayan yerli nüfus çoğunluğunu nasıl açıklayacağız?. Eski Şapsığ, Vıbıh, Natuhay, Cıh ve Abzah yörelerinde, soykırım topraklarında benzeri bir yerli nüfus çoğunluğu kalmış mıdır, bir özerk birim ya da cumhuriyet bulunuyor mu?..
Ama, 21 Mayıs, tüm Kuzey Kafkasyalıların ve tüm ezilenlerin hak arama mücadeleleri bağlamında bir simgedir. Hepsi, tek tek değil, hepsi bir arada Adıge-Çerkes şemsiyesi altında temsil edilebilirler. Adıgeler dışı halkların özgür olmaları bakımından, Çerkes soykırımını ya da sürgünü kabul ettirmenin büyük önemi olacaktır. Kabul ettirmek de çok zordur. Rus, Türk gibi aşırı milliyetçi.
Diasporadaki Adıgeler haksızlığın giderilmesini ve eski ülkelerine dönüşü, özgürlüğü savunuyorlar. Diğerleri de aynısını savunuyorlar.
Gerçeği değiştiremeyiz, yalanı başkalarına kabul ettiremeyiz, rol çalmakla da bir yerlere varamayız. Birilerini yanıltabiliriz, geçici olarak kandırabiliriz de, yalan sonunda ortaya çıkar, küçük düşeriz, bilim insanlarını ve işin uzmanlarını ise asla kandıramayız. Direndiğimiz takdirde, inanılır olmayı yitiririz. Başkalarının, demokratik dünya kamuoyunun desteği olmadan da başarı elde edemeyiz. Sırf bu nedenle olsa bile, gerçekçi olmak zorundayız…
Elbette diasporadaki Kuzey Kafkasyalıların tümünün tartışmasız olarak ata toprağına dönüş ve çifte yurttaşlık isteme hakkı vardır ve olmalıdır. Haklı ve demokratik bir taleptir bu. Hepsi acı çekmiştir. Rusya’nın bize borcu vardır. Bu ayrı bir konu. Ama intikam, öç alma peşinde olmamalıyız, intikam duygusu barışı değil, savaşı çağrıştırır. Ruslarla barış içinde ve eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşamaktan başka bir çıkar yol olmadığını bilmeliyiz.
Kazakistan örneği
1970 sayımına göre, Kazakistan’da 5,5 milyon Rus (% 42,8) ve 4 milyon 161 bin Kazak (% 32,4) yaşıyordu. Ayrıca, yoğun bir Alman (957 bin), Ukraynalı (896 bin), Özbek (332 bin) ve daha bir dizi topluluk vardı. 1989’da Rus nüfus artmakla birlikte (6 milyon 77 bin), oran düşmeye (% 37,8), Kazak nüfus doğum yoluyla artmaya başladı (6 milyon 534 bin, oran %39,7). Kazakistan bağımsız olduğunda Kazak nüfus azınlıktaydı. Bu Kazak nüfus Müslüman olup Hıristiyan Rus Kazakları (Kosak) ile bir ilişkileri yoktur, Türk topluluğudurlar. Nazarbayev’in akılcı politikası sonucu ülkenin etnik anlamda parçalanması önlendi, çok dilli ve çok kültürlü bir devlet sistemi oluştu. Her topluluk, Rusça ve Kazakça ile birlikte kendi anadilinde de öğrenim görüyor. Türk milliyetçilerinin iddia ettikleri gibi ülke bölünmedi. Bunda akıllı ve dürüst bir politikacı olan Nursultan Nazarbayev‘in halkları kaynaştırıcı, Rusya’yı ve Rusları dikkate alan adil politikası ana etken oldu.
Kazakistan önderi Nursultan Nazarbayev, ‘üç dilli – Kazakça, Rusça ve İngilizce konuşan bir Kazakistan’ istiyoruz diyor. RF’deki cumhuriyetler ulusları da pekala üç dilde konuşabilirler. Bundan kimseye zarar gelmez. Ama bugünkü Rusya, Kazakistan’ın kabul ettiği bu ileri demokratik anlayışa ulaşmaktan hayli uzaktır, Gorbaçov döneminde bir umut ışığı görünmüştü, Gorbaçov, “Bir cumhuriyette yaşayan Ruslar o cumhuriyetin dilini de öğrenmeli” diyordu, ama bu politika kısa sürdü, Rus asimilasyoncu (ırkçı) Kruşçev-Brejnev dönemine geri dönüldü. Şimdiki Rusya iktidarı, Türkiye’yi andıran, tek dilli ya da Rusça konuşacak bir Rusya istiyor.
Kuşkusuz kabul edilemez, demokratik dünyaya da ters düşer.
Adıgelerin dönüşü sorununa gelirsek, sorun dönüş ve çifte yurttaşlık hakkı ile sınırlı olamaz, birkaç yüz kişinin Maykop’a yerleşmiş olmasıyla da sorun çözülmüş olmaz. Adıgelere yönelik açık ve yadsınamaz bir insanlık suçu işlenmiştir. Bunun dikkate alınması ve ona göre bir politika oluşturulması gerekir. Bu bağlamda, öncelikli olarak Adıgelerden isteyen herkese dönüş izni verilmesi ve dönenlerin rehabilite edilmesi (yöreye uyumunun sağlanması) gerekir.
Kuzey Kafkasya’dan göçler ve deportasyon
Deportasyon (sürgün) ayrı şey, göç olayı ayrı şey. Karadeniz bölgesi Adıgelerinin sürülmeleri ile diğerlerinin, Abhaz, Karaçay, Kabartay, Oset, Çeçen, Dağıstanlı ve daha başkalarının Osmanlı topraklarına yaptıkları göçler ya da sığınmalar aynı şey değildir. Deportasyon göç ya da sığınma değildir, yerinden asker süngüsüyle sürülme olayıdır. Sığınma kaçıştır – 1864 ve 1877’deki Abhaz kaçışları, Suriyelilerin Türkiye ve diğer komşu ülkelere kaçışları gibi, nedeni can güvenliğidir. İlki askeri çözümdür. Diğerleri Adıgeler gibi süngü gücüyle topraklarından atılmamışlardır. Örneğin, soykırım ve sürgünün uygulandığı 1864’ün Çerkesya’sında bugün sadece Ruslar ve onların yönetimi var. Suriye’den Türkiye’ye sığınan 3,6 milyon Suriyeli istese yerinde kalabilirdi, ama bunların bir bölümü cezalandırılacak, katledilecek ya da idam edilecekti. Çerkeslerden katledilecek kadar, 625 bin kişi ölmüştü , yine de yerlerinde kalmalarına izin verilmedi. Katliam Çerkeslerin Türkiye’ye gitmeyi kabul etmeleriyle 1863 yılı sonbaharında durdu, Adıgeler, Rus komutanlığına kış koşulları nedeniyle süre verilmesini ve 1864 yılı ilkbaharında Türkiye’ye gitmeyi kabul ettikleri sözünü verdiler, iki taraf da sözünde durdu.
Elbette sürgün dışı nedenlerle göç edenler, Çarlık politikalarından, köleliğin kaldırılması (eşit hakka kavuşma ve özgürleşme) sürecinden memnun değildiler, bu gibi durumlar da incelenmelidir. Ama bu gibi şeylerle soykırım aynı şey değildir. Soykırım bir facia, vahim bir olaydır, şimdi uluslararası bir suçtur ve zamanaşımına bağlı değildir. Feodalizmin tasfiyesi ilerici bir gelişmedir, ama köle sahipleri köleliğin ve ayrıcalıklarının kaldırılmasından ve hukuki eşitlikten memnun değildiler. Kölelerini ve yandaşlarını toplayıp Türkiye’ye göç ettiler, kölelerinin bir kısmını esir pazarlarında satanlar oldu. Bunu savunabilir miyiz?
Abhazların durumu, Kabartay ve diğer halkların göçleri
1864’te Abhaz soyluları ve köle sahipleri, demokratik reformlara (eşit hukuka) karşı gerici bir ayaklanma çıkardılar, amaçları köle sahipliğini ve köleleri üzerindeki efendiliklerini, sahipliklerini sürdürmekti, yenilince de Türkiye’ye kaçtılar. Bunu bir soykırım ve sürgün olayı olarak değerlendirebilir miyiz? Abhaz soyluları, soylu olmayan bazı Abhazları da ayaklanmaya katmış ve yanlarında göçe (kaçışa) sürüklemişlerdi. Benzeri bir süreci 1877’de Osmanlı işbirlikçiliği biçiminde yinelediler. Yenilince 32 bin Abhaz’ı peşlerine takıp Türkiye’ye kaçtılar. Soyluların ve kandırılanların durumları elbette farklıdır, şimdilerde ise soylu (marşan) ve köle sınıfı, hepsi tarih olmuştur, torunların ayrımsız dönüş hakkı vardır. Rusya ve Abhaz yönetimi bunu Abhaz diasporasına zaten tanımış bulunuyor. Ama diaspora dönüş konusunda isteksiz görünüyor. Asıl bunun üzerinde durulmalı.
Buna karşın gelişimi öncesinden okuyan ve Rusya’da köleliğin kaldırılacağını öğrenen kurnaz Kabartay, Besleney, Karaçay, Balkar, Oset, Abaza ve diğer halkların beyleri ve din adamları, “Ne kurtarırsak kârdır” anlayışıyla, 1860 yılında kandırdıklarını ve kölelerini toplayıp Türkiye Uzunyayla’ya ve diğer yörelere göç ettiler. Bunların kafile şeflerinin bazıları Ruslardan para (rüşvet) aldılar. Bu göçleri soykırım olarak ileri sürebilir miyiz? Kabile milliyetçileri bunları soykırım diye savunmaya devam etseler bile bir yerlere varamazlar. Ancak, tüm gelenlerin torunlarının politik ve hukuki olarak dönme hakları vardır, çünkü onlar, ülkeyi terk etmiş olmanın sorumluları değildirler ve Kuzey Kafkasya ile olan tarihi ve etnik bağlarını koparmış da değiller. Hala gözleri ve kalpleri anayurtlarındadır.
Soylular, küçük ulusların kritik konumu ve dönüş
Kabardey’de, Gürcistan’da, vd yerlerde 1861 yılı reformlarına karşı büyük çaplı soylu ayaklanmaları olmadı da niçin Abhazya’da oldu? Demek ki, Abhaz soyluları Rusya’nın en gerici, en çıkarcı ve en sömürücü kişileri olmalıydılar. Ayrıca mağdur edilmiş de sayılmazlardı, çünkü devlet köle sahiplerine tazminat veriyor, soylu çocuklarını subay okullarına almaya devam ediyordu. Dürüst iseler ayaklanmamaları, ulusun başına yıkım getirmemeleri gerekirdi. Ulusun soylu evlatları ulusu tehlikelerden koruyan kişilerdir. Özellikle küçük uluslar için savaş ve ayaklanma çok riskli bir olaydır. Çok nüfuslu ulus yaslanacak bir yer bulur, az çok nüfus ve toprağını korur, Polonya bunun tipik örneği, ama küçük ulus silinip gider – Kırımlılar ve Adıge-Şapsığlar yaslanacak bir yer, bir destek buldular mı?.. Bu soyluların bir bölümü 1877’de Sohum okrugunda (eski Abhazya’da) Türk yanlısı ikinci bir ayaklanma çıkarmış, bastırılması üzerine de on binlerce Abhaz’ı Türk gemileriyle Türkiye’ye kaçırmışlardı. Bu iki yıkım olmasaydı, Abhazya günümüzdeki bu perişanlığı yaşar mıydı?
Günümüzde sömürgeciliğe ve ulusal baskıya karşı mücadele hukuka bağlı (yumuşak) ordulara karşı verilebiliyor. Sert ordulara karşı dış desteksiz mücadele çok zordur. Örneğin Batı Sahra Cezayir desteğiyle Fas’a karşı mücadele ediyor. Doğu Timor Avustralya desteğiyle Endonezya işgalinden kurtuldu. Kürtler de Amerikan yardımıyla Irak’ta Saddam rejiminden, katliamdan kurtuldular.
Dönüş denildiğinde, İspanya ve Portekiz 500-550 yıl önce kovduğu Yahudilere çifte yurttaşlık ve dönüş hakkı tanıdı. Rusya bu gibi insani oluşumlara sonsuza değin gözlerini kapayamaz, er geç demokrasiye geçecektir. Uygur sorunu nedeniyle Çine karşı kabaran öfke seli de ortada. Eski vurdum duymazlık yok. Pandemi sonrasında haksızlık ve baskılar eskisi gibi sürdürülemez, diye düşünüyorum.
İki serbest göç örneği
Bandırma’nın Yeni Sığırcı Köyü, köylülerin söylediklerine göre, Kabardey’de modern devlet okullarının açılmaya başlanması üzerine, bunu “gavurluk ve bir gavurlaştırma” olayı olarak değerlendirip göç etmiş olanlar tarafından 1905’de kurulmuştur. Kafile öncüleri, önce Bandırma’ya gelip yer beğenmiş, arazi satın alma anlaşmaları yapmış, kaparo bırakmış, ardından dönüp durumu anlatmış ve göçe katılmak isteyenler Kabardey’deki mallarını paraya (altına) çevirip Bandırma’ya gelmişler, parasını verip çiftlik sahibi bir kadından da toprak satın almışlar. Devletten de yardım görmüş olabilirler. Bunu bir deportasyon (dış sürgün) olayı olarak değerlendirebilir miyiz? Bu tür göçlere serbest göçler, katılanlara da serbest göçmenler denir. Devlet, iskanlı göçmenlere sağladığı yardımı serbest göçmenlere sağlamaz, sağlamak zorunda da değildir. Her bir göçmen kendi başının çaresine bakar. İskanlı göçmene konut verilir, üretici konuma getirilinceye değin göçmenlere devletçe yardım edilir.
1956 ya da 1957’de İsrailli bir Şapsığ grupa Bolu valiliğinde tercümanlık yapmıştım. O sıralar Bolu’daydım. Ellerindeki belgelerde şöyle yazıyordu: “Irkı Türk, anadili Türkçe, konuştuğu dil Çerkezce…”. Bunlar serbest göçmen idiler. Kudüs’teki Türk Başkonsolosu, “Ne diye Türkiye’ye göç ediyorsunuz, Türkiye’de çoban olarak bile iş bulamazsınız, yerinizde kalın” demiş. Nitekim göç edenlerin çoğu iş bulamamış ve geri dönmüştü. Söylendiğine göre, bir süre sonra, dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir, İsrail’den dışarıya toplu bir Adıge göçü düşünüldüğünü duyup Kfar-Kama köyüne gelmiş ve göçü durdurmuş, Adıgeleri koruma altına almış, kimliklerini yitirmemeleri için, iki Adıge köyündeki okullara Adıgece dersler koydurmuştur. Maalesef hiçbir Müslüman ülke, İsrail’in Adıgelere yaptığı bu yardımı yapmamıştır.
İskânlı göçmenler
Yukarıda değindiğimiz gibi devletin konut ve iş verdiği göçmenlere iskanlı göçmen denir, devlet çiftçi iseler bunlara toprak, konut, hayvan, tarım için araç gereç, tohum, yiyecek ve para yardımı yapar, onları üretici konumuna gelinceye değin destekler. Bu tür yardımları devlet deportasyon yoluyla gelen Adıgelerle sınırlı olmayarak, 19. yüzyılda gelmiş olan bütün Adıge göçmen kafilelerine yapmıştır diyebiliriz.
Adıgeler dışındaki Müslümanların göçünü Osmanlı’nın pek istemediği de söylenebilir: Çeçen ve Kabartay örneği var. Ruslar göçün sürmesi için Çeçenlerin Kars gibi Rus sınırına yakın yerlere yerleştirilmemesini istediler. Türkler, ‘şimdilik, geçici bir durum, sonra içerilere alacağız’ diyerek Rusları oyalamaya, atlatmaya çalıştılar. Çeçenleri Şafii Kürtlerin ve Ermenilerin çoğunlukta olduğu Rus sınırına yakın yerlere, Kabartayları da iç yörelere yerleştirmeye devam ederler. Bunun üzerine Ruslar Çeçen göçünü durdururlar. Bunu bir yerlerde, Osmanlı arşiv belgelerinden alıntı olarak okumuştum.
Göçü teşvik için, Osmanlı, sürülmemiş olarak gelen Adıge etnik kökenli göçmenlere de, istisnai durumlar dışında, iskânlı göçmen statüleri tanımıştır. Amaç göçü teşvik, göçe heveslendirme ve göçü kitleselleştirme idi. İleri görüşlü Türk yöneticiler kültürlü Adıgeleri kaçırmak istemiyor olmalıydılar. Yardımlar olmasaydı bu insanlar büyük ölçeklerde Türkiye’ye gelmek istemezlerdi. Mal varlığını ucuz pahalı sattığı için gelen göçmenin cebinde bir miktar para da vardı ve geleceğe umutla bakıyordu, Türkiye’de devletten parasız toprak, vs alacaktı (parasız konut, toprak, araç gereç, çift ve süt hayvanı), almıştır. Parası da olduğu için varlık içinde bir yaşam sürdürecekti. Kandırılmasalardı göçün boyutu o denli büyük olabilir miydi?.. Sürülenlerin cebinde ise hiçbir şey yoktu.
Bu farkı da bilmek gerekir.
Göç zorunlu muydu?
Kafkasya’dan göç eden insanların – sürülenler değil- topraklarında kalma olanakları vardı, göç edenler yanında, göç etmeyip yerinde kalanlar bunun açık kanıtı. Ama hiçbir Natuhay, Şapsığ, Abzah, Vıbıh’a ya da Cıh’a 1864’te yerinde kalma seçeneği tanınmadı. 1862 tarihli Rus hükümet kararı gereği Karadeniz kıyıları ile Abzah yöresinin yerli nüfustan boşaltılması operasyonu askere havale edilmişti. Bu bir emirdi.
Daha iyi bir yaşam isteğiyle yapılan göçleri ya da istilacı düşmanla işbirliği yapan ya da özgürlüklere karşı ayaklanıp kaçanları ve bu türden sığınma-kaçış olaylarını deportasyon kurbanları ile bir tutabilir miyiz?..
150 üzeri yıldan beri Rus diplomasisi (1917 – 1924 Lenin dönemi dışında), dediğimiz gibi işledikleri soykırım ve bir ulusu yok etme, ülkesinden kovma suçunu kabul etmiyor, yadsıyor: “Kalın dedik, yer gösterdik, çekip gittiler” diyor ve yalan söylüyor. 625 bin ölüyü nereye koyacağız? Boşuna bir direnme. Durum, olay – soykırım suçu, küresel düzeyde algılanmaya başladı. Şimdi yeni, araştırıcı ve haksızlığa karşı öfkeli bir Çerkes gençliği de doğmaya, sessiz Şapsığ gençleri de ses çıkarmaya, sorunlar su yüzüne vurmaya, yeni yeni kitaplar yazılmaya başlandı.
Bu gibi konulara ve göç olaylarına, fırsat olursa daha sonra ve daha genişçe değinmeye çalışacağız.
Çerkesya’ya Rus saldırılarının başlaması
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması sonucu, Kırım Hanlığı Osmanlı Devleti’nden koptu. Rus yayılması tehlikeli bir boyuta ulaştı. Kabardey yöreleri ile Daryal Geçidi üzerinde Rus egemenliği kuruldu, güneye inen Rus birlikleri Gürcü birlikleri ile birleşerek Türkleri kovaladı, kıyıdaki Poti Kalesinde kuşatma altına aldı. Çerkesya dışında Kafkasya, neredeyse Rus nüfuzu altına girdi.
Savaş, Osmanlı ve İran devletlerinin birer kof devlet olduğunu açığa çıkardı. Artık Kafkasya’nın tamamı Rus saldırılarına karşı korumasızdı.
Paniğe kapılan Türkler Adıgeleri yanlarına alıp Rusları Kafkasya’dan uzaklaştırmak ve Kırım’ı yeniden ele geçirmek istiyorlardı. Adıgelerle anlaşan Türkler 1782’de Anapa ve Sucuk-Kale liman kalelerini kurdular.
Türkler askeri anlamda Adıgeleri kullanmayı, fırsat bulurlarsa Adıgelerden vergi toplamayı da amaçlıyor, Çerkeslerin bir devlet kurmalarını ve o yolla güçlenmelerini ise istemiyorlardı. İsteseler bunu yapabilirlerdi. Faydacı, oportünist bir politika izliyorlardı. Bu nedenle Adıgeler de Türklere pek güvenmiyor, onlardan uzak duruyorlardı. Türkler Adıgelerle içtenlikli bir diyalog kurmuyorlardı, Adıgeleri kullanılabilir, saf bir topluluk olarak görmek istiyorlardı. Ama Ruslar girdikleri her yerde yerel halkı dikkate alıyor, soylularla anlaşıyor, onlara ayrıcalıklar tanıyor, çocuklarını okullara alıyor, modern eğitimden geçiriyor, subay ve yönetici yapıyor, onları kendilerine entegre etmeye çalışıyorlardı.
Gerici ve baskıcı Türk ve İran yönetimlerinden Kafkasya halkları memnun değildiler. Bu da Rus yayılmasını kolaylaştırıyordu. Adıgeler ise, bağımsız oldukları için, diğerleri gibi Osmanlı ve İran yönetimlerinin baskıcı yanlarını bilmiyorlardı. Tava geliyorlardı. Adıgeler dürüst ve demokrat kişiler olarak, Türkleri de kendileri gibi görmek istiyorlardı. Türkler de, başka çareleri olmadığı için, Adıgelere karşı yumuşak davranıyorlardı.
Kırım’ın Rusya’ya ilhakı ve soykırıma uzanan süreç
1783’te Rusya, Kırım’ı ilhak etti. Kuban’ın kuzeyindeki Nogaylar kılıçtan geçirildi. Bu gelişim, Nogay soykırımı Osmanlılar, Çerkesler, Çeçenya ve Dağıstan Müslümanları arasında kaygıyla karşılandı, ayrıca generallerin Müslüman halka karşı zulmü de arttı ve büyük boyutlara ulaştı. Batılı ülkeler ise, Kırım Devleti’nin yok edilmesini sineye çektiler, ses çıkarmadılar.
***
2014’te Kırım’ın ikinci kez Ukrayna’dan koparılıp Rusya’ya ilhakı üzerine ABD ve AB Rusya’ya ekonomik ambargo koydu, yaptırımlar hâlâ devam ediyor. Rusya bundan oldukça rahatsız.
Yeni ABD Başkanı Joe Biden, Rusya’nın Kırım’ı ilhakının yıl dönümünde yaptığı açıklamada, “Rusya, Kırım’ı işgal ederek, uluslararası hukuku, modern ülkelerin birbirine garanti ettiği normları, komşusu Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal etmiştir” dedi (Cumhuriyet, 27.02.2021). Çok ağır bir suçlama.
***
1785’te, Çeçenya ve Dağıstan Müslümanları İmam Mansur (1760-1794) önderliğinde ayaklandılar. Böylece ilk Gazavat Savaşı (Kutsal/Dini Savaş) başladı. Ayaklanma bastırıldı, İmam Mansur Adıgelere sığındı. 1787-1792 Savaşında Adıgelerin Türkleri desteklemiş olmaları da, Adıge-Rus savaşlarını öne çekilmesi sonucunu getirdi. Adıgeler gerileyen ve güçsüzleşen Osmanlı’dan yan olmuşlardı..
1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Türkler, Çerkeslerin yardımıyla Kırım’ı kurtarmak için harekete geçtiler. Anapa’yı 4 yıl boyunca savundular. Anapa, 22 Haziran 1791’de Rusların eline geçti, 1792 Yaş Antlaşması ile Osmanlılara geri verildi. Karşılığında da Osmanlılar Kırım’ın Rusya’ya ilhakını tanıdılar. Türkiye ve müttefikleri olan Adıgeler yenilmiş, Kuban’ın kuzey ve doğusundaki topraklar tartışmasız Rus toprağı olmuştu ya da Kuzeydoğu Kafkasya Rus nüfuzu altına girmişti.
Savaştan sonra Rus generalleri, Türklere yardım ettikleri gerekçesiyle, öç almak üzere, Kuban’ın güneyine geçtiler, Adıge köylerini ateşe verdiler ve önlerine çıkanı doğradılar.
Çariçe II . Yekaterina 1792’de Kuban’ın kuzeyinde, 10 yıl önce yerli halktan temizlenmiş ve boş bırakılmış olan eski Kırım topraklarını Kazaklara verdi, Ukrayna’dan göç ettirilen Kazaklar (Zaporojye Kazakları) Kuban’ın kuzeyine yerleştirildi. Bu yere “Çernomorya” (Karadeniz Ülkesi) adı verildi. 1793’te de Yekaterinodar kentinin (şimdi Krasnodar) temeli atıldı (Çırğ Ashad, ‘Tehlike Kuzeyden Geliyordu’).
Adıge Ülkesi’nde Köylü Hareketi
Rus yayılması ve Kuban’ın kuzeyindeki Nogaylara (Tatar) ve Adıgelere soykırım ve etnik temizlik uygulanması, Adıgeler arasında derin kaygılara yol açmıştı. Adıge beylerinin (pşı) tavırları da güven verici değildi. Onlar Kabartay beyleri ve diğer Kuzey Kafkasyalı beyler (prensler) gibi Ruslarla uzlaşıp statülerini korumak, garantiye almak, köylüleri pşıl (serf) yapmak istiyorlardı. Çağın çok gerisinde, dünyada ne olduğunun farkında olmayan kişiler idiler.
1796’da Şapsığ ve Abzah köylülerinin desteğini alan Bjeduğ köylüleri Adıgey’de büyük bir köylü ayaklanması başlattılar. Ruslardan destek gelmesine karşın, derebeyleri (pşı) yenilgiye uğradılar, egemenlik, Şapsığ’da olduğu gibi köylü sınıfının ve köylü meclislerinin (xase) eline geçti. Bu olay Bzıyıko Savaşı (Bzıyıko zav) adıyla Adıge tarih ve edebiyatında yer aldı (Adıge ozanı Tevçoj Tsığo’nun “Pşı-verk zav” adlı bir destanı var, ayrıca Adıge yazarı Meşbaş İshak’ın da “Bzıyıko zav” adlı bir romanı vardır). Akademisyen Kuyeko Asfar‘ın farklı bir yazısı için bk. https://mefenef.com/bziyiko-savasi-gelenek-her-seyin-uzerinde-2668.html
Yeni Adıgey’de egemenlik köylü (fekoł ) sınıfının ve köylü meclislerinin (hase/xase) eline geçti. Ancak köylü sınıfı toplumun ilerletici motoru ya da ilerici, devrimci kesimi olamazdı. Köylü, tutucu ve gelenekçidir, elindekini, toprağını korumak, düzenini sürdürmek ister. Ancak topraksız kaldığında durum değişir. Topraksız olan köylüler, toprağa kavuşmak için 1789’da Fransa’da burjuva devrimini desteklediler, 1917’de de Rusya’da toprağa kavuşmak için, toprak sahiplerine karşı işçi sınıfı ile ittifak kurdular. Bir süre sonra, köylülerin içinde kulak (zengin köylü ve tüccar) denilen yeni bir sömürücü sınıf oluştu ve devrimi tehdit etmeye, kolhozlarda, köy tarım kooperatiflerinde sabotajlar yapmaya başladı. Tembot Keraş‘ın “Mutluluk Yolu” (Nasıpım yığogu) adlı romanının ikinci bölümü, kulak sınıfı ile mücadeleyi anlatır.
1796 yılının Adıge ülkesinde ise, baskıcı ve sömürücü feodal sınıfı (pşı) yönetimden uzaklaştırma dışında, Rus işbirlikçiliğini de yok etme amacı vardı.
(Devam edecek)