Kıbrıs ve Mehmet Ali Güller
Türk yazarları çoğunlukla olayları sübjektif ele alma alışkanlığı içindeler. Olayları işlerine geldiği gibi sunmayı seviyorlar. Daha önce facebook sayfamda bunun bir örneği üzerinde durmuştum. Geçiyorum.
Önce şunu belirteyim, okuyucu ve yurttaş gelişmiş ve refah toplumu düzeyine ulaşmış toplumların bireyleri gibi üst düzey bir yaşam özlemi içinde. Doğal bir şey bu. Ama bu üst düzey kendiliğinden gelmiyor ve oluşmuyor.
Sıradan ya da sıra üstü yazar, yurttaştaki bu özlemi biliyor, hoşa gidecek yazılar yazıyor ve yurttaşın duygusunu sömürüyor, iktidarlara ters düşmemeye de bakıyor. Sonuç olarak olaylar doğru anlaşılamıyor, okuyucu ve toplum yanıltılıyor..
Bu olumsuz oluşum, kuşkusuz baskıcı bir politikanın kötü ürünü. Özgür eleştiri kısıtlanıyor, yazarlar korkuyorlar.
Batılı toplumlarda her şey, her düşünce korkusuzca ortaya konabilir, eleştirilir ve açıklanabilir. Sınırlama, hakaret, kişilik haklarına saldırı ve devlet sırları gibi konularda söz konusu olabilir. Bizde ise, sınırlama alabildiğine genişletilmiş. Akla hayale gelmeyecek sayıda suç tipi oluşturulmuş.
Bu da, en kötüsü olan oto sansüre, – ruhen köleleşmeye – yol açıyor.
***
Bir örnek üzerinden gideyim: 31 Aralık 2020 günlü Cumhuriyet gazetesi ve yazar Mehmet Ali Güller.
Kötü niyetli olduklarını sanmıyorum.
Gazete Atatürkçü ve Türk milliyetçisi bir çizgide, sosyalist kalemlere de yer verebiliyor. Mevzuat daha sol gazete ve yayınlara zaten izin vermiyor ya da kovuşturma konusu yapıyor.
Önceleri dinci, şeriatçı örgütlere ve yayımlara da sınırlamalar konmuştu. Bu nedenle bu tip örgütler ve yandaşları CHP ve sol karşıtı çizgide, Demokrat Parti (DP), Millet Partisi (MP) ve Adalet Partisi (AP) gibi sağcı ve antikomünist partilerde boy gösterirlerdi. Arkalarında dış güçlerin bulunduğu da kuşkusuzdu.
Denklem, 1970’te Demirel’in AP’sinden kopan Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’ni kurmasıyla bozuldu. Siyasal İslamcı bir siyasal parti siyaset sahnesinde boy vermiş oldu ve diğer sağcı partilerden ayrıştı. Parti, komünizm karşıtı askerlerin hoşgörüsüyle, sonunda AKP adıyla iktidar oldu (2002). İslami politik akım halkın dini duygularını ve ezilmişliğini sömürerek ve fırsatlardan yararlanarak bugünlere geldi. 2002’de güçlenmiş bir kaynak ve bütçe buldu. Ancak başörtüsü serbestliği ve dini semboller dışında savunduğu hiçbir şey yoktu. Ezilmişliğe, sömürüye, askeri baskı ve müdahalelere karşı gelmedi. Tam tersine onlardan yararlanmasını bildi.
Sol ise karanlık ve aşırı baskıcı bir ortamda, örgütlü ve dış destekli bir sağ bloka karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Asker ve sağ partiler tarafından ezildi. Cumhuriyet boyunca bu hep böyle oldu. Düzceli, uzaktan hısım bir polis komiseri vardı, İstanbul’da görevliydi. O sıralar, 1963-64 yılları, yeni kurulmuş bir Türkiye İşçi Partisi (TİP) vardı. Milliyetçi ve İslamcı gruplar, yandaş polislerin desteğiyle, hep birlikte ve işbirliği içinde partiye ve solculara saldırıyorlardı.
Polis komiseri şöyle demişti: “İşçi partilileri, komünistleri yakalıyor, teslim ediyoruz, ama Moskova’dan para geliyor, hakimlere para yediriliyor ve serbest kalıyorlar”. Polis komiseri bu kafadaydı. Algılama bu denli geri ve ilkeldi. Sıradan kişiler de bu gibi yalanlara inanıyorlardı. Koyu bir faşizan, çok geri bir ortam, bir antikomünist örgütlenme ağı vardı. Böylesine geri, ilkel ve kapalı bir ortamda sorunlar tartışılabilir, özgür düşünce ortaya konur ve eleştiri geliştirilebilir miydi?
Türkiye bugün işte bunun acısını çekiyor.
Yunanistan’da ne oldu?
1974 yılı öncesinde Türk ve Yunan siyasal ortamı birbirine benziyordu. 1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası işbaşına geçti. Bunu 1971 yılı 12 Mart Türk Askeri Cuntası izledi. Amerika izin vermiş olmalı, 1973’te seçim yapıldı, Ecevit-Erbakan koalisyonu kuruldu. Koalisyon hükümeti, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını önlemek için 1974’te Kıbrıs’a çıkartma yaptı ve Kuzey Kıbrıs’ta sınırları öncesinden belirlenmiş bir Türk bölgesi oluşturdu.
Türk müdahalesi üzerine Yunan Cuntası çöktü, ABD Yunanistan’da komünist partilerin de yer alacağı çok partili bir sisteme, demokrasiye geçişe izin tanıdı. Ama Türkiye’ye aynı izni vermedi. Böylesine bir ortamda aşırı milliyetçi-Türkçü MHP desteklenip koalisyonlara alınır, Milliyetçi Cephe hükümetleri kurulur, devlet kapıları ırkçılara açılırken TİP ve diğer sol partiler saf dışı bırakıldı, baskı altına alındı.
Yunanistan’da ve Rum Kıbrıs’ta güçlü bir kalkınma, diplomasi ve aydınlanma, basın özgürlüğü yaşandı. Halk en küçük bir yanlışı ve hak ihlalini algılıyor, kınıyor ve karşı vaziyet alıyordu. Sosyalistler seçime katılıyor, iktidara gelebiliyordu. Yunanistan ve Kıbrıs’ın komünist olduğu da yoktu. Türkiye’de ise gerileme süreci içine girildi, sola yönelik kapsamlı cinayetler ve cadı avları başlatıldı.
Son bir şans olarak, 1978’de Türkiye ve Yunanistan, birlikte Avrupa Birliği (Ortak Pazar) üyeliğine davet edildi. Ama Ecevit’in Türkçü-milliyetçi damarı depreşmiş ya da askerden korkmuş olmalı, daveti reddetti. Ecevit bu aymazlığını, daha sonra şöyle gerekçelendirmişti: “Sanayimiz güçsüzdü, yıkılmasından çekindik, sanayimizi güçlendirip AB’ye girelim dedik”. İş, o kadar basit görülmüş olmalı. 1979’da Demirel’in azınlık hükümeti AB’ye girmek istedi, ama Erbakan’ın “Biz İslam Ortak Pazarı kuracağız, hayır” uyarısı üzerine vazgeçti. Ardından ABD 12 Eylül 1980 darbesini yaptırdı, alayını saf dışı etti. Umut bir başka bahara kaldı
Şimdi gelelim Cumhuriyet yazarı Sayın Mehmet Ali Güller’in dediklerine. İbretlik olduğu için ikinci kez onu seçtim.
Mehmet Ali Güller ne diyor?
Daha önce Sayın Güller’i Kıbrıs konusundaki bir yazısı nedeniyle eleştirmiştim. Şimdi özetle,
‘Türkiye Kıbrıs’ta Annan Planını destekledi’ diyor. İki Annan Planı var, hangisini destekledi?
Şöyle devam ediyor: “Güney Kıbrıs, Annan Planı referandumundan bir hafta sonra AB’ye üye oldu. Oysa AB mevzuatına göre “uluslararası ihtilafa konu olan ülkeler”, ihtilafı çözmeden birliğe üye olamazdı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin, BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan 1 Nisan 2003 tarihli raporunda Kıbrıs’ın “uluslararası ihtilafa konu olduğu” kayda geçmişti”.
Rum Kıbrıs’ın, 2004’te AB’ye alınacağı, 2003’te genişlemeden sorumlu Günter Verheugen tarafından bizzat açıklanmamış mıydı ?.. Buna kim yol vermişti?..
Türkiye 2004 yılı II. Annan Planı’nı destekledi, çünkü ilkini, 2003’tekini reddetmiş, treni kaçırmıştı. Başka bir çıkış yolu kalmadığı için, bir umut ona sarılmıştı. Sayın yazar ilkini, 2003’tekini görmüyor. Türkiye 2004’te ayılmış, hiçbir garanti içermeyen bir planı, çaresizlikten destekliyordu.
Biraz genişleterek açıklayalım:
- 2003 tarihli ilk Annan Planı tasarısında şart vardı ve şuydu: 1) Önce Türk ve Rum federe devletlerinden oluşacak bir Federal Kıbrıs Cumhuriyeti kurulacak, 2) Ardından doğmuş olacak bu cumhuriyette Avrupa Birliği üyeliği için referandum yapılacak, “Evet” oyu çıkarsa Türk ve Rum devletli Federal Kıbrıs Cumhuriyeti AB üyesi olacak, 3) Referandumdan “Hayır” oyu çıkarsa, Türk ve Rum, her iki kesim de AB’ye alınmayacaktı. Yani Rumların da önünü kesen, onlara “Evet” deme dışında seçenek bırakmayan, Türk tarafını gözeten bir referandum söz konusuydu. Türkiye bu öneriyi, planı reddederek fırsatı kaçırmıştı.
Türkiye’nin direktifiyle 2003’te KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş New York’ta görüşme masasından kalktı ve Rum tarafına güçlü bir koz verdi. Rauf Denktaş, görüşme öncesinde şöyle demeç veriyordu: “Kalkmak üzere masaya oturacağım”. Milliyetçi Türk yazarları ve M. A. Güller bunu yok varsayıyorlar.
Devam edelim:
- ‘AB mevzuatına göre “uluslararası ihtilafa konu olan ülkeler”, ihtilafı çözmeden birliğe üye yapılmıyordu’ deniyor. Bu bir anayasa hükmü değil, bir tercih, bir düzenleme konusu. Birliğin, üyelerin çıkarı, kabulü ile değişiklik yapılabilir. Nitekim öyle yapıldı. Bunu da hesaba katmak gerekmez miydi? Gelişmelere bakalım: 1 Mayıs 2004’te, Kıbrıs da dahil 10 yeni üye AB’ye alındı. Bunların 8’i eski sosyalist ülkelerdi ve alınmaları stratejik önemdeydi. Bunu özellikle ABD istiyordu. Bu 8 ülke üzerinde Rus tehdidi algısı vardı. Yunanistan bunu değerlendirdi. Elinde sağlam bir koz da vardı, o kozu ona Türkiye vermişti.
Çok önceleri, 1978’de Türkiye gibi Elen milliyetçi (sağcı) damarı depreşip yan çizmeyen Yunanistan, 1 Ocak 1981’de AB’ye üye olmuştu. Türkiye ise asker postalı altındaydı. AB’de kararlar oy birliğiyle alınır. Tek bir üye olur vermezse karar alınamıyor. Yunanistan 9 yeni aday üyenin AB’ye alınmasını Güney Kıbrıs’ın da alınması koşuluna bağladı. Türkiye bunu öngörememiş… Çünkü öngörecek kişiler kapı önlerine konmuştu. Türkiye konjonktürün elverişli olup olmamasına, AB’nin kurumsal işleyişine değil de, bazı AB’li dostlarının okşayıcı sözlerine aldandı. Çok bilmiş Evren Paşamız da Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönmesi ve AB içinde, tank karşılığı Türklerin dolaşım hakkının ertelenmesi konularında aynısını yapmamış mıydı? Dışişleri bakanına sorma gereği bile duymamıştı.
- Yazar, BM Genel Sekreteri raporunda Kıbrıs için, “uluslararası ihtilafa konu bir ülkedir” demiş, üstelik BM Güvenlik Konseyi (BMGK) de bunu onaylamıştı, diyor. Ne olmuş? BM’nin tepesinde dediği dedik bir faşist Kenan Evren Paşa mı vardı? Bir raporun bağlayıcı olması için o raporun karara dönüştürülmesi gerekir. Ayrıca BM raporları niye AB’yi bağlasın ki? Kıbrıs zaten BM üyesi. Söz konusu olan AB üyeliği.
- 2004’te BM Kıbrıs sorununun çözümü görevini Genel Sekreter Kofi Annan‘a vermişti, AB ise BM’den ayrı bir kurum, ama AB de çözümü destekliyordu. Bunların ayırtına varılmış mıdır? Karışık bir durum söz konusu.
BM’de üyelik konusunda çıkan ihtilafların bazıları geçmişte çözülebilmiştir: Örneğin, Sovyet destekli Moğolistan, ABD vetosu nedeniyle, 1945’ten 1961’e değin Birleşmiş Milletler’e (BM) alınmıyordu. 1960’larda ve 70’lerde çok sayıda ülke (sömürge) bağımsızlık kazandı. Bu kez de, Sovyetler bu yeni ülkelerin BM’ye alınmalarını veto etmeye başladı. Sonunda yeni bir ABD – Sovyet uzlaşması oldu ve vetolar karşılıklı kaldırıldı. Moğolistan 27 Ekim 1961’de BM üyesi oldu.
Demek ki politik durum değişebiliyor.
Moğolistan örneğinden ders almak, 10 aday ülke gerçeğini, bunun zorunlu hale geldiğini ve Yunanistan’ın AB’deki veto kartını görmek ve baştan ona göre bir politika oluşturmak gerekmez miydi? Bunları bilecek bir diplomat da mı kalmamıştı? Körü körüne Denktaş’ın peşinden gidildi.
Kıbrıs, BM üyesiydi, BMGK vetosu kapsamında ise sadece KKTC vardı. Dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Şükrü Sina Gürel, ciddi ciddi, “Türkiye’nin garantörlüğü var, Türkiye onay vermedikçe Kıbrıs Rum Kesimi AB üyeliğine alınamaz” diyor ve politik bir “deha” örneği sergiliyordu.
- ‘AKP hükümetinin “çözümsüzlük çözüm değildir” diyerek Denktaş’ı dışlaması ve pratikte Rum “çözümüne” yol vermesi, engelleri ortadan kaldırdı. Rumlar böylece AB’ye girdi’ diyor Sayın yazar.
Doğru değil. Gerçek değiştiriliyor. “Pratikte Rum “çözümüne” yol verme ne demek? Yol vermeme gibi bir yol kalmış mıydı o sıralar? 2004’te artık ne yapılabilirdi? Rum’un çantasında garanti vardı.
Artık, 2004’te, 2003’teki tasarıdan farklı olarak, önce Türk ve Rum kesimli bir Federal Kıbrıs Devleti kurulmuyor, kuruluş, her iki tarafın ayrı ayrı olumlu oy vermesiyle yürürlüğe girecek referandum sonrasına bırakılıyordu.
Bu durumda Kıbrıs Rum kesimi “Hayır” dediğinde sonuç elde edilebilir miydi? Rum halkın hayır diyeceği düşünülmüş mü? Engelleri kaldıranlar da, bir yıl önce, o zamanki Türk hükümetinin ve Denktaş‘ın bizzat kendisi. Denktaş 2003 yılında, NewYork’ta BM öncülüğünde kurulan Kıbrıs masasından bir kahraman edasıyla kalktı, yokum dedi ve büyük bir fırsatı tepti. Şimdi bunun acısı çekiliyor.
Son bir “umut”, Mehmet Ali Talat öncülüğünde, Türk tarafı 2003 yılı Annan Planı gibi garanti (şart) içermeyen 2004 tarihli ikinci plana sarıldı. Ancak atı alan çoktan Üsküdar’a geçmişti. 2003 yılı I. Annan Planı’nın Türk tarafınca reddi halinde Rum tarafının tek yanlı olarak AB üyeliğine alınacağı AB yetkililerince, örneğin Günter Verheugen tarafından da açıklanmıştı. Basında yer alıyordu. Aldıran olmadı.
O tarihe, 2004 yılına değin oyunbozan taraf hep Türkiye ve Türkler olarak görülüyor, Rum tarafı ise sureti haktan görünüyor, uluslararası bütün çözüm önerilerine “evet” der gibi bir tavır takınıyordu. Türk tarafı buna aldanmış olmalı. Türk tarafı “Nasıl olsa, Rumlar her durumda evet derler” diye düşünüyor olmalıydı.
Kozlar artık Yunan tarafının elindeydi. Kıbrıs Türk Kesimi, Rum kesimi “Evet” demedikçe AB’ye giremeyecekti. Elde, geçerli hiçbir koz kalmamıştı. Yine de, figüranlara “Yes be annem, evet” şovları yaptırıldı. İşe yaramadı.
1 Mayıs 2004’te Rum tarafı AB üyesi oldu, Rum tarafı ve Yunanistan, ikisi birlikte Kıbrıs Türklerine uluslararası ambargo uygulatmaya, Türkiye’nin de AB aday üyeliğine ve yeni fasıllar açılmasına veto kartı göstermeye başladı.
***
Rauf Denktaş sağcı bir Türk milliyetçisi, ön yargılı biriydi. Bu kafada biri çözüm getirebilir mi? Denktaş, Kıbrıs Türklerinin, ortak bir devlette Rum çoğunluk karşısında tutunamayacağı görüşündeydi, kendi öz halkına güvenmiyordu. O nedenle ayrı bir Kıbrıs Türk Devleti istiyordu. Evren Paşa‘nın onay vermesiyle, 1983’te Denktaş aniden, hazırlıksız KKTC’yi ilan ettirdi. Pakistan gibi hiçbir dost ülkeye danışma ve dostları yeni devleti tanımaya öncesinden hazırlama gereği bile duyulmamıştı. Hemen ABD-Sovyet ittifaklı heyula gibi bağlayıcı bir BMGK kararı geldi. Rum tarafı Kıbrıs’ta olası bir Türk egemenliğini, self-determinasyon hakkını hiç kabul eder miydi? Niye kabul etsinler ki? Kozlar Rumların eline verilmişti. Rum tarafı, karşı güç, karşı koz konmadıkça, en çok Türk tarafını azınlık statüsüne düşürecek ve kendi güdümünde olacak bir federasyonu kabul eder (Bk. 2. harita).
Tıkanma aşılamaz mı?
Çözüm için, öncelikle uluslararası platformda Rum tarafının uzlaşmaz taraf olduğu kanıtlanmalı. Ancak Türk diplomasisi Yunan diplomasisine göre zayıf. Başarılabilir mi?
Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis‘in önerdiği Kıbrıs haritası, Türk tarafını ve Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den, münhasır ekonomik bölgelerden (MEB) tamamen dışlıyor (Bk. 2. harita). Diğer Rum önerileri de farklı değil. Ancak, BM öncülüğündeki Kıbrıs masasında kabul edilmiş olan 2004 tarihli ve BM’ye ait olan bir Annan Planı haritası var. Bu harita ve özellikle Karpas Yarımadası önemli (Bk. 3. harita).
Şu durumda sorun, şimdilik çözümsüzlüğe takılmış durumda. Gerçekler maalesef böyle.
Ancak yüz binlerce Rum’un kuzeyde mülkü ve tapulu toprağı var, çözümsüzlükten onlar da olumsuz etkileniyorlar. Umutları tükeniyor. Rum “evet” demedikçe, Türk’ün de “evet” demeyeceğini biliyorlar. Ambargo boyun eğmeyi getiremedi. Bu da önemli. Türk tarafı hayli ödün vermiş durumda.
Kaynak: cnnturk.com- (2004 yılı harita taslağı)
Çözüm için ne yapılabilir? Akılcı düşünmek, objektif değerlendirmeler yapmak ve her şeyden önce gerçekçi olmak, yetenekli diplomatlar yetiştirmek, basın özgürlüğü ve halkı bilgilendirmek gerekir. Mutlaka bir çözüm yolu olmalı, durum sonsuza değin böyle sürüp gidemez. Kıbrıs Türk toplumu BM tarafından Rum toplumu ile eşit haklı bir siyasal statüde tanınan bir toplumdur, buna dayalı hakları vardır, azınlık değildir. Uluslararası platformlarda bu durum savunulmalı. Kısır politikalarla mesafe alınamaz. Argümanlar barışçı, haklı, sağlam ve güçlü olmalı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hakları var, bu haklar Kıbrıs’a da bağlı. Yanlış politikalar sonucu komşular Türkiye’ye karşı birleşmiş durumdalar. Ama Türkiye’siz de bir yere varmaları zordur. Bu da Türkiye’nin kozu. Denktaş’ın ve şimdiki Ersin Tatar‘ın iki bağımsız devlet formülü gerçekçi değil, tutmaz. Bunu hiçbir devlet ve en başta Rumlar kabul etmez. BMGK kararı kaldırılmadıkça, hiçbir ülke KKTC’yi tanıyamaz, çünkü tanıma yasağı var. Dünya ile zıtlaşarak mesafe alınamaz. Yeniden anımsatalım, BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’yi tanımama kararı var ve bağlayıcı. Bu yasak nasıl aşılacak? ABD ve Sovyetler (şimdi RF) yasak kararının imzacıları arasında. Türkiye yalnız.
Ancak Türkiye garantörlük hakkından, Kıbrıs Türkleri de toplumsal ve siyasal eşitlik haklarından vazgeçecek değiller.
Şu an Kıbrıs’ta önemli bir toprak parçası Türk tarafının yönetiminde, II. Annan Planı’nda çizilen sınırlar esas alınmalı ve korunmalı. Bunlar Türkiye’nin ve Türk tarafının son kozlarıdır. Bir de Maraş’ın iskana açılması sorunu var. O da ayrı bir konu. Yunanistan şu an kazançlı görünüyor, ancak o da engelleri aşmış değil, gelecekte tezleri ve umutları aşınabilir, Kıbrıs, 300 bin üzeri (326 bin ila 376 bin arası) Müslüman nüfusu ile önemli bir Türk topluluğuna ev sahipliği yapıyor, ortak bir devlette Rumların bu nüfusu eritmesi kolay olamaz.
Bu gibi nedenlerle Rum ve Yunan tarafı da sonsuza değin çözümsüzlüğü sürdüremez.