Site icon MEFENEF

Ayşet -34  (s.243-252)

Ayşet -34  (s.243-252)

Ayşet

 

Maşbaş İshak (tarihi roman)

XII

Charles de Ferriol, İstanbul’a döneli birkaç ay olmuştu, ama Paris’ten ayrılacağı günün gecesini hiç unutamamıştı. Elçilik görevleri yürütürken, sofrada, yattığında, kalktığında, sık sık kadın değiştirip durduğunda, kont o beklenmedik  geceyi sık sık anımsıyordu. Başka kadınlarla sayısız geceler geçirmişti: Gece hayatını otellerde ya da  haremlerde parasıyla hep satın alıyordu, ama kendisini küçük düşürmek  için yazılmış dokuz sayfalık bir yazıyı satın alma durumuna hiç düşmemişti.

“Böyle bir yazıyı kim okur ki?.. – diye kont kendi kendine soruyordu. –  Aslında o yazının muhatabı ile kendisi arasında pek bir fark yoktu… Madlen’e duyduğu sevgi belliydi, Kontes Claudine-Alexandrina başkalarına özenerek, gizli açık önüne çıkanla yatıp kalkıyordu… Beraber yattığın kadın şanslıysan sana düşman olmaz, yanlış yaptığını anlarsa, yüzünüze bile bakmaz. Claudine-Alexandrina bana kızlık taslamasın, ben onu yatağıma  girmesi için zorlamadım… Kendisinin ne mal olduğunu unutup beni ağızlara sakız yapacak bir  yazı yazmış… Bana kızarak, özenle büyüttüğüm Charlotte-Elizabeth Aisse’yi kenarından ucundan dürterek, kendi gibi baştan çıkarmak istiyor olmalı… onu Aisse’den uzak tutma fırsatım doğmuştu, İstanbul’a götürmem için bana yalvarmıştı. Ama bunu Aisse’ye nasıl anlatabilirdim ki?.. En iyisi, o gece dediği gibi, yanıma kendi gelseydi daha iyi olurdu… Fahri gibi Paris’e giden biri ile, ona  çıtlatsam koşarak İstanbul’a gelirdi… Paris’te  başına bir hal gelmeli… Yoksa bize nefes  aldırmaz…”

Charle de Ferriol yıllardan beri Türkiye’de yaşıyordu, iyi ve kötü yanıyla sevdiği Türkiye’ye artık ayrı bir gözle bakmaya, beğenmemeye  başlamıştı, bunun nedenini ilkin anlayamamıştı, bunu düşünmemek için her gün içmeye ve uyumaya, esir pazarını gezmeye, en lüks restoranlarda içmeye başlamıştı. İşin en ilginç yanı,  içine girmese bile, Cuma günleri camilere gidip namaz kılanlarla konuştuğu oluyordu.

Ezan sesi ile kilise çanını uzaklardan duyup karıştırdığında kendi kendisiyle dalga geçmeye, “nedir bu başıma gelen” diye, kendi kendisini azarlamaya başlamıştı. Bazen de beklenmedik biçimde şöyle şeyler aklına gelirdi: “İslam dini ile Hıristiyan dinini bir arada götürmek güzel bir şey olmaz mı…” derdi. Kendine geldiğinde, evin bir kenarına asılı duran tanrı tablosunun karşısında diz çöker, bağışlanması dileğiyle istavroz çıkarırdı. Ardından Laroche’un hazırladığı ilacı içer, yararı olmasa bile olduğuna inanırdı. Bazen de sözünden saptığında ya da ne dediğini unuttuğunda “Bu Laroche beceriksizin biri, içmem için bana bıraktığı bu karışım da ne ola ki?” diyor, öfkesini ona yöneltiyordu, biraz sonra da konuyu saptırdığının farkına varıyor, ürküntü geçiriyor ve ilacı yeniden karıştırıyordu.

Bugün Çarşamba, denizden bir serinlik, bir esinti geliyor demeyeceksen, sıcak bir gün. Gök yüzünde beyaz bulut kümeleri dolaşım halindeler, bazen sonbahar güneşini örtüyor, bazen perde aralanıyor güneş yeniden ortaya çıkıyordu. Fransa elçisi rezidansının üst katında, pek de uzakta olmayan Pazar yerinden kalabalığın uğultusu duyuluyordu, Boğaz’dan da  vapurların düdük sesleri geliyordu, öğle vaktinin geldiğini anımsatan eşek bağırmaları değişik yerlerden başlamıştı. Çizme parlatıcı, çay dağıtıcı ve gazete satıcısı çocuklar dışında İstanbul’da kimsenin yaşamadığını sanırdın, sesleri kulaktan gitmiyordu. Ezan sesleri ile kilise çanları diğer sesleri bastırdığında, Türk kentini bir Doğu kentine dönüştüren sesler karışıp gidiyordu. Anlaşılmayan dillerdeki konuşmalar, insana farklı bir dünyada  olduğu izlenimi veriyordu.

“Aisse de benimle bu yere gelmiş olsa iyi olmaz mıydı… – Kont Charles de Ferriol dinlediği bu sesler arasında kendini Paris’te sandı. – Bir sarsıldı, durakladı, ama aynı anda “hayır” diye kestirdi, kendine geldi… Ona yapacağımı biliyorum, onu arayan akrabalarından biri ile karşılaşacak olursam, “İstiyorsan sana vereyim, azat ediyorum” diye Aisse’ye  yazarım. Çerkesiye’ye götürülüp bana geri getirilirse, kızlığına İstanbul’da bir son veririm… yetmez mi şimdiye değin bekleyip durduğum, üzerinde titrediğim?.. Bu aklına düşen şey ne de ayıp şey! – kendi kendine kızdı- Çoğa tamah edenin azdan olacağını unutuyor olmalısın… Nedir bu başına gelen, kendi kendini kontrol etmekten çıkmışsın? Kadın eksiğin mi var ya da yediğin balın tadı mı kaçtı? Şimdiye değin Aisse’ye kol kanat gerdin,  yaptığın iyiliği kirletme yerine, ona umut verdiğin gibi, Çerkeslerin yanına gidip onları görsen daha iyi edersin. Bunun bana bir yararı olur mu ya da benim için bir teselli kaynağı olur mu? Kont, kötü şeyler düşünme, – şimdi daha yumuşamış ve kendi kendine de kızmaya başlamıştı, – Yaptığın iyi şeylere uygun olanı yap, yanlış yapma… “

İçinde doğan ani duyguya kapılarak Charles de Ferriol rezidanstan çıktı. Elçilik faytonuna bindi, nereye gideceğini bilmiyordu, bir süre ilerledikten sonra sürücü Mevlid kendisine sordu:

Kendinden emin olarak gelen Fahri’ye faytonun kapısını Charles de Ferriole’un kendi açtı:

Tam o anda, nasıl olduğunu anlayamadan Madlen’in görüntüsü karşısında belirdi. Madlen’in kendisine “İsviçre’ye gideceğim, kente uzak bir dağ köyüne yerleşeceğim, küçük oğlumu orada büyüteceğim” dediğini anımsadı. Kendisinin de sap gibi bir başına kalmış olduğunu anımsadı ve bir iç çekti: “Bu Fahri, kendi ve onuru için mücadele etti, yuva kurdu, üç evladı oldu, eşi dördüncüsüne hamile. Orhan’ın da bir süre önce, ben Paris’te iken evlendiğini söyledi. Ya ben? Beni güzel ve görkemli bir ağaç gibi görenler, bana imrenenler var, ama hiçbir ürün vermeyen kısır bir ağaç gibi yeryüzünde sallanıp duruyorum… Benim de aklımı başıma almamın  vakti gelmedi mi?..”

Orhan’ı bulmak zor olmamıştı – Osmanlı Sultanı’nın saltanat gemisini bekleyenlerden biri olduğu için onu hemen buldular. Nöbetinin bitimine yarım saat kalmıştı, faytondan inmeden onu beklediler.

Bir şeyleri konuşmak için yarım saat az zaman değil. Fahri ne dediyse de, Charles de Ferriol’u daldığı ortamdan çıkaramadı: Deniz, gök, gemiler, balık tutma gibi daha önceleri hiç sözünü etmediği  anlamsız  şeyler mırıldanıyor, Moğollardan söz ediyordu. Bu anlatımların arasına, başı ve sonu olmayan kadın hikayeleri katıyor, anlattığı şeyi bitirmeden başka bir konuyu anlatmaya başlıyordu. Sessizce kontu dinleyip oturan Fahri, kontun konuşmasına, bakışlarına, düşünme tarzına ve  gülümsemesine anlam veremiyor, onun bu yıl fark edilir bir değişim geçirdiğini görüyor ve şaşırıyordu.

Polis elbisesi içinde gurur duyarak gelen Orhan’ı gördüğünde kont elbiseyi beğenmeyerek konuştu:

“İngilizler, Türkler demesine” peki, ama “Çerkesler” demeyi de nereden çıkarmıştı, ilk iki isim yetmez miydi diyerek Fahri ile Orhan birbirlerine bakıştılar. Orhan konta giysisine ilişkin yanıt vermeden edemedi:

Faytondakiler birbirlerine ve gerilerine bakmadan bir süre ilerlediler. Kont arabadaki iki kişiyi unutmuş, bir melodi tutturmaya başlamıştı, ama elçiliğe yaklaştıklarında Mevlid’e seslendi:

Orhan kontun bu sözüne anlam veremedi ve hemen atıldı:

Fahri ile Orhan başlarına gelen bu duruma şaşırıp birbirlerine baktılar, sürücü kendi tanıdıklarıydı, ama kuşkulandıkları şeyi ona belli etmek istemediler. Fayton kavşaktan dönünce, Orhan sabredemedi:

İkindi namazı vakti olduğundan çayhane boştu. Fahri ile Orhan abdest alıp namaz kıldılar. Sofraya geçinceye değin, müşteriler çayhaneye gelmeye başladılar, yavaş yavaş çayhaneyi doldurdular.

Fahri güldü:

 

 

Exit mobile version