VII
Bütün güzel kadınlar şanslı olurlar diyebilir miyiz? Böyleleri yeryüzünün her yerinde, Fransa’da ve Çerkesiye’de de varlar, ama kendi Adıge ad ve soy adları unutturulmuş Bolet Ayşet ile yabancı ad ve soyadını almış olan Ferriol Charlotte-Elizabéth Aisse söz konusu olduğunda durum değişir, yanıtlanması zor bir durum ortaya çıkar.
İnsan sırrını kendinde saklıyorsa, buna tutarlı bir açıklama getirilemez. Ama Ayşet’in kendi kendisine yarattığı “tatlı sır”, beklediğinin aksine acının acısı bir sır haline dönüştü. Ayşet bu başına geleni o denli umursamayabilirdi, dünyada buna benzer çok olayla karşılaşılıyor, Fransa’da da görülüyor, “gayrı meşru” (куигъэ), piç ve çirkin denen şeyi içinden kesip atsan da, bunu, aralarından çıktığın Adıgelere anlatamazdın… Buna, diğer karşılaştığı zorluklar gibi katlanabilirdi, sorun, doğurduğu bebeği başka, yabancı kişilere bırakmış olmasıydı… Ayrıca bebeğin babası sağdı ve “bana ait değil” diyerek reddetmemişti, onunla birlikte faytonda oturuyor ve Paris’e dönüyordu.
Şövalye de Edie’nin içinden geçen sıkıntılar solmuş yüzünden okunuyordu. Bu son, Ayşet’in doğuma hazırlandığı bir ay içinde, onun gece-gündüz çektiği sıkıntıyı kendinden başka kimse bilemez. Bu başlarına gelen şey yüzünden şövalyeyi bağışlamak düşünülemez. Ayşet ile tanıştığı andan başlayarak, kendisi için evlenme yasağı olduğuna aldırmadan ilişki kurmuş, onu eş yapmayı düşünmüştü. Şu anda bile göz yaşları içinde yanında oturan genç anne ile, eğer o da isterse, onunla evlenmeye hazırdı: Söylemese bile, bir başını sallasın, sevdiği kızın kendisi için doğurduğu bu bebeği, kızı Seleni’yi alıp Périgord şehrindeki anne ve babasının yanına götürürdü. Bunu kabul etmeyecek olursa Paris’teki köşküne götürür, herkesin şaşıracağı, görenlerin imreneceği görkemli bir düğün yapardı.
– Aisse, içinden geçen şeyleri benden başka bilen yok, güçlü-yaman biri olduğunu biliyorum, sana akıl veriyor değilim, sadece ricada bulunuyorum, kendini harap etme. Daha önceleri de söylemiştim, yine söylüyorum: Şimdi üç kişi olduk, artık “evet!” de bana.
– Hayır, Edie, hayır, – Ayşet, Edie’nin sözünü kesti, – Bu konuyu daha önce konuşmuştuk, – şimdiye değin gizlediğimiz şeyi bugün açıklayacak değiliz, işi oluruna bırakalım…
– O kadar da inatçı olma, Aisse. Senin için yapamayacağım, göze alamayacağım bir şey olamaz, seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?
– Ben de seni seviyorum, Edie… – Ayşet kendini tutamadı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Bağışla bu durumumu. Durdur arabayı…
– Başın mı döndü?.. – Edie telaşlandı ve Ayşet’le birlikte arabadan indi.
– Üzülme…- Ayşet yol boyundaki bir ağaca sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında, iyi ki yanında, kendisini yatıştıracak Edie vardı. Ama hiçbir zaman yapmadığı gibi sert bir sözle Edie’ye karşılık verdi: – Bana dokunma!..
Şövalye Edie Ayşet’e bir şey demedi ve kendini zor tuttu, buna bir anlam veremedi ve geri çekildi. Bu arada kendi kendisini sorguladı: “Gözleriyle beni yiyecekmiş gibi öylesine kötü bir baktı ki bana, ne diyeceğimi bilemiyorum?.. Beni suçluyor mu?.. Suçlamıyor olsaydı, her yanı titreşerek “bana dokunma!” demezdi her halde… Hamileyken böyle değildi, şimdi nedensiz olarak benden nefret ediyor olabilir mi?.. Gökler tanığım olsun, Tanrı beni esirgesin, Ayşet’e bir yanlışlık yaptığımı anımsamıyorum…”. Şövalye bunları düşünürken Ayşet daldığı düşüncelerden sıyrıldı:
– Kalbini kırdım, Edie, bağışla beni.
– Kalbimi kıracak bir şey dediğini duymadım, Aisse, – Edie Ayşet’in elinden tutup onu dikkatle faytona bindirdi, yanına oturttu, oturtur oturtmaz da Ayşet başını Edie’nin omuzuna dayayıp uyudu.
– Blaise Mari de Edie Sans’ta ve yolda karşılaştığı zorlukları unutmuş, başı omuzunda Ayşet’i bir eliyle de destekliyor, sevdiği ve bebeği için ne yapacağını bilemeden Paris yolunda ilerliyor, gördüğü manzaralara ilgi duymadan ılık bahar havasını soluyordu, kafasında yanıtını veremediği bir sürü soru dolaşıyordu: “İnsan ne diye dünyaya gelir, zorluk ve mutluluk içinde ölünceye değin niçin çırpınır durur? Zorluk zor şey, peki mutluluk da kişiyi bitirir mi?.. – şövalye içinden kendi kendisiyle alay etti. – Ne de güzel bir bahar günü, ama niçin tadını çıkaramıyorum?.. “güzel başı omuzumda Aisse’yi uyutuyor muyum?” – kendinden olmayan bir ses duymuş gibi oldu, hemen karşılık verdi: – “İyi ya da kötü günümde o, sevdiğim kişidir!”. İyilik yaptıktan sonra, ne diye aşkını gizlersin ki?”. “Ben miyim?! – sorusuna yanıt bulmadan kendi kendine haykırdı.
– Bir şey mi dedin Edie?- Ayşet başını kaldırdı.
– Hayır, Aisse, – sevgilisine gülümsedi, başka konulara geçti: – Güzel bir bahar, şahane bir gün.
– Nereye vardık, Paris’e yaklaştık mı?
– Melen’e giriyoruz.
– Melen mi dedin?..
Küçük bir kızken, Paris’e götürülürken Melen’de durduklarını, öğle yemeğini bir restoranda yediklerini ve geceyi orada bir otelde geçirdiklerini anımsadı. “Görüştüklerinde Madlen, Ayşet’e küçük bir kız çocuğu olarak Melen’e, restoran’a, otele geldiğini ve seni gördüğümü bugün imiş gibi anımsıyorum” demişti. “O olay ne zaman yaşanmıştı?.. Başıma gelen onca olay?.. Bana yardım ederek beni bugünlere getiren ve beni dertlerle baş başa bırakan papa artık yaşlandı. Sorun değil, yaşlanmaktan kimse kaçamaz, sağlıklı kalsaydı tek… Papa şimdi ne durumda acaba? Kendi derdim zavallı papayı unutturdu bana. Türkiye’de kalsa daha mı iyi olurdu? Fahri ve arkadaşı ne oldu?.. Onları dinleyip ülkeme dönseydim belki daha iyi olurdu… Seleni bebeğim var, anılarımı artık ne yapayım? Onu yaban ellere bırakıp ne diye Paris’e koşuşturuyoruz ki? Kara talihimizden mi kaçıyoruz?..”
– Öğle yemeğini Melen’de yeriz, Aisse.
– Hayır, hayır! – Ayşet, ürkmüş olduğu için utandı. – Bağışla beni, Edie, ben hiçbir şey istemiyorum, yemek yemek istiyorsan başka bir yerde dururuz. – Anımsadığı şeyi, geçmişi içinden atmak istedi: – Melen’i, Marsilya’yı ve Lyon’u görmek istemiyorum…
– O zaman tek bir yer kaldı, – moral vermek üzere Ayşet’e gülümsedi, – Paris’e gidiyoruz.
– Hakkı bende kalmış zavallı papam olmasa, oraya da adımımı atmazdım… Sana tuhaf gelmesin, Edie. Bir ara o konuda konuşmuştuk, şimdi de, papanın bana uygunsuz davranışları sonrasındaki sözümde duruyorum: Onun benim için yaptıklarını bir ben bilirim, yaşadığı sürece onu gözetirim, kimseye de tu kaka yaptırmam. Ancak şu an kalbim Sans’ta kaldı… – Ayşet’in sesi yükselmişti, ama hızla toparlandı, kendi kendine konuşur gibi, ama kızının babasına da duyuracak bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü: – Durumumuz böyle olduğu sürece Fransa dışında bir ülkede yaşamayı düşünmüyorum… – Ayşet’in göz yaşları yeniden boşaldı…
– Aisse, canım, – Edie Ayşet’i kucaklamış okşuyordu, – ağlama, moralini bozma, her şey iyi olacak. Tek derdimiz Seleni’yi uzun süre göremeyecek olmamız, yoksa Isabelle-Louis ona mutlaka bir bakıcı bulacaktır. “Hazırım” dediğinde, üç kişilik bir aile olarak gideceğimiz yeri söyleyeyim mi? Tam istediğimiz yer olmasa da, alın terimi ve kanımı döktüğüm Fransa için ülkem demiştin, küçük kız bebeğimiz için burayı uygun bulduğun için çok sevinçliyim. Ama kökünün dayandığı Çerkesiye’yi de unutma. Sana söylediğim gibi Kafkasya’ya, Çerkesiye’ye seni ve Seleni’yi de götüreceğim.
– Edie, sevgilim, – Ayşet, güzelliğini daha da güzelleştiren bir tavırla, kendisine güzel sözler söyleyen şövalyeye baktı, – ikimizden başka o konuyla ilgilenen ve konuşan kimse yok… Çerkesiye bir güneş rüzgârı gibi gözlerime görünüyor, bir zamanlar görmüş olduğum gibi artık gözlerimde canlandıramıyorum Çerkesiye’yi. O ülkeyi zihnimden atmış olabilir miyim?.. Beni oraya götürmüş olsan bile, dağlarını, ormanlarını, ovalarını, ırmaklarını, çayırlarını görüp unuttuğum dili için ağlayıp dönmeyeceksem, kimin umurunda olacağız, kim bizi karşılar ve ağırlar?.. – Ayşet’in yine içi bunalmıştı, ama gördüklerinden büyülenmiş gibi kendisini frenlemesini bildi. – Versay göründü, Paris artık uzakta değil.
Ayşet daha fazla Edie’yi zorlamak istemedi, hangi eve gideceklerini sordu:
– Aisse, seni üç konuttan hangisine götüreyim?
– Hangi üç konut? – Ayşet başını kaldırdı.
– Ferriollerin evi mi, Bolingbrokelerin evi mi yoksa kendi evimiz mi demek istedim.
– Kendi evime, Ferriollerin evine götürürsün, başka bir yerim yok, – dedi ama, Ayşet, hemen sözünü değiştirdi, – hayır, hayır, kuşkulanmamaları için beni önce Bolingbrokelerin evine bırak, oradan Ferriollere dönerim. Beni bağışla sevgilim, seni beklemediğin sorunlarla baş başa bıraktığım için…
– Yeter, Aisse, o söylediğin şeyleri duymak istemiyorum, – Edie, Ayşet’in konuşmasını kesti, – sana ilk aşk sözünü söylemiş olan benim, sen değilsin. Sana darılmış, söylediğim, yaptığım şeyler için pişmanlık duymuş değilim. Bu yeryüzünde bana senden daha yakın olan birini tanımıyorum. Bunu binlerce kez söylesem de, yine söylemekten bıkmam.
– Aşk teşekkür gerektirmez, Edie, ben de seni seviyorum, teşekkür ederim. Benimle dalga geçme, bizim dışımızda aşka değer veren kimse Paris’te ve Fransa’da kalmamış gibi durumlar oluyor. Abartıyor olsam da hep öyle kalsın!.. Sonra, Edie, bize dediğin yere, çok özlemiş olsak da biraz bekleyelim, Tanrı katında görevini yapmamış ve günahkâr biri durumuna beni düşürme. Yalvarırım, beni anla, beni yanlış yola sevk etme.
Edie, Ayşet’i Bolingbrokelere bırakıp evine döndükten sonra, dinlenecek yerde, birkaç gün boyunca çektiği sıkıntılar yeniden içinde boy gösterdi. Yol boyunca yaptıkları konuşmaların çoğunda Ayşet’in dediklerini onaylamış olduğunu düşündükçe, bu şeyi erkeklikle de bağdaştıramamıştı: “Çocuğumuz olacağını söylediği günden başlayarak doğru davranmadım. “Kadının güzelliğine ve tatlı dudağına vurulursan, kör ya da dilsiz olursun”. Bunu Molière mi, başka biri mi söylemişti? Kim söylemişse daha doğrusunu kimse söylemiş olamaz. Aisse nedeniyle başıma geleni de bu… Aşk konusunda gönül kimseye danışmaz. Üstümde evlenme yasağı bulunmasına rağmen, onu sevdim, o da bunu bildiği halde beni sevdi. Ama bu bahaneyle başımızı eğip yaşayacak mıyız?.. Bunu başkaları biliyorlar, lafımızı edecekler diyerek bebeğimizi manastırda sakladık. Kim lafımızı edecekmiş, Orleans Dükü mü? Onun büyütmesi Kral XV. Louis mi? Claudine-Alexandrine gibileri mi? Temiz kalpliliğini ve insancıllığını her şeyin üstünde tuttuğum Aisse’nin çekindiği ve ne yaptığını bilmeyen hasta Kont Charles de Ferriol mi?! Her ikimiz de bir çıkış yolunu bulamadık! Bekâr halde hane kuran biri gibiyim… Bu işi bir sona erdirmem gerekiyor. Ama, Aisse’yi her gördüğümde, ne olduğunu anlayamadan vurulup kalıyorum…”
O akşam Ayşet Bolingbrokelere değil, belli etmeden Ferriollere gitmeyi düşünüyordu, ama başından geçenleri anımsadığında cenazesi yeni kaldırılmış biri gibi keyfi kaçmıştı.
– Aisse, beni yanılttın, yoksa böyle olduğunu bilseydim, yol yorgunu ve bitkin halinle seni Ferriollere yola çıkarmazdım, – gördüğü bu şey karşısında Marie-Claire Bolingbroke’nin içi sızladı ve Ayşet’i azarladı, – betin benzin solmuş. Maria-Angelique’in ne menem biri olduğunu unuttun mu yoksa?.. Haydi, dönelim, toparlanıncaya değin benim yanımda kal.
– Şövalye de Edie beni sizin evinize bırakırken de öyle demişti… Lord Henry ve ikinize çok teşekkür ederim, sırrımı sakladınız, eviniz evim gibi, ama kendi evime gidersem daha rahat ederim. Yol yorgunusun diyorsun, bir gece dinlenirsem geçer. Kendimden geçerek başıma açtığım bu sorunun ömür boyu kurbanı olacak olan küçük kız bebeğimden başka derdim yok! Bağışla beni Marie-Claire, şövalye de bağışlasın beni, sizi hak etmediğiniz bir zahmetin içine attığım için, büyük hatamın yükünü Tanrı katında ömrüm boyunca taşıyacağım, – Ayşet kendi yol açtığı hatayı kabul etmişti, beti, benzi attı, el ve ayakları titremeye başladı.
Marie-Claire, sevgi dolu bir gözle Ayşet’e bir göz atıp onu övdü:
– Seni böyle tanıyorum, böyle tanımak da isterim hep, Aisse.
Ferrioller akşam yemeği için sofradaydılar, Ayşet’i görünce, Kontes Maria-Angélique dışında, sofradakilerin hepsi kalkıp koşuştular. Pon de Vel ile Arjantel Ayşet’e sarılıp yanaklarından öpmeye başlayınca, Maria-Angélique sabredemeyip oğullarına seslendi:
– Şöyle biraz nefes aldırın da Aisse’yi yanıma getirin. Ne diye o kadar Bolingbrokelerin yanında kaldın ki, kendini çok özlettin, o denli yanlarında tutacaklarını bilseydim, seni hiç göndermezdim. Pon de Vel, Arjantal, Sophie, Aisse’ye bir bakın, daha güzel, daha ince olmadı mı? Bizim çiftliğimiz Pon de Vel’in yanında la source daha mı güzel yoksa?.. Aisse’yi çağırdığınızda, Marie-Claire benim de sizin yanınıza gitmemi istemişti… Evet, Aisse, amcan Augustine aramızda değil, kontun yanında. Kont iyi değil, yetişemezsen diye endişeleniyordum, ama belli etmiyordum, bir başına git de ona bir görün, seni tanır mı bilemem… Pon de Vel ve Arjantal de seninle birlikte olsun. Biz de, Markiz Marie-Claire ile biraz sohbet ederiz. Sophie sen de bize çay kaynattır.
Markiz, Maria-Angélique’in bıktırıcı konuşmalarını dinlemektense çayı bir yana bıraktı, kocasının evde yalnız kaldığını bahane ederek ayağa kalktı:
– Uzun bir yoldan geldik, Henry evde yalnız, faytonum da kapıda bekliyor. Kontun hastalığına üzülüyoruz, Tanrı’dan şifa dileyelim, bir gün ziyaretine geliriz.
“O sözünü ettiğin kişi sanki size çok meraklı, siz de ona meraklısınız” diye içinden geçirerek Maria-Angélique gülümsedi, konuğunu yolcu ettikten sonra, kontun yanında neler olup bittiğini görmek üzere üst kata çıktı. Gördüğüne ne diyeceğini bilemeden yerinde çakılı kaldı: Yatakta yatan kontun başında Ayşet diz üstünde oturuyor, kontun yüzünü ve alnını okşuyordu, bu arada kontun ve Ayşet’in gözyaşları dökülüyordu.
– Tanıdı mı Aisse’yi?.. – diye Maria-Angélique Augustine’e fısıldadı.
– Görmüyor musun… – karısına sertçe bir baktı ve hastanın başını çevirdi.
– Tabii, elbette tanır… – kocasının sert tavrını dikkate almadan, iyimser bir tavır takındı ve Desten’e seslendi: – Görmüyor musun Charlotte-Elizabéth Aisse’nin” diz üstü yerde oturduğunu, altına bir şilte koyun. Kont nasılsın? Düne ve daha önceki güne göre daha iyi görünüyorsun, Charlotte-Elizabéth Aisse sana döndüğü için iyi olmuşsun anlaşılan…
– Bana döndü! – dedi kont, odadakilerin şaşkın bakışları altında doğruldu ve kendi kendine oturdu. Gittiğin Çerkesiye’de seni nasıl karşıladılar?.. Seni kırdılarsa benden saklama, boşuna Türk sultanı mı olmuşum?..
– Papa, Çerkesiye diyen sensin… – diye çıkıştı Ayşet, ama hemen ardından kendine geldi: – Lord Bolingbrokelerin yanında idim.
– İngiltere’de miydin?.. – duyduğu bu şeye şaşırdı, odadakileri şöyle bir gözden geçirdi ve homurdandı: – Ama bu çirkin kişiler senin Çerkesiye’ye gittiğini söyleyip beni aldattılar… Lord Bolingbroke Henry St.John, iktidarı torilere (*) kazandırmışsa, harika! Öyle olması gerektiğini ve ne yapacağını ona söylemiştim, sözümü dinlemiş. Ama, Charlotte-Elizabéth Aisse, sana ne diyeceğimi biliyor musun, günün birinde bu dünyadan göç ettiğimde, evet, evet, artık başında olmadığımda, bu berbat grubun içinden ayrıl ve Çerkesiye’ye dön, başlarına geçmen için sana izin veriyorum, bunu yapmanı istiyorum.
– Al, şu ilacını iç, – dedi konta Ayşet, konuyu hemen değiştirdi, Séléni ile Edie’yi düşündü, kontun saçmaladığını anladı ve sözünü değiştirdi, – dediklerini, papa, şu an yapacak durumda değilim.
– Elbette değilsin, Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol, Çerkesiye’ye dönemezsin tabii, seni boşuna mı Fransa için yetiştirmişim!.. – ilacını içtikten sonra kont konuşmasını sürdürdü – Şimdi yemek yemek istiyorum.
“Ölüyor derken şunun dediğine de bir bakın!..” – dedi içinden Marie-Angélique, bu işin sorumlusu olarak Laroche’a bir baktı, kocası Augustine-Antoine’ı ürkütürcesine ayağa fırladı:
– Charles, ne istediğini söyle yeter, hemen getirelim…
– Yeni tutulmuş, taze nehir balığı isterim, – dedi kont düşünmeden.
– Hemen yerine getiririz… Haydi, Desten, pazara git.
– Pazardan alınmış balık istemiyorum, Sen Nehrinden yeni çıkarılmış balık isterim… Augustine, ne diye oturuyorsun, unuttun mu çocukluğumuzda balık tuttuğumuz o yeri?..
(Devamı gelecek)
İshak Maşbaş, Tarihi roman, s. 459 – 468.
(*) – Toriler (Tory), muhafazakarlar İngiltere’de bir siyasi parti ve taraftarları. – hcy.