Ayşet – 32 (s. 225 – 237)
Kötülük kimden gelir, iyilik neye benzer? Bunlar insanın hep sorduğu şeyler, insanoğlu yaşadıkça böyle şeyleri düşünüp durur. Her şey bununla sınırlı değil, ama bunlara yanıt bulamayıp aramızdan ayrılan ya da yanıt bulduğunu söyleyen kişi sayımız da az değil. Buna akıl erdiremeyenler, farklı düşünenler ve bütün bunları umursamayanlar da alabildiğine çok.
Charles de Ferriol sık sık “İyilik yapan değil, kötülük yapmayan iyi insandır” der. Bir kötü darbe almamış, hep iyilik dolu bir yaşam sürdürmüş tek bir kişi var mıdır? Böylesine bir algılaması olan tek canlı yoktur, aramızdan göçenler içinde de yoktu. Yaşam düzeninin, birbirini anlama ya da zor anlama üzerine kurulmuş olduğunu kimse anlamıyor, anlayacak gibi de değil. Bu gibi şeyleri, yaşam içinde karşılaşılan sorunları, kendi başına gelen durumlar üzerinden düşünmek, fikir yürütmek ve sonuçlar çıkarmak Charles de Ferriol’ün sevdiği bir şeydi. Bu gibi konularla bu son yıllarda daha fazla ilgilenmeye başlamıştı.
Bunun nedeni ne olabilirdi? Yılları heba ediyor muydu ya da bilmediği yüksek bir duvara (dik kıyıya) doğru yüzüyor ve sonunun ne olacağını bilememenin kaygısını taşıyor olabilir miydi? Yaşamı anlamak kolaydı, ama sorunlarını çözmek o kadar kolay değildi. Kendi kendisine böyle diyordu. Ancak, “insanın gölgesinin önden gittiği gibi, bundan kendi de kendi gölgesinin peşinden gitmeli anlamı çıkmaz” diyerek, bazen kendine yönelik öğütlerde bulunuyordu.
Bir akşam iki saat boyunca Paris’in en ünlü restoranı “Grafik”de Jeanette-Nicole ile oturup konuştuğu günü anımsadı: “Akıllı, zeki bir kadın, güzel, kişilikli, sorduğun sorulara karşılık verebiliyor, benim bildiğim ülke ve dünya tarihini biliyor, edebiyat ve dünya tiyatrosunu da tanıyor. Onları ve daha başkalarını, elçilik mesleğim gereği bildiğim şeyleri, benden çok daha genç olduğu halde, nasıl öğrenmiş bilemiyorum. Aisse’nin sempatik ve esprili olma nedenini şimdi anlıyorum, onun zeki bir kız çocuğu olduğunu, daha ilk günden anlamış ve kuşku duymamıştım, ya şimdi… Charlotte-Elizabeth Aisse’ye Çerkeslik ruhundan çok daha fazla Fransızlık ruhunu katan kişinin Jeanette- Nicole olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aisse, Güneş kralımızın gece kutlama balosunda muhteşem bir boy gösterdi, kıskananlar ve imrenenler bile, onu bugüne değin anlata anlata bitiremiyorlar. Bir kont, bir büyükelçi olarak bana eş olacak, bana ayak uyduracak kişi Jeanette- Nicole olabilirdi… Ama seni eğitecek, seni adam edecek akıllı bir kadını ne yapacaksın!.. Aramızda kaç yaş fark var, on üç- on dört yıl. Aisse ile Jeanette- Nicole arasında? O da o kadar. Yine de geç kalmış sayılmayız, kanı donmuş kart kız yerine kanı kaynayan genç bir kız çok daha iyi olmaz mı…”
– Charlotte-Elizabeth Aisse’ye Çerkes eğitimi konusunda daha önce söylediklerimi, Jeanette- Nicole, unutmanı rica ederim, – diye restoranda söylemiş olduğunu anımsadı. O sözlerin için, kont, seni kınayacak değilim. Farkında olmadığın şeye üzülmen sorun değil, o şey küçük kızın nedeniyle olursa, birçok şey aklına gelebilir. Sana kırılmış olmam o nedenle değil,
– Aisse’nin Çerkes giysisi olabilir mi? – konuşurken bir kadının sözünü kesmek Charles de Ferriol’ün tarzı değildi, ama Jeanette- Nicole’ün sözünü kesti.
– O konuyu konuşup kapatmıştık, kont, – deyip Jeanette- Nicole kontun sözünü kesti: – Charlotte-Elizabeth Aisse’nin elbisesi konusunda kraliçenin dediğini duydun.
Öyleyse beni bağışlamaman neden?
İki neden var, kont. Charlotte-Elizabeth Aisse ile senin adına ilgilenmem, gelinin Marie-Angélique’in erkek kardeşi ile ilişkim, “senin gibi çok kişiyi yola getirdim” diye arkamdan konuşmuş olman.
Seni buraya davet ettiğimde “olmaz” demedin, – Charles de Ferriol duyduğu bu söze şaşırdı, sonra kendini suçlar gibi yapıp konuşmasını tamamladı, – güçlü bir kadın olduğunu böylece doğrulamış oldun.
Kendine değer vermek, başkalarının değer vermesini istemek için güçlü olmaya gerek yok.
– Evet, evet, – kont gülümsedi, – hak ettiğimi bana söyledin. Ama kadınlara ilişkin duyduğum bir şeyi, söyleyen Türk müydü bilmiyorum, anımsadığım kadarıyla sana anlatayım. Erkeklerin istemediği bir yanlışlık sonucu kadınlar dünyaya geliyorlar, birine vuruluyor, aşk sonucu evleniyorlar, ne olup bittiğini bilmeden hamile kalıyorlar, doğum akıllarını başlarına getiriyor, erkekten soğuyup ayrılıyorlar, çocuğun getirdiği zorluklarla boğuşarak bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Jeanette- Nicole, bunu mu söylemek istiyordun?
– Böyle şeyler de olur, kont, – Jeanette- Nicole yumuşacık gülümsedi, kadına ilişkin kendi bildiğini söyledi: – Karısı olması için delikanlı kızı arzular, sever, yaşlandığında, onun genç kızlık günlerini anımsar, onu daha çok sever.
– Aman Tanrım, bu Jeanette-Nicole’ün hiçbir şeyi yanıma bırakmadığını görüyor musunuz? – Charles de Ferriol içinden samimi idi, isteklerinin gerçekleşmediğini anlamış olarak bu inatçı kadına karşı konuştu: – Beni istemeyen bu güzel kadınla beni tanıştırdığın için, biricik Tanrım, kendimi şanslı sayıyorum.
– Beni anladığın için, kont, teşekkür ederim.
– Aramızda kötü bir iz bırakmadan, iyilik içinde, birbirimizi kırmadan sofradan kalktığımız için ben de sana teşekkür ederim.
– Ortada bir kalp varsa, kont, üzüntüsü de eksik olmaz, – diyerek Jeanette-Nicole sofradan kalktı…
Charles de Ferriol daldığı anılarından sıyrılarak Jeanette-Nicole’ün sözlerini içinden tekrarladı: “Ortada bir kalp varsa, kont, üzüntüsü de eksik olmaz…” “Bununla bana ne demek istedi? Kalp üzüntüye, sevince ve hakarete, hepsine katlanır, başa çıkamadığında da durur. Bana söylemek istediği şey bu olabilir mi? Bu şey bilinmeyen bir şey değil ki – dünyamız kadar geçmişi olan bir deyim. Böyle diyorum, ama şimdi daha yakınlaşmış olduğum Jeanette-Nicole nedensiz konuşmaz. Sözlerine derin içerikler katar, dinlemeyi, sormayı, yanıtlamayı, gülümseyeceği-gülümsemeyeceği durumları bilir. Bu şey iyi mi kötü mü? Böyle biri karın olacaksa, kötü, birlikte çalışacaksan, iyi. Yine de onda bıkmayacağın bir yan var: Sıcaklığı, soğukluğu, farkında olmadan insanın içine işliyor. Bu nedenle ya da başka bir nedenle olmalı genç yazar Claudine- Alexandrine’in onu kıskanmakta olması? Güzelliği- mükemmelliği ile kıskandığı kadını kardeşine uygun bulmaması da bu yüzden olmalı. Böyle birini yazılarında tanıtmak, göstermek iyi olmaz mı. Ama Jeanette-Nicole ile Claudine- Alexandrine, ne denli güzel ve akıllı geçinseler de, Charlotte-Elizabeth Aisse’nin, benim küçük Çerkes kızımın eline su dökemezler… “
Kontun kendi bildiği, başkalarından gizlediği bir huyu vardı: Tek bir kadın, tek tip yemeklerden, tek tip giyinmekten ve tek bir cadde boyunca yürümekten çabuk bıkardı. Ancak işin ilginç ve farklı bir yanı, yıllarca omuzladığı devlet, elçilik hizmetlerinden hiçbir zaman bıkmadı. Fransa ve kral için deyin, onu kimse durduramazdı. Kendi Fransız kimliğine verdiği değer gibi, bulunduğu, hizmet verdiği Türkiye’ye de değer veriyordu, başka uluslardan Türkiye yararına bir şeyler koparmayı ve elde etmeyi amaç edinmişti, bu gibi konularda karşısına çıkanlara verecek yanıtı, diyeceği sözü olurdu. Kendisini anlamak istemeyenlere, Adıgelerin “Deli ile karşılaşırsan, ısrar da ederse, şapkanı verip geç” (Dêlem kayğe vıkišıme, vipao yeti, blek) dediği gibi, fazla üstelemez, sorun yaratmazdı.
“Bir ara Müslümanlarla Katoliklerden konuşurken, dediklerimi beğenmeyen Pierre bana ne demişti? – Charles de Ferriol anımsadığı o şey konusunda, üzülüp üzülmediği anlaşılmaz bir biçimde gülümsedi. – “Unutma, kont, Müslümanların “haçlılar” diyerek yüzyıllarca bizimle savaşmış olduklarını”. “Unutmazdım, biz de, Müslümanları aşağılamış ve “dinsizler” diyerek onlarla savaşmamış olsaydık… “. “Kont, hangi tarafı suçluyorsun? “. “Başpiskopos, sorduğun şeyi yanıtlamak kolay şey değil. Ama anlayacaksan, soru sorarak seni yanıtlayayım: Topraklarımıza girenler Araplar mı, yoksa onların topraklarına girip savaşanlar Fransızlar, İspanyollar ve Portekizliler midir?.. “Gerçeği aramak istiyorsan, söyleyeyim: O Katolik inancını aşıladığın Çerkes kızı Charlotte-Elizabeth Aisse’nin soydaşları olan Memluklardır Arapları ve İslam dinini savunmuş olanlar. Batıda bizimle çarpışmakla yetinmediler, doğuda da Moğollara karşı koydular, onları Mısır’a sokmadılar, İslam dinini korudular”. “Seni dinliyorum, Arapların İslam dinini benimsemesen de, tarihlerini ve dinlerini bilen birisin, ama Charlotte-Elizabeth Aisse’ye ilişkin bana yönelttiğin suçlamada haksızsın. Ben Aisse’ye Katolik inancını benimsetmedim, sadece Katolik dinine kaydettirdim. Bizim haçlılarımızın kılıçla başaramadığı şeyi ben iyilikle, barışçı yöntemlerle başardım. Sen inanarak Katolikliği benimsedin, Tanrı katında evlenmeyeceğine söz verdin, ama Jeanette-Nicole ile ilişki kurarak andını bozdun, uygun mu bu yaptığın şey? Bunu ikimiz de biliyoruz, beni yanıtlamazsan da olur…”
Bir ses duymuş gibi kont daldığı düş dünyasından uyandı, kulak verdi, ardından bahçeye bakan pencereye doğru gitti. Henüz erkendi, günü ağartacak sonbahar güneşi doğu ufkunu henüz kızıllaştırmaya başlamıştı. Paris üzerindeki gökyüzünde tek bir bulut yoktu, dünkü gibi bugün de havanın sıcak geçmesini umuyordu. Uyanmaya başlayan kent de, değişik ses ve uğultular içinde, tıpkı İstanbul’da olduğu gibi ortalığı çınlatmaya başlamıştı. Seine (Sen) Nehri üzerindeki bir gemi de öteye beriye dolandıkça korna çalıyordu.
Nedir bu gün aydınlanmadan duyduğum fayton sesi? Fayton Ferriol’lerin büyük bahçe kapısı önünde durdu. Faytondan tek başına Claudine-Alexandrine indi. Gizli saklı şeyim yok, kim olursa olsun, herkes beni kıskansın der gibi başı dik ve vakur, güzel boyuyla bahçeye girdi, acele etmeden, yavaş yavaş, kendine değer vererek eve girdi.
“Bu kadın kendisi ile evlenmemi, İstanbul’a götürmemi benden bekliyor… – gördüğü ve söylediği şeyden mutluluk duyarak kont gülümsedi ve kendi kendine söylendi: – Her istediğini elde edemezsin demeleri boşuna değil. İstediğimde ulaşamıyorum, istemediğimde de beni yakıyor. Bu kadın neredeydi, nereden geliyor?.. Kimin yatağından, kimin kucağından kalkıp gelmiş?.. Ne diye bunun için üzülüyorum ki? Biri açık, diğeri gizli, biri kendine saygı duyuyor, öbürü kirli. Ötekine berikine değer biçmek, eleştirmek ve suçlamak istemiyorum. Bu Claudine-Alexandrine kendini güzel görüyor, hava yapıyor ama benim Charlotte-Elizabeth Aisse’min tırnak ucu bile olamaz. Jeanette-Nicole dışında, onun zekası ve güzelliği ile boy ölçüşecek biri ile de karşılaşmadım… Aisse olmasaydı, bugünkü edebiyat söyleşisinde konuşmamı istemiş olmasalardı, diplomatik işlerimi ve diğer işlerimi bitirmiş, Paris’ten ayrılmış ve İstanbul’un yolunu tutmuş olurdum. Türkiye ve Doğu Dünyası konusunda beni dinlemek istediler. En çok da François ile Arjantal ricada bulundular. Onların istediği şeyi Aisse istemedi, ama belli etmedi. Bir şey demediyse de onun bundan hoşlanmadığını davranışından anladım…”
Öğleden sonra saat 16.00’da yapılması kararlaştırılan edebiyat söyleşisi, Charles de Ferriol’ün ricası üzerine sabah saat 11.00’e alındı. Bir gün önce, Cuma günü eve dönen Ayşet’in gece boyunca ve sabahleyin başka düşündüğü şey olmamıştı. Sabahleyin gelen ılık sonbahar güneşi Ayşet’i sevindiriyordu, endişesini dün olduğu gibi, konta söyledi:
– Claudine-Alexandine ne diye Jeanette-Nicole’den hoşlanmıyor, anlayamıyorum, toplantımıza onu da çağıralım dediğimde, kabul etmedi, bana sert baktı.
– Bunu, kızım, daha sonra anlayabilirsin, iki üç yıl daha sabret.
– Papa (baba) beni, hala bilinçsiz biri olarak mı görüyorsun?
– Hayır, gereksiz şeyler yapmaman için öyle diyorum.
– Öyle mi?.. – Kontun ne demek istediğini anlayamamıştı, Ayşet, anlamış gibi gülümsedi. – Öyleyse, papa, Türklerden söz ederken onları övücü sözler söyleme.
– Niye? – kont, sorduğu şeyin karşılığını, yanıtını biliyordu, yine de duyduğu şeye şaşırdı.
– İstemiyorum! – diyerek Ayşet kestirip attı.
– “İstemiyorum” demek, Aisse, tek başına yanıt olmaz, – Charles de Ferriol sesini yükseltmeden ve yumuşatmadan yanıt verdi. – Seninki sert bir ifade, ama bir anlam içermiyor.
– Papa, bunun anlamını, niçin öyle dediğimi biliyorsun, – Ayşet dediğinden geri adım atmadı.
– Anlamış olsam da Türklerin hepsine kötü gözle bakmanı istemiyorum, – Charles de Ferriol de geri adım atmamıştı, – bir kişiye karşı duyduğun nefreti bütün bir ulusa yöneltmen doğru olmaz. Beni dinleyeceksen, eğitimli biri olmak istiyorsan, başka uluslar için kötü sözler söyleme. Eleştir, ama kötüleme. Jeanette- Nicole akıllı bir kadın, çok şeye aklı eriyor. Onunla birkaç kez görüşme fırsatım oldu, derin bir eğitim almış ve bilgili biri.
– Öyle diyorsan, papa, – Ayşet iyice sevindi, küçük kızın akıl ve zeka yansıtan gözleri parıldadı, – şimdi seni yakaladım. Anımsıyor musun, Çerkes elbisem ve Çerkesler konusunda yazılmış yazılar nedeniyle Jeanette- Nicole’ün kalbini kırmış olduğunu?
– Şimdiye değin bunu unutmadın mı? – kraliçenin Ayşet için Versay sarayında söylemiş olduğu sözler kulağında hala çınlarken, Charles de Ferriol soru soruyormuş gibi yaptı.
– Üzülmüş olduğum için unutmadım, – sanki böyle bir soru beklermiş gibi Ayşet hemen karşılık verdi.
Charles de Ferriol üzgün olduğunu belli etmeden bir iç çekti: “Duyuyor musun, kont, bunun ne dediğini!.. “ Kont, uzatmadan konuyu kapattı:
– Üzülme-darılma gibi şeyler yoksa, Aisse, bunu unutmamış olman daha iyi. Ama böyle bir şeyi, bir yük olarak taşımaya devam etmektense, unutman daha iyi olur.
– Tabii, papa, bir hata yüzünden, benim için yaptığın onca iyiliği unutamam! Jeanette-Nicole’ün bana söylediği de o. Ardından, şimdi hepsini anımsar mıyım, bu sözüne birçok ilginç sözcükler eklemişti: “Düşmanının sana yaptığı kötülükle, dostunun sana yaptığı iyiliği kolay unutamazsın”. İlginç söz değil mi, papa!
– Her bilgelik dolu sözcük ilginçtir, ben de bu söylediğin deyime bir eklemede bulunayım: Bazen o kötülüğü dosta da, düşmana da yüklüyoruz.
– Papa, bu şeyi nasıl anlayabiliriz?
– Yaptığın iyilik sana zarar verdiğinde anlarsın.
– Öyle şey olabilir mi?
– Bunu, sana söyledim, yaptığın iyiliği tepelediğinde olur.
– Evet, papa, şimdi anladım, – Ayşet anımsadığı şeye içinden güldü, – Büyükannem Çabe iyilik için ne derdi, biliyor musun? “Yaptığım iyilik engelim, komşum düşmanım” (Sišuše simığo, siğuneğu sipıy) derdi. Bunu mu demek istemiştin, papa?
– Bunu, söylediğim gibi, yaptığın iyiliği teptiğinde anlarsın.
– Aisse, sana söyleyeceğim şeyden daha etkili bir bilge deyimle bana yanıt verdin, bu söze hiçbir eklemede bulunmasam da olur.
– Zavallı ninemin dediklerini tekrarladım diye, akıllı biri olmuş olabilir miyim?..
– Şunlara bir bak, Claudine, – Marie Angélique’i anmasa da söylemeden edemedi, – bir saati geçti bahçedeler, bunca zaman ne konuşuyor olabilirler?
Kaynbiraderini bugün mü tanıdın, Marie? Aisse ile konuşup kendini övüyor olmalı…
Claudine, delice laflar etme!..
Evet, evet, deliyim ben… – Claudine-Alexandrine kendine güven içinde, gülümsedi ve ablasına yanıt verdi, – deliler, Marie, ikiye ayrılır: Bir küme herkesin bilmesi gereken şeyi bilmez, bir küme de kimsenin bilmediği şeyi bilir. Haydi, toplanma saatimiz geldi, gidelim. Fraçois Arois Voltaire, Charles Louis Montesqiueu geldi.
Claudine, beni zorlama, gidemem. Sizi dinleyip kafamı şişiremem.
Dinleyeceğiniz kişi biz değiliz, senin yakışıklı bekar kayınbiraderin, onu dinleyeceğiz. Çerkes kızı Aisse de içlerinde olmak üzere sevdiği Türklerden söz ettireceğiz. İki üç soru hazırladım, bakalım nasıl yanıt verecek?
Claudine! – Yine Marie Angélique’i kızdırdı. – Kontu kötülemenden ve gevezeliğinden bıktım, çocukların önünde sakın bir boşboğazlık etmeyesin. O konuda sana güven duymuyorum, toplantınıza Sophie ile birlikte geleceğim.
Sonbahar rüzgarının harekete geçirdiği değişik renkte ağaç yaprakları hışırdıyor, dallardan düşen sarı ve pembeye çalan yapraklar dönerek ve uçuşarak yere düşüyorlardı.
Kont gül kokulu bahçesinde toplanmış olan kişilere bir baktı, hepsini tanıyordu, “bunlara ne diyeyim ki” diye içinden geçirdi: “Ne diyeceğimi biliyorum, ama beni anlayacaklar mı? Büyükler sorun değil, sorun küçükler, onları ikna etmek kolay olmaz… Aisse Türkleri övme dedi… , Charles Louis Montesquieu bana bakıyor, François-Marie Arouet Voltaire de beni süzüyor. Laroche, aile hekimimizi ve hizmetçi kız Sophie’yi ne diye geldiler ki?.. Öyle diyorum ama anlatacaklarım en çok da onların ilgisini çekecek. Kim onu çağırmışsa teşekkür ederim… “
– Beklediğimiz biri yoksa, Claudine, toplantımızı başlatalım, – toplantıyı açması gereken Claudine-Alexandrine’in yerine, daha yaşlı olduğunu belirtircesine Charles de Ferriol konuştu.
– Aisse, toplantımıza Jeanette-Nicole’ü çağırmak istemişti, ama Claudine kabul etmedi, – demeden edemedi Arjantal.
– Yine başladı… – diye Claudine-Alexandrine homurdandı.
– Doğru olan şeyi söylemeyecek miyim? – diye Arjantal teyzesine çıkıştı.
– Doğru, Jan, doğru, – küçük çocuğun doğru konuştuğunu doğrularcasına Ayşet söze katıldı ve öğretmenine arka çıktı, – toplantımıza Jeanette-Nicole’ü çağırsak bile gelemeyecekti, bugün çok işi var.
– Anladın mı şimdi? – Arjantal yerinde duramıyordu.
– Anladım Jan, anladım, izin ver de işimize dönelim. Kont, seni dinliyoruz, bağışla bizi vaktinizi aldığımız için.
– Evet, evet, – Arjantal hak ettiği gibi yanıt verdin dedi kont içinden ve konuşmaya başladı, – beceriksiz kişilerin vakti bol olur, öyle değiliz, ama Jeanette-Nicole’ü çağırmış olsaydınız, Türklere ilişkin bilmediği bazı şeyleri öğrenmiş olabilirdi. Gerçeği söylemem gerekirse, bir Yakın (Orta) Doğu ülkesi olan Türkiye’yi seviyorum. Türkleri sevmeyenler vardır, – kont Ayşet’e hafifçe baktı. – Yeryüzünde Fransızları sevmeyenler de çok, Türkler arasında da var, kendileri ile karşılaştım ve konuştum, ama onlara asla kırılmış değilim. Kişinin bilmediğini öğrenmesi iyidir, bu nedenle görüşme isteğinizi geri çeviremedim. Evine kapanırsan yabanileşirsin. Pencerenden bakarsan ya da bahçe çitinden bakarsan daha fazla şey görebilirsin, ama yüksek bir tepesinden bakarsan daha çok şey görebilirsin. İnsanı yaşama bağlayan şey olmuş ve olacak şeyler ve gelecektir. Ufukta, gök ile yerin birleştiği yerin ötesinde olan ya da olmayanları ne diye merak ediyor ve ilgileniyoruz?
– O yerde ne olup bittiğini bilmediğimiz için, – dedi François-Marie Arouet Voltaire.
– Çok doğru, bilmediğimizi öğrenmek istiyoruz. Charlotte-Elizabet Aisse, göze ilişkin baba annen ne diyordu?
– Bende biliyorum onu! – Arjantal öne atıldı. – Hele bir dur, Aisse, sen söyleme, benim söylememe izin ver: “Gözün gördüğü insan başı değerinde olur” (nem yıĺeğurer ŝhem yıvas).
– Duydunuz mu, böylesine bilge dolu sözlerdir yeryüzünü ve insanoğlunu ayakta tutan güç. Türkler ilginç bir insan topluluğudur. Türkler üç yüz yıl önce Uzak Doğu’dan gelip Yakın Doğu’ya yerleştiler. Konstantinopol’u aldılar ve oraya Stambul (*) adını verdiler. İki deniz arasında yaşıyorlar, Bosfor (İstanbul) ve Dardanel (Çanakkale) boğazları ellerinde, Balkanları da ele geçiriyorlar. Savaşçı ve çabuk öfkelenen kimseler, erkekleri ve kızları güzeldir, İslam dinine yürekten bağlılar.
– Hırsız ve katildirler… – Türklere ilişkin dediklerini kabul edemeyerek Ayşet konta çıkıştı.
– O gibi Türkler de var, – Charles de Ferriol Ayşet’in dediğini doğruladı, – O gibi Türklere benzeyen kişiler, Charlotte-Elizabeth Aisse, senin aralarından çıkıp geldiğin Çerkesler ve şimdi içlerine katıldığın Fransızlar arasında da vardır. Doğru değil mi, Arjantal? – dinleyenleri düşündürmek için çocuğa soruyormuş gibi yaptı.
– Bilemiyorum! – diye Arjantal kestirip attı. – Doğru olmasa Aisse öyle demezdi…
– Bakın şunun dediğine… – Maria-Angélique oğlunun yaramazlığından utanarak çocuğun sözünü kesti.
– Arjantal’a kızma, kontes, – dedi Charles Louis Montesquieu, – herkes her söylenene başını sallama yerine, ne düşündüğünü söylese daha iyi olur, yoksa yaşam çekici olmaktan çıkar, monotonlaşır. Öyle değil mi, Pon de Vel?
– Öyle, tabii, – dedi Pon de Vel kısa yoldan. – Bu çiçekler ve ağaç yaprakları aynı renkten olsalardı, bahçemiz böylesine güzel olmazdı.
– Değişik renk ve görünümleri bir araya getirerek yeryüzü kendini yeniliyor ve kendisini bize tanıtıyor, – diyerek, kimseyi dinlemiyormuş gibi oturan Voltaire söze karıştı.
– Anlaşılan, François, – tartışmaya sanki kendisi yol açmamış gibi Ayşet de konuştu – her topluluktan kişiler ruh ve vücut yapıları ile birbirlerine benzerler, ayrıldıkları yanları – dilleri, dinleri, giysi ve yemekleridir.
“Bu çocukların bana gereksinimi kalmadı”, – diyerek Charles de Ferriol, Claudine-Alexandrine’e baktı ve bu duyduklarından memnun olmuş gibi ona gülümsedi. Ama, Ayşet karşı çıktı diye Türklerden iyi yönleriyle söz etmekten de geri kalmadı. Bir saat süren konuşması boyunca Türklere ilişkin tek bir olumsuz eleştiri getirdi: Kadınlarının örtünmelerini, bol ve uzun entariler giymekte olmalarını beğenmediğini söyledi.
– İşte bu söylediğim gibi, – diyerek Charles de Ferriol konuşmasını bağladı, – Türkiye ilginç bir ülke, anlatmak yerine gidip görmek daha iyi olur. Öyle değil mi, Laroche, sen orada bulundun.
– Öyle, kont, – Laroche içindekini söylemeden dudaklarıyla kontu okeyledi, dinleyenlerin beğeneceği gibi eklemede bulundu, – ama bizim güzel Fransa’mız gibisi yoktur, Fransa gibi güzel bir ülke yeryüzünde var mıdır, bilemiyorum.
Laroche’un Fransa için söylediği sözler üzerine François Voltaire alkış tuttu, diğer gençler ve Charlotte-Elizabéth Aisse de, hep birlikte Laroche’u alkışladılar. Claudine-Alexandrine, MarieAngélique ve Sophie de diğerlerinden geride kalmadılar. Kont, bu gördükleri ve duydukları için sevindiğini söyledi:
– İçinizden gelerek böyle diyorsanız, neyimize gerek Uzak Doğu ya da Yakın Doğu, soru-yanıt bölümüne geçmeden Fransa’mıza duyduğumuz bu sevgiyle toplantımıza son verelim. Gençler, isterseniz siz oturun, biz nahıjlar (yaşlılar) kendi işlerimizin peşine düşelim.
(*) – “Stambul”, Türkler konstantinopol ya da Konstantiniyye’ye 1930 yılından beri İstanbul diyorlar, – ç.n.
İshak Maşbaş (tarihi roman- s. 225-237) – 32.
***
Ayşet -33 (237-243)
İshak Maşbaş (Tarihi roman) (237-243) -XI
XI
Bugünkü gibi Ayşet’in Paris’te hiç yalnız kaldığı ve sıkıldığı görülmemişti. Daha önceki yıllar çok genç olduğu için mi farkına varmamıştı ya da dünkü toplantıda söylenmiş olan şeyler mi başına vurmuştu?
– Bugün daha önce sende görmeye alışık olmadığım somurtkan bir yüz görüyorum, Aisse, Türkiye’ye döneceğim için mi üzgünsün ya da birileri mi seni üzdü? – Akşam yemeğinden sonra bahçede birlikte gezerlerken kont Ayşet’e sormuştu. – Gizleme, söyle. Seni üzen biri varsa, söyle, bağışlamam.
– Hayır. Papa, kimse beni üzmüş değil, – Fransa’ya yönelik söz ve alkışlar kulağından gitmemiş olan Ayşet kendisini üzen şeyi gizledi, Voltaire’in bir gün “seni överlerken yaraladıkları da olur” demiş olduğunu anımsadı, ama hızla kendine geldi ve kontu rahatlattı. – Pon de Vel ve de Arjantal (d’Argental) gibi kardeşlerim varken kim beni üzebilir?
– Doğru, – kont kendisini onayladı ve gülümsedi, – ama benim de senin yanında olduğumu unutma. Böyle diyorum ama Claudine-Alexandrine içten hesaplı biri, bilemiyorum seni üzüyor mu?
– Claudine zor biri, ama akıllı biri. Bizi bir araya getirdiğinde, nereden öğrenmiş bilmiyorum, bize yaşama ilişkin ilginç haberler anlatıyor.
– Akıllı biri demedin mi?
– Dedim, kitaplar yazıyor. Hayat kadını Madlen ile adını açıklamadığı zengin bir kontun ilişkisi üzerine yazdığı yazıyı bize okudu, ilginç.
– Ne diyorsun?! – Charles de Ferriol bu duyduğu şey üzerine donup kaldı, ama hızla kendini toparladı ve sordu: – Beğendin mi?
– O tür şeyleri sevmiyorum, Montesqieu’nün dediğine göre, sadece sürükleyici yazılar. Pon de Vel’in bunu çok ilginç bulmasına şaşırdım.
– Peki, Voltaire?
– Voltaire, sadece gülümsedi, başka şey demedi.
– Claudine bu yazıyı size ne zaman okudu?
– Daha önceki toplantıda.
– Bunu size bir kitaptan ya da gazeteden mi okudu? – kendini zor tutarak sordu.
– El yazılı sayfalarından okudu, bize yeni yazdığını söyledi.
“Madlen’e ilişkin olan şeyi sadece birkaç kişi bilir, – kont bunu içinden kendi kendine söyledi, – Ben, garson, Gabriel, Henry de Farge, hapisten sonra yanıma geldiğinde Madlen’i Claudine’le tanıştırmıştım… Adını saydığım kişilerin bu yazı ile ilgisi olamaz… Dur hele, tanıştırdığımda Claudine, Madlen’e ne demişti? “O kişi sensen, adına kitap yazılacak gibi biri olmalısın”. Bak şimdi , işi nereye vardırdığına, işi yazıya dökmüş…”
– Papa, ne diye, Claudine’nin yazdığı o yazıyı sorup duruyorsun, kontun biri ile ilişkili olduğu için mi? – diyerek Charlotte-Elizabeth Aisse gülümsedi ve kontun elini tuttu. – Yazıdaki kadın düşkünü kont ile senin ne gibi bir ilgin olabilir ki? Claudine’in anlattığı kişi, düşüp kalktığı kontlardan biri olmalı.
– Öyle mi diyorsun?.. – Sorunun yanıtı ile ilgilenmiyormuş gibi Ayşet’e baktı: – “Claudine iyi biri değil, onunla fazla ilgilenme, sana fazla yaklaşmasına da izin verme. Aisse, seni üzen şey sadece o yazı mı?
– Akıllı biri olduğun halde, papa, niye hâlâ anlamıyorsun?! Jeanette-Nicole’ün dediği gibi, bizim görmemiz gereken şeyler, dünyadaki güzelliklerdir, çirkinlikler değil. Claudine için dediğin şeye de üzülme, bana ne derse desin, laf atarsa atsın, büyük annemin bana söylemiş olduğu gibi sabrediyor, dediklerine karşılık vermiyorum, dayanamaz olduğumda da kendime kızıyor, kendimi alaya alıyorum.
– Öyle olman iyi. Ama Türkiye’ye gidelim dediğimde kabul etseydin, şimdi bile kabul etmiş olsan olur, daha iyi ve daha güzel bir yaşamımız olurdu…
– O konuya yeniden girmeyelim, diyeceğimizi dedik. Türkiye bir yana, benim için Çerkesiye bile yok artık…- Ayşet içinden geçen üzüntüyü belli etmeden diyecek bir söz buldu: – Dışarısı soğudu, istersen içeriye geçelim.
İyi akşamlar dileyerek ayrıldılar, Ayşet odasına çekilince dayanamayarak söylendi: “Beni kimse anlamıyor… Claudine’in yazdığı yazı yüzünden ne diye üzüleyim ki?.. Sophie’nin dediği gibi, Paris bir yana bütün bir dünya öyle olmuş. İçinden çıktığım Adıgeleri bile defterimden sildiğimi söyledim, ama silebildim mi? O zaman beni ayakta tutan biricik yaşam umudum da son bulmuş olur… Papa beni anlamıyor mu, yoksa bana acıyor da üzüntümü hafifletmek için mi öyle konuşuyor? “İçimdeki Çerkes artık yaşamıyor, son buldu” dediğimde sevincini yüzünden okudum… Claudine’nin yazdıkları ile ilgileniyor, ama benim neler çekmiş olduğumla ilgilenmiyor. Beni Türkiye’ye götüreceğini söylüyor, ama beni kendi Adıgelerimin yanına götürmeyi hiç önermiyor… Ne diye o yazıyla o denli ilgileniyor ki, yazı “kont” diyor, ama hangi kont olduğunu söylemiyor…”
Kapı sesi Ayşet’i kendine getirdi, hızla göz yaşlarını sildi, eline gelen ilk kitabı kaparken, kapıyı tıklayana yanıt verdi:
– Gel, kapı açık. – Gelene sevindi: – Sen misin Sophie?
– Ağladın mı, Aisse?..- Sophie neye yoracağını bilemeden Ayşet’e sordu, ardından azarlayarak Claudine-Alexandrine’in kitabına elini uzattı.
– Ver bakalım, bu paçavraya kendini mi kaptırdın?
– Hayır, Sophie, o kitabı okumuyorum, kapıyı çalanın sen olduğunu bilmiyordum, durumumu öğrenmesin diyerek kitabı elime almış bulunuyorum.
– Senin gibi olsam, o kitabı ele almak bir yana, odama bile sokmam.
– Öyle ama Claudine kitabı benim için, adıma diyerek imzaladı.
– Bir yakını- akrabası olduğunu ve sevgisini belirterek mi yazıp imzaladı? Onun dudaklarından dökülen sözlerle içindekilerin başka şeyler olduğunu sakın unutma! – Sesini farkında olmadan yükseltmişti, korktu ve sesini hemen alçalttı: – Kusuruma bakma, Aisse, sesimi yükselterek konuşmuşum… Ne dediğimi duysalar, beni bir gün bile burada tutmazlar. Ben sadece kendimi düşünmüyorum, nerede olursam olayım iş bulur, başımın çaresine bakarım. Ama tanıştığımız ilk günden beri seni sevdim, seni düşünerek Ferriol’lerle geçinmeye, onlara katlanmaya çalışıyorum…- Sophie’nin içi bunaldı, sesi kısıldı, hemen toparlandı: – Böyle dememin nedeni ikimizin de yaşam biçimimizin aynı, benzer olması.
– Anlıyorum, Sophie. Ben de bunun farkındayım, gel yanıma otur, – Ayşet hizmetçisini kucakladı ve konuştu, – teşekkür ederim. Jeanette-Nicole ile senin dışında derdimi açacağım kimsem yok. Sen de yetiştirme yurdunda büyümüş kimsesizin birisin, beni de yabancı bir ülkeden satın alıp buraya getirdiler. Garip garibin halinden anlar, derler doğrudur.
– Evet, Aisse, doğru, – bu tarz konuşmakta olan Sophie kapıya doğru bakarken irkildi, kaygılandığı şeyi gizleyemedi, – Beni böyle seninle yan yana oturduğumu Arjantal gibi biri gelip görürse, kontlar beni bağışlamazlar.
– İsterlerse bağışlamasınlar, – diyerek Ayşet, yanına oturttuğu kişiyi bir Çerkes atasözüyle teselli etti: – ‘Seni o yere oturtan kişi seni kötülemez’ derdi büyük annem. Arjantal’a güven, keşke Arjantal ve Pon de Vel gibi olsaydı herkes…
– Onlardan kuşkulanıyor değilim, Aisse. Onlar seni seven, sana karşı içtenlikli olan kardeşlerin, ama…
– Evet, evet, – Ayşet Sophie’nin sözünü kesti, – ne demek istediğini anladım. Büyük annem Çabe derdi, bana anımsatmış oldun: “İneğin ayağı buzağısını öldürmez” (Çem ĺako şk’e yıvk’ırep). Pon de Vel ile Arjantal için kötü söz söyleyemem, onlar Tanrının bana lütfu olan kardeşlerim, onları seviyorum. Sophie, onları ben nasıl görüyorsam, senin de onları öyle görmeni isterim.
– Sevincimizi ve üzüntümüzü paylaşacağımıza, bu konuda çok daha önce anlaştığımıza göre, Aisse, ayrıca bundan söz etmene gerek yok. Ayrıca seni üzen şeyin ne olduğunu öğrenmek isterim. Bana güvenirsen üzüntülerini seninle paylaşırım.
– Onu baştan konuşmadık ama, Sophie, şimdi konuşmuş olalım. Senden gizlim saklım yok, hemen söyleyeyim. Dün akşamki toplantımızda Fransa için alkış tuttuğumuzu gördün.
– Gördüm, ne oldu ki?
– Geldiğin ülkeyi unutup, yabancı bir ülke için alkış tutmak zavallılıktır, çaresizliktir, Sophie… Ne yapayım, umarsızım…
Charlotte-Elizabeth Aisse’nin üzüldüğü şeylere Kont Charles de Ferriol üzülmüyordu, o başka şeyler peşindeydi: “Yazarlara karşı dikkatli olmak, onları kendine düşman etmemek gerekir demem bundandır, – kont ayaktaydı, odasında oturacak durumu yoktu. – Yarın İstanbul’a dönecek olmasaydım, Claudine-Aleksandrine umurumda bile olmazdı. Aisse kontun kim olduğunu, adını söylemedi diyor, ama bu kendini beğenmiş, yeni yetme yazarın benden söz ettiğini nereden bilsin ki. Claudine-Aleksandrine’in bana yapacağı şeyi biliyorum: Kitabını yayımlatıp beni Paris’in ağzına sakız etmek istiyor. Sadece beni değil, Charlotte-Elizabeth Aisse’yi de dedikodularına katmak, Ferriol’lerin adını karalamak istiyor. Bu yazıdan Marie-Angélique’in haberi olabilir mi?.. Yayına vermemesi için kız kardeşi ile konuşmasını istesem mi? Onun bildiği şeyi herkesin bildiğine say! Yazarların hepsi parayı sever. Kitabı ondan satın alsam mı? Bedeli ne ise veririm, başka çarem yok…”
– Kont saate baktı: On bir buçuk. Claudine-Aleksandrine için geç bir saat değil. Kimseye görünmeden onunla konuşsam iyi olacak: Bornozum ile yanına gitsem mi? O zaman ona gönül koymuş, onu istiyormuşum gibi olurum. Kentten dönmüşüm gibi yapıp giyinik olarak yanına gidip konuşayım…”
Charles de Ferriol hızla giyindi, aynaya bakıp silindir şapkasını başına geçirdi, gümüş bastonunu koluna taktı, çıt çıkarmadan odasından ayrıldı ve ayak uçlarına basarak Claudine-Aleksandrine’in kapısına vardı, kapıyı tıklayınca kapı kendiliğinden açıldı. Yatağında kitap okumakta olan Claudine-Aleksandrine kapıda duran konta seslendi:
– Gel, içeri gir.
– Kapın kapanmamıştı…
– Seni bekliyordum, kont.
– Seninle bu akşam için konuşmamıştık.
– Konuşmamış olsak da gelmiş bulunuyorsun.
– Seninle bir işim olduğu için gelmiştim.
– O nedenle mi son derece şık giyinmişsin?.. Beni baştan çıkarmayı düşünüyorsan, giyinik olmana bakmam, bana saldırdı diye bağırırım, – diye ciddi mi, şaka mı olduğu belli olmayan, ama baştan çıkarıcı bir bakışla konta gülümsedi, – ama doyduğun, bıkmış olduğun, kimseyi istemediğin gibi bana yapma, otur yanıma, seni dinliyorum.
Charles de Ferriol niçin gelmiş olduğunu yatakta istekle uzanmış olan Claudine-Aleksandrine’e söyledi:
– Madlen konusunda yazdığın yazıyı senden satın almak istiyorum.
– Kaça satın alacaksın?.. Fiyatı çok yüksek onun…
– Fiyatı ne olursa olsun.
– Öyle mi?..- Claudine-Aleksandrine adamın içini eritici bir ses tonuyla sordu, elinde tuttuğu kitabı yan tarafına koydu. – Öyleyse hemen soyun.
– Claudine! – Beklenmedik bu durum karşısında, isteksiz de olsa, yorganının ucunu kaldıran ve güzel beyaz baldırları görünen kadına bakarak, Charles de Ferriol coşku içinde, kendinden geçmiş halde soyunmaya başladı. – Anlaşılan, tatlım, yazdığın yazıyı da kendini de bana aldırıyorsun… O kitapta, bir tanem, güzelim, bu şey yazılıyor olmalı…
– Dünyayı satsan-satın alsan da, şaşıracak bir şey yok bu işte, Şöyle kapıyı bir kapa da yanıma gel…
İshak Maşbaş, tarihi roman (s.237-243) – 33.
(Devamı var)
Ayşet – 34 (s. 243 -252)
Maşbaş İshak (tarihi roman)
XII
Charles de Ferriol, İstanbul’a döneli birkaç ay olmuştu, ama Paris’ten ayrılacağı günün gecesini hiç unutamamıştı. Elçilik görevleri yürütürken, sofrada, yattığında, kalktığında, kadın değiştirip durduğunda, kont o beklenmedik geceyi sık sık anımsıyordu. Başka kadınlarla sayısız geceler geçirmişti: Gece hayatını otellerde ya da haremlerde parasıyla hep satın alıyordu, ama kendisini küçük düşürmek için yazılmış dokuz sayfalık bir yazıyı satın alma durumunda kalmamıştı.
“Böyle bir yazıyı kim okur ki?.. – diye kont kendi kendine soruyordu. – Aslında o yazının muhatabı ile kendisi arasında pek bir fark yoktu… Madlen’e duyduğu sevgi belliydi, Kontes Claudine-Alexandrine başkalarına özenerek, gizli açık önüne çıkanla yatıp kalkıyordu… Beraber yattığın kadın şanslıysan sana düşman olmaz, yanlış yaptığını anlarsa, yüzüne bile bakmaz. Claudine-Alexandrine bana kızlık taslamasın, ben onu yatağıma girmesi için zorlamadım… Kendisinin ne mal olduğunu unutup beni ağızlara sakız yapacak bir yazı yazmış… Bana kızarak, özenle büyüttüğüm Charlotte-Elizabeth Aisse’yi kenarından ucundan dürterek, kendi gibi baştan çıkarmak istiyor olmalı… onu Aisse’den uzak tutma fırsatım doğmuştu, İstanbul’a götürmem için bana yalvarmıştı. Ama bunu Aisse’ye nasıl anlatabilirdim ki?.. En iyisi, o gece dediği gibi, yanıma kendi gelseydi daha iyi olurdu… Fahri gibi Paris’e giden biri ile, ona çıtlatsam koşarak İstanbul’a gelirdi… Paris’te başına bir hal gelmeli… Yoksa bize nefes aldırmaz…”
Charles de Ferriol yıllardan beri Türkiye’de yaşıyordu, iyi ve kötü yanıyla sevdiği Türkiye’ye artık ayrı bir gözle bakmaya, beğenmemeye başlamıştı, bunun nedenini ilkin anlayamamıştı, bunu düşünmemek için her gün içiyor ve uyuyor, esir pazarını geziyor, en lüks restoranlarda yiyip içiyordu. İşin ilginç yanı, içine girmese bile, Cuma günleri camilere gidip namaz kılanlarla konuştuğu oluyordu.
Ezan sesi ile kilise çanını uzaklardan duyup karıştırdığında kendi kendisiyle dalga geçmeye, “nedir bu başıma gelen” diye, kendi kendisini azarlamaya başlamıştı. Bazen de beklenmedik biçimde şöyle şeyler aklına gelirdi: “İslam dini ile Hıristiyan dinini bir arada götürmek güzel bir şey olmaz mı…” derdi. Kendine geldiğinde, evin bir kenarına asılı duran tanrı tablosunun karşısında diz çöker, bağışlanması dileğiyle istavroz çıkarırdı. Ardından Laroche’un hazırladığı ilacı içer, yararı olmasa da olduğuna inanırdı. Bazen de sözünden saptığında ya da ne dediğini unuttuğunda “Bu Laroche beceriksizin biri, içmem için bana bıraktığı bu karışım da ne ola ki?” diyor, öfkesini ona yöneltiyordu, biraz sonra da konuyu saptırdığının farkına varıyor, ürküntü geçiriyor ve ilacı yeniden karıştırıyordu.
Bugün Çarşamba, denizden bir serinlik, bir esinti geliyor demeyeceksen, sıcak bir gün. Gök yüzünde beyaz bulut kümeleri dolaşım halindeler, bazen sonbahar güneşini örtüyor, bazen perde aralanıyor, güneş yeniden ortaya çıkıyordu. Fransa elçisi rezidansının üst katında, pek de uzakta olmayan Pazar yerinden kalabalığın uğultusu duyuluyordu, Boğaz’dan da vapurların düdük sesleri geliyordu, öğle vaktinin geldiğini anımsatan eşek bağırmaları değişik yerlerden duyuluyordu. Çizme parlatıcı, çay dağıtıcı ve gazete satıcısı çocuklar dışında İstanbul’da kimsenin yaşamadığını sanırdın, sesleri kulaktan gitmiyordu. Ezan sesleri ile kilise çanları diğer sesleri bastırdığında, Türk kentini bir Doğu kentine dönüştüren sesler karışıp gidiyordu. Anlaşılmayan dillerdeki konuşmalar, insana farklı bir dünyada olduğu izlenimi veriyordu.
“Aisse de benimle bu yere gelmiş olsa iyi olmaz mıydı… – Kont Charles de Ferriol dinlediği bu sesler arasında kendini Paris’te sandı. – Bir sarsıldı, durakladı, ama aynı anda “hayır” diye kestirdi, kendine geldi… Ona yapacağımı biliyorum, onu arayan akrabalarından biri ile karşılaşacak olursam, “İstiyorsan sana vereyim, azat ediyorum” diye Aisse’ye yazarım. Çerkesiye’ye götürülüp bana geri getirilirse, kızlığına İstanbul’da bir son veririm… yetmez mi şimdiye değin bekleyip durduğum, üzerinde titrediğim?.. Bu aklına düşen şey ne de ayıp şey! – kendi kendine kızdı- Çoğa tamah edenin azdan olacağını unutuyor olmalısın… Nedir bu başına gelen, kendi kendimi kontrol edemez olmuş muyum? Bir eksiğin mi var ya da yediğin balın tadı mı kaçtı? Şimdiye değin Aisse’ye kol kanat gerdin, yaptığın iyiliği kirletmek yerine, ona umut verdiğin gibi, Çerkeslerin yanına gidip onları görsen daha iyi edersin. Bunun bana bir yararı olur mu ya da benim için bir teselli kaynağı olur mu? Kont, kötü şeyler düşünme, – şimdi daha yumuşamış ve kendi kendine de kızmaya başlamıştı, – Yaptığın iyi şeylere uygun olanı yap, yanlış yapma… “
İçinde doğan ani duyguya kapılarak Charles de Ferriol rezidanstan çıktı. Elçilik faytonuna bindi, nereye gideceğini bilmiyordu, bir süre ilerledikten sonra sürücü Mevlid kendisine sordu:
– Fransa’nın Sayın Büyükelçisi emrini bekliyorum.
– Sana ne dememi bekliyorsun? – Duyduğu şeyi ayıplarmış gibi karşılık verdi.
– Seni nereye götürmemi istiyorsun.
– Bıkıncaya değin faytonu sür.
– Ben bıkmam ama atlar yorulurlar, – “Bu adamın ne dediğini, ne yaptığını bazen anlamakta güçlük çekiyorum” diye sürücü içinden söylendi.
– Öyle mi diyorsun? Öyleyse esir pazarına gitmeyelim, orada ne yapacağız ki?.. Sen bilmezsin tabii, oradan ben güzel bir küçük Çerkes kızını satın almıştım… Sen nereden bileceksin ki…
– Niye bilmeyecek imişim? Charlotte-Elizabeth Aisse değil mi o sözünü ettiğin? – Kont ile sürücü arasında sorun kalmamış gibi Mevlid sordu, ardından dizginleri oynatarak atlara hız verdi.
– Charlotte-Elizabeth Aisse adını sen nereden biliyorsun? – Charles de Ferriol’un içinde bir kuşku belirdi. – Nerede gördün ki sen onu?
– Hiçbir yerde görmüş değilim, hep ondan söz edersin, bu nedenle adını söyledim.
– Öyle mi? O zaman Fahri’nin çay evine gidelim. Türk Fahri’yi tanıyorsun değil mi?
– Tanıyorum tabii, beni ondan devraldın ya, daha önce Fahri’nin sürücüsüydüm, unuttun mu?
– Evet öyle, bahçe köpeğini tanımayan birine dönmüşüm, – Kont kendini alaya aldı, – Seni bahçe köpeğine benzettiğim için bağışla beni, bu atasözü bana değil, siz Türklere ait. Arabayı durdur, Fahri’nin yanına gitmeyeceğiz. Zaptiye Orhan’ın görev yaptığı rıhtıma gidelim. Vazgeçtim, önce Fahri’yi görelim, sonra Orhan’a gideriz. – Çay evi önüne geldiklerinde, Charles de Ferriol sürücüye seslendi: – Arabadan inmeden Fahri’yi yanıma çağırt.
Kendinden emin olarak gelen Fahri’ye faytonun kapısını Charles de Ferriole’un kendi açtı:
– Bin arabaya.
– Nereye gideceğiz?
– Çerkeslerin dediği gibi nereye götürüleceğini sormak yiğitliğe sığar mı?
– Öyle diyorsan, – fahri gülümsedi, – korkak sayılmam, istiyorsan arabana binerim.
– İsam’ın nerede olduğunu söyle, oraya gideceğiz.
– Adını söylediğin bu kişiyi, muallim, bulamayız.
– Çok mu uzakta? İstanbul dışında mı?
Onu dönüşü olmayan hadrıhe’ye (ölüler ülkesine) yolladım
– Öcünü almadan durmamışsın.
– Durmadım, hak etmişti.
– Çocukları ne olacak?
– Büyüyünceye değin onlara göz kulak olacağım.
– Babalarını öldürmüşsün seni bağışlarlar mı?
– Dilediklerini yapsınlar, beni koruyacak çocuklarım var.
Tam o anda, nasıl olduğunu anlayamadan Madlen’in görüntüsü karşısında belirdi. Madlen’in kendisine “İsviçre’ye gideceğim, kente uzak bir dağ köyüne yerleşeceğim, küçük oğlumu orada büyüteceğim” dediğini anımsadı. Kendisinin de sap gibi bir başına kalmış olduğunu anımsadı ve bir iç çekti: “Bu Fahri, kendi ve onuru için mücadele etti, yuva kurdu, üç evladı oldu, eşi dördüncüsüne hamile. Orhan’ın da bir süre önce, ben Paris’te iken evlendiğini söyledi. Ya ben? Beni güzel ve görkemli bir ağaç gibi görenler, bana imrenenler var, ama hiçbir ürün vermeyen kısır bir ağaç gibi yeryüzünde sallanıp duruyorum… Benim de aklımı başıma almamın vakti gelmedi mi?..”
– Orhan’ı mutlaka görmemiz gerekiyor, – Charles de Ferriol daldığı düşüncelerden ayıldı.
– Orhan’ı bulmak sorun değil, – diye Fahri hemen konuşmayı kesti, – onu ne yapacağımızı, benim yanıma niçin geldiğini merak ediyorum. Bu sorduğum şeyler gizli şeylerden değilse tabii?
– Sizinle ilgili iki sorunum var, üçümüz bir araya gelip konuşsak iyi olur.
– Orhan’ı bulmak zor olmamıştı – Osmanlı Sultanı’nın saltanat gemisini bekleyenlerden biri olduğu için onu hemen buldular. Nöbetinin bitimine yarım saat kalmıştı, faytondan inmeden onu beklediler.
– Bir şeyleri konuşmak için yarım saat az zaman değil. Fahri ne dediyse de, Charles de Ferriol’ü daldığı ortamdan çıkaramadı: Deniz, gök, gemiler, balık tutma gibi daha önceleri hiç sözünü etmediği anlamsız şeyler mırıldanıyor, Moğollardan söz ediyordu. Bu anlatımların arasına, başı ve sonu olmayan kadın hikayeleri katıyor, anlattığı şeyi bitirmeden başka bir konuyu anlatmaya başlıyordu. Sessizce kontu dinleyip oturan Fahri, kontun konuşmasına, bakışlarına, düşünme tarzına ve gülümsemesine anlam veremiyor, onun bu yıl fark edilir bir değişim geçirdiğini görüyor ve şaşırıyordu.
– Polis elbisesi içinde gurur duyarak gelen Orhan’ı gördüğünde kont elbiseyi beğenmeyerek konuştu:
– Bu elbiseyi hep mi giyeceksin, rütbeni indirmişler mi bilemiyorum.
– Hayır, muallim, öyle bir şey yok, rütbesini yükseltmişler mi bilmem, ama indirmiş değiller, – diye Orhan’ın yerine Fahri konuştu.
– Öyle mi?.. Ben öyle sanmıştım da. Ayrıca ben Türklerin rütbe işaretlerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, – diyerek kont sözünü düzeltti. – Kimseye fark ettirmeden arabaya atla… İngilizler, Türkler ve Çerkesler beni izliyorlar…
“İngilizler, Türkler demesine” peki, ama “Çerkesler” demeyi de nereden çıkarmıştı, ilk iki isim yetmez miydi diyerek Fahri ile Orhan birbirlerine bakıştılar. Orhan konta giysisine ilişkin yanıt vermeden edemedi:
– Elbisemi kont, evde değiştiriyorum.
– Öyleyse iyi, sürücüye evine gitmesini söyle.
Faytondakiler birbirlerine ve gerilerine bakmadan bir süre ilerlediler. Kont arabadaki iki kişiyi unutmuş, bir melodi tutturmaya başlamıştı, ama elçiliğe yaklaştıklarında Mevlid’e seslendi:
– Kenti dolaştığımız yeter.
Orhan kontun bu sözüne anlam veremedi ve hemen atıldı:
– Bize gitmiyor muyuz?
– Senin evinde ne işim var, devlet işleri beni bekliyor. – Elçiliğe varınca, hoşça kalın bile demeden, adlarını da söylemeden, kont sürücüye komutunu verdi: – Bu iki kişiyi evlerine götür.
Fahri ile Orhan başlarına gelen bu duruma şaşırıp birbirlerine baktılar, sürücü kendi tanıdıklarıydı, ama kuşkulandıkları şeyi ona belli etmek istemediler. Fayton kavşaktan dönünce, Orhan sabredemedi:
– Dur, ben burada ineceğim.
– Benim de buralarda işim var… – Fahri bu duyduğu şeye gülümsedi, ikisi yaya olarak yürümeye başladıklarında Orhan’a döndü: – Bizi arabadan indirmekle iyi yaptın.
– Kontun başına bir haller geldiğinin farkına vardın mı?
– Bir süreden beri kuşku içindeydim, ama bu kadar ilerlemiş olduğunu bilmiyordum. Görüyor musun bu gün bize yaptığı şeyi. Bir dediği bir dediğini tutmuyor, yarı günümüzü yedi. Ne diye burada duruyoruz ki, gidelim benim çay evime.
İkindi namazı vakti olduğundan çayhane boştu. Fahri ile Orhan abdest alıp namaz kıldılar. Sofraya geçinceye değin, müşteriler çayhaneye gelmeye başladılar, yavaş yavaş çayhaneyi doldurdular.
– Çay evini, Fahri, iyi bir yerde açtın, iyi de donattın.
– Bu konuda Charles de Ferriol bana yardım etti, ona teşekkür borçluyum. Yeri o seçti, parasal yardımda da bulundu. Aldığım parayı, iki üç ay içinde, çayevinden kazanıp geri verdim.
– Evet, kont, yardımsever ve temiz bir insan, – dedi Orhan ve bir iç çekti: – Ne olduğunu görüyorsun, hastalık Süleyman’ı yedi bitirdi, İsam da hak ettiğini buldu. Onlar kötü kişiler ama ya kont?.. Yoksa Tanrının gazabına mı uğradı?
– Uğradı! – diye kestirip attı Fahri.
– Fahri, söylediğin bu sözün ne anlama geldiğini düşündün mü? – Orhan yanıt beklemeden Fahri’ye sordu: – Sana karşı kötü bir davranışı mı oldu?
– Kont ile aramızda iyilik dışında bir şey yok, ama Allah-ü Teala’nın bağışlamayacağı şeyi ben de bağışlayamam. Sen de bunu biliyorsun. Kızdığım şey küçük Çerkes kızı Ayşa’yı zorla Hıristiyan-Katolik dinine sokmuş olması. O konuda ne söylediysem aldırmadı, bu nedenle olmalı Tanrı’nın gazabına uğradı… Ne diye gülüyorsun ki?!
– Bizim Allah’ımızın gazabına başka dinden olan kişi ne diye uğrasın ki diye gülüyorum…
– Orhan, yoldan çıkma, üç kez “Kulhuvallah” oku! – Fahri duyduğu bu sözden irkilmiş halde Orhan’la duayı okudu, elini yüzünde gezdirdi, ardından sözüne devam etti: – Allah-ü Teala’da merhamet ve lanet bir arada bulunur. O ümmetlerini gözetir, kötülüklerden korur. Charles de Ferriol kötülük yapmışsa, başka dinden diye bağışlamaz. Her türlü zorlama Müslüman dininde olduğu gibi, Hıristiyan dininde de yoktur. Ayşa’nın Marsilya’da zorla vaftiz edilmiş olmasını hala unutamadım, gözlerimin önünden gitmiyor… O gün Müslüman olmama rağmen çevirmen olarak kilisede bulundum, Ayşa’nın günahını almış olmalıyım. Fransa’dan geri getirmek istedim, ama başaramadım. Hala geç değil, Ayşa henüz on yedi yaşına basmış değil. Bir gün kontun bizden rica ettiği gibi, halkından bir Çerkes’le karşılaşsam, ki akrabası olsa elbet daha iyi olur, böyle birini bulursam, onu yanıma alır, gerekli evrakları yaptırıp imzalatıp kızı Fransa’dan geri getiririm. Ama böyle bir akrabasını nereden bulurum bilmiyorum.
– Öyleyse kontun isteğini yerine getirmiş olmuyor musun? – Fahri’nin ne demek istediğini, sözlerinin hedefinin ne olduğunu biliyor olsa da, Orhan sormadan edemedi.
– Anlamıyor musun Ayşa’nın yüzünü Fransa elçisine asla göstermeyeceğimi? İstanbul’a getirir getirmez, onu kaçırıldığı Çerkesiye’ye geri götüreceğim. Yoksa Orhan, bu geçici dünyada huzur bulamayacağım.
– Ayşa’nın akrabası ben olamaz mıyım? – Bu beklenmedik ulu orta söz Fahri’yi şaşırttı.
– Çerkesçeyi iyi biliyorsun diye, Çerkesiye’den değilsen, köyünün adını bile bilmiyorsun, akrabası da değilsin, ona nasıl akraba olacaksın ki?
– Köyünün adını Ayşe’den duymadın mı?
– Duydum – Kuray.
– Başıma geleni bilmiyor musun, Fahri?.. Bu kadarı bana yeter. Anne tarafından akrabalarının adlarını söyletirim. Küçük yaşta kaçırıldığımı, Memluk olduğumu, kurtulmuş biri olarak Tuapse’de yaşadığımı söylerim. Durumu öğrenince, Fransa’da yitip gitmesine gönlüm razı gelmediğinden Paris’e geldim, Ayşa’yı tanıdığın için seni yanıma aldığımı söylerim… Olmaz mı?
Fahri güldü:
– Böyle konularda uzmansan ne diye kontun kağıtlarına gereksinim duyalım ki?
– Sen yine de al, zararı olmaz. Benim üniformamı beğenmeyen Fransa Büyükelçisi kont, hileyle Ayşa’yı İstanbul’a getirtip onu karısı olarak kullanmayı düşündüğüne göre, biz de ne diye ona bir oyun oynamayalım ki?
(Devamı var)(s. 243 – 252)
****
Ayşet -35 (s. 253 – 255)
XIII
Fahriler yola çıktık çıkıyoruz derken günler, aylar geçip gitmişti: Sonbahar ve kış mevsimleri geride kalmış, ilkbahar gelmişti. Ancak gecikmeye kendileri neden olmamışlardı. Sorun, bugün yarın diye işi savsaklayan Kont Charles de Ferriol’den kaynaklanmıştı. Ayşet’i İstanbul’a getirme izni tanıyan belge olmadan uzun yola çıkmayı Fahri ile Orhan uygun bulmamışlardı.
Hastalıkların daha çoğaldığı sıcak bir ilkbahar gününde Charles de Ferriol, adam gönderip Fahri’yi yanına çağırttı. Odasına ayak basar basmaz da Fahri’yi azarladı:
– Niye ortadan kayboldun? Bana mı kızıyorsun ya da Orhan mı seni bana karşı kışkırttı? Tamam, konuşma, ben sizin niyetinizi, düşüncenizi biliyorum… Yine de size kızmış değilim…O arkadaşın olacak Orhan nerede?
– İşte ya da evindedir, ona da adam yolladın mı?
– O gevezeyi ben ne yapayım ki, çağırtmadım! Benim istediğim kişi sensin, güvenilir kişi sensin. Aisse konusunda söylediğim şeyleri unuttuğumu sanma, okulu bitirmesine az kaldı, bu nedenle bekliyordum. Bu gece rüyamda Charlotte-Elizabeth Aisse’yi gördüm, şimdi söyleyeceğim konuda bana yetki verdi. Kara bir kadın görmüştüm, onu istediğimi söyledim, bana al dedi.
– Siyahi kadın konusunda sıkıntı mı çekiyorsun?.. – Fahri şaşırdı. – Haremler siyah kadınla dolu.
– Öyle değil, evimde oturacak, istediğimde benimle yatağa girecek, beni memnun ve mutlu edecek, beni hoş tutacak bir kadın arıyorum.
– Aisse’yi İstanbul’a getirmemizi artık istemiyor musun?
– Niye istemeyeyim? Okulun bittiği ayı bekleyelim dedim ya… Ne diye konuşup duruyoruz, gidelim esir pazarına, dün bir siyahi kadın görmüştüm, satılmamışsa gidip onu satın almak istiyorum.
– Ben kadınlardan anlamam…
– Zorluk çıkarma, Aisse’yi bana getirinceye değin onu evimde oturtacağım, ardından hiç görmemek üzere azat edeceğim. Anladın mı?
– Anladım, ama uygun bulmuyorum.
– Bu dünyada uygun bulmadığımız çok şey var, – diye kont gülümsedi, – o da öyle bir şey. Kısa süreliğine yanımda kalacak, inanmıyor musun? Bana güvenmiyorsan, dün öğrendiğim “Kulhuvallah” duasını (suresini) sana okuyayım…
– Gereği yok! – Fahri duyduğu bu şeyden irkilip ayağa kalktı. – Kendi Allah’ım kendimde, senin Tanrın da sende kalsın, hadi o dediğin yere gidelim.
Charles de Ferriol ile birlikte rezidanstan çıktı, yumuşak faytona binene değin içinden üç dua okudu. Bir süre gittikten sonra sessizliği kont bozdu:
– Fahri, artık seninle konuşabilir miyim? Sen ve ben, ayrı ayrı dua okursak, başladığımız işte Tanrılarımız bize yardımcı olacaklardır. Buna inanalım.
“Beni temiz bir iş için yola çıkarmışsın… – diye Fahri, içinden kendine ve konta kızdı: – Ben de makbul bir kul değilim, bağışla beni Allah’ım. Bu yaptığım şeyi biliyor olmalısın. Beni bir kadın satın almak için beraberinde götürüyor, bu kadın siyah ya da beyaz olsun, hangi dinden olursa olsun, satın almasına yardım edeceğim, yağma yapmaya ya da öldürmeye gitmiyorum. Sen de duydun, üç ay sonra özgürlüğüne kavuşturacağını söyledi, inanıyorum. Beni kandırırsa kendi Tanrısını da benim Tanrımı da kandırmış olur, bağışlamam… “
– Gidelim, ne diye oturuyorsun? – Charles de Ferriole faytondan inip seslendi.
– Geldik mi?.. – diyerek Fahri, arkasına bile bakmadan yürüyen kontun peşine takıldı.
Güneş bayağı yükselmişti, ama Pazar yeri henüz hareketlenmemişti: Alıcıdan çok satıcı, satılacak kişi vardı, erkekler ve kadınlar ayrı ayrı oturtuluyorlardı. Alıcı ile satıcı arasındaki pazarlık sesleri ortalığı kaplıyordu. Bu yeryüzünde ne ilginç şeyler var! Bu esir pazarında kiminin başı dik, kiminin büküktü! Boynu eğik köle, satın alındığı için seviniyor, satın alınmayan da satın alınma umudu içinde kıvranıyor, alıcısı olmayan köle de içten içe kederleniyordu.
– Orada bekliyor! – İlerlerken kont seslendi. – Görüyor musun Fahri, kadının güzelliğini! Gözleri?.. Kara gözleri ayna gibi, içinden görünüyorsun… Biraz çeki düzen verildiğinde, bu kadının ne denli tatlı ve şehvetli bir kadına dönüşeceği belli değil mi?!. Aisse?.. Hayır, içimden karıştırdığım oldu… Alayım mı Fahri bu kızı?.. Fahri öyle başını çevirip durma, Charlotte-Elizabeth Aisse’den daha güzel bir kızın yeryüzünde olmadığına inandığını uzun bir süreden beri biliyorum… Aisse’ye senden daha güzel bir gözle bakıyorum, sana söylediğim gibi bu kızı üç ay gibi kısa süreliğine alıyorum.
Charles de Ferriol’ün siyahi kadını satın almasından birkaç gün sonra Orhan şaşkınlık içinde Fahri’nin yanına koştu:
– Şu an ne gördüğümü biliyor musun?
– Fransa Büyükelçisinin odalığı siyahi kadınla kol kola caddelerde dolaştığını görmüş olmalısın.
– Nereden biliyorsun?.. – şaşkınlığını üzerinden atamayan Orhan yeniden sordu.
– İstanbullunun dilinde, kimse ona yakıştıramıyor.
– Biz de burada zavallı Ayşa’ya nasıl yardım etsek diye düşünüp duruyoruz… – diye Orhan yakındı.
– Bekliyor olur muyuz, Ayşa konusunda konta imzalattığım yazı arka cebimde?! – Fahri kurnaz bir gözle Orhan’a baktı, – Kızma, daha dün akşam yazdırdım. İşin ilginci ben söylemeden kont, oturup kendi yazdı ve mühürledi, “Siz Paris’e gidene değin, o da okulunu bitirmiş olacak” diye eklemede bulundu.
– Bizi bunca süre beklettikten sonra ne diye çabuk diye tutturdu ki?
– Nikahsız aldığı o kara kadından bıkmış olmalı. “Öbür kadınlarda görmediği kötü bir kokunun bu kadından yayıldığını” dün akşam söyledi. Paris’e gidiyor muyuz?
– Sormana gerek var mı? Ama izin almam gerekmez mi? Gidip gelmemiz kaç gün sürer? İsterse bir ay sürsün, yaban ellerde çektiğim çileyi anımsadıkça, zavallı Ayşa’nın kurtulması için yapmayacağım şey yok.
İshak Maşbaş, (Tarihi roman, s.252-255)
***
Ayşet – 36 (s. 255 – 260)
XIV
Yol ve düşünce her zaman birliktedir. Düşünce, arzu ve niyet öne çıkmış olsa bile, yol onlardan geri kalmaz. Bazen birlikte ve birbirine bağlanmış olarak yol alırlar, bazen ayrılır, birbirleri ile yarışır, bazen de yaşlandıklarında tamamen birbirlerinden ayrılırlar.
“Yola koyulan yolda kalmaz” derler, ama Fahri ile Orhan için yol durumu nasıl gelişecekti? Uzun bir yolculuk mu, yoksa kısa bir yolculuk mu yapacaklardı? Bunu bilmiyorlardı. Hayırlı bir iş için yola koyulmuşlardı, kişisel çıkar, yiğitlik gösterisi amacıyla yola çıkmış değildiler. İnsanı sevinçten çok üzüntü yorar, “fırtına sonrası hava açar, sonrası yine fırtına olabilir” diyor ve başlarından geçmiş olayları unutmuyorlardı. Bu kaygıyla, birkaç günden beri. başarılı olup olmayacakları düşüncesi içinde yol alıyorlardı.
Yolcu ve iki kişi isen, çok şeyle karşılaşırsın. Anıların seni gülümsetir ya da seni yeniden üzer, moral verir ya da kendine kızmana yol açar. Fahri ile Orhan neyi anımsasa, birbirine anlatsa bile, yine yola devam ediyor, ama birbirine sorular sormadan da edemiyorlardı. Fahri, Melen’e gelinceye değin içinde sakladığı bir endişesini, ilgisiz şeylerden konuşarak anlatmaya başladı:
– Bu kenti, Melen’i kont çok sever, Paris’e yakın bir yer, bir gece olsun konaklamadan buradan ayrılmazdı. Biz de bu geceyi burada geçireceğiz.
– Kont bu yeri seviyor diye mi Melen’de kalacağız? – Orhan bu öneriyi beğenmediğini belli etmeden, biraz da şakaya vurarak sordu ve onu yanıtladı: – Öğle olmak üzere.
– Öğle olması iyi, – diye Fahri gülümseyerek arkadaşına katıldı, – Öğle namazını burada kılar, yemek yer, dinleniriz, beni üzen bir şeyi sana anlatırım, konuşuruz. Yarın sabah erkenden kalkar, bütün bir günü Paris’te geçiririz.
Orhan, Fahri’nin, korkulacak, üzülecek şey yok dediği sözleri üzerine rengi beyaza kesmişti, Fahriye baktı ve sordu:
– Neye üzülüyorsun, bunca yolu aştık, yoksa pişman mı oldun?
– Orhan, telaşlanma. “Beni üzen şey” demişsem bundan pişman olduğum mu anlaşılmalı? – Otelde bir oda ayırttılar, sofrada öğle yemeğini yerken Fahri bir Türk ata sözünü söyleyerek sorusunu tamamladı: – “Yalancı tanıklık ile yalan aynı şeydir” dendiğini duymadın mı?
– Duymadım ama o sözü kim söylemişse, ondan daha doğru bir söz olamaz, neden soruyorsun?
– Öyleyse Ayşa’yı kandırmayalım, gerçeği ondan saklamayalım.
– Aklımdan geçeni ne güzel okumuşsun, Fahri?! – dedi Orhan gür bir sesle. – Ben de aynı şeyi düşünüyordum, ama sana nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Ayşa’nın “akrabası olduğumu” söyleyemeyecek biri değilim, tutsaklığım süresince benzeri çok şeyi Memlûklardan öğrenmiş bulunuyorum. Bana göz kulak olan yaşlı bir Çerkes Memluk vardı, yalan söylediğimi anladığında, “yalanın eğdiği şey doğru ile düzeltilir” (pṡım yıuanţerer ŝıpkem yevzenćıjı) derdi. Bunu şimdiye değin unutmuş değilim. Senin söylediğine göre Ayşa, akıllı bir kız, ona doğru olmayacak bir şey söylemeyelim.
– Öyle diyorsan, kardeşim, ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz demektir. Bizi anlarsa iyi, ama bizim iyi niyetimizi kabul etmezse, gücenmeyelim, kendi iyiliğini düşündüğümüzü, başka bir amacımızın bulunmadığını söyleyerek ayrılalım. Duydun, o durumda bir saat bile Paris’te kalmam, – Orhan’a söyler gibi yapıyordu ama kendisi için de söylüyordu.
– Fahriler, sabah kara bulutlar henüz dağılmamışken Saint-Cloud’ya (Sen-Klu’ya) vardıklarında, Ayşet’in derste olduğunu düşünerek Jeanette-Nicole’ün yanına gittiler. Fahri ile Jeanette-Nicole tanışıyorlardı, bu nedenle lafı dolandırmadan niçin gelmiş olduklarını söylediler:
– Arkadaşımın adı Orhan, Türkçe, Çerkesçe ve Fransızca biliyor. Charles de Ferriol bu yazıyı sana vermemizi söyledi. Kont kızı almamız için bizi yetkili kıldı. Bu konuda kimsenin bizi suçlama yetkisi yok. Ayrıca Paris Polis Müdürü Andre Farge’a yazdığı bir yazı da bu yazıya ekli. Bu yazılar kont tarafından yazıldı, ama kontun Charlotte-Elizabeth Aisse için iyi şeyler düşündüğünü söyleyemem. Gizlemiyoruz, niyeti başka, onu karısı yapmak, yatağına almak istiyor.
Beti benzi kaçmış halde Jeanette-Nicole kendini dizginleyerek zar zor konuştu:
– Ben de aynı şeyden kuşkulanıyordum… – ardından hemen toparlandı, yüz kaslarının seğirtmesini engelleyerek sordu: – Ne diye bana açıldınız, bana niçin itimat ettiniz ki?
– Bizi anlayacağınızı düşündüğümüz için, – Orhan aceleyle Fahri’nin yerine yanıt verdi.
– Bu bir yanıt değil, – Jeanette-Nicole kestirmeden konuştu, – sizi anlamamı istiyorsanız gerçek niyetinizi bana söyleyin.
– Biz Türküz, siz Fransızsınız, Aisse de Çerkes, – Fahri yine uzaktan dolandırarak konuşmaya başladı, – esir alınıp içinize getirilen bu yabancı kız için bizim kötü bir niyetimiz yok. Deniz kendinden olmayanı dışarı atar (Xım şımışır yımıştev kızıxéźı) Aisse’nin başına aynı şey gelmeden onu mensubu olduğu Çerkeslere geri götürmek, kavuşturmak istiyoruz, Memluk olduğumuz dönemde bize yapılan iyiliğin benzerini, biz de Aisse için yapmak istiyoruz. “İyilik yap, suya at” (Šuı ši, psım xaź) derler Çerkesler.
– İyi niyetlisiniz, – Jeanette -Nicole içinden üzülmüştü ama belli etmedi, – Charlotte- Eizabeth Aisse için üzüldüğünüz için teşekkür ederim, ama sanırım geç kaldınız… Bu konuda siz, ben ve size yazılı yetki veren Charles de Ferriol, hiçbirimiz yetkili olamayız. Bu konuda iyi ya da değil, karar verecek olan tek bir kişi var, o da Charlotte- Elizabeth Aisse’dir.
– Hayır, hayır, kontun kötü niyetini Aisse’ye açmayacağız, – bir şey demeyen, sadece dinleyen Orhan heyecanlandı, – Bizimle gelmeyi kabul ettiğinde asıl niyetimizi, o zaman söyleyeceğiz.
– Öyle diyorsanız, ona sorun, yanınıza getirteyim… – hafif bir öksürükle Jeanette-Nicole ayağa kalktı, kapıdan dışarı çıktı, döndüğünde, Fahrilerin diyeceği hiçbir şeyin anlam ifade etmeyeceğinden emin olarak konuştu: – Sizi dinleyecekse size engel çıkarmam.
Kapıdan içeri giren Charlotte-Elizabeth Aisse, boyca uzamış ve değişim geçirmişti, içeride iki kişiyi görünce önce bir irkildi, ama birini tanıdı ve Fransızca sordu:
– Sen misin, Fahri?.. Niye geldin ki?
– Senin için geldik, – diye Fahri Adıgece olarak yanıt verdi.- Bu yanımdaki arkadaşım Orhan, Türkçe, Çerkesçe ve Fransızca biliyor, güvenilir biridir, benimki gibi onun da iyi bir ailesi var, seni ülken olan Çerkesiye’ye götürmek istiyoruz, bunun dışında bir niyetimiz yok.
Bu son birkaç yıl içinde hiç konuşmadığı için unutmuş olduğu Adıgecesiyle Orhan’a sordu:
– Adıge misin?
– Hayır, Türküm, – diye yanıt verdi Orhan.
– Çerkes değilsen, – Ayşet’in rengi değişti, kendisiyle Adıgece konuşmaya başlayan Orhan’a Fransızca yanıt verdi, – konuşmayı Jeanette-Nicole’ün de anlaması için Fransızca konuş. Sen de, Fahri de, – Ne düşünürlerse düşünsünler, girişimlerinin bir sonuç vermeyeceğini her ikisine de anlatmak istemişti.
– Benim için diyeceğinden geri kalma, Aisse, konuklarımızla Çerkesçe konuş.
– Hayır! – dedi Ayşet, yanaklarına değin vücudu titreyerek. –Türkçelerini de, Çerkesçelerini de duymak istemiyorum!
– Boşuna geldik… – dedi, kendisine yöneltilen acı söze aldırmadan Orhan, Fahri’ye Türkçe olarak.
– Boşuna gelmedik, – Fahri Fransızca olarak Orhan’a yanıt verdi, – bize yapılan iyiliğin benzerini Aisse’ye yapamadık, ama onun iyiliği için elimizden geleni yaptık, Allah bu iyiliğimizi değerlendirecektir. Sana kırgın değiliz, – dedi Adıgece olarak Ayşet’e, – içine düştüğün topluluğa yararlı ve şanslı olman için Allah’a ve sana kabul ettirilen Tanrıya da, senin mutlu olman için dua ederiz. Bu mektubu Charles de Ferriol sana gönderdi, sana veriyoruz.
– Konuşmanıza bu mektupla başlasaydınız, – diye ayıplayarak mektubu aldı, zarfı açtı, kızgın bir ifadeyle konuştu: – Babama Türkiye’ye gitmek bir yana, oraya adımımı bile atmak istemediğimi söylemiştim! Aynısını iletiniz.
– İletiriz… – Fahri ayağa kalktı. Tam bir Fransız kızı olduğunu söyler ve onu sevindiririz…
Fahriler içerideyken kararmaya başlayan gök yüzü, kuzeyden esen bir rüzgarla daha da karardı, yere düşen yağmur damlaları artmaya ve şiddetlenmeye başladı.
– Ayşa pencereden bize bakıyor… – dedi Orhan, bu ayrılışa üzülmüştü.
– Arkana bakma… – Fahri Orhan’a kesin komut verdi. – Biz yapmamız gerekeni yaptık… Onun Fransız olmayı kabul ettiğine inanmıyorum. Bu zavallı kız, kalan ömrünü böyle ezik biri olarak, yabancı bir diyarda tamamlayacak…
Soğuk rüzgarın pencerelere çarptığı yağmur damlalarından aşağı kalmayacak ölçüde Ayşet’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu…
(Devamı var)
İshak Maşbaş, (Tarihi roman, s. 255 -260
***
Ayşet – 37 (s. 260 – 269)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
I
Maşbaş İshak (Tarihi roman)
Güzel bir sonbahar günüydü. Değişik renkte güllerle, değişik ağaçlarla bezeli ve değişik yaya yolları bulunan Kont Ferriol’lerin bahçesi farkında olmaksızın insanı etkiliyor, iç açıcı düşüncelere daldıran bir yer oluyordu. Ayşet’in çok sevdiği, bazen konuştuğu , dert yandığı, sanki bir masal dünyasından çıkagelmiş gibi duran ulu bir meşe ağacı vardı ön bahçede.
Dalsız ağaç olur mu?.. Dalsız ise, birileri varıp dallarını kesmiştir, yoksa dalsız ağaç görülmüş şey değil. Ağacın çok dallı olma nedeni de bellidir: Ağaç güzelliğini gizlemez, herkes görsün ister, sıcaktan bunalan birini gölgesine alır, üşüyen birine de yakacak olur. Kuş, ağacın üzerine, dallarına ve içine tüner: Kimi sessiz olur, kimi öter. Yuva kuranı da görülür.
Sadece kuşlar değil, yapraklarında yorgun düşmüş rüzgar da dinlenir. Kış gelir, çıplak dallarıyla kara kışla baş başa kalır, bahara kavuşma umuduyla direnir ve ayakta kalır, yaz mevsimini sevinçle karşılar, sonbaharı özler.
Okulu yeni bitirmiş olan Charlotte-Elizabeth Aisse bütün bunları düşünerek, Claudine-Alexandrine’in bahçelerinde düzenlediği edebiyat söyleşisindeki yerini almıştı.
– Aisse, nedir senin bu ağaçta gördüğün şey, bizi dinlemiyorsun, – Claudine-Alexandrine konuşmasını kesip Ayşet’in dikkatini çekti.
– Aisse, şu an başka bir dünyada, – diye gülümsedi François Voltaire.
– Aisse başka bir dünyada değil, – Voltaire’in Ayşet için söylediği şeye Arjantal karşı çıktı, bildiği bir şeyi açıkladı, – o kendi ağacı ile konuşuyor. Değil mi, Aisse?
Marie de La Vieville duyduğu bu sözlere şaşırıp tepki gösterdi, Pon de Vel ile Marie de Vichy Champony de onu desteklemiş, Claudine de gülümsemişti.
– Kont Arjantal de Ferriol’ün sözlerinde gülünecek bir şey görmüyorum, – dedi Montesquieu ince sesiyle, – ağacın seni anladığına inanıyorsan, onunla konuşabilir, onu anlayabilirsin. Claudine-Alexandrine, o senin anlattığından daha ilginç şeyler bulunur ağaçlarda. İnsanlar gibi ağaçlar da üredikleri yerlere ilişkin özellikler taşırlar. Kabul ediyorsanız ilk sözü ben alayım. Ama Charlotte-Elizabeth Aisse ağaçları seviyor, kadındır, önceliği ona bırakıyorum.
– Öyle diyorsanız, ağaçlara ilişkin inandıklarımı size söyleyeyim, ama lütfen beni alaya almayın, – Ayşet utanırcasına konuşmaya başladı. – Ağaçları seviyorum. Onları bazen insanlara benzetiyorum. Bazen onlarla konuşuyorum, onlar da benimle konuşuyorlar. İşte bu ulu meşe ağacımıza bir bakın, babamın dedesinin onu dikip yetiştirdiği anlatılır. Şimdiye değin Ferriol ailesini soy ağacı olarak koruyor. Güzel, büyük, kökü, gövdesi ve dalları ile sağlam bir ağaç. Bizim de, kaçırıldığım Çerkesiye’deki bahçemizde buna benzeyen ulu bir meşe ağacımız vardı, hala ayakta mıdır bilemem… Bu büyük meşe ağacı, başka bir ağaç da olsa, onun yerine geçiyor ve bahçeyi koruyor, bu büyük bahçeyi ve bu meşe ağacını sevmemin nedeni de bu… – Ayşet’in sesi kısılacak gibi oldu, ama göğsüne bastırıp sözünü tamamladı, – Ağaçlar sahipleri ile birlikte yok olurlar derdi büyük annem, o ağaç da bahçemizden yitmiş olabilir… Bu nedenle, güzel-sağlam dediğimiz şeyler, bizim sandığımız gibi hep ayakta kalacak değiller…
– Bazen güzelden bıktığımız da olur, – dedi Ayşet’e katılarak Voltaire.
– Bunu nasıl anlayabiliriz ki? – dedi Marie de La Vieville küçük göz kapaklarını oynatarak.
– Çirkin suratın insanın içini kararttığı gibi olmalı, – küçük el arabası ile her gün bahçe kapılarının önünden geçen sakat ihtiyarı birden anımsadı Pon de Vel.
– Pazara giden ihtiyardan söz ediyorsan Pon, – dedi Arjantal, – bize selam veriyor, baş parmağını gösteriyor. Onun da yaşama hakkı yok mu? Mal satıyor, alıyor, tatlı dil döküyor, azarlıyor.
– Sürekli gözünün önünde olan şeye alışıyorsun değil mi? – diye Claudine- Alexandrine yeğenine sordu.
– Hayır, Claudine, – dedi Ayşet, Arjantal’in yerine, – alıştığın kişinin güzel ya da çirkin yanını görmez oluyorsun. Yarın, öbür gün bize bir yenilik, değişiklik getirmeyecekse, ilginç olmaz.
– Aşk ve sevgi de öyle bir şey mi? – diye Marie de Vichy Champony kaygılandığı şeyi sordu.
Hepsinden biraz daha yaşlı olan Charles Montesquieu başlattığı bu yarışmadan memnun kaldığını gizlemeden François Voltaire’e gülümsedi, konuşmadan birbirleriyle iletişim kuruyorlar dedi Claudine- Alexandrine’e gözüyle bakarak.
– Marie, sorduğun aşk hangisi? – Aisse konuşmaya devam etti. – Ben aşkı ve sevgiyi üçe ayırıyorum, ama fazlası da olabilir. İlki, anne ve babanın evlat sevgisi; ikincisi, erkek ve kadın arasındaki sevgi; üçüncüsü, kişinin dünya sevgisi. İkincisini bilmiyorum. İlkine ilişkin büyük annemin demiş olduğunu size söyleyeyim: “Anne evladını aşırı derecede sevmemeli, “cegum pago kék’ıjı” (Ocaktan kurtçuk [pago] çıkar) derdi. Evladına sınır koymayan, “dur” diyemeyen bir anne varmış. “Çocuğunun eline makas verirmiş, çocuğa böyle makas verme, makasla oynamasına izin verme” dediklerinde, “Oynasın, ne olacak ki” dermiş, çocuğun o makasla gözünü çıkardığı anlatılır. Buna da “ kör sevgi” (шIулъэгъу нэшъу/ šuĺeğu neşu) denir, Tanrı bunu kimsenin başına getirmesin. Dünyaya, doğaya ilişkin sevgi üzerine çok şey anlatılabilir. Bu büyük meşe ağacımızı, dediğim gibi seviyorum. Yılda dört kez değişim geçiriyor. Her bir süreçte değişik bir görünüme bürünüyor: Soğuğa karşı direnir, kurağa dayanır, rüzgara karşı diretir, her türlü güçlüğe yakınmadan, her zaman sevgi ve dinginlikle karşı koyar, bizlere sevgi dolu bir yüzle bakar.
– Anlattığına göre, Aisse, – Ayşet’in hemen ardından Voltaire, onun sözlerine eklemede bulundu, – Ağaçlar insanlara çok sayıda yarar sağlar. Onların insan düşüncesini ilerleten, hamle yaptıran büyük bir yararı, işlevi olduğunu biliyorum. Bunu siz de bilirsiniz: Ağaç baltayı tasarladı ve buldu.
– Nasıl, François? – duyduğunu neye yoracağını bilemeden Voltaire’e sokularak, Marie de La Vieville sordu, ardından Montesquieu de sordu: – Ağaçlar balta tasarlayabilirler mi, Charles?
– Ağaçlar oturup bir şeyler tasarlamış değiller, – Montesquieu gülmek istemişti, ama kendini tuttu, – kişi ağaçtan yararlanma yolunu bulamayınca, onu alt edecek farklı bir gücü düşündü ve tasarladı: Balta, ilkin taştan, ardından demirden üretildi.
– O zaman baltayı da ağaçtan üretmiş olmadılar mı? – diyerek, de Marie de Vichy Champony de kız arkadaşından geri kalmadı.
– Doğru, Marie, doğru düşündün, – dedi Voltaire, arkadaşları arasına balta öyküsünü yaymış olmaktan gurur duydu ve sığ düşünen biri olarak gördüğü kızı destekledi, – düşünecek olursan, bu konuda başka bir şey de söyleyebiliriz.
– Onu biliyorum! – diyerek Arjantal öne atıldı.
– Biliyorum diye her şeye burnunu sokma, bir kez olsun çeneni kapa, – babasının ağzı sıkılığını yansıtır bir oturuşu olan Pon de Vel kardeşine çıkıştı. – Bunu uyarsana, Claudine.
– Jan’ın çenesini kapatırsam Pon, – dedi Claudine-Alexandrine. – o zaman kardeşinin ne düşündüğünü öğrenemeyiz. Size de öyle davranacak olursam, bana artık açılır mısınız? Herkes görüşünü açıklarsa daha iyi olmaz mı?
– Bravo! – Charles Montesquieu alkış tuttu, Pon de Vel’e döndü:
– Bağışla beni, kont, Claudine-Alexandrine’in dediği gibi, birbirimizi dinlemezsek, bizi bir araya getiren bu masamızın bir özelliği kalmaz, birbirimizden koparız.
– Anladın mı?.. – diye Arjantal yeniden bir çıkış yaptı, ama ağabeyinin sert bakışı üzerine sustu ve büzülüp yerine oturdu: – İyi, çok iyi, daha başka bir şey söylemeyeceğim. Öyleyse bildiğimi söylememe izin verin: Ağaç, balta gibi testereyi de insana buldurdu. Öyle değil mi, Aisse?
– Öyle, Jan, söylediğin şeyde doğruluk payı var… – Ayşet anımsadığı bir şeyden etkilenerek, sarımsı ve pembemsi yapraklarıyla doğaya hışırtılı sesler yayan büyük meşe ağacına bir kez daha baktı, o sesleri sadece kendi duyuyormuş gibi kendi kendisine sordu: – Bu ulu güzel ağaç da bir gün balta-testereye yenik düşecek mi?
– Alın yazımızı, geleceğimizi bilecek olsaydık, Aisse, başımıza gelecek olanın anlamı kalır mıydı? – François Voltaire gülümseyerek, sordu ve yanıtını kendi verdi: – Herkes geleceğini bilir ve kabullenir, işsiz güçsüz oturup durur, ölümü beklerdi.
– Alnımda yazılı olan şeyi bilmek istemem! – dedi Marie de Vichy Champony beklenmedik bir biçimde haykırarak, topluluğu korkuttu ve yaptığına pişman oldu: – Bağışlayın, yaşam güzel ve tatlı şey, mutlu bir yaşam istiyorum… Başka bir konuya geçelim, Claudine…
Gençler, bahçenin sonbahar güzelliğine değişik bir güzellik katarak ve özenerek gelmekte olan Kontes Marie-Angélique’e hep birlikte baktılar, kontes gülümsemekteydi, ama eleştiriyle söze başlamıştı: – Ne diye didişip duruyorsunuz? Charlotte-Elizabeth Aisse, Pon de Vel ve François Voltaire bu yıl okulu bitirdi, birbirinizi kutlamıyor musunuz? Evet, evet, – anımsayınca kontes hemen geri dönüş yaptı, – bir önceki toplantınızda birbirinizi kutlamış idiniz, şimdi anımsadım. Gençliğin tadını çıkartmaya bakın, gençlik bir gitti mi, ardından top atıp bağırsanız bile dönüp geriye bakmaz.
– Mama, ne diye bugün süslenip giyindin böyle? – Arjantal annesini iyice bir gözden geçirdi.
– Sen de okulunu bitirdiğinde, oğlum, şimdikinden daha güzel süslenip giyineceğim. İsterseniz size bir itirafta bulunayım: Bana gençlik günlerimi anımsattınız, bu nedenle süslendim… Aisse, niye ayaktasın, otursana yerine, – Marie-Angélique, geldiğinde, kendi Adıge geleneği gereği ayağa kalkan Ayşet’e dedi.
– Arjantal, sana kaç defa söyleyeceğim, büyüklerin geldiğinde oturma diye? – diğer gençleri de uyaracak bir biçimde Ayşet, Arjantal’i kınadı.
Ayşet’in ne demek istediğini anlayan Charles Montesquieu hepsinden önce ayağa kalktı, François Voltaire, Pon de Vel ve Arjantal de ayağa kalktı, olup biteni anlayamayan iki kız da ayağa kalktı, hepsinin gerisinden Claudine-Alexandrine gülümseyerek konuştu:
– Öyleyse, önümüzdeki toplantıda büyük-küçük ilişkileri konusunu ele alıp konuşuruz, ona göre hazırlanın. Bu konuda böyle şeyleri en iyi bilen Aisse’ye danışırsınız… – içinden dalga geçerek Ayşet’in adını andı.
– Anlaşılan ilginç bir toplantı yapacağız, – dedi Charles Montesquieu, alaylı sözüne kulak asmadan Claudine-Alexandrine’i onayladı.
– Öyleyse kadın-erkek ilişkileri konusunu da görüşelim, – başka bir dünyadan geliyormuş gibi Marie de La Vielle de öne atıldı.
– Tamam, Claudine, ayağa kalkmışsınız, oturumunuzu yeniden başlatmayın, – Marie-Angélique, kız kardeşinin bir şeyleri beğenmemiş olduğunu fark etmişti, – hadi gidelim, öğle yemeği sizi bekliyor.
Gençler içki bulunmayan sofrada fazla oyalanmadılar, yemek üzerine birer bardak su içip sofradan kalktılar.
Gençler gittikten ve iki kız kardeş baş başa kaldıktan sonra, Marie-Angélique rahatsız olduğu şeyi söyledi:
– Bugünkü gibi, Claudine, Aisse’ye laf atma, onunla didişme diye sana kaç kez söyledim? Genç kişi büyüğü için ayağa kalksa ve saygı gösterse, doğru ve daha güzel olmaz mı? Görmedin mi, Charles Montesquieu ile François Voltaire’in, bunu kavrayıp hemen ayağa kalktıklarını? Aisse benim için ayağa kalktı diye kıskandın mı yoksa?
– Marie, o kadar da kuşkucu olma! – Claudine-Alexandrine ablasına serzenişte bulunmuş olsa da, ona iyi gözle baktı: – Aisse, saygı gereği sadece sana mı kalkıyor sanıyorsun? Ona bir bahçe korkuluğu (nısĥap) göster, onun için de ayağa kalkar…
– Claudine! – Marie-Angélique’in kızgınlığı arttı.
– Tamam, tamam, Marie… Ama bu evine getirilen Çerkes’in özü ve sözü bir değil… Başlamışken sana başka şeyler de söyleyebilirim: İçime sinmiyor, daha doğmamışken güzel ve akıllı görünmeye çalışıyor. İki yıl bekle, onun neye benzeyeceğine akıl erdirebilir misin?
– Anımsarsan, sana söylemiştim, yine söylüyorum: Senin için sorun olmayanı, sorun etme.
– Nasıl sorun etmeyeyim, aynı evde oturuyoruz, birbirimize bağlıyız.
– Bana ne anlatmak istiyorsun?
– Bilmiyorum, bir düşün… Her şey ne zaman açıklığa kavuşacak biliyor musun? Şu an İstanbul’a giden Laroche geri döndüğünde…
– Konta ilişkin benim bilmediğim bir şeyler biliyorsan benden saklama.
– Senin bilmeyip de benim sakladığım bir şey yok, – Claudine-Alexandrine ablasına güvenmiyor olsa da, gözlerinin içine bakarak konuştu ve devam etti, – Kontun, Charlotte-Elizabeth Aisse için kendi gelmeden İstanbul’dan adamlar göndermiş olmasının nedenini anlamış değilim…
– Ne adamı?
– Pierre sana söylemedi mi?
– Söylemedi… – Beklenmedik bu sevimsiz haber üzerine Marie-Angélique’in gözleri fal taşı gibi açıldı: – Arkamdan ne gibi işler çevriliyor… Bir tek ben mi kaldım güvenilmez kişi olarak? Bana yabancı bir kıza bakmamı, büyütmemi söylüyorlar, kendileri de dilediklerini yapıyorlar… – Marie-Angélique gözlerini ovdu, ardından bezle sildi ve bezi sofraya attı. – İnsan sayılmazsın, Claudine. Artık beni abla diye anma.
– Olur, Marie, üzülme, – Claudine- Alexandrine bacaklarını üst üste atmış oturuyordu, – işin sonunu öğrenemedik, geldikleri gibi gittiler. Daha da önemlisi kontun ne yaptığını bilmeden İstanbul’da bulunuyor olması…
– Biraz bilgim var, Laroche döndüğünde bize anlatır.
– Laroche’u değil, kocan Augustin’i İstanbul’a göndermeliydin.
– Niye Augustin’i göndereyim, doktor olan Augustin mi? – Marie-Angélique sesini yükseltti, ardından pişman olup yumuşattı: – Augustin’i tanımıyor musun, kıpırdayıncaya değin kıyamet kopar.
– Bunu bildiğin halde ne diye onunla evlendin? – umursamadan konuştu Claudine-Alexandrine.
– Onunla evlendim, çünkü Pierre de, sen de çocuktunuz, bir şeylerden eksik kalmanızı istememiştim… – Marie-Angélique yeniden gözlerini ovuşturdu. – Şimdi kimsenin umurunda değilim, çocuklarım yetmezmiş gibi, üstüne yabancı birini de getirip üzerime oturttular…
– Keyif ve coşku içinde, parfüm kokusu yayarak Ayşet yemek odasına koştu, gözlerini silmekte olan Marie-Angélique’i gördü, koşup kucakladı ve sordu: -Ne diye, anne, bu sevinçli günümüzde ağlıyorsun?.. Claudine, birileri annemi üzdü mü yoksa?
– Bilmiyorum, kendin sor, – Claudine-Alexandrine soğuk bir yanıt verip odadan ayrıldı.
– Anne, Claudine ile birbirinize kızdınız mı yoksa? – Ayşet Marie-Angélique’in omuzlarını okşayarak sordu.
– Hayır, Aisse, birbirimize kızmış değiliz, – Marie-Angélique yumuşak bir ifadeyle yanıt verdi, – senin için Türkiye’den elçiler gelmiş olduğu söyledi de ona üzülmüştüm.
– Marie-Angélique anne, – Ayşet gülümsedi ve daha sıkı bir biçimde kontese sarıldı, yanaklarından öptü, – o konuda üzülme, seni üzmek istemediğim için söylememiştim. Gelenler geldikleri gibi gittiler. Beni asıl üzen şey nedir, biliyor musun? Bu olayın ardından babama iki kez mektup yazdım, ama yanıt alamadım. Okulu bitirdiğim için beni kutlamaya yola çıkmış olabilir diyordum, ama Laroche’u niçin çağırdığını anlayabilmiş değilim.
– Ben de buna üzülüyorum, Aisse. Laroche’u niçin çağırdığını bilemiyorum, kont armonika (pşıne) dinlemeyi sever, İstanbul’da bir Fransız pşınavesini (müzisyenini) nereden bulsun ki, bu nedenle onu çağırmıştır diye düşünüyorum. Her elçi imrenilecek biri olamaz. Elçiler bıkkınlık içinde ülkelerini özleyen kişilere dönüşürler sonunda, deniyor, – Marie-Angélique, konta yönelik bildiği bir parça şeyi Ayşet’e anlatır gibi yaparak, kız kardeşi ile kendisi arasında patlak veren gerilimi gizledi ve şaka yollu sordu: – Peki, Aisse, yeni diktirdiğim bu kostümüm (entarim) için bir şey demiyorsun, beğenmedin mi yoksa?
– Çok güzel! Bunu söylemek için gelmiştim. Sadece ben değilim, Vieviller de beğendiler. Marie de Vishi Champony de senin için “güzel kontes” diyor.
– Peki, François Voltaire ve Charles Montesquieu ne diyor? – Kibirli kontes, güzelliğine ilişkin kızların söylediklerini yeterli bulmuyor, erkeklerin ne dediklerini de merak ediyordu.
– Adını söylediğin bu kişiler, anne, çok okuyan ve çok akıllı olan gençler, onlar da seni güzel buluyorlar, söylediklerini de ilginç karşıladılar…
– Entarim diyorum, – Marie-Angélique Ayşet’in söyleyeceklerini yarım bıraktırdı, – entarim güzel bulunmadı mı yoksa?
– Evet, anne, güzel buldular.
– Öyle tabii, Aisse, bir de benim ağladığımı söylüyorsun, gülüyorum yoksa ağlıyor değilim. Anladın mı şimdi! – Aynı anda Marie-Angélique Ayşet’e ilişkin niyetini gizleyerek sordu, Ayşet’i okşadı. – Her şey güzel olacak, küçücük kızım, üzülme.
İshak Maşbaş (Tarrihi roman, s. 260-269) (I)
***
Ayşet – 238 (s. 269 -277)
II
Bugün, öğle sonrasında İstanbul’a ulaşan sevinçli bir haber dört bir tarafa yayılmıştı. Güneş Kral XIV. Louis’nin torunu doğmuştu. Büyük elçi Charles de Ferriol de Fransız Büyük elçiliği bahçesinde bir kutlama toplantısı yapıyordu. Mızıka, darbuka sesleri ve içkili kişilerin keyifli söz ve naraları minarelerden yükselen ikindi ezanı seslerini bastırıyordu. Yakın ve uzak komşular kadınların kahkaha seslerinden rahatsız oluyorlardı.
Sarı renkli kısa pantolonu ve kısa kollu beyaz gömleği ile, Charles de Ferriol, içmekten yüzleri kırmızıya kaçmış, gömlek kenarlarından haçlar taşan kişilerle beraber, bahçedeki uzun masanın en başında oturuyordu. Uzun sofranın her iki yanında yarı çıplak kadınlar oturuyordu. Kısa bir süreliğine kendisine karılık yapması için bu ilkbaharda pazardan satın aldığı ve “Esmer” adını verdiği siyahi kadın, kontun sağında, geçtiğimiz hafta Laroche’un Paris’ten getirdiği incecik ve sarışın sevgilisi Lulu (Loulou) da kontun solunda oturuyordu. Laroche, elçiliğin fayton sürücüsü Mevlid ve kont dahil dokuz kişi idiler.
İçmemiş kadını idare etmek zordur, ama Tanrı onları sarhoş halde kimsenin karşına çıkarmasın, kral bile olsan onları idare edemezsin: Her biri diyecek ve yapacak bir şeyler buluyordu. Biri nara atıyor, diğeri kahkaha patlatıyor, bir başkası şarkı söylüyor ve dans ediyordu. İçtiği şarap Laroche’u da tutuşturmuştu, hem mızıka çalıyor, hem de şarkı söylüyordu, kırk yaşına bastığı halde ağzına içkinin damlasını almamış olan Mevlid, mızıkaya uyum sağlasa da, sağlamasa da iki dizinin arasında tuttuğu darbukayı ha bire çalıyordu. Esmer kadın ise ayağa fırlayıp iri göğüslerini dışa vurup kontu dansa kaldırmış, kontla dans ediyordu. Laroche’un sevgilisi Lulu ise ince bir tabureye çıkmış kalçalarını oynatarak dans ediyordu. Elçilik hizmetlisi, zayıf yapılı Desten ise boşalan bardaklara şarap doldurup kadınlara veriyordu, bir yandan da kaçamak gözlerle onları süzüyordu, kafayı bulmuş bazı kadınlar da Desten’e takılıyorlardı.
Ezan sesini duyunca Mevlid darbuka çalmayı bıraktı, başını kaldırıp ezan sesini dinledi, içki içenlere katılmamıştı, abdest almak için ayağa kalktı.
– Keyfimizi kaçırarak böyle nereye gidiyorsun? – diye kont Mevlid’in arkasından seslendi. – Allah-ü akbarın huzuruna çıkmaya mı? – Dindar bir Türk olmasına karşın, Mevlid, kontun incitici sözüne karşılık vermedi, gerisine de bakmadı. – Lailahe İllallah, Allah- ü Ekber diye kontun müezzinleri taklit ettiğini duyunca, Mevlid sinirlenip gerisin geri döndü:
– Susayım dedim, be imansız, neler mırıldanıyorsun böyle, sus artık! – Fayton sürücüsü bir hiddet kontun üzerine yürümek istedi, ama Desten onu engelledi, göğsüyle yana itip ezan taklidi yapan kontun yanında durdu.
– Mevlid, hele bir dur! – diyerek boynunda mızıkası ile Laroche koşup geldi. – Kont Charles de Ferriol Fransa Büyük elçisidir.
– Büyük elçi olduğunu biliyorum, Tanrı tanımadığını da, ama kim olursa olsun kendi Allah’ıma laf ettirmem! Bu İblislerin içine düşmüş olduğum için bağışla beni Allah’ım, – Mevlid sofradaki şarap küpünü kaptı, – günahlarımı bağışla, – dedi ve yere çarpıp parçaladı.
– Bravo, Mevlid! – Charles de Ferriol bağırarak, sürücüsüne el çırptı.
– Bravo ise bravo olsun, seninle işim burada bitti, – diye kestirdi, kendisine bakan kontun yanından ayrılıp sessizce bahçe kapısına doğru yürürken, kapıdan bir gürültü sesi geldi.
– Nedir bahçe kapımızdan gelen bu gürültü? – diyerek umursamaz tavırla Charles de Ferriol sordu, şarap dolu kadehini kaldırıp sözlerine eklemede bulundu: – Kutlama için gelmişlerse teşekkür ettiğimi söyleyin, başka bir amaçları varsa öğrenin, değilse ilgilenmeyin. Sen de öyle diyorsan, Mevlid, istediğin gibi olsun, ben sürücüsüz kalmam. Ama bahçe kapısına varıncaya değin bir düşün, sana bir şey demiş değilim.
– Kont, bu kişiye yüz verme, – dedi Esmer kadın Charles de Ferriol’e, – seni istemeyen ve senin de istemediğin kişiyle ne yapacaksın? Ben senin sürücün olurum. Gündüzleri sürücü olarak, geceleri de bildiğin gibi sana karılık yaparak hizmet ederim, – diye bastırarak, keyifle sözlerini tamamladı.
– Gündüzleri de isteyecek olursa? – diye haremden getirttiği, içmek ve tıkınmak dışında yaptığı bir şey olmayan kızıl suratlı tombul kadın sordu.
– Onun isteyeceği şeye her zaman hazırım, – dedi güzel giyimli Esmer kadın, fazla düşünmeden yanıt verdi.
– Ben de fayton sürücülüğü yapabilirim!.. – İnce yapılı Lulu da ayağa fırladı.
– Kafamı şişirme, – diye Esmer kadın ona kızdı, – ne yaptığını bilmiyorsun, Laroche’u memnun edebilirsen yeter, öpüp de başına koy.
– Sevgilimi memnun edemeyeceksem, ne diye beni Paris’ten İstanbul’a getirdi ki?! – kızmış halde Lulu Laroche’a döndü. – Laroche beni nasıl gördüğünü söyle bunlara!
– Bravo, Lulu! – Laroche mızıkasının tuşuna bastı.
Kont geri dönen Desten’e sordu:
– Orada ne oluyor?
– Birkaç Türk, bir de burka giymiş burun kılları taşan bir kadın bir araya gelip bahçe kapımızda gürültü çıkarmışlardı.
– Ne diyorlardı?
– Kadınlarımızın kahkaha seslerinden yakınıyorlar.
– Ben de bir şey demiyorum, İstanbul’da kadın kahkahaları duyamadığım için üzülüyordum, – kont duyduğu şeyden memnun olmamıştı ama işi şakaya vurmuştu. – Biz şimdi Fransız devlet mülkü olan bir yerdeyiz, iki ülke arasında yapılan antlaşmaya göre, biz bir Fransız toprağı üzerindeyiz, bu nedenle Güneş Kralımız 14. Louis’nin sevincini kimseye çiğnetemeyiz. Laroche sen mızıkayı çal, Desten sen de darbukayı al, siz sevdiklerime gelince, neşelenin, eğlenin, mutlu olmanız, ömrünüzün sonuna değin esenlik içinde yaşamanız için dilekte bulunuyorum, – dedi kont kadehini kaldırdı, hep birlikte “yaşasın” diye haykırdılar, kadınlar kendi aralarında içme yarışı yaptılar, kont da kadehinin son damlasına değin içti.
– Yaşlanmak istemiyorum, hep genç kalmak istiyorum! – diyerek, Lulu ayağa fırladı ve bir taburenin üzerine çıktı.
– Doldurun, – diyerek Charles de Ferriol delikanlılık taslayarak ayağa kalktı ve şarap dolu bardağını eline aldı, – Fransa’da aşıkların hep genç kalmaları dileğiyle içelim!
– Laroche armonika çalıyor, sözsüz bir makam tutturuyor, Desten de darbuka ustası değildi, ama darbukaya her sert vuruşunda ona ilgi gösteriyordu. Kont da tempo tutturuyor, ayaklarını oynatıyor, kalın parmaklarıyla masaya vuruyordu. Haremden ısmarlanan kadınlar ayakkabılarını çıkarmış, durdukları yerde zıplıyor, tiz seslerle naralar atıyor, haykırıyorlardı. Esmer kadın kendi yerli dilinde şarkıya başladığında, mızıka ve darbuka duruyor, dans ve bağırmalar kesiliyordu. Güneş batmış, vakit akşamüzeri olmuştu, Esmer kadının sesi gittikçe yükseliyor, sesi ta saraydan duyulacak gibi oluyor, meydanı çınlatıyordu. Komşuların azar seslerini, çocukların ıslıklarını, atılan ama kendilerine ulaşmayan taşların farkında değildiler.
Şimdi de bahçe kapısının çalındığını duydular, ardından alçak sesli ama kararlı bir ses duyuldu:
– Allah’ın vekili Sultan’nın yardımcı vezir için kapıyı açın! – Esmer kadın ve Lulu dışında, diğer kadınlar “vezir” sözünü işitir işitmez yerlerinden fırlayıp bahçenin değişik köşelerine kaçıştılar ve saklandılar, masada kalanlara Charles de Ferriol seslendi:
– Oturun yerli yerinizde, vezir yardımcısı kutlama için gelmişse ya da gelmemişse ben ne diyeceğimi bilirim, – yanındaki kadınlara söyledi, vezirin gelişinden kuşkulanmakla birlikte niçin geldiğine anlam veremedi, kapıdaki bekçilere seslendi: – İçeri alın.
Büyük kapı açıldığında, vezir yardımcısının at üzerinde, ardında birkaç atlıyla birlikte geldiğini gördü, kont o kişilerin iyi niyetle gelmediklerini anladı ve kurularak yerine oturdu.
– Niçin geldiğimizi söylemeden önce, Sultan’ın yardımcısı vezire saygı göstermeni beklerdik, – dedi öndeki atlı, Orhan bu sözleri Fransızcaya çevirdi.
– Benim oturduğumu kast ediyorsan, sen de at üzerindesin, seni dinliyorum, hiçbir engelle karşılaşmadan girdiğin bu yer bir Fransız toprağıdır, bunu unutma.
– O zaman sana söylemiş olayım: Kadınlarınızın Müslüman geleneğimize aykırı olan bu taşkınlıklarına bir son verin.
Charles de Ferriol’ün gözleri fal taşı gibi açıldı, sağa sola baktı, omuzları bir yükseldi, bir düştü. Gülerek içi boş kadehi kaldırdı, saklanmış kadınlara tatlı bir dille seslendi:
– Benim küçük güzellerim, neredesiniz, ateşli dudaklarınızı, güzel bakışlarınızı kimden saklıyorsunuz, kutlama günümüz için kurduğumuz soframıza buyurun. Desten, sen kadehlerimize şarap doldur, Güneş Kralımızın torunu Fransa için kutlu ve mutlu olsun, bunun için içelim, konuklarımızı da ihmal etmeyin, içmiyor olsalar da, yine içecek bir şey verin, sevincimizi bizimle paylaşsınlar, – moralleri düzelen kadınlar yeniden masaya döndüler. Kont kadehini kaldırarak herkese seslendi, – Fransa’nın Güneş Kralı Louis’nin torunu için sağlıklı ve mutlu bir yaşam dileyelim.
Kadınlar yeniden bağrıştılar ve kahkahalar atmaya başladılar, Laroche tuşlara basarak armonikayı daha yüksek bir tempoda çalmaya başladı, Esmer kadın kontun yanından kalkıp darbukayı eline aldı, Lulu’dan da daha ince yapılı, ama kalın dudaklı ve kızıl saçlı küçük kadın, taburenin üzerine çıkıp kıçını sallamaya başladı.
– Bu uygunsuzluğa bir son verin! – diye sonunda Orhan patladı.
– Sen misin, Orhan? – Henüz farkına varmış gibi Charles de Ferriol sordu. – Ben seni Fahri sanmıştım, atından in, konuk sayılmazsın… Benim Esmerim dışında istediğin kadını al, evet evet, işaret ederek, Laroche’un Lulu’sunu da sana vereyim, tadına bakarsın. Karından hala bıkmadın mı?.. A a, unutmuşum siz Müslümanların zaten dört kadın alma hakkınız var, peki ben niye bu güzellere karılık yaptırmayayım?!..
– Ne diyor bu adam? – diye sordu koca suratlı vezir yardımcısı Orhan’a.
– Bu adamın dediğine kulak asma, bir içtiğinde, bazen kendinden geçiyor, – Orhan Fransız elçisinin kötü sözlerini gizledi.
– Bu adam bir yabancı ülkenin elçisi, kendisine yasalarımızı uygulayamayız, ama insanların huzurunu ve rahatını bozan konuklarını emniyete götüreceğiz, bunu ona söyle, dedi vezir yardımcısı.
– Kadınlara parmak ucuyla dokunamazsın, emniyete de götüremezsin! – diyerek Charles de Ferriol ayağa fırladı, bahçede fener asılı direklerden birini kaptı. – Öyle bir adım atarsanız, Fransa’nın Türkiye’ye savaş açmasına neden olursunuz, isterseniz adım atın, hep birlikte havaya uçarız, barut fıçılarını görüyor musunuz, mahzende daha fazlası var, şimdi ateşliyorum, sultanın sarayı da dahil mahalleyi havaya uçururum. Fransız toprağını daha fazla atlarınıza çiğnetmeden derhal bahçemizden gidin! – kendinden geçmiş halde kont fıçılara doğru koştu…
Laroche gidenlerin arkasından ıslık çaldı, gidenlere bakan kadınlar da gülüştüler. Bir tek yaptığının farkında olan Fransa elçisi Charles de Ferriol gülmüyordu.
– Arkalarından ıslık çalmamak gerekirdi… – diyerek Laroche’u azarladı, ardından çağırdığı kadınlara döndü: – Siz de hemen gidin, kutlamamızı burada bitiriyoruz. Bugünkü ücretlerinizi Desten size ödeyecek. Kendiniz gidiniz, sizi götürecek sürücüm kalmadı… Size gerek duyduğumda ben sizi bulurum…
Ertesi sabah iki kişi gelip Charles de Ferriol’ün bahçe kapısını çaldı: Biri Osmanlı dış işleri görevlisi, diğeri de Orhan’dı.
– Sunduğum bu yazıda, Büyük elçi yirmi dört saat içinde yerine getirmen gereken bir emir yazılı. Konuğun Laroche ile kadın dostu Lulu, bu süre içinde Türkiye’yi terk etmedikleri takdirde, zorla gönderilecekler. Toprağımızın ve suyumuzun Allah adına sahibi olan Sultanımızın kararının sorgulanamayacağını bilirsin.
– Sultan’ın buyruğu böyleyse konuklarım bugün yola çıkacaklar, Charles de Ferriol’ün yanıtı kısaydı ama Orhan’a çatmadan da edemedi: – Bana iyi yardımcı oldun…
– Kendine yapmadığın hiçbir şeyi kimse sana yapmış değil, – diye Orhan da sert bir karşılık verdi.
Kötü haberi Laroche ile dostu Lulu’ya ilettiğinde, diğerlerine fırsat bırakmadan kontun Esmer kadını yerinden fırladı:
– Peki, ben ne olacağım?
– Sen kime lazımsın ki?… – diye kont kızdı, ardından hemen yumuşadı: – Sen, benim dışımda, kime ait olabilirsin ki, boş konuşma…
Charles de Ferriol’ün alzheimer hastalığı (шъхьэщых уз) geçmiyor, gün gün ilerliyordu. İşin en kötü yanı da unutkanlığı oluyordu. Bazen yaptıkları ile söyledikleri birbirini tutmuyordu, farkına vardığında da, unutkanlık nedenini sık sık kadın değiştirmekte olmasına bağlıyordu. Hastalığı başına vurduğunda , Ayşet’in kendi yanına gelmemesi nedenini anlayamıyor, kızarak mektup yazmaya kalkışıyor, her ay yola çıkacağını söylüyor, ancak İstanbul’daki koşuşturmalara daldığında, ne yazacağını unutuyor, kendine geldiğinde de, bıkıncaya değin dolaşıp duruyordu.
Charles de Ferriol, aynı düzen üzere siyah, beyaz ve sarışın kadınları değiştirerek, günlerini, ay ve yıllarını geçiriyordu. Fransız Büyük elçinin yaşamı böyleydi, birçoğunun şakalaştığı, ilginç bir olay olarak gördüğü, yarı yıl boyunca sürücülüğünü yaptırdığı Esmer kadından da sonunda bıktı ve onu azat etti: Para verip onu uzak ülkesine, Afrika’ya geri gönderdi.
Bu yıl, 1709 yılının son ayında, Paris’ten kendisine gelen bir yazı, Fransız elçi Charles de Ferriol’ün moralini daha da bozdu– aslında bu son aylarda sağlıklı değildi- durumu büsbütün kötüleşmişti: Yazıda Türkiye’deki elçilik görevinin sona erdiği bildiriliyor, Fransa’ya dönmesi isteniyordu. Kont önce bunun ne anlama geldiğini anlayamadı, şaka sandı. Unuttu gitti, üzerinden bir ay geçtikten sonra, yazıyı yeniden okuduğunda, durumun iyi olmadığını anladı. Üç ay sonra durumu daha da kötüleşti: Geri dönmemeye kalkışınca, kendi yerine atanan elçi, söz konusu karar yazısı ve ekinde Fransa Kralı XIV. Louis’nin yazısı İstanbul’a, elçilik rezidansına geldi. Ama yine durumu kabullenemedi, “Elindeki bu yazıları sen kendin yazdın, sen bir sahtekarsın, seni Sultan’a bildirip sınır dışı ettireceğim, kendisinin elçisi olarak Türkiye’de bulunduğum Güneş Kralımıza da söyleyip seni Bastil hapishanesine attıracağım, boynun vurulmadan geldiğin yere hemen dönersen kârlı çıkarsın” diyerek yeni elçiyi korkuttu, konuşmasına fırsat bile tanımadı. Peşini bırakmadı, aynı gün Marsilya’ya kalkan bir gemiye bindirdi. Kendi eliyle yolcu ettiği kişiye gülümseyerek fısıldadı:
– Seni gönderenlerin gerçek temsilcisi isen, ben bir aylığına Paris’e geleceğim, görevimi, Kralımız dışında kim söylerse söylesin, bırakmayacağımı herkese söylersin.
– Söylerim, söylerim… – Bu kişi “gerçekten kafadan sakat olmalı” dedi içinden ve tokalaşıp ayrıldı.
Paris ile İstanbul arasında yazışmalar sürerken aradan bir altı ay daha geçti, yazışmalardan elçinin hasta olduğu anlaşılınca iş uzatılmadı, 1711 yılının Ocak ayında Fransa’dan bir gemi gönderildi. Gemide Charles de Ferriol’ün kardeşi Augustin-Antoine ve yanında yeni atanan elçi vardı. Hasta elçi ayak diretmeye kalkışınca, bağlandı ve gemiye öyle bindirildi.
(Devamı var),
İshak Maşbaş, (Tarihi roman),Ayşet- 38 (s. 269-277) (II)
****
Ayşet -39 (s.278 – 288)
– III –
“Geziden dönen biri, çakıl taşı olsun yakınlarına bir şeyler getirir” dedikleri gibi bir hediye getirme fırsatı bulamadan yaka paça evine geri getirilen Charles de Ferriol’ü koşarak Ayşet karşıladı:
– Nedir, baba, nedir bu halin, böylesine umarsız ve zorla getirilme nedenin ne olabilir?
– Charlotte-Elisabeth Aisse (Ayse), biricik küçük kızım, – Kont Charles de Ferriol, başına bir şey gelmemiş gibi, duyan herkesi şaşırtacak, kardeşinin de neye yoracağını bilemediği, umulmadık bir biçimde konuştu, – evimize böyle döndüğüm için kusuruma bakma… – diye sarsılarak ve ağlayarak başını Ayşet’in omuzuna dayadı.
– Laroche, niye bekleyip duruyorsun! – Ayşet doktora sert çıktı. – Babama ilacını içirip rahatlat. – Augustin-Antoine’a da döndü: – Görmüyor musun babamın kendine geldiğini?! – Ayşet aşırıya kaçtığının farkına vardı ve sesini yükselttiği için özür diledi: – Kusuruma bakmayın… Babam yoldan yeni geldi, gereken her şeyi yapmamız gerekiyor…
– İlacın yararını görüyor musun, şimdi daha iyi misin, Charles? – Augustin-Antoine çekinerek ağabeyine sordu.
– İyiyim, Charlotte-Elizabet Aisse’nin dediğini yapın, kont…
– Elbette ilacın faydası gelir, daha iyi olur… – Marie-Angélique tatlı dil dökerek konta gülümsedi, – geldiği yer evi…
– Teşekkür ederim, kontes, beni düşündüğün için, ama konuşmamı bölme… Arjantal büyümüş, boyu da uzamış, Pon de Vel evde değil mi, Aisse. Nerede şimdi? Onu özledim, hepinizi özledim… – içi bunaldı, ama kendini tuttu. – Kız kardeşin Claudine-Alexandrine’i göremiyorum, yaşlanmış olabilir mi?..
– Ben yaşlanmadan o hiç yaşlanır mı, kont – diyerek Marie-Angélique şakalaştı ve konta moral verdi, – sen de hala çok yakışıklısın.
– Teşekkür ederim, kontes, sen de güzelliğini yitirmiş değilsin. – Kont sesini alçaltarak eklemede bulundu: – Duysunlar, kardeşim Augustin-Antoine dışında, seni herkesten üstün tutarım… Ne diye, kont, bekliyorsun… Deli olmadığım halde beni delirttiniz… – Charles de Ferriol’ün yeniden içi bulandı, oturanları sevgi dolu bir bakışla süzdü ve uşağına seslendi: – Desten, suyum hazırsa… Yorgunum, dinleneceğim…
Dış görünümüne göre değerlendirme yapan Marie-Angélique, biraz önce övdüğü Charles de Ferriol’ün sırtına baktığında, kontun yaşına göre hayli çökmüş olduğunu fark etti, Desten ile Laroche’un peşinden gitmeye kalkışan Ayşet’e seslendi:
– Aisse, o iş erkek işi, senin yapacağın bir şey yok.
– Hayır, anne, babamı yalnız bırakamam, ondan uzak duramam.
– Ben de, – Arjantal de fırladı ve Ayşet’in gerisinden yürüdü.
Karı koca odada bir başlarına kaldıklarında, Marie-Angélique içini döktü:
– Başımıza büyük bir felaket geldi, August, şimdi nasıl geçineceğiz? Ağabeyin iyileşir mi?.. Bu yabancı bacaksız kızın davranışını görmüyor musun, aramızda nasıl barınacak o? Kontun ne kadar mal ve mülkü olduğunu bilmiyoruz. Her gelen gün yaşam koşulları ağırlaşıyor, geçinemiyoruz… Küçük oğullarımızı, çok geçmeden onlara da sıra gelir, onları da yuva sahibi yapmamız gerekecek… Kont, beni çatlatmadan bir çıkış yolu göster, bir şeyler söyle?..
– Ne söylememi bekliyorsun? – Kendi derdi ile tutuşan Augustin-Antoine, umursamaz bir tutum içindeydi, ama duyduğu bu yaralayıcı söze sinirlenmişti.
– Deli olmadığın halde bana delilik taslama, kont, sorduğum şeyin yanıtını alamadım.
– Bir şey demeyeyim dedim, kontes, beni hiç anlayamayacak mısın?! Ağabeyimin durumu benden çok seni mi üzüyor?
– Üzülmesem sorar mıyım?
– Senin üzüldüğün şeyi ben çok iyi biliyorum.
– Biliyorsan, ne diye yanıt vermiyorsun?
– Bana ne yaptırmak istiyorsun? – Augustin-Antoine’ın yeşil gözleri kül rengine dönüşecek biçimde karısına bağırdı: – Bir kez olsun çeneni kapa!
Yirmi yıl üzeri birlikte yaşamışlardı, Marie-Angélique şimdiki gibi kocasının kendisine sert bağırdığına tanık olmamıştı: Gözleri fırlayacak gibi olmuştu, omuz başları dışarı taşmış, iki eli taş gibi yumruklaşmıştı.
– Evet, evet, August, canımın içi, – Marie-Angélique korkmuştu, ama yine kocasına gülümsüyordu, – anladım, zor anında sana fazla yüklenmişim, bağışla beni. Birbirimize bu kadar olsun katlanmayacak mıyız, o halde ne diye bunca yıl beraber olduk ki… Tamam, kendini yıpratma, otur hele bir, o da bir yoluna girer, bir çözüm düşünürüz…
Ağabeyini Türkiye’den getirirken karşılaştığı güçlükler yanında bu son çıkış Kont Augustin-Antoine’ı sarsmıştı, karısına sert çıkışı, karşısındakinin tatlı dil dökmesi içinde bir sıkıntı yarattı, kalkıp havalanmak üzere pencerenin önüne gitti. Marie-Angélique kocasını yumuşatmak isterken neşe içinde oğulları Arjantal içeri girdi, ama annesi ile babasının arasında soğuk şeyler yaşandığını anladı ve sordu:
– Aranızda ne geçt ki?
– Bir şey olmadı, Jan… Amcanızın hastalığı ile ilgili yapmamız gereken şeyleri konuşuyoruz.
– Öyle mi? Öyleyse size iyi bir haberim var.
– Ne gibi bir haber? – Kont haberi hemen merak etti.
– Kont Charles de Ferriol uyudu, – Arjantal uyuyanın amcası olduğunu unutmuş, adını ve soy adını bastırarak söylemişti, – Aisse okşayarak onu omuzunda uyuttu.
– Laroche’un ilacının iyi geleceğini söylemiştim… – diyerek Marie-Angélique kocası ile oğlunun peşinden yürümeye başladı.
– Anne, onu uyutan Laroche’un karma ilacı değil, Aisse.
Ayşet odaya gelenlere işaret ederek kontu uyandırmamalarını bildirdi. Arjantal’in sözlerinin doğru olduğunu gördüler: Charles de Ferriol ağır hasta değilmiş gibi Ayşet’in omuzunda uyuyor, Ayşet de onu okşuyordu. Laroche ile Desten oturuyorlar, Sophie de kapı pervazına dayanmış duruyordu.
– Böyle oturup uyuyacağına yatağa yatırsak daha rahat uyumaz mı? – diyerek, Augustin-Antoine gülümseyerek Ayşet’e baktı.
– Uyanmaz mı?.. – diye Ayşet sessizce Laroche’a sordu.
– Uyanmaz, akşama kadar uyur, – Laroche, Desten ve Augustin-Antoinen, üçü birlikte kontu yatağa yatırdılar. Ayşet de deneyimli bir hasta bakıcısı imiş gibi, kimseyi dokundurmadan yastığını düzeltti. Doktor odadakilere seslendi: – Şimdi kontu bir başına bırakalım, dinlensin.
– Hayır, hayır, ben babamın yanında kalacağım, – Ayşet duyduğu şeyden etkilenmişti, – bir başına boş odada bırakamam. Desten, sen de git, gerekirse ben seni çağırırım.
– Evet, Desten, gerek duyarsak sana sesleniriz, – Arjantal de odada kalacağını belli etti, ama annesini görünce ricada bulundu: – Anne, bugünlük okula gitmesem olmaz mı?
– Jan, – Ayşet duyduğu bu şeye şaşırarak çocuğa baktı, – iki saatlik dersi olan biri böyle konuşmaz, git, ben seni burada bekleyeceğim.
Charles de Ferriol’ün yanında bir süredir otururken, farkında olmadan çocukluğunun geçtiği Adıgey’in kıyı boyunda buldu kendini. Dingin ve esenlik saçan bulutların altında, Karadeniz’in yumuşak dalgaları küçük çakıl taşlarını kumsala sürüyordu. Yaz güneşi güne uyumlu olarak dağ sırtından doğuyordu. Ayşet değişik görünümlü taşları arıyor, bulduklarını annesine gösteriyor, beğenmediklerini denize atıyordu. Türk balıkçı da kendisine gülümsüyor, kaçamak bakışlar yöneltiyor, kıyı boyunca ilerliyordu. Öte tarafta, dağ eteğinde gençler at koşturuyorlardı. Kıyıdan açılarak yüzmekte olan küçük kızı, büyük annesi bağırarak uyarıyordu. Kızamık olduğunda, bütün bir ailenin baş ucunda oturmuş olduğunu… Babası yaralı olarak savaştan döndüğünde, ölürse diye korkup ağladığını, büyük annesinin anlattığı masalları, öğütleri bir bir anımsıyordu…
Charles de Ferriol’ün inildeyip gövdesini döndürmesi, sırtını çevirmesi üzerine Ayşet düş dünyasından uyandı. Konta dikkatle baktı, yere düşmüş olan yorganını üstüne örttü, yerine oturduktan sonra, düş dünyasından gelen anılarının tatlı ve acı yanların düşündü ve kendisine sordu: – “Ne diye o şeyleri anımsadım ki?.. Anılarımı kimseye söylemem… Jan’a mı söylesem? Memleketime dönersem diye kaygılanıyor, sıkıntı içine atmış olurum onu, ben de sıkıntı içine düşmüş olurum. Hey, hey, küçük aptal, farkında değilsin, bu dünyada kimin kaldı ki? Bu hasta babam konusunda sana ve Pon de Vel dışında kime güvenebilirim ki… Ey Ulu Tanrım, babamı bir an önce iyileştir, babam ve iki kardeşim benim her şeyim, mutluluk kaynaklarım… – Ayşet ilkin başına geleni anlayamadı ve korktu, ardından durumu anladı ve haç çıkarmaya başladı: – Bağışla beni Ulu Tanrım, içine düştüğüm bu yabancı kişiler arasında senden başka beni koruyacak biri yok, bazen içinden geldiğim Adıgelerin Tanrısını anımsadığım da oluyor, iki Tanrıya birden inanmanın doğru olmadığını anlıyorum, Pierre ile Jeanette-Nicole de öyle dediler, bana kızma. Sıkıldığımda öyle oluyorum… Öyle olmayacağım dersem sana yalan söylemiş olurum, beni bağışla… Sana bu itirafı yapıyorum, biricik Allah’ım… Bunu söyleyeceğime ölsem daha iyi olur. Ama ruhları, tövbe etmeyenleri de iyileştiren sen değil misin ?.. Hayır, hayır, kendime bunu yapacağıma, ne denli zor olursa olsun bana yüklediğin bu yükü taşırım… “ – Ayşet kımıldarsa göz yaşlarının dökülmesinden korkuyordu, yine kontun uyuyor olmasına sevindi, gülümsedi ve kendi kendisine sordu: – Büyük annem Çabe ne derdi? “Fare Müslüman olduğunda, Müslüman nüfus artmadı, Hıristiyanlar da azalmadılar”. Bu sözler benim gibi biri için söylenmiş olmalı… “
Diğer odada Marie-Angélique ile Augustin-Antoine, Charles de Ferriol sorununu tartışıyor, birbirlerini yiyor ve yine barışıyorlardı. Her ikisi de sertti. Ne yapılabilir, biri kontun kardeşi, diğeri de yengesi. İyileşmesini bekliyorlar, ama karşılarında ne gibi bir gelecek bulunduğunu bilmiyorlardı.
– Kontes, canımın içi, – Augustin-Antoine daha fazla dayanamadı, konuşmaya başladı, – kaygılandığın şeyi anlıyorum, beni bir dinle. Görüyorsun, Charles evine döner dönmez kendine geldi, umudunu kesme, çalışamayacak olsa da, bakımı bize sorun olmaz, mal mülk lafını etmeyelim, böyle şeyler konuşmayalım. Kont benim ağabeyim, senin de çocuklarının yabancısı değil. Yatalak düşse bile, yeterince malı ve mülkü var, sokakta kalmaz.
– Evet, öyle August, – mal mülk sözünü işitince, Marie-Angélique kocasına katıldı, – Zavallı ağabeyinin yoksul biri olmadığını biliyoruz, ama başına bir şey gelmeden önce, nesi var, nesi yok öğrensek iyi olur. Bana, sana değil, ama çocuklarımız için bu şeye gerek var.
– Kontes! – Mülk lafı yine Augustin-Antoine’ın tepesini attırdı. – Konuşmamızı burada keselim, zorlu bir yolculuk yaptım, biraz dinleneyim. Charles’ın hiçbir şeyi olmasa bile ben varım, ölürsem benimle birlikte o da ölür, yaşarsam benimle birlikte yaşar.
– Evet öyle, August, ne yaparsın ağabeyin, – Marie-Angélique okşayıcı sözlerle kocasına yeniden sordu:
– Öyle ama, kont, o kurnaz yabancı kızı ne diye evde tutalım ki? Ona harcayacağımız paranın haddi hesabını biliyor musun?
– Biliyorum, – dedi Augustin-Antoine odadan çıkarken gerisine bakarak,- Senin için harcanan paradan fazla olmaz…
– Bak hele… – dedi Marie-Angélique, kont odadan çıkana dek kendini tuttu, kapıdan çıkınca arkasından söylendi, – cin çarpmış gibi bu kambur herif neler söylüyor!.. – “Kızmakla çıplak kalmak aynı şey” diyor, bu benim temizlik budalam bana akıl vermeye kalkışıyor. Kardeşimle kız kardeşimi büyütene dek sana katlanmış olmam yetmez mi, salak herif!.. Şimdi iki kardeş başıma sardığınız bu yabanıl Çerkes kızına beni yem yapma peşindesiniz… Başınıza geleceği bekleyip durun bakalım!.. – Zile basıp hizmetçi kızı çağırdı: – Laroche, doktor nerede? Hemen bana getir.
Laroche, yorgun argın odaya koştu. Kızdığını belli etmeden, gülümseyerek Marie-Angélique’in gözleriyle işaret ettiği tabureye ilişti, kontes de yalancıktan yumuşak bir çıkış yaptı.
– Yoruldunuz, Laroche, yoruldunuz, gün boyunca ayakta kaldınız, – asıl niyetini uzaklardan dolandırarak, konuşmasına başlamıştı, – Zavallı Kont Augustin-Antoine da çok yoruldu, uzak bir yoldan döndü, tek derdi zavallı ağabeyi, sen ve ben ne yapabilirdik, dinlensin diye odasına gönderdik. Kontun durumu nedir? Sonu ne olur? – Ayşet’in adını anmadan sözüne devam etti. – Yaramaz Aisse’den söz ediyorum tabii, acıktım falan da demiyor.
– Kont uyuyor, Aisse başından ayrılmıyor, yelpazeleyip, serinletip oturuyor.
– Elbette oturur, serinletir de, bunu babasına yapmayacak da kime yapacak? – dedikten sonra, tatlı bir dille yine sordu: – Zavallı konta üzülüyorum, iyileşebilir mi? Durumunu eksiksiz bana anlatmanı bekliyorum. Sen ve ben, Laroche, daha önce söylemiştim, yine söylüyorum, aramızda gizli saklı bir şeyler olmasın istiyorum. Evimizdeki huzur ve barış buna bağlı. Doktor, seni dinliyorum.
– Aramızda gizli saklı olmadığını, kontes, uzun yıllardan beri biliyor ve sınamış bulunuyoruz. Bunu artık tartışmayalım. Ardından kontun durumunun nereye gideceğini hepimizden önce Tanrı bilir. Üçüncüsü…
– Doktor, – diyerek, soru sorup oturmakta olan Marie-Angélique sesini alçaltarak Laroche’un konuşmasını kesti, – ilki-üçüncüsü demiyorum, öğrenmek istediğim bunlar değil, kısa yoldan sorduğum soruya yanıt ver.
– Öyle diyorsan, kontes, – kendisine kaba davranılmasından hoşnut olmadıysa da Laroche, sözü edilen hastalığın kendi branşına girmediğini belirtti, – Kont Charles de Ferriol’ün geri getirilme nedeni olan hastalık benim iyi bildiğim hastalıklardan biri değil, bunu senden gizleyemem: Kötüleşmese bile, iyileşme umudu yok. Bağışla beni, bilmediğin bir şeyi de belirteyim, bazen hiç hasta değilmiş gibi olur, bazen de ne yaptığını ve ne dediğini bilemez olur.
– Yandım desene!.. – Marie-Angélique, keyfi kaçmış halde doktora baktı. – Böyle bir hastayı evde nasıl zapt ederiz?..
– Umalım, gürültü patırtı çıkarmasın… – Laroche en kötüsünü sözlerine ekledi, – Kendinde olmayan kişi çok şeye yeltenir, idaresi zor olur. Bir tek Desten ile zapt edilemez, çok kötüleştiğinde, bir iki kişi daha gerekir.
– Kötüleşmezse?
– Kötüleşmezse, bir yere gözlerini dikmiş olarak gün boyunca oturup durur. Ayrıca ona kızmaya, alay etmeye ve dalga geçmeye gelmez. Görmüyor musun Charlotte-Eizabeth-Aisse’nin güzel davranışı sonucu nasıl kendine geldiğini?
– Gördüm, şaşırıp kaldım… – Kontes üzülmüş gibi mendiliyle gözlerini sildi, – tatlı dilin başarmayacağı şey yoktur dememişler boşuna. Tamam, doktor, talihsiz kontun durumunu kötüye yormayalım, Tanrı ne dediyse o olur. Ama her zamanki sözümü tekrarlamadan edemeyeceğim: Erkek vaktinde evlenmeli. Bugün yarın diyerek, kont, kadınlara kendini yedirdi, yıllarını tüketti. Şimdi başına geleni hep birlikte görüyoruz… Artık bu halde, ona kim bakar ki?..
Bir dönemler Marie-Angélique’in gurur kaynağı olan yeşil gözleri parıldadı: “Bu yaşlı halimle çökmüş konta dil dökerek, onu idare ederek nasıl yaşayabilirim şimdi?.. Bu büyük evin tüm yükü benim omuzlarımda, üretmeyip tüketen ev halkını nasıl geçindiririm ben? Onca kişi yetmiyormuş gibi, bir de bu Çerkes kızını da bana getirdiler… Güveneceğim bir kocam mı var benim? Ya onun bana dediği… Nereden aramıza düştüğü belirsiz bu uğursuz kız için “Sana harcadığımdan fazlasını harcamaz” dedi bana. Dediğini yapan biri. Ferriol’ler işte böyle kişiler. Kendisi Dauphiné’ye gidecek, kardeşini ve evi benim başıma yıkacak… Öyle yapacaksa, sırtıma yüklenen kontun mirasına da sahip çıksa ya, kendisine düşecek evin yarısını ve tarlaları bizim üzerimize yazdırsa ya, ben bu delirmiş adamın yapacağı şeyleri nereden bileyim!.. Bir de üç hasta bakıcının yükünü bana yükleyecekler… Hayır derseniz başka bir yol araştırırım… En kolayı bu olur, bu uzun boyunlu doktoru hoş tutarsam, gereğini yapar.
– Sana sorayım diyorum, Laroche, ama hep unutuyorum, – hileli, dolandırıcı planlar yaptığını gizleyerek ve dost bir tutum takınarak, doktora sordu, – akıl sağlığı yerinde olmayanların kaldığı, bakıldığı bir yer Paris’te yok mu? Düşünme, düşünme, sana sorduğum şeyden farklı bir anlam da çıkarma, -dedi ve hemen eklemede bulundu.
– Sana akıl verecek, seni kınayacak değilim, kontes, beni kaygılandıracak bir şey söylemiş de değilsin, – “hastalığın derecesini” içinden geçirerek Laroche, sözlerini sürdürdü, – ben bir hekimim, kontun durumunu tehlikeli olacak düzeyde görmüyorum. Sözünü ettiğin hastane, bakım evi gibi şeyleri olmayan ülke ve kent yoktur. Bu hastalık özel bir hastalık değil, birçok kişide görülen ve o kişilerle birlikte yok olup giden bir hastalık. Paris’te “Bisert” adlı böyle bir hastane var, birkaç hastane daha var, ama Bisert en donanımlısı.
– Öyle mi?.. İnşallah o durumlara düşmeyiz, ama ne olacağını da bilemeyiz.
“Öyle, ben senin ne olduğunu çok iyi biliyorum… -dedi Laroche içinden gülümseyerek. – Biliyor, bilmiyor olabilirsin, ama o hastanelerin adını çoktan öğrenmiş olmalısın. Söyleyemiyorsun ama başka şeyler de düşünüyor olmalısın, daha önceleri olduğu gibi artık sana yararı olmayacak şeyler yaptırmam…”
– Evet, Marie-Angélique, evet, – Laroche şimdi içinden gelerek kontese adıyla seslendi, – Üzüldüğün şeyleri çözmeye çalışmak, çözebileceğine inanıyorsan, sorun olmaz, ben de bir doktorum, o konuda bana bir görev düşecek olursa elimden geldiğince sana yardımcı olurum. Bunu Charles de Ferriol gibi iyi kalpli biri için yapmayacaksak kimin için yapacağız…
Ayşet adeta sevinçten uçarak içeriye, yanlarına koştu:
– Marie-Angélique anne, Laroche, babam uyandı, kendi kendine giyindi, acıkmış, yemek diyor!
– Öyle mi?… – Sevinmiş mi, sevinmemiş mi belli olmayacak biçimde Marie-Angélique ayağa fırladı, – Hemen, nerede baban, Aisse? – Nasıl dediğini bilmeden “baban” dedi Ayşet’e.
– Papa (baba) yemekhaneye indi, – “baban” denmiş olmasını umursamadan, bu şeye alışıkmış gibi yanıt verdi, – Sen otur, anne, yorulma, sadece doktor Laroche’u görse yeter. Ben şimdi babamı doyurup gelirim. Evet, evet, anne, senli benli konuştuk, iyileşti artık.
– Bu yıl bundan daha sevindirici bir haber duymadım, – diyerek Marie-Angélique ayakta duruyordu, – August-Antoine’a da haber verin, sevindirin.
– Bir dakika, bir dakika, böyle diyerek konta yüklenmeyelim, onu rahatsız etmeyelim, iyi olmaz, – dedi doktor odadan ayrılırken arkasına bakıp.
(Devamı gelecek) (278-288)