Kadınların dünya görüşleri ve aşk anlayışları farklı olur. Bazıları aşk yaşamını daha da zenginleştirmek, bu yaşam tarzını kendi yaşamlarına katarak çoğaltmak üzere aileler oluşturur, zorluklarla boğuşarak mutluluklarını sürdürmek isterler. Bazıları da kocaya vardıklarında, umdukları mutluluğu bekleyerek, karı-koca didişerek ve çoluk çocuk diyerek aileyi yaşatmaya uğraşırlar. Üçüncü kesim de, beklediğini bulamadığında, odaya dalıp kaçan minik kuşlar gibi, kendilerini kapı pencere demeden evden dışarı atarlar.
Dördüncü- beşinci kesimlere gelirsek?.. Onlar da Kont Charles de Ferriole’ün yaşamını andırır, kadın, erkek telaşına girmeden ve gerilerine bakmadan yollarına devam ederler. Rast gelmemişse bilemeyeceğin, başına gelmemişse hiç karşılaşmayacağın örnekler de yaşanabilir. Kişi yaşamındaki bu tür farklılıklar olmasaydı, sevinç, zorluk, birbirini anlama ya da anlayamama gibi durumlar oluşmaz, bu dünyaya geçici, ölümlü dünya denmezdi. Dünyanın farklı farklı kesimlere ayrıldığı gibi insanlar da farklı farklıdır.
Kralın özel hekimi ile konuştuktan sonra, Ayşet de kontun iyileşmesi umudu kalmamıştı.
Pon de Vel ile Arjantal Ayşet’e karşı iyi idiler. Sophie dışında, onlar da konta ellerinden gelen desteği yapıyor, Jeanette-Nicole’ün de hastanın durumunu sormadığı gün çıkmıyordu. Maria-Angelica’nın da konta kötü davrandığı söylenemezdi. Bazen sesini yükseltiyor olsa da, baba annesinin “inek ayağı buzağısını ezmez” dediği gibi buna katlanıyordu. Claudine-Alexandrina’nın “her gün daha da mı güzelleşiyorsun” diye laf atmaları dışında kötü biri olduğu söylenemezdi. Kız arkadaşları de Paraber ve du Deffant markizler? Ya François Voltaire? Charles Montesqieu?..
Ayşet yalnız kaldığında, kendini kınıyordu, kendisine iyilik eden Kont Charles de Ferriole’nin başına geleni, kendi başından geçenlerle karşılaştırdığında, içine düştüğü zor durumu kınamaktan geri kalmıyordu. Böyle bir zor durumla baş başa kaldığında, “ben ne yapacağım, geleceğim ne olacak” diyor, Fransızca ve Çerkesçe Tanrıya soruyor, yakarıyor, istavroz çıkarıyor, kendini tutamıyor ve gözyaşları içinde derdini ona anlatıyordu.
İçini boşaltıp kendine geldiğinde, Ayşet kendini sorguluyordu: “Ben kimim?.. Ben bir Fransız mıyım yoksa bir Adıge miyim?.. Bir zamanlar Adıge (Çerkes) idiydim de şimdi Fransız mı olmuşum?.. Her iki dine de bağlı olmam nedeniyle mi bu durum başıma geliyor?… Öyle ama, küçüklüğümde, kendi ülkemde iken sadece Müslümanlık dinine bağlıydım, annem, babam ve büyük annem sadece o dini kabul ediyorlardı, o dine içten bağlıydık, yine de zorluklardan kurtulamadık. Kötülüğü Müslüman dininden kişiler yaptılar. Türk idiler, ama içlerinde Adıge insan avcıları da var. İşin ilginç yanı, Adıgeler ve beni çalan Türkler, şimdi dil ve din yönünden aralarında yer aldığım Fransızlar değişik insan topluluklarıdır. Dilleri ve dinleri farklı da olsa, acıma duygusu olanlar, zalimler, dikkatli ve dikkatsiz olanlar, kıskanç ve boş vermiş kişiler hepsinde de var. Fransızlar İspanyolları alaya alırlar, İngilizlerle Fransızlar ebedi düşmandırlar, birbirlerini çekemezler, Fransızlar Katolik dinini unutmuş durumdalar, İtalyanların tez canlılığı ile alay ediyorlar, Almanlar acayip dilliler, Avusturyalılar ile Polonyalıları takmıyorlar, kar ülkesinde yaşayan Ruslara da ayı diyorlar. Bunların hepsi farklı Hıristiyan dinlerine inanan insanlar. Uzak Doğu insanları Budizme (Budacılığa) inanıyorlar. Ne diye dünya böyle bölünmüş?.. Kendimi kınasam bile, onlardan kim beni duyar, kim farklılığımı anlar ve bana hak verir?!.”
Sıkıntı içindeki Ayşet, sorularına yanıt verecek birisi gelmiş gibi düşüncelerinden sıyrılıp odasını gözden geçirdi, dinledi, ardından istavroz çıkarıp Tanrı resminin karşısına geçip dizüstü çöktü: “Bağışla beni, Azize Meryem. Duyduğun şeyleri kötülük olsun diyerek söylemedim. Sıkıntılı durumlarımda beynimde oluşan olumsuz duygular nedeniyle söyledim, beni affet. Böylesine düşünceleri terk edemeyeceğimi, küçüklüğümde bana benimsetilen İslam dinini unutamayacağımı da senden gizlemiyorum, bağışla beni, merhametini benden esirgeme. Bana ne denli bir ömür biçilmiş olursa olsun, ne denli bir Fransız kadını olacak olursam olayım, Adıge-Çerkes olduğumu da yadsıyamam…”
Ayşet odaya giren kişiye yüzünü dönmedi, Maria-Angelica’nın yan tarafına geçtiğini gördü. Kontes, gözyaşları içinde duasını tamamlayan Ayşet’i teselli etti:
– Evet, Aisse, ağlamışsın… Biz de ötelerde kont uyuyor mu, sen de dinleniyor musun diye bekliyor, nefes almaksızın oturuyorduk… Gel de yanıma otur, kontun güzel ve endamlı bir kız olduğunu göreceği bu günlerde zor durumlara düştük. Tamam, kendini tüketme, perişan etme – Maria-Angelica Ayşet’i yanına oturttu ve başını okşadı, – başkalarının başına gelmeyen bir şey bizim başımıza gelmiş değil. Kont, böyle aramızda oturacak ve bizimle geçinecek ise sorun yok… – Ayşet başını hemen Maria-Angelica’nın omuzundan kaldırınca kontes bunun nedenini anlayamadı ve sordu: – Aisse, ne oldu ki?.. – Ayşet’in daha dikkatli kendisine baktığını gören kontes, daha tiz bir sesle sordu. – Niye gözlerini bana diktin, olmayacak bir şey mi söylemişim?!
– Bana ne dediğini sen benden daha iyi bilirsin, kontes, – Ayşet üzüntü içinde kontese yanıt verdi, – Peki, babam aramızda barınamayacaksa onu nereye götüreceğiz?!.
– Bunu mu söylemek istiyorsun?.. Evet, evet, sıkıntı içinde isen, gereksiz konuşmamanın daha iyi olacağını şimdi anladım… Zavallı kontu hangi uğursuz yere götürebiliriz ki?.. Tanrının bize yüklediği bu yükü çekeceğiz… – Başörtüsünün köşesiyle gözlerini siler gibi yapıp yakındı. – Aisse, güzel kızım, isteyip de elde edemediğim kız çocuğum yerine Tanrı seni bana gönderdi, seni seviyorum. İstersen başka şey de söyleyeyim: Seni kız kardeşim Claudine’den daha çok seviyorum. Diğer iki çocuğum ise? Onların seni benden daha fazla sevdiklerini görüyorum, gizlemiyorum, bu nedenle onları azarladığım bile oluyor… Sense “kontes” diyor, gözlerini bana karşı şişiriyor, kötü kötü bakıyorsun…
– Maria-Angelica anne, beni bağışla,- Ayşet koca gövdeli kadını kendine doğru çekti ve göğsüne bastırdı, – ben de üzüntülerim nedeniyle boş bulundum, yoksa sana karşı bir sözüm yok.
– Evet, evet, küçük kızım, sen ve ben birbirimizi anlamayacak, birbirimizi kollamayacaksak kimi kollayacağız, sana söylediğim gibi, Claudine’in güzelliği ve kitaplar yazması dışında önemli bir yanı yok. Jeanette-Nicole, zengin sevgili peşindeki Paraber, Deffane gibi markizlere, büyük mülkü olan yeni yetmelere özenme ve onların tuzaklarına düşme. Beni dinlersen ne yapman gerekeceğini ben sana söyleyeyim. Sana bakıyorum, güzelsin, endamlısın ve akıllısın. Niçin tüm Paris’in en imrendiği bir kadın olmayasın? Bunun için biraz zaman gerekiyor, biraz sabret ve bana güven. Claudine beni dinlemiş olsaydı, bu haller başına gelmeyecek, mal mülk içinde yüzüyor olacak, bizi de hiçbir şeye gereksinim duyurmadan, bolluk içinde yaşatıp gününü gün edecekti.
– Maria-Angelica anne… – Kontes Ayşet’in sözünü kesti.
– Aisse, ne diyeceğini biliyorum… – Maria-Angelica yine ağlamaklı gibi gözlerini ovuşturdu, – Claudine güzel, görgülü bir kız, ben söylemesem de bilirsin, yorulmadan sizinle birlikte zaman tüketiyor. Ama gereksiz işler peşinde, kendini düşünmüyor, evlenme yaşını kaçırıyor. Kardinal Dubois kendisi ile ilgilenince dul ve yaşlı diye reddetti. Öyle olduğu da iyi oldu aslında, kardinal içine kapanık ve cimrinin biri. Harcadığın her kuruşun hesabını soracak, evlendiğinde bunu çok görecek ve sana sıkıntılı günler yaşatacaktır…
– Cimri kişileri, anne, erkek ya da kadın olsunlar hiç sevmem, – dedi Ayşet. – Babam öyle değil, eli açık, acıma ve yardım etme yanı olan biri.
– Ben de öyleyim, – Maria-Angelica kendini övdü. – Ama elin biraz sıkı olmazsa mal biriktiremezsin, aksi takdirde Claudine’in yaptığı gibi öylelerini kaçırırsan havanı alırsın. Büyük Kurultay (Zexesığo yın) danışmanı La Fresne mülksüz biri mi? Onun bir araya getirdiği mülk, birikim bizim gibi on Ferriole ailesini ebedi geçindirir diyorlar. Claudine’i o konuda yönlendirmeye çalışıyorum, ama beğenmiyor, bir türlü onu kabul ettiremiyorum.
– İyi yapıyor, – diye Ayşet mırıldandı.
– Niçin?! – Maria-Angelica beklemediği bu durum karşısında sinirlendi.
– Öyle anne, La Fresne diyorsun, görmüyor musun burnunun kaşık sapı gibi ince ve çok çirkin biri olduğunu?
– Sen de sevgili ayırmaya başlamış birimisin yoksa, bilemiyorum.
– Anne, ben henüz öyle şeylere, o yaşa ulaşmış biri değilim, – Ayşet kontesin sözünü kesti ve üzüldüğü şeyi sözlerine ekledi, – en önemli şey babamın sağlığı.
– O şeyden, Aisse, ben de endişe ediyorum… – Maria-Angelica konuyu hemen değiştirdi ve devam etti. – Onun kanından gelmiş olmasan da, kont, gerçek bir babanın yapmayacağı iyilikleri senin için yaptı, ben de senin için az şey yapmış değilim, bizi anlamış olmana seviniyorum. Yuvadaki yavru kuş, ana ve babasına gereksinim duymadan kanatlarını çalıştırmayı ve yuvadan uçmayı öğrenir. Ama uçma aşamasında ana babası ona göz kulak olur. Evet, Aisse, ben de o şeyi düşünmüyor değilim, söylediğim gibi, ilk adımı atacağında beni dinlersen, seni uzun bir mutluluk ve zenginlik içine götürecek yolları gösteririm ve seni asla yanıltmam. O kadar da kendini yiyip bitirme. Auguste-Antoin’ın dediği gibi, Tanrı yazmışsa o da olur ve biz de kabulleniriz. Orlean Dükü’nün sana gönderdiği hekim Silva Jean-Batiste’in ilaçları umarım şifa olur, namaz kılması artık bizi kaygılandırmıyor, evde bağırarak şarkı da söylemiyor. Dr. Jean-Baptiste de, Laroche gibi iki yüzlünün biri, ona aldanma, sakın yüz verme. Kendi zavallılığının farkında olmayan kişi her zaman güzel kadınlara göz diker, dikkatli ol.
– Anne!.. – Ayşet yeniden kontese iyice sarıldı. – Öyle şeyler söylemeni istemiyorum, bana böyle şeyler söyleme.
– Peki, peki, kızım, sana layık olmayanların sözünü sana etmem, – Maria-Angelica işi şakaya vurdurarak Ayşet’i rahatlattı, kendi içinden geçeni ona açıkladı: Orlean Dükü seni beğenirse ne yapacaksın?.. Fransa’nın en güzel kadınları, kim bilir, dikkatini bir çekebilsek diye çırpınıyorlardır. Sadece onlar değil, evli şık hanımlar, asla kuşku duymayacağın tek aşk diyenlerin rüyalarını da o süslüyor… Hele, Aisse, sözümü tamamlayayım. Sen de ben de öyle şeyler yapamayız, şimdiye değin erkek ve kadınların yapmadığı bir şeyi ikimiz yapalım demiyorum…
İki ay boyunca Ayşet’in anlayamadığı şeyleri, Maria-Angelica’nın söylediği şeyleri, şimdi Ayşet’i yavaş yavaş düşündürmeye başlamıştı: “Hele, hele… Kontesin söylediği şeylerle Orlean Dükünün gönderdiği selamlar arasında bir bağ, bir ilişki olmalı diye aklında bir kuşku doğdu… Ne diye bu ikisi, kontes ile doktoru birlikte dükü bana durmadan övüyorlar, bunun nedeni ne olabilir? Dük olduğu için mi? Aralıksız yeme-içme, zevk sefa peşinde Paris’te gezip tozan biri o. Bu övdüğü kişinin bana durmadan selam yolladığını söylesem mi? Bunların o konuda bir düşündükleri olmalı… Claudine bunu biliyor olabilir mi?…”
– Charlotte-Eizabeth Aisse, nerede kaldın, ne dediğimi dinlemiyorsun… – Kontes Maria-Angelica Ayşet’e çıkıştığında, Kont Charles de Ferriole giyinik halde oda kapısında belirdi.
Gümüş bastonu sol omuzuna asılı kont odanın ortasında dikildi, gördüklerine ilgi duyarak ve kendisine de saygı göstererek sordu:
– Niye böyle azsınız, ikiniz dışında haremimde başka kişi yok mu?
– Baba… Ayşet ayağa fırlayıp kontun yanına koştu: – Biziz, Maria-Angelica anne ile ben, ikimiziz, bizi tanıyamadın mı?
– Tanımaz mıyım!.. – Charles de Ferriole kendine gelmiş olmasına sevinerek bir haykırdı ve kendi kendisine kızdı: – Bazen silindir şapkamı giydiğimi unuttuğum durumlar oluyor. – Biraz oturdu, hastalık sonrası, adeti olduğu üzere, kendine ve hastalığına değer biçti: – Bütün bu sorunlar, Fransa için katlandığım onca zahmetin bir sonucu… Niye oturuyorsunuz? Jeanette-Nicole ile Başpiskopos Pierre’in gelme vakti.
– Baba, onlar bugün değil, yarın gelecekler.
– Yarın mı tiyatroya gideceğiz? – Kont, giyinmiş olmasından pişman halde sordu ve güldü – Güzel giyinmiştim… Bu gümüş bastonu anımsıyor musun, Aisse? Bunu Jeanette-Nicole satın almıştı, ama onu benim için sen seçmiştin.
– Beğeniyor musun, baba?
– Bundan daha sevdiğim bastonum hiç olmadı, her gören imreniyor. Evet öyle… -Kont ağır bir iç çekti. – bu da geçmiş bir dönemin anısı. Yarınki bastonlar yarına göre, daha güzel olacaklardır, ama bunu bana alanların anısına bu gümüş bastonu değiştirmeyeceğim. Kontes, François Voltaire’in iyi bir piyes yazabileceğini düşünüyor musun?.. Sahneleyen de Kont Arjantal de Ferriole değil mi?
– Bilemiyorum, kont…
– Niye, Maria-Angelica anne, niye bilemiyorsun?! – görmediği temsili Ayşet savundu. Arjantal ve Pierre ilk temsili izlediler, ilgi çekici buldular.
– Doğrusu bilemiyorum… Bunlar iyi piyes yazabilir, doğru bir sahne uyarlaması yapabilirler mi?.. Voltaire durmadan bir şeyler bulur, piyese “Oidipus” adını verdiğini de bilmiyorumdum.
– Oidipus, kral ismi.
– Kral ismi tabii, – diyerek işin farkındaymış gibi yapıp Maria-Angelica bir iç çekti, – Kral naibi Orlean Dükü beğenmiş olabilir mi diye söylüyorum.
– Kafa ütüleyen Orlean sorun değil, kontes, evet, evet, öyle korkulu gözlerle bana bakmayın, – kendi kötü bilinen kişinin adınının gerisindekini Charles de Ferriole açıkladı: – O kafa ütüleyici Orlean dükü sorun değil, hepsinden daha önemli olanı, yaşlı Jean-Baptiste Molière, eğer yaşıyor olsaydı, onun temsil için söyleyeceği şey önem taşırdı. Ne olursa olsun, piyesi yazan François Marie Arouet Voltaire, oyunu sahneleyen Pon de Vel de Ferriole kardeşlerime “bravo” diyorum. Öyle, kontes, Kont Ferriole’lerin gelini, Guerin de Tencin’lerin kızı, biz yaşlanıyoruz, akıllı gençlerimiz yeni dönemde yeni görevler yükleniyorlar.
– İkimiz de yaşlanmışız diye, kont, gereksiz şeyler söylemeyelim, – diyerek işi şakaya vurdurdu ve kendini övdü: – Kont, yarın akşam kızların seni nasıl karşıladıklarını görürsün, yarın akşam erkeklerin de benim etrafımda pervane olup nasıl döndüklerini…
– Bakarız, kontes, bakarız… – diyerek Charles de Ferriole gülümsedi.
İshak Maşbaş
(Devamı var)
(s. 314-322)
Tüm ifadeler:
Ergün Güldal, Selim Koçer ve 21 diğer kişi