Murat Özden’in Yeni Kitabı ‘Üçüncü Sürgün – Gönen Manyas Çerkes Sürgünü’

Murat Özden’in “Üçüncü Sürgün, Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü” adlı yeni kitabı ‘Papirus yayınları” tarafından yayımlandı.

Murat Özden’in “Üçüncü Sürgün, Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü” adlı yeni kitabı ‘Papirus yayınları” arasında yayımlandı (2020, 119 sayfa). Kitabın yayımı öncesinde Sayın Özden’e, söz konusu sürgüne ilişkin bir bilgilendirmede bulunmuştum: 1990’lı yıllarda Gönen Dereköy’de, kayın validemin yanına  gidip yazları birkaç günlüğüne kaldığım oluyorduLevattin Amca denen  yaşlı bir komşumuz vardı. 87 yaşında ve Vıbıh idi. Yazları köye geliyor, eski tip saz damlıdıbzık’eli (sundurmalı) ve sütunlu evinde eşiyle birlikte kalıyor, kışları da İstanbul’a, çocuklarının yanına dönüyordu. Kendisiyle bir iki selamlaşma ve konuşmuşluğum oldu. 1923 yılı sürgününe gidenlerden biriydi. Sürgün sırasında 20 yaşından küçük olmalıydı. Öyle ürkmüş ya da korkmuş bir hali de yoktu. Korkmuş olanlar, sanırım kadınlar olabilir. Levattin Amcaya sürgünün nedenini sordum. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir yanıt vermişti. 

Çerkes Ethem’in Yunan’a kaçan taraftarları Midilli Adası’nda toplandılar, Mustafa Kemal’i (Atatürk) devirmek için teşkilat kurdular. Edremit taraflarından silahlı olarak karaya çıkmayı kararlaştırdılar. Ama içlerinde Mustafa Kemal’in casusu da vardı. Haber verdi, bunun üzerine hükümet kıyıda tertibat al, karaya çıkanlar pusuya düşürülüp öldürüldü, ancak bazıları çemberi yarıp kaçmayı başardılar. Bu kişiler Gönen ve Manyas’takÇerkes köylerindeki akraba ve tanıdık evlerde saklandılar. Hükümet, kaçan kişilerin sayısını ve kim olduklarını bilmiyordu. Sadece Çerkes köylerinde saklandıklarını haber almıştı. Bu nedenle, yöredeki  Çerkes köylerini  kaldırma  kararı aldı. Sürgün bu nedenle yapıldı. Duyduğum ve bildiğim bu kadar, terliyim, içeri girip çamaşır değiştirmem gerekiyor, kusura bakma, dedi. 

Levattin Amca, bahçesinde güneşte çalışmış, küçük su kanalları kazıp çeşmesinden meyve ağaç ve fidanlarına su vermişti, terliydi, oyalamak istemedim. Öğreneceğimi öğrenmiş sayılırdım.    

Sürgün bir devlet politikası olabilir miydi? 

Bu soruya yanıt veremeyeceğim, yanıt için devlet arşivine girmek, uzun uzadıya araştırma yapmak, uzman görüşü almak, ayrıca işin uzmanı olmak gerekiyor. Bu da araştırmacılara kalmış bir şey. 

Sürgüne katılanlardan biri de rahmetli kayın validem Hakurne Kıymet idi5-6 yaşlarında iken annesiyle birlikte Gönen Dereköy’den Kayseri’ye götürülmüş, “Tekerlekli arabaya bindiğimizi, köyden götürüldüğümüzü, Kayseri’de bize verilen evin  merdivenli olduğunu, inip çıktığımızı  hatırlıyorum. Söylendiğine göre, Yebjın PaşaMustafa Kemalle konuşmuş ve sürgün kaldırılmış. Yebjın Paşa’nın yardımıyla Samsun’da gemiye bindik, Bandırma’ya geldik, oradan da köyümüze döndük” diye anlatmıştı bana. Yebjın Paşa’nın Çerkes olduğunu duyduğunu ama kim olduğunu bilmediğini söylemişti. Yebjın sülalesinden Muhlis Sabahattin ve kız kardeşi Neveser Kökdeş gibi ünlü müzisyenlerin çıktığını biliyoruz (https://www.facebook.com/notes/351169092610378/). Yebjın Paşa onlardan biri ya da onların bir vınekoşu (sülaleden akrabası) olabilir.

Yukarıda verilen bilgiler, sürgün kararının güvenlik, belki de gözdağı  verme amacıyla alınmış ucu açık bir uygulama olduğunu belli ediyor. O sıralar Balıkesir, Çanakkale, Bursa, Bilecik, Eskişehir, Manisa, Afyon, Denizli, İzmir, Aydın ve Muğla yörelerinde 1878’lerde Balkanlardan sürülmüş, daha sonra, 1880’lerde ve 1890’larda  Kafkasya’dan  gönüllü olarak gelmiş önemli bir Adıge nüfus birikimi vardı. Küçük bir Abazin ve Karaçay nüfus da daha doğudaki yörelere yerleştirilmişti (Eskişehir, Bilecik, vb). 

Murat Özden ve kitabına gelince 

Yazar genel olarak 2. el kaynaklardan yararlanmış, anılara da dayanmış, bir de birinci el diyeceğimiz Manyas’tan 94 yaşında biriyle konuşmuş, o kişi, sürgün için “eşkıyalık” demiş. Doğru olamaz, sürgüne yollanan kişiler eşkıyalık mı yapmışlar? Toplu sürgün hangi amaçla yapılmış olursa olsun  siyasal bir olay, bir insanlık suçu, çünkü suç işlememiş kadın ve çocuklar da dahil  sivil bir nüfus yargılamasız cezalandırılmış oluyor. 

Yazar kimlerden yararlanmış? Fetgeri Şöenu, Kemal Özer, Ryan Gingeras, Bekir Sami Günsav, Caner Yelbaşı, Walter Richmond gibi kişilerden alıntılar yapmış. Yunan belgelerinden de yararlanmış.   

Yunanistan’a sığınmış kişiler (ÇerkesTürk, Kürt, Laz, vd) orada “Anadolu İhtilal Komitesi” adlı bir örgüt kurmuşlar, Midilli Adası merkez, Yunan adalarında örgütlenmişler. Kıyılardan sızmalar yapmışlar. Amaçları Mustafa Kemali   deviripEnver Paşa  getirmek imiş. Bunun için Eylül 1922’den 1923 yılı Haziran ayı ortalarına değin Marmara ve Ege kıyılarına silahlı çıkartma ve sızmalar yapmışlar. Ancak, o tarihten bir ay önce, başa geçirmek istedikleri Enver Paşa, 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da Rus kurşunlarıyla öldürülmüş Haberleri yok.

Sürgün 14 köydeki Adıgelere uygulandı. Bir mahallesi Türk (Manav), bir mahallesi de Çerkes olan karma köyler de vardı (hepsi 5 köy imiş). ‘Karma köylerden sadece Çerkes olanlar sürüldü, deniyor. Mide bulandırıcı, ırkçılık kokan bir durum. Sürülen hane sayısı 755, hane başına ortalama 5 kişi üzerinden yaklaşık 3,775 nüfus, deniyor. Demek ki, küçük ölçekli bir sürgün söz konusu (s.23). 14 köyün toplam 40 bin dönüm tarım arazisi ve otlağı, 7 bin büyük baş hayvanı, 4-5 bin küçük baş  koyunu ve keçisi, 1,500  de at ve katırı varmış. Kişi başına düşen tarım toprağı 10 dönüm. Bu Çerkeslerin bir kısmı, Rusya’nın Kuban vilayetinden (eski Çerkesya’dan) 40 yıl kadar önce gelmiş, zenginleşmek isterken yoksul düşmüş, aldatılmış bir nüfus. Bu Adıgelerin bir kısmı 1880-90’larda eldekini yok pahasına Kazaklara ya da devlete satıp büyük umut ve beklentiler içindeyefendiler (mollalar)  önderliğinde Kuban’dan Müslüman diyarına diyerek Türkiye’ye  göç etmiş, dinci ve Türkleşmeyi peşinen kabul etmiş, ancak yağmurdan kaçarken doluya yakalanmış bir nüfus. 

Sürgün kararı, 14 köy dışında, 30 köye daha tebliğ edilmiş. Bu köyler de eldekini  düşük fiyatlarla satıp sürgün  gününü, sıralarını beklemeye başlamışlar. Bu da beraberinde büyük bir ekonomik yıkımı getirmişÖrneğin, normalde 200 lira eden bir çift öküz 30-40 liraya, bir çift koyun 7-8 liraya, bir beygir de 20-25 liraya gidiyormuş. Pazara götürmek, dilediğine satmak yasakmışsadece jandarmanın gösterdiği alıcılara satış yapılabiliyordu. Tebligat almış  köylerin adları da veriliyor (s.25). Sürülecek bu  30 köyde 1,100 hane ve 5,800 gibi bir  nüfus yaşıyormuş. Kitap öyle yazıyor Sonuç olarak24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması ve getirdiği af kararı yetişmemiş olsaydı, Balıkesir’in Manyas ve Gönen ilçelerinden  10 bin dolayında  bir Çerkes nüfusu sürülmüş olacaktı. Lozan affı sayesinde  sürülenler  4 bin  kişiden az kaldı (s. 25-29). 

Özden daha sonra, kısa bir tarih bilgisi vererek, Kafkaslarda ve Balkanlarda yaşanan olayları ve büyük nüfus akışlarını ve nedenlerini özetlemeye  çalışıyorÖzellikle Walter Richmond’un  Çerkes Soykırımı” kitabından aktarmalarda bulunuyor. Şöyle deniyor: “Rusların Bulgaristan ve Rumeli’deki tutumları Müslüman halkı Rusya’nın kendilerini ya kılıçla ya da bu topraklardan sürerek yok etme niyetinde olduğuna ikna etmişti” (s.38). Bundan sonra Rus, Bulgar ve Kazakların çocuklar dahil Müslüman nüfusa uyguladıkları vahşet örneklerle anlatılıyor. Bunlar 1864’te Çerkesya’da yaptıklarının benzerlerini tekrarlıyor, köyleri yakıyor, kadınlara tecavüz ediyor ve köylüleri öldürüyorlardı. Savaş yüzünden 80 bin sığınmacı Gümülcine’de toplandı, bunların 10 bini açlıktan ve soğuktan öldü. 40 bin Çerkes de Adapazarı yöresine götürülüp yerleştirildi, Mart 1878’de İstanbul’da 180 bin sığınmacı birikmişti, bunun 50 bini Çerkes’ti, deniyor (s. 43-45). 

Anlaşılan 1862-1864 yıllarında Kafkasya’da Şapsığ, Natuhay ve Abzahların yaşadığı trajedi, kanlı tablo Balkanlarda da tekrarlanmış. Felaketin yankıları  güneye de  (Güney Marmara’ya) taşınmış  . 

1877’de Konstantiniyye’de (İstanbul) savaş çığırtkanlığı yapanlar, istihareye (hayırlı rüyaya) yatıp İslam Ordusunu Moskova caddelerinde  muzaffer yürüyüş yaparken gördüğünü söyleyen şıhlar, şarlatanlar, yiyiciler, bütün bu güruh, aklı başında kişileri susturup Padişahı ve devleti Ruslara savaş ilanına zorlamış ve korkunç bir felakete yol açmışlardı. Moskova derken Ruslar İstanbul kapılarına, Yeşilköy’e  kadar gelmişlerdi.

Özden, Gönen-Manyas sürgününe “Üçüncü Sürgün” diyor. Tartışılabilir, ama bu bir üçüncü sürgün olabilir mi? Keşke sürgünler o boyutta ve o düzeyde kalsaydı. ‘Öpüp başımıza koyardık’. Hem sayı az, hem katliam yok ve hem  de geri dönüşü, ‘telafisi’ var.  

Yazar, “Almanların Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine, Osmanlı Devleti de silah bıraktı” diyor (s. 47). Doğru değil. Bu bir Türkçü balon. Almanya’nın değil, Bulgaristan’ın silah bırakması (29 Eylül 1918) üzerine, Osmanlı Devleti de savaştan çekildi (30 Ekim 1918). Almanya ise, bir süre sonra,  11 Kasım 1918’de yenilgiyi kabul etti. 

Ateşkes döneminde Çerkes Ethem (o zamanki adıyla Ethem Bey) Kapıdağ Yarımadasındaki Rum çeteleriyle çarpışmış, İzmir valisinin oğlunu kaçırıp fidye (kurtuluş akçesi)  almış biri, deniyor. Daha sonra  Kuvay-ı Milliye komutanı olarak Padişah Hükümeti yanlısı ayaklanmaları (Biga Anzavur, Adapazarı, Düzce, Yozgat, vb) bastırdı. Batı Anadolu’da Yunan ilerlemesini durdurdu ve Ankara Hükümetinin nefes almasını, toparlanmasını ve otorite kurmasını sağladı, deniyor.

Bu süreç içinde  hükümetin sadece Ankara ve Erzurum’da askeri birlikleri vardı ve yetersizdi, sonunda Ankara yönetiminin eli  güçlendi, iktidarı fiilen paylaştığı Kuvay Milliye’yi (milis birlikleri) tasfiye etmeye ve düzenli bir ordu kurmaya karar verdi. Vaktinde önlem almaması ve durumun aleyhine dönmesi üzerine  Ethem Bey (Çerkes) silah bıraktı, önce İzmir’e, ardından Atina’ya geçti, deniyor. Ethem Bey’in Türk askerine kurşun sıktığının bir belgesi var mıdır?  Bildiğim kadarıyla yok. Türkçü yanı olsa da İslamcı yanı ağır basan biriydi. Ethem Bey’e Çerkes lakabını sanırım “Çerkez Ethem Bey” biçiminde Türkçü bir lider olan İsmet Bey (İnönü) takmış olmalı. Sık sık o kullanırdı.

Şark-ı Karib [Yakın Doğu] Çerkesleri Temini Hukuk Cemiyeti 

Bu adlı bir örgüt Temmuz 1921’de İzmir’de kurulur. Cemiyetin kurucusu ve fikir babası eski İzmit Mutasarrıfı Çule İbrahim Hakkı Beydi, deniyorÇerkes Ethem’in ağabeyi Pşav Reşit Bey’in de bir Çerkes tarafı vardır ve cemiyetin beyannamesine imza koyanlardandı. Ancak, İttihat-Terakki’nin Enver Paşa önderliğindeki ve çoğunluktaki İslamcı kanadında yer alan Pşav Ethem Bey’in (Çerkes) adı bildiride geçmiyor (s. 78).  

Cemiyet bir bildiri yayımlar. Bildiri, Yunan ve Batılı devletlerin koruyuculuğunda, Düzce ve Hendek gibi Yunan işgali altında olmayan yerlerdeki Çerkesleri ve Abazaları da kapsamak üzere, Batı Anadolu Çerkeslerinin ulusal hak ve menfaatlerinin savunulduğunu, Ankara’daki yönetimin Türk olmayan Müslümanları zorla Türkleştirmeye çalışan İttihat-Terakki’nin bir devamı olduğu, kötü politikalar  izlediği, Türk olmayanları zorla Türkleştirme gibi bir politik amaç güttüğü, bu nedenle Ankara ile  ilişkileri kestiklerini belirtiyor, bütün Çerkesleri ve Müslümanları Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki Ankara yönetimine karşı mücadeleye çağırıyordu (s.71-78). 

Anadolu İhtilal Komitesi

Ethem’in adı, kitapta, Kuşçubaşı Eşref ve Reşit beylerle birlikte  Anadolu İhtilal Komitesi kurucuları arasında geçiyor (s. 81). Bu da tartışılabilir. Ancak pek olası görmüyorum.  Ethem Bey, bir macera adamı olabilir, attan inip eşeğe biner miydi?..

Bu arada Çerkes ya da Kuzey Kafkasya kökenli ve etkili subay ve yöneticilerin neredeyse  tamamı, Türklüğü benimsemiş, Türkleşmiş ve İttihat-Terakki yandaşı olmuş, çift kişilikli ve milliyet bölünmesi içindeki kişiler idiler. İttihat-Terakki’nin Enver Paşa liderliğindeki kesimi İslamcı yanı ağır basanMustafa Kemal liderliğindeki kesimi de Türkçü, Türk milliyetçisi yanı ağır basan kişiler olarak nitelendirilebilir. Bugün de İslamcı (AKP) ve Türkçü (MHP) partiler, geçmişte olduğu gibi, sık sık  işbirliği ve dayanışma içine girebiliyorlar.

Son İttihatçı kongresinde Enver Paşa’ya karşı Mustafa Kemal azınlıkta kalmış ve yenilmişti. Yine de saflar, dış görünüş olarak, belli olur, görünür düzeyde ayrışmış değildi. Ama birbirlerini tanıyorlardı. Mustafa Kemal, kendi karşıtı olan bu eski ittihatçı  liderleri 1926 İzmir Suikastı ile tasfiye etti, birçokları darağacında can verdi. İlk grup çoklu (İslami anlamda çok milliyetli), ikinci grup tekçi (Türk milliyeti temelli) bir politikadan yanaydı, ancak Türkçüler asıl niyetlerini belli etmiyorlardı. Çünkü, iktidar için başlarda geniş bir desteğe gereksinim duyuyorlardı.  BMM Başkanı Mustafa Kemal‘in “Anasır-ı İslamiyye” söylemi bilinir. Mustafa Kemal, Türk ırkçısı bir vekile (bakana)  karşı gösterilen bir tepki üzerine müdahalede bulunmak zorunda kaldı, özetle: Böyle bir konunun bir daha açılmaması ricasında bulunarak şu kadarını söyleyebilirim: Yüce Meclisimizin üyeleri sadece Türk değildir, Türk, Çerkes, Kürt, Laz gibi İslami unsurlardan gelen, birbirlerinin hukukuna saygı gösteren kişilerdir, samimi bir topluluktur, dedi. Büyük bir Türkçü-milliyetçi politik deha, bir stratejist ve taktisyen olan Mustafa Kemal bu konuşmasıyla, Türkiye’de değişik kökenli Müslüman toplulukların (milliyetlerin)  bulunduğunu kabul etmiş değildi, sadece bir olay çıkmasını, bir ulusal ayrışma, bir politik istek konması tehlikesini ustaca bertaraf etmiş ve açık bir uyarıda bulunmuştu.  

Mustafa Kemal, çizdiği yolda bütün rakiplerini ustaca taktiklerle saf dışı  edecek, liderliğini pekiştirecekti. Bugün bütün sağ partiler, temelde bu çizgiyi izlemekte, bireysel (kültürel)  anlamda bazı haklar tanıma dışında, diğer etnik varlıklara topluluk hakları (ulus ya da azınlık statüleri)  tanımayı kabul etmemektedirler. Bunun dünyada başka bir örneği yoktur.  MHP, AKP ve CHP gibi partiler “Tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak…” ideolojik temelde birleşmektedirler. 

Meclis’te İslami olmayan unsurlara (Gayrimüslim temsilcilere, Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani, vd)   yer verilmemişti   O sıralar Türkiye’de 2 milyon üzeri bir Gayrimüslim nüfus vardı (% 20-25).

Bunlar Sayın yazarın değil, tabii ki, benim kişisel değerlendirmelerim. 

Sayın Özden bu gibi konulara derinlemesine girmiyor, ama belirtmek gerekir. İşin püf noktası buralarda, ideolojik temelde. Barış ve gelişme, ancak demokratik bir temel üzerinde yükselebilir. Demokrasimiz ortada. Geçmişin katı Türkçü askeri vesayetinin (sultasının)15 Temmuz 2016’daki İslamcı ve  Amerikancı/Fetöcü  darbe girişimine değin sürdüğünü görüyoruz. Ancak Türkçü MHP ile ittifaka giden İslamcı Erdoğan ve yönetimi, sol muhalefete göre, İslamcılıktan Türkçülüğe doğru kaymıştır. Kitap bu gibi can alıcı konulara ise hiç girmiyor. 

Daha sonra Enver Paşa’nın has adamı,Türkleşmiş bir Adıge-Vıbıh olan Kuşçubaşı Eşref’ten söz ediliyor. 2016 darbe girişimi öncesi Türklüğüyle gurur duyduğunu söyleyen, emekli olduktan ve bir kenara atıldıktan sonra, her nasılsa  Çerkes olduğunu anımsayan nice kişi gibi,  Eşref Bey de, gereksinim duymuş, çevresine Çerkesleri toplamak istemiş olabilir. Ethem Bey‘in  öyle bir şeye yeltenip yeltenmediğini bilmiyoruz, ama Çerkes olduğunu anımsamış olmalı ki,  gidip Ürdün’deki Çerkeslerin arasına yerleşmişti.

Çerkes Kongresi 

Şark-ı Karib [Yakın Doğu] Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyetinden söz etmiştik. Bu cemiyetin 11 Ocak 1921’de İzmir’de yapılan kongresine kısaca Çerkes Kongresi denir. Kongre, kuşkusuz Yunan hükümeti ve Yunan işgal komutanlığı desteğiyle yapılmıştır. İşbirlikçi bir örgüttür.  O sıralar Sakarya Nehrinin ve Eskişehir’in doğusu dışındaki Batı Anadolu Yunan işgali altındaydı. 

Köyümüzden (Düzce Sarayyeri mahallesi) 13 Nisan 1920 Düzce ayaklanmasına katılan 3 kişiden biri olan, daha sonra Yunan’a sığınan Kovkı (Kovqı) Muharbey Arslan’ın anlattığına göre, ki annemin amca oğlu idi, Yunan işgal mıntıkasında 10 bin kişilik, işbirlikçi silahlı bir asayiş birliği kurulmuş, bunun 2-3 bin kadarı Çerkes, 7-8 bini de Türk, Kürt, Laz, vb imiş. 

Bu da Yunan işbirlikçilerinin pek de az olmadığını gösteriyor. Böyle bir işgal ortamında, Yunan desteğiyle il ve ilçe merkezlerinde 20 kadar Çerkes Kulübü (derneği) açılmış. Anlatıldığına göre, Yunanlılar gittikten sonra, bu kulüplerin yöneticilerinden yakalananlar ve her türlü işbirlikçiler hemen asılarak  idam edilmiş. 17 yaşındaki çocukların bile asıldığı  görülmüş (Örneğin, kayın validemin 17 yaşındaki amcası önce serbest bırakılıyor, ardından Manavların – bazı yerli Türklerin- ihbar ve şikayeti üzerine yeniden yakalanıp asılıyor. Suçu köylerden yumurta toplayıp Yunan birliklerine satmak, Yunan’a hizmet etmek imiş).

İnfazlar 1923 yılı genel affına değin sürmüş. Bu süre boyunca dar ağaçları durmadan çalışmış. İşbirlikçilerin infazı konusunda Türk-Çerkes ayırımı yapıldığını sanmıyorum. Ama her şeyi, her suçu Çerkeslere yıkıp işin içinden sıyrılma gibi “milliyetçi kurnazlıkların” yaşandığını da anlatımlardan öğreniyoruz. Anlaşılan  Bandırma, Akhisar, vd yerlere Yunan bayraklarını asanlar, astıranlar, savaştan sonra “Türkçü – milliyetçi- kahraman” kesilmiş, indirenler de  “hain” sayılmış olabilir miydi? Bu da yeni Kemalist rejimin Türkçü/ırkçı özüne ters düşmeyen, aksine ırkçıları ve ihbarcıları cesaretlendiren, ödüllendiren yanı olmalıydı. Bir terör anlayışı oluşturulmuştu. Nitekim, aynı ihbar furyalarının tekrarını, darbelerde, olağanüstü hallerde, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist – Türkçü – sağcı  askeri rejimler döneminde de gördük.

Bu ırkçı-faşist  ideolojilerin, muhbirliğin  tortularını, bıraktığı hastalıkları, şimdilerde CHP, MHP, AKP vd  milliyetçi-dinci politik partilerin hepsinde de görebiliyoruz.

Bütün bunlar Kemalist rejime karşı toplumda bir öfke birikimine ve  bir korku ikliminin oluşmasına yol açmıştır.  

Daha sonra kitap Yunan belgelerine dayalı bilgilere yer veriyor. 

Sürgün süreci 

Aralık 1922’de 250 kişi olarak tahmin edilen Manyas’ın Mürüvvetler  köyünün Çerkes mahallesi  toptan   Balıkesir’in komşu Kepsut ilçesi köylerine dağıtılarak yerleştirilmiş. Yazar bu uygulamayla  Çerkeslerin  gösterecekleri tepkinin ölçüldüğünü, ses çıkmayınca da devamının geldiğini söylüyor.  

Böyle bir taktik uygulanmışsa, sorunun niteliği değişir. Birkaç yasa dışı kaçağın varlığı gerekçe gösterilerek bir halk, yoğun bir sivil nüfus sürülmüş ve cezalandırılmışsa, “Men-i Şekavet” (Eşkıyalığı Önleme) Kanunu havada kalır ve inandırıcı olmaktan çıkar, durum ırkçı, ayırımcı  bir politikaya, keyfi (siyasi) bir uygulamaya dönüşür.  

13 köye ilişkin sürgün ise 2 Mayıs 1923’te başladı21 Haziran 1923te  Manyas’ın  Değirmenboğazı ve Hacıosman köylerinin sürülmeleriyle tamamlandı. Diğer 30 köy 1 ay sonra imzalanan 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması’nın getirdiği af  ile  sürülmekten kurtuldu. Ancak ekonomik varlıkları elden gitmiş olan bu Çerkes köylüleri iyice yoksullaştılar, çöktüler ve  acınacak durumlara düştüler. Nefret duygularıyla doldurulmuş ve fırsat bulmuş kimi çevre halkı,  Çerkeslerin arkasından, yer yer “Hain Çerkesler” diye mırıldanmaktan, laf atmaktan geri kalmıyordu. Bu da günümüze değin süren, haklı haksız CHP karşıtı yoğun bir nefrete yol açmış bulunuyor. Nefret diğer halkları, Kürt ve Alevileri de hedef aldı. Ancak aynısı, bu tür mobbing, Düzce, Adapazarı ve daha başka birçok yerde, aynı düzeyde uygulanamıyordu. Oralardaki Çerkesler  ve Abazalar, mobbing nitelikli saldırılara, kabadayılıklara  daha sert  karşılıklar veriyorlardı.

Buralarda, Güney Marmara’da ise, din ve zenginleşme uğruna, yani oportünist niyetlerle, 1880 sonlarında ve 1890’larda yurtları Kuban’ı  (eski Çerkesya’yı), vatanı, ülkeyi terk ederek gönüllü olarak  Türkiye’ye, bu yerlere gelip yerleşmiş ve etnik bilinci zayıflamış ve Türkleşmeye hazır aileler de vardı ve bunlar henüz ölmeden  Cehennemi görmüş ve  yaşamış oldular. 

Sürgün bir takvime göre, yani aralıklı olarak ve köy köy, sırayla yapılmıştır. Toplanma yeri Bandırma idi, burada sürülenler arasına dağılan Katolik rahibeler (Kilise ya da Kızıl Haç görevlileri olabilirler), her bir kişinin avucuna bir miktar para bırakıyordu (Nıbceğu dergisi, sayı 2). Osmanlı ve  Türkçü Kemalist yönetim Katolik ve Protestan kiliselerine daha hoşgörülü davranıyordu, Rum ve Ermeni Ortodoks Kiliselerine karşı daha nefret dolu ve  itici idi. Örneğin, Osmanlı, Ortodoks Ermenileri tenkil eder, öldürür ve sürerken Katolik Ermenilere dokunmamıştı. 

Bandırma’da gemiye bindirilen kafileler trenle ve sonra daha başka araçlarla öncesinden belirlenen sürgün yerlerine götürüldüler. Yol boyunca bunlara tayın (yiyecek) verildi, yolda bazı kasaba ve köyler Çerkeslere sahip çıkmış, bunların trenlerden inip namaz kılmaları sağlanmış. Çerkesler yer yer, herhalde  “aşırı milliyetçilerimiz” marifetiyle gavur diye propaganda edilmiş olmalıydılar. Ama bazı yerlerde yöre halklarının ve ileri gelenlerin ricası üzerine, bazı kafileler yetkililerin izniyle yol boyundaki boş yerlere yerleştirilmişlerdi. Bunu bana ünlü  Mevlithan Guser  Fahrettin  Abatay   anlatmıştı. 

Gidenlere ne oldu? Bazıları, özellikle Van’a sürülenler geri dönememişler. Oralarda kaldılar, deniyor. Dönenlerin serüveni de Murat Özden’in kitabından izlenebilir. Konuyu gündeme getirdiği ve tarihsel hafızayı diri tuttuğu için Sayın yazara teşekkür ediyor, kitabını geliştireceğini umuyor ve diliyoruz.

Yorum Yap