İki Dünya Yolu Arası

Adıge Cumhuriyeti, Kabardey-Balkar ve Karaçay-Çerkes yöreleri ulusal yazarı Meşbaşe İshak bir süre önce 91 yaşına ayak bastı. İshak Sovyetler Birliği, Rusya Federasyonu ve Adıge Cumhuriyeti devlet ödülleri sahibi, DÇB onursal üyesi ve Rusya Emek Kahramanı. 100’ü aşkın kitabıyla ulusal edebiyatımız içinde en geniş bir yere sahiptir ve yazılarının birçoğu yabancı dillere çevrilmiştir. Şiirlerinin birçoğu da bestelendi ve şarkı olarak okunuyor, söyleniyor. Adıge Cumhuriyeti Yazarlar Birliği Başkanı da olan Meşbaşe İshak ile doğum gününü kutlama amaçlı olarak yaptığımız görüşmenin bir bölümünü gazetemiz okuyucularıyla paylaşmak istedik.
– İshak, doğduğun Şhaşefıj  (*) köyü yaşamın bağlamında ne gibi bir anlam taşıyor?
– Herkesin saydığı, saygı duyduğu ve yücelttiği bir yöresi vardır. Doğduğu bir yeri de vardır. Oraya, dilerseniz ata toprağı, dilerseniz ana baba ocağı diyebilirsiniz. Bu nedenle, kişiler o gibi yerlere çok  değer verir ve sever. Benim böylesine eşsiz güzellikte gördüğüm ve saygı duyduğum bir yerim, doğduğum Şhaşefıj köyüm var. Güneşin orada daha parlak doğduğunu ve orasının dünyanın merkezi olduğunu varsayarım.
Şhaşefıj’ın gerisinde büyük bir tarih bulunuyor, çok şeyi yaşamış köylerden biri. Ermeni köyleri ile çevrili bir alanda üç Çerkes köyü olarak kaldık, sevgili köyüm Şhaşefıj, eski bir Besleney köyü olan Beçmızaye, biraz daha uzakta, Kuban Irmağı kıyısında Kurğokuaye köyü bulunuyor. Üç köyde de Adıgece hala mükemmel biçimde konuşuluyor. İyi ve kötü günlerinde bu üç köy birbirinin yardımına koşar, bir araya gelir ve bir birine sahip çıkar. Adıge dünyasının bir ışıltısı, bir parçasıdır bu üç köy.
Eski bir köy olan Şhaşefıj’da birbirinden ilginç ve insanın unutamayacağı çok şey gördüm ve işittim. Gizlice söylenen ve ağıtlarda yer alan eski öykülerin yankıları bana ulaşıyor, beni etkiliyor, harekete geçmem için sanki bana sesleniyorlardı.
Yaşıma gelince, yaşım az değil. Bu yolu izlemem için Tanrı bana iki yol bağışladı. İlki Şhaşefıj’da başlıyor. O yola koyulduğumda henüz 16 yaşındaydım, hayat beni alıp dünyanın değişik köşelerine götürdü, bana çok şeyler gösterdi, çok şeyi de gözlerimin önünden geçirdi. Öbür yol da bu dünyadan ayrıldığımda beni Şhaşefıj’a götürecek olan yoldur. Beni orada toprağa vermeleri gerekir. Ünlü kişilerin mezarlarının yitip gitmemeleri için doğru bir yere götürmek gerektiğini söylerler. Benim payıma ürettiğim ürünler kalsın yeter. Bu konuda eksiğim bulunduğunu sanmıyorum. Yolumun, ilk adımlarımı attığım, çıplak ayaklarla koşuştuğum köyüme dönmesini ve orada son bulmasını istiyorum.
Şhaşefıj adına anlatacak çok şey var. Çok şeyin kısası bu, tarih, eski köyüm, ilk adımlarımı attığım yer, dünyamın tutamağı, kulpu, canımın içi ve en değerli olan varlığımdır.
– İshak, sözünü ettiğin bu iki yol arasında büyük bir edebiyat dünyası inşa ettin…
– Ne zaman yazı yazmaya başladığımı anımsayamıyorum. Beni yazmaya yönlendiren kişi köyümüz okulundaki öğretmenim Pşıvnel Yusuf (ПщыунэлI Юсыф) idi. Bu değerli kişiden sık sık övgüyle söz ediyorum. Üçüncü sınıf öğrencisi iken Adıgece ile nasıl düşüneceğimizi bize kavratmıştı, sözgelişi “Bugün yağmur yağıyor”, “Bugün hava güneşli” gibi durumları anlatan küçük şiirler yazmamızı ya da bu sözcüklerle uyumlu cümle ekleri yapmamızı istiyordu. Ben de böylece bir şeyler “karalamaya” başlamış olmalıydım. Ne gibi eksiklikler bulduğunu Tanrı bilir, ama Yusuf ifade tarzımı beğenmişti. O andan sonra Pşıvnel sürekli benimle ilgilenmeye başlamıştı, beni yazı yazmaya yönlendirmeye, sözcüklerin içerik ve anlamlarını kavratmaya başladı. Beni kitap okumaya yönelten de oydu. Bilinçli yazılar yazmaya başladığımda da danışmanım oydu, düşüncelerimi onunla paylaşıyordum. Görüşlerini benimle paylaşıyordu. Öğretmenimi sık sık anımsıyor, hiç unutmuyorum.
Ortaokul yedinci sınıfı bitirdikten sonra Çerkessk kentindeki ilköğretmen okuluna kaydoldum. Orada ciddi biçimde şiir yazmaya başladım. “Güçlü İnsanlar” (ЦIыф лъэшхэр) adlı ilk şiir kitabımı Çerkessk’te iken yazdım. Adıge yazarı Vehute Abdullah’a (Охъутэ Абдулахь) ilk şiirimi okuduğumda beni yanına oturtup şöyle demişti: “Şiirlerindeki coşkulu sesleri duymamak olanaksız. Ama Adıgeceni geliştirmek, sözcüklerindeki gizli anlamları açığa çıkarmak istiyorsan, senin dilinin bulunduğu Adıge yöresine (oblast) dön ve Maykop’taki öğretmen okulunda oku”. Nahıj (büyük) sözünü dinledim, Maykop’a gelişim böyle oldu. Doğru yapmıştım.
Maykop’ta tanıdığım yazar ve şairler beni Adıge edebiyat dünyası ile tanıştırdılar, yazı yazmanın sırlarını ve sözcükleri birbirine bağlamanın yollarını bana gösterdiler, dünya görüşümü genişlettiler. Büyük Adıge şairlerinden ve Sovyetler Birliği Kahramanı Andırhoye Hüseyin’in (Андыр­хъое Хъусенэ) düzenlediği, sonradan onun adını taşıyan edebiyat okuma grubuna katıldım. Beni gruba katan kişi Adıgece ve edebiyat dersleri öğretmenimiz Hat’ene Ayşet (ХьатIэнэ Айщэт) idi. Zeki ve tatlı dilli bir kadındı. Yazı yazan gençlerin yazılarındaki hata ve eksiklikleri gösteriyordu. Edebiyat grubundaki öğrencilere ben de birkaç şiirimi sundum. Bunlardan ilki “Yaşlı Takımı” (ЛIыжъ бригадэ) adlı ilk şiirimdi. Gruptakiler şiiri beğenmişlerdi, yayımlanabilecek değerde buldular. Bu olayı unutmamış olmam, kendimi imbikten süzülmüş biri imişim gibi görmem, “bilenlerin dediğine göre” kendimi büyük görmeye başlamış olmamdan ileri geliyor olmalıydı. Şiir 1949’da “Sotsialistike Adıgey” (Sosyalist Adıgey/ şimdi “Adıge mak”) gazetesinde yayımlanmış, ben de birkaç gazete satın alıp akrabalarıma ve arkadaşlarıma dağıtmıştım. Gazeteler elimde kent pazarına geliyorum, satın aldığım gazete demeti içinde şiirimi görüyorum. “Çocuksan delisin derler ya”, öyle olmuştum.
Vehute Abdullah’ın dinlediği, eksiklikleri gidermemi söylediği ve düzeltme olanağını bulduğum yazılar, bundan sonra gerçekleşecekti. “Güçlü İnsanlar” şiirinin de yer aldığı ilk küçük kitabım 1953 yılında yayımlandı. Kitabımın yayımlanmasında ünlü yazar Yevtıh Asker’in yardımı oldu. Kitabımdaki şiirleri okuduktan sonra, beni doğruca basımevine götürdü ve basımevi müdürü Şevcen Mahmud’a şöyle dedi: “Yeni bir soluma olanağı getiren bu şiirleri mutlaka yayımlamak gerekir”. Bir hafta içinde kitabım yayımlandı. Çok sevinmiştim, dünyalar benim olmuştu. O tarihten bu yana yazdıklarım yayımlanıyor. O ilk adımımla Adıge yazarları dünyasına katılmış, özlemlerimi gerçekleştirmeye başlamıştım.
Benim için öğrencisi olduğum edebiyat enstitüsü dünyadaki tek enstitü değerinde idi. Ünlü şair ve yazarların yapıtlarını okumayı daha öncesinden de severdim. Ama onlardaki tatlı yanları, içerikleri bu yolla kavramaya başlamıştım. Elden ele yazarların kitaplarını okumaya başladığımız dönemde, şair ve yazarlar adeta bizimle konuşuyorlar gibi geliyordu bize, düşündükleri, dünya görüşleri ve senin bakış açın da bambaşka oluyordu. Derslerimize giren ve bize yardımcı olan öğretmenlerimiz Leonid Leonov, Konstantin Pavstovski, Vsevolod İvanov, Vladimir Lidin, Konstantin Simonov, Aleksandr Tvardovski, Korney Çukovski ve diğerlerinin adlarını sevgiyle anımsıyorum. Yazdığım yazılarda bu kişilerin adlarına yer veriyorum. “Onları gördüysen, tanıdıysan ve onlardan ders aldıysan sana ne mutlu?” diyenler de vardı. Bunu özellikle gençlerimiz bilsinler diye söylüyorum. Bir kurda (dönemde) beraber olmuş, bir dönem karşılaşmış olsak da Robert Rojdestvenski, Yegor İsayev, Yevgeni Yevtuşennko, Paryur Sevak, Yuri Kazakov, Abucami Nurpeisov, Bella Ahmadulina, Nafi Cusoytı ve daha başkaları için edebiyat enstitüsü  bir yuva olmuştu. Tanıştığımız kişiler yaman kişiler idiler, yıllar 1960’lı yıllara doğru olmalıydı, çok sayıda ulusa ait edebiyatların parıldadığı bir dönemdi. Böyle bir topluluk içine düşmüş olmamı, kendi adıma bir mutluluk olarak görüyorum.
“Tanrı izlemem için bana iki yol ayırdı” dediğimde, bu iki yol arasında büyük bir edebiyat dünyası inşa ettiğimi söyledin, bunu açığa çıkardın. Şimdiye değin küçücük bir su akıntısı iken, bu dereciklerin hepsini bir araya getirip gür bir şelaleye dönüştürecek olanlar, edebiyat dünyasının en tanınmış kişileri olan Sergey ve Natalya Mihalkov çifti oldu. Bu ikisi Adıgelerin gelenek ve karakterini çok iyi biliyor, Adıgelere çok değer veriyorlardı. Enstitüyü bitirdiğim yıl onlarla tanışmıştım. Müdür beni çağırdı ve bana Sergey Mihalkov’un telefon numarasını verdi, onu aramamı ve konuşmamı, benimle bir işi olacağını söyledi. Telefonuma yanıt veren şair, öncesinden beni tanıyormuş gibi, samimi bir bşçimde benimle konuşmaya başladı, beni evine davet etti ve fazla gecikmemi de söyledi.
Beni iyi karşıladılar. Ev sahibesi hemen sofrayı kurdu, “Okuyucu ile savaşçı birbirine benzer” diyerek beni mükemmel biçimde ağırladılar. Sormadıkları şey kalmadı, nasıl okuduğumu, hangi konularda yazdığımı, Adıge yöresi yazarlarının yaratıcı yanlarını ve çocuk edebiyatı konularını ele aldılar ve sorular  sordular. En iyi anımsadığım şey Adıgece yazdığım şiirlerimi bana okutmuş olmalarıydı. (“Adıgece bir ummanı andırıyor, seni alıp götürüyor, dolaştırıyor, sallıyor, ama insanın içini ferahlatıyor” diyordu Natalya Konçalovskaya. Meşbaşe’nin onu etkilemiş olduğu kuşkusuzdu – Tabış T.). Beni çağırma nedenini de söylediler: Beni Sovyetler Birliği genç yazarlarının III. Toplantısına katılmam için aday olarak göstermek istiyorlardı. Anladığım kadarıyla, ünlü çevirmenler Margarita Alger ile Mihail Matusevski önderliğindeki şairler toplantısında şiirlerimi ele alıp görüşmüşler, beni Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği üyeliğine alınacak değerde bulmuşlar.
Ev sahibem Natalya Mihalkova-Konçalovskaya, Yazarlar Birliği üyeliğine alınacak kişilerin yazı ve kitaplarını inceleyen heyette yer alıyordu. Kısa bir süre içinde yazılarımı okumuştu, yazılarımın sunulacak değerde olduklarına ilişkin bir değerlendirme yazısı yazmıştı. Edebiyatın büyük bir sorumluluk yüklediğini, bıkmadan usanmadan okumak gerektirdiğini, kendi ulusuma ilişkin büyük sorumluluklarım olacağını öğrendim.
Bu duygularla yazıyorum. İnatçı bir yanım da olmalı, ama bitirdiğim okulumun yazarlar topluluğunun (кIыщ) bana kazandırdıklarının, benim açımdan eşi ve benzeri yoktur. Her yazar gibi bana bir dinlenme, soluklanma fırsatı vermeyen birkaç sorun vardır: Ne diye dünyaya geldim, niçin yaşıyorum ve nereye gidiyorum? Bu soruların yanıtını hala arıyorum, yazı yazmamın nedeni de bu. Gençken daha başka sorular soruyor olmalıydım, şiirlerimle bir yerlere yanıt, mesaj verdiğim kanısındayım. “Ama bunlarla ulusum için ne yapmış olabilirim?” diye şimdi kendi kendime soruyorum…
Otuz yıldan beri şiir yazmıyorum, bazen içimden gelerek şiirler yazdığım da oluyor, ama asıl düzyazı konusuna yoğunlaşıyorum. Düşünün, çocuk bahçe çitinden baktığında gördüğü yerler onun sınırsız (büyük)  dünyası olur. Biraz büyüdüğünde köy caddesinden bakar, bebeklik döneminden farklı olarak, gördüğü şeyin daha geniş bir yer olduğunu öğrenir. Daha ileri aşamalarında dünyanın uzak yörelerini görmek ister. Benim de dünya görüşüm aynı biçimde gelişmiş, büyümüş olmalı. Ulusumun geleceğinin ne olacağı düşüncesi beni kaygılandırıyor. Nasıl bir gelecek, oraya geçmişe ilişkin ne gibi şeyleri götürmek, taşımak gerekir? Büyük bir değişim süreci içindeki global dünyada yitip gitmemek için ne yapmamız gerekiyor? Dilimizi nasıl koruyacağız, gelenek ve göreneklerimizi nasıl ayakta tutabiliriz?
İçinden gelerek yaptığın o denli çok şeyi tek bir sözcükle dile getiremezsin. Bunun için uzun bir yaşam ve geçmişe dönüp bakman da gerekir. Adıge edebiyatının izlediği yolu belirlemek için ne yöne gidileceği konusunda çok sayıda soru ile karşılaşırız. Bunları bugün bile yeterince yanıtlayabilmiş değiliz.
– İshak, bu son yıllarda seni tarihi romanlar yazan büyük bir yazar olarak tanıyorlar. Sovyet resmi görüşüne bağlı biriydi, Sovyetler dağıldıktan sonra çark etti, dönüş yaptı, tarih, ulus ve dağlar demeye başladı” dediklerini duyuyorum. Bu söylenenler konusunda ne dersiniz?
– 1945 Ekiminde komsomol üyesi oldum, Sovyetler var olduğu sürece de, Sovyet ideolojisine bağlı olarak yaşadım. O görüşün adalet, gerçekçilik ve eşitlik temeline dayandığına inanıyordum. Ama ideoloji beni tutsak alacak ve değerlerimi değiştirtecek güçte değildi. Her ideolojinin bir sınırı ve sonu vardır. Edebiyatı ele alırsak, orada işler ilginç seyreder. Parti, Lenin ve sosyalist toplum yaşamı üzerine birkaç şiirim vardır. Yazdıklarımın tümünü esas aldığımızda bunları çok fazla olarak da göremeyiz. Fazla olduğunu söylemek doğru olmaz.
Ulusunun acıklı durumu konusunda için sızlamıyorsa yazı yazamazsın. Anadilinde yazıyorsan, düşünceyi yürüttüğün dil üzerinden o dünyayı algılayabilirsin. Bu gerçeği anlayamamışsan, bu gerçeğin kapsamı içine giren gerçekleri de kavrayamamışsan, hiçbir ideoloji hiçbir işe yaramaz. Bunu şiir yoluyla daha iyi algılayabilir, anlatabilirsin, söylemek istediğin şey insanın yüreğine ulaşmıyorsa, o şey daha doğmadan kendi kendine yok olur. Ben bunu başkalarından fazla öğrenmiş değilim, ama erkenden bunu kavradım, işlediğim konular bakımından sapma yapmış değilim. Geri dönüş yaparak, yazmadığım, not düşmediğim, bugünkü yaşamımıza uyan şeyler yazdığımı söyleyemem. Adıgeler olarak yaşadığımız soykırıma ilişkin olarak acılarımızı anlatan şiirlerim var. İlginç olan şey onların nasıl oldu da sansürden geçip yayımlanmış olmaları.
Babamın haçeşinden, konuk odasından sana söz ettim. O odada toplanan yaşlılar Varp (Urup) Irmağı boyunda şu olay oldu, Fedz (Hodz) Irmağı boyunda şu olay yaşandı, Tuapse Irmağı ağzında yaşayanların başına da şu geldi, Adıgeler ülkelerinden şöyle kovuldular gibisine şeyler konuşuyorlardı. Zalim savaşın yol açtığı yıkımlar anlatılırken ve onları dinlerken ben daha sekiz – on yaşlarındaydım. O gibi felaketlerin anlatıldığı ve benim dinlediğim dönem ile o felaketleri ulusun yaşadığı dönem arasında fazla bir zaman aralığı yoktu, yaralar henüz tazeydi. Ayrıca köyümüzden biri İstanbul yolculuğu denen uğursuz bir göç yoluna koyulmuştu, geride, köyde kalan yakınları da onun ne olduğunu, akıbetini bilememe nedeniyle kaygı içindeydiler. Yaşlılarımız “Bu şeyleri duydun, ama anlatma”, – diyorlardı bana. Nedeni belliydi. Bütün bunlar gözünün önünde gerçekleşmişse, üstelik kendini şair-yazar olarak görüyorsan, nasıl olur da bunları yazmaz ve yazılacak değerde bulmazsın? Benim kabul edebileceğim bir anlayış değildi bu gibi şeyler. Son yazdığım ve “Зэман чыжьэм иджэрпэджэжькIэ” (Uzak Geçmişin Yankısı) adını verdiğim romanda bu anlatıları yazdım, zalim savaşın, ulusun tarihsel yaşamımda iz bıraktığını yazmıştım.
Bir örnek daha sunmak isterim. “Taş Değirmen” (Мыжъошъхьал) adlı  romanım yazdığım yılda yayımlanmış değil. Ulusumuzu dünyanın dört bir köşesine savuran, bir değirmen taşının yaptığı gibi un ufak eden yüz yıllık savaşa ilişkindir o roman. Onu Moskova’da iken yazdım. Adıge yöresini temsilen Sovyetler Birliği Yüksek Meclisi’nde milletvekili idim. Romanı iki buçuk yılda gizlice yazdım. Romanı yayımlayan kadına bir nüsha verdim, bir nüsha da köydeki ağabeyime bıraktım. Olaya şöyle bakıyordum: Hiçbir yazar ulusunun yaşadığı sorunlardan birini ele alıp yazmama özgürlüğüne sahip değildir. Yayımlanmasa bile, el yazmaları (daktilo nüshaları) saklanmalıydı. Şartlar değiştiğinde yayımlanabilirdi.
“Taş Değirmen”, “Bzıyıko Savaşı”, “Han-Gerıy” (Хъан­-Джэ­рый), “İki Tutsak” (ГъэритIу), “Casus”, “Ayşet”, “Reded”, “Adıgeler”, “Rafığexer” (Kovulanlar), “КъокIыпIэмрэ КъохьапIэмрэ” (Doğu ile Batı) ve “Зэман чыжьэм иджэрпэджэжь” (Uzak Geçmişin Yankısı) ve diğerlerini yazdım.
İkinci Dünya Savaşı çok kanlı bir sayfa olarak tarihteki yerini aldı. “ЦIыфыр тIо къэхъурэп” (İnsan İki Kez Doğmaz), “Агъаерэм ежэжьхэрэп” (Yas Beklenmez) ve “ШIу шIи, псым хадз” (İyilik Yap, Suya At) romanlarını daha erken bir tarihte yayımladım. Moskova’da Rus ve Sovyet yazarlarının yazdıklarını yayımlayan “Sovremennik” adlı küçük bir basımevi vardı. Yayınevi yeni açıldığında ilkin Mihail Şolohov ile Konstantin Simonov’un kitaplarını yayımladılar, üçüncüsü ben oldum. Eski dönemden farklı olarak, çok sayıdaki ulusların edebiyatlarında yalancılar sorunu belirmişti, bunu ele alan kişi bendim. “İnsan İki Kez Doğmaz” romanını okuduktan sonra “Bu sorunu ilk kez ortaya atan kim olabilir, Valentin Rasputin mi, yoksa Meşbaşe İshak mı?” – dediler. Rasputin’in kitabı benden önce Rusça yayımlanmıştı. Yöre (Хэку) konusunda yalan söyleyen kişilere ilişkin sorunu erkenden Adıge edebiyatı içinde Adıgece olarak ele almıştım…
– Adıgelerin yaşam biçimi ve toplumsal ilişkileri senin romanlarında çok güzel yansıtılıyor. Bu bir yaşam biçimi sorunu, anlatılması zor olan şeyler, her şey tarihsel gerçekleri yazmak biçiminde olmuyor. “Tarihi roman” dediğimizde, büyük bir arşivi elden geçirmek, olayların tanığı olan kişilerin çok sayıdaki yazı ve kitaplarını okumak gerekiyor. Yazdıkların tarihsel gerçeklerle ne ölçüde bağdaşıyor?
– Tarihimizi gerektiğince araştıramadığımız, bildiğimiz şeylerin çok sınırlı olduğu bir sır değil. Duyduğumuz söylentiler bizi üzüyordu, dedelerimizin sakallarından dökülen göz yaşları anılardan, destanlardan anlaşılıyordu. Ancak olup bitenlerin ne anlama geldiğini pek kavrayamıyorduk, arşivlere girmek zordu, savaşa ilişkin yayınlar arşiv depolarında kapalı ve gözlerden uzakta kilit altında tutuluyor, belgeler kimseye gösterilmiyordu. Savaşın adı da yanıltıcı idi. “Kafkas Savaşı” dendiğinde, kendi aramızda yapılmış bir iç savaşmış gibi belalı bir savaş akla geliyordu. “Yalanın ayağı olmaz” (ПцIым лъакъо кIэтэп) derler, gerçeği gizlemekle gerçeği açıklamamak aynı sonuca varır. Bizim gerçeği arama amacımız ise, parmak sallayıp, “Bize yaptığınız şeyin aynısını biz de size yapacağız” diye sokağa dökülmek olamaz. Böyle yapmamamız, yanlışlıkları düzeltmemiz, gelecek kuşakları koruma altına almamız gerekir.
Ulusal edebiyat tarihsel gerçeklere dayanıyor ve yazarlar gerçek olup bitenleri yazarak ilerliyorlar, tarihi ve edebiyatı, her ikisini de bilmemiz gerekiyor. Bir karşılaştırma yapalım: İnsan bedeni deri ile kaplı olmasa kemikleri uyum içinde olabilirler miydi, on iki vücut parçası uyum içinde olmasaydı, insan düzgün biçimde ayakta durabilir miydi? Edebiyat da ona benziyor: Yazarların bilinci, tutarlılığı olmasa yazdıkları arasında bağlantı ve devamlılık olmasa nereye varabilirler? Dünyanın güzel, ama ulusların geleneklerinin farklı olduğu söylenebilir, ama onu yaşamın içine oturtmadığınız, sorunu ortaya çıkan bir olaya, bir gerçeğe dayandırmadığınız takdirde, ilginç bir şey söylemiş olabilir misiniz? Tarihi romanları yazmaya başladığımda çok sayıda arşivi tarama gereği duydum. Bizimkiler içinde, eskiden, olup biteni yazabilecek tek tük kişiler çıkmış olabilirdi, ama bu gibi kişiler savaş konusu üzerinde durmuyorlardı, bu nedenle ve daha çok Rus yazarların yazdıklarından yararlanma durumunda kaldım. Bizimkiler korunma, savaştan kurtulma, top mermilerinin ateşinden ailelerini kaçırma gibi kaygılar içindeydiler.
“Taş Değirmen” romanını yazarken Sovyetler Birliği Yüksek Meclisi’nde milletvekili idim, bunun yararını gördüm. Milletvekilliği statüsü çoğu kişiye kapalı olan arşivlere girme olanağını bana sağladı, yasaklanmış yayınlar bana gösterildi. Kovandan yeni çıkmış bir arı oğulu uğultusu gibi beynimin kaynadığı durumlar yaşadım, ama hepsini görmem, okumam gerekiyordu. Elimden geldiğince onlardan özetler, notlar alıyor, fırsat buldukça da fotokopilerini çektiriyor, onları yeniden yeniden okuyordum. “Taş Değirmen” romanına ilişkin belgeleri çok zor koşullarda bir araya getirdim. Daha özgür bir ortama kavuştuğumuzda, tarihsel belgeleri bulmak daha kolay oldu. Ama öznel, sübjektif duygularımı hiçbir zaman tarihi gerçeklerin üzerine çıkarmadım. Gerçeklerden kopmamaya özen gösterdim. Tarihsel romanlarım yüzde 90 gerçeklerle örtüşüyor dersem, bu bir abartı olmaz.
– İshak, gençlere neler söylemek istersiniz?
– Sorduğun şeyin yanıtı çok kısa olacak. Sözünü ettiğin gençlerle buluşmadığım, onları dinlemediğim hiç çıkmadı. Ben kat ettiğim yolu derlediğimi, toparladığımı umuyorum. Yazdıklarım 25 cilt olarak bu yakınlarda yeniden yayımlandı. Düşünce, özlem ve umutlarımı o kitaplardan öğrenmek olanaklı. Ben en çok Adıgeleri insanca yanlarıyla tanıtmak istedim. Bunu başarabildiysem ne mutlu. Ben hala yazıyor, çok sayıda soruya yanıtlar arıyorum. Gençlerin üşenmeyen kişiler olmalarını, özlemini duydukları yıldızı kovalamalarını isterim. Yerküre küçüldü, bir araya gelmek kolaylaştı, hızla iletişim kurabiliyorsunuz. Ama hızlanan dünyamızda artık erişemeyeceğimiz ve bizden alınan şeyler var, bunlar da ulusal varlığımız, dilimiz ve geleneklerimiz. Bunları koruma ve üzerlerinde tireme sorumluluğu gençlere düşüyor. Gençler çok şeyin üstesinden gelme gücüne sahip olduklarını bilmeliler. Günümüz dünyasının silahı bilimdir, gençlerin Adıgece ile ulusal tarihi silah gibi kuşanmaları ve taşımaları gerekir. Ulusal yaşamı yükseltmenin ve ayakta tutmanın yolu budur, bunun için gençlere güveniyorum.
Konuşmacı – Tabış Murat.
“Adıge psale” gazetesi yorumcusu.
Adıge mak, 29 Temmuz 2021
(*) – Şhaşefıj, Rusça adı “Urupskiy”. Krasnodar Kray’ın Uspenski rayonunda 1,725 nüfuslu (2010) bir Adıge köyü. “Şhaşefıj”, özgürlüğünü satın almış köleler anlamına gelir. Bundan da köyün nüfus çoğunluğunun özgürleşmiş eski köleler (pşıl) soyundan geldiği anlaşılıyor. – hcy
Bir 1 kişi görseli olabilir
Yorum Yap