Kullandırılmayan Haklar ve Olası İktidar Değişimi
AKP-MHP yönetimi, geleneksel olarak konuşulan dillere ilişkin olarak 1990’larda, Ecevit döneminde başlatılan olumlu çalışmaları duraklattı ve kısırlaştırdı. Örneğin, Kürt (Kurmanci), Zaza, Arap ve Ermeni dillerinde TV yayınına kısmi ve denetimli bir izin verildi. Ama diğer dillerin varlığı görmezden gelindi. Her bir gazetenin kendi TV’sini kurduğu ve yayına geçtiği bir ortamda, bu engelleme ne anlama gelir?.. Savunulur bir yanı olabilir mi?..
Belirtelim, yüz binlerce kişi Adıgece (Çerkesçe) biliyor ve gizli saklı kendi arasında konuşuyor. Çocuklar ve gençler arasında da bu dili anlayanlar az değil. Bu insanları, demokrasi adına dikkate almak gerekmez miydi? Bu nasıl bir “demokrasi anlayışıdır?”.. Kabartay, Abhaz, Abazin, Oset, Çeçen, Avar, Gürcü, Laz, Roman, Trabzon Rum, Hemşinli, Süryani, Arnavut, Boşnak, Pomak ve Patriot dillerinde konuşan yüz binler de var. Türkiye dil ve kültür zengini bir ülke. Bu zenginlikten ürkmek, onları şeytanlaştırmak mı gerekir? AKP-MHP ikilisi, BM, Avrupa Konseyi ve AB ilkeleri gereği bu dillere ve kültürlere destek verme yerine, bir kültür cinayeti niteliğinde engelleme ve asimilasyon yolunu seçti. Bunun savunulur bir yanı olamaz. AKP-MHP birlikteliği bunun açık kanıtı. Bunlar gerçek demokratlar olabilirler mi? Oysa ABD, Kanada, Avustralya, Rusya ve birçok ülkede yüzlerce dil konuşuluyor, iyi kötü devlet desteği alıyor.
Bu gibi şeyler, dil düşmanlığı demokrasi adına kabul edilemez.
***
14 Mayıs’taki seçimde iktidarın değişeceği umuluyor. Değişmesi yetmez, uluslararası demokratik değerler benimsenecek mi? İktidarın değişmemesi durumunda ise yapacak bir şey kalmıyor. Kötülük aynen sürecek, Düzce Üniversitesi’ndeki göstermelik Adıgece ve Gürcüce bölümler, Kayseri Erciyes Üniversitesindeki Kabartayca Kürsüsü bir süre daha devam edecek, ama gerisi gelmeyecek.
***
Dinciler, çıkarları gerektiriyorsa dillere izin verebiliyorlar. Örneğin, federal bir İslam ülkesi olan gerici Pakistan’da bütün yerel dillerde, şeriata aykırı düşmemek koşuluyla yayın yapma izni veriliyor ve devlet desteği sağlanıyor. Sömürge döneminde iyi kötü bir İngiliz eğitimi almışlar. Afganistan ve İran gibi dinci faşist ülkelerde de bizdeki gibi “dil yasağı yok”. Bu gibi ülkeler İslamo-faşist, ırkçı ülkeler. Azınlık dillerine destek ya hiç yoktur ya da çok kısıtlıdır. Yahudi İsrail ile faşist Arap ülkelerini karşılaştırmak, dillere tanınan izinleri görmek anlamında yeterli olur. Ama bunları görmek istemezler.
***
Biz soruna Türkçü ya da politik İslamcı değil, Adıgeler (Çerkes) açısından bakıyoruz. İslamın en güzel, en hoşgörülü örneğinin Adıgeler tarafından temsil edildiğine inanıyoruz. Diğerleri, kafa kesenler, bizim dışımızda kalan ve kabul edilemez olan dinci politik akımlardır.
AKP’nin dil ve kültürleri destekleme gibi bir politikası olmuş mudur? Olmamıştır. O, dini bir rejim, Orta çağa özgü bir politik İslam’ın peşinde. Yukarıda belirttiğimiz gibi dinciler ya da politik İslamcılar çıkarlarının gerektirdiği ölçüde Arapça dışı dillere destek verebilirler. Çıkar deyince maddi çıkar anlaşılmalı. Bunlar Allah rızası için çalıştıklarını söylerler, ama “itibardan tasarruf olmaz” da diyerek en üst, en konforlu bir dünyevi yaşamı kendilerine ve çocuklarına ayırırlar. Onları ABD ve Avrupa’da en iyi okullarda okuturlar. Saf Müslümanlar da oynanan oyunun farkına varmaz. Varanlar da değişik yöntemlerle susturulur, baskı altına alınır.
Erdoğan‘ın gerici, baskıcı politikasını MHP ırkçılığı iyice katmerleştirdi, sorunu katlanılmaz boyuta taşıdı, sonunda yaşam neredeyse kâbusa dönüştü.
Eski CHP ve yeni durum
1923’te laik yöneticiler ile Hilafet yanlıları arasında bir sürtüşme yaşandı. Hilafetçi kesim (Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat Bey, Refet bey, vd) 1925 Takrir-i Sükun Kanunu ile susturuldu. Ertesi yıl bunların bazıları ipe çekildi, bazıları da hapse kondu. Kürtler ve Çerkesler dahil azınlıklar baskı altına alındı. Bunların çoğu, o sıralar Türkçe bilmedikleri için, zorunlu olarak köylerinde anadillerini konuşmayı sürdürdüler. Türkçü fanatikler buna çaresiz olarak göz yummak zorunda kaldılar. 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatı ile kısmi bir gevşeme oldu, Alevi Kürtlere yönelik geniş kapsamlı askeri operasyonlar durduruldu. Bu gibi konularda yazılmış ürkek kitap ve yayınlar da vardır. Olası Kılıçdaroğlu iktidarı yasakları kaldıracak ve tam bir basın ve düşünce özgürlüğü getirecek midir? Bilemiyorum. Geçmişte bu gibi konularda sağcı generallerin oluru gerekiyordu.
Bütün bunlar, ulus düşünceleri gelişmiş olmadığı için halkın hafızasında fazla yer etmedi. Bu arada Atatürk’ün girişimleriyle tarım, sağlık ve eğitim alanında olumlu adımlar atıldığı, halkın yaşamı iyileştirilmeye çalışıldığı için tepkiler büyümedi. Atatürk temkinli hareket ediyor, reformlarını sınırlı tutuyor, varlıklı ve güçlü kesimlerle sürtüşmekten kaçınıyordu. Daha çok laikliğe, laik eğitime, Türkçeye ve kadın haklarına yoğunluk veriyordu
İkinci Dünya Savaşı
Atatürk’ün vefatından kısa bir süre sonra, 1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı. Yeni lider İsmet İnönü de, Atatürk’ün son Başbakanı Celal Bayar gibi azınlık düşmanı biriydi. İnönü ve Bayar doğuda Kürtlere karşı yürütülen operasyonları durdurdular. Konjonktür de öyle gerektiriyordu, aksi takdirde savaş Türkiye’ye de sıçrayabilirdi. 10 yıllık sindirilmiş bir sükûnet dönemi yaşandı. 1950 sonrası 10 yıllık bir sükûnet dönemi daha yaşanacaktı.
Köy Enstitüleri
1940’larda iktidar güçlüden yanaydı. Güçlü taraf olarak Almanlar, Naziler ve Hitler görülüyordu. Bir duygudaşlık da vardı. İnönü’nün bu politikası sayesinde Almanlar Türklere karşı toleranslı davrandılar ve saldırmadılar. Sovyet iddialarına göre, İnönü ve sağcı Mareşal Fevzi Çakmak, Almanların Kafkasya petrollerini ele geçirmeleri durumunda Alman safında Rusya’ya, Sovyetlere saldıracaklardı.
Ancak hesapta olmayan bir güç daha belirdi: ABD.
ABD, yardım yağdırarak Rusya içlerine değin ilerlemiş olan Almanların yenilmelerini sağladı. Bunun üzerine İnönü çark etti ve Almanya’ya savaş ilan etti. Ama Sovyetleri inandıramadı. Sovyet lideri Stalin, İnönü iktidarından cezalandırma amaçlı isteklerde bulundu. Bu da Türkiye’yi savrulmaya, Batı yanlısı ve komünizm karşıtı kampa, sonunda da NATO üyeliğine itti.
Bütün bu baskılara karşın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve eğitimci İsmail Hakkı Tonguç öncülüğünde köyü kalkındırma amaçlı köy enstitüleri kuruldu, enstitüler ortaokul eğitiminden sonra iki yıl daha mesleki eğitim veriyor, köylü çocuklara öğretmenlik yanında tarım, hayvancılık, marangozluk, demircilik ve müzik gibi mesleki eğitim veriliyor, imalat ve onarım işleri öğretiliyordu. Bazı öğrenciler tarla, hayvan ve oğul mevsiminde arı kovanlarını beklerken kitap götürüp okuyordu. Nitekim, Fakir Baykurt, Mahmut Makal ve Talip Apaydın gibi Menderes rejimince komünistlikle suçlanan bazı ünlü yazarlar bu okullardan yetişmiştir. Antikomünizm ve dinci kampanyalar sonucu Menderes hükümeti bu okulları normal öğretmen okullarına dönüştürerek ortadan kaldırdı.
Köylüye ve CHP’li olmayanlara zulüm
İkinci Dünya Savaşı sırasında halk, özellikle köylü kesim, Celali isyanlarına yol açan nedenleri andıran baskılarla karşılaştı. Ortada bir polis devleti vardı, kimse ses çıkaramıyordu. Savaş hazırlığı denerek köylünün toprak ürünlerine görülmemiş ölçülerde el kondu, ağır vergiler getirildi, devletten beslenenler enselerini döndüremez hale gelir ve aşırı şişmanlarken, vergisini ödeyemeyenlere de yol inşaatında üç ay çalışma cezası getirildi. O yıllarda büyük bir kuraklık ve kıtlık da yaşandı, kuraklık nedeniyle beklenen rekolte (ürün) elde edilemedi. Ama gaddar tahsildarlar (vergi memurları) köylü ailelere kök söktürdüler, defterde yazılı olan kadar ürün vereceksin diye tutturdular. Bunu Türklere, Çerkeslere ve ayrımsız CHP’liler dışındaki tüm köylülere uyguladılar. Bütün bir ülke (yoksul kesimler ve köylü) açlık içine düştü. Savaşsız bir savaş durumu yaşandı. Gayrimüslimler, özellikle de kentli ve esnaf Yahudiler ağır baskı altına alındılar. Vergisini ödeyemeyenler ceza olarak, elde balyoz yol inşaatlarında taş kırmaya götürüldü.
Bütün bu kötülüklerin sorumluluğu İnönü ve CHP’ye kesildi. Parti ve devlet iç içeydi. Vali ilin parti başkanıydı. Bugün Tayyip Erdoğan’ın hem cumhurbaşkanı ve hem de parti başkanı olması, geçmişten gelme bir alışkanlık ya da bir rastlantı olabilir mi?..
Aradan 80 küsur yıl geçtiği halde halk İkinci Dünya Savaşı sırasındaki devlet politikalarını, baskıları anı olarak hafızasında canlı tutuyor.
İnönü demokrasiyi getirdi, ama askeri darbelere karşı çıkmadı
İnönü daha sonra imajı düzeltmeye çalıştı, 1945’te sağcı (solu yasaklayan) , ama çok partili bir sistem getirdi, sola nefes aldırmadı, tutuklamaların ardı arkası kesilmedi, 14 Mayıs 1950’de seçim yoluyla iktidarı sağcı Celal Bayar ve Adnan Menderes‘e devretti.
Bir anı: Bizden 8 yaş kadar büyük komşu Lelıv ve çocuklar köy meydanındaki çayıra uzanmıştık. Üniformalı bir orman korucusu yolda yürüyordu: “Şu gelen ormancıyı görüyor musunuz. Dağda arabama doldurduğum odunları döktürmüştü. Gelsin de şimdi döktürsün… Demirkırat geldi” dedi. “Şimdi bu adam necidir, elinden bir şey gelmeyecek mi?” (Hig mı łım zi yıe kihıjıştba?” diye sordum. “Sihaykurtejep” (Artık bir bok değil) diye yanıt verdi. Demokrasi dendiğinde çoğu kişinin algılaması böyleydi. Köylü jandarma sopasından ve ağır vergilerden kurtulduğu, bir kıtlık yılında fırından parayla ekmek alabildiği için Menderes’ten memnundu. Demokratik hak diyenler, solcular, vb için hayat cehenneme dönüştürülmüştü.
***
İnönü 1960 ve 1971 askeri darbelerine açıkça karşı çıkmadı, itibarından yitirdi ve darbe yanlısı generalleri cesaretlendirdi. CHP Başkanı İnönü darbeler için, “Ne içindeyiz, ne dışındayız” dedi, kaypak davrandı, 12 Mart 1971’de kurulan faşist askeri cuntaya başbakan olarak Nihat Erim‘i verdi. Tutarlı ve ilkeli davranmadı.
CHP Sekreteri Bülent Ecevit ise darbelere ve baskılara açıkça karşı çıktı, demokratikleşme doğrultulu adımlar attı, 1973 seçiminde CHP’yi birinci parti yaptı, bunu 1977’de tekrarladı, sağcı Süleyman Demirel‘i ikinci plana itti. Ancak 1978’de AB’ye katılma fırsatını kaçırdı. İleri görüşlü olamadı, demokrasinin kamburu oldu.
Amerikancı dönem
1961 Anayasası ve Ecevit ile birlikte sol akımlar belirmeye başladı.
Daha önce Amerikancı ve Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri olan Celal Bayar ve Adnan Menderes dönemlerinde köylü ve esnaf kesime yönelik yürütülen popülist politikalar yanında, CHP karşıtı ve kutuplaştırıcı bir politika benimsenmişti. ABD yardımlarıyla tarımda makineleşme (traktör ve biçer döver dönemi) de başladı, bu da köyde işsizliğe, topraksız köylünün kentlere göçüne yol açtı. Büyük kentlerin etrafı gecekondu mahalleleri ile sarıldı. Menderes iş taleplerini karşılayamaz, sol ve komünizm düşmanlığı ile işi götüremez oldu, muhalefete baskı uygulamaya başladı. Ama gecekondu halkı laf değil fabrika, iş ve ekmek istiyordu. 27 Mayıs 1960’da ABD destekli bir askeri darbe yapıldı. Bu konuda çok şey yazmış olduğum için geçiyorum. Erdoğan benzeri şatafata kapılmış olan Adnan Menderes iktidarı devrildi ve iki bakanı ile birlikte şimdi PKK lideri Abdullah Öcalan‘ın tutulduğu İmralı Adasına askerler tarafından götürülerek asıldı (16-17 Eylül 1961).
.
Yeni anayasa ve kısmi demokratikleşme
1961 anayasası ile hızlı bir demokratikleşme süreci başladı ve 1965 seçimlerine sosyalist TİP’in de katılmasına izin verildi. O sıralar TİP denildiğinde Rusya ajanlığı, komünistlik ve dinsizlik anlaşılıyordu. Öyle propaganda ediliyordu. İstanbul’da görevli bir tanıdık baş komiser şöyle diyordu:
“TİP’lileri, komünistleri yakalayıp teslim ediyoruz, ama Moskova’dan para geliyor, hakimlere yediriliyor ve serbest bırakılıyorlar”. Algılama ve propaganda böyleydi. Yine de İnönü koalisyon hükümetinin getirdiği Milli Bakiye sistemi sonucu, TİP 15 milletvekili çıkardı. 2015’te HDP’ye karşı yapıldığı gibi, TİP’e karşı da bir şeytanlaştırma kampanyası uygulandı. Fark, HDP’nin oturmuş, bilinçli ve sağlam bir tabanının olmasıdır.
Solun güçlenmeye başlaması üzerine, 1971’de sağcı generaller, kendilerini deşifre eden solcu general ve subayları ordudan attılar (9 Şubat 1971), 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbeleriyle baskıcı (otoriter) bir rejim getirdiler, Kürtçe ve Adıgece (Çerkesçe) dahil bütün yerel dilleri yasakladılar. Bunun dünyada başka bir örneği daha yoktur. Bu da Türk ırkçıların ne denli fanatik ve gözü kara kişiler olduklarını gösteriyor. Tabii danışmanları, akıl hocaları ABD’li eleman ve servislerdi.
***
1960 ve 1970’lerde, önce Bülent Ecevit‘in ortanın solu hareketi güçlendi, ardından Kemal Kılıçdaroğlu‘nun, 2020’lerde CHP’deki kalıntı ırkçıları temizlemesi ile, sağdaki ve soldaki demokratik güçler, dinci-ırkçı iktidara karşı birleştiler, Cumhur İttifakına karşı 6 partili Millet İttifakı kuruldu. Durum kısmen iyileşti ve ibre muhaliflerden yana ağır basmaya başladı. Bu bir tarihsel başarı sayılabilir.
14 Mayıs’ta ne olabilir?
Anketler ve genel görünüm Recep Tayyip Erdoğan’ın dinci ve baskıcı rejiminin artık gidici olduğunu işaret ediyor. Normalde gitmesi de gerekir. Aksi takdirde ekonomik durum daha da kötüleşir, Erdoğan bunun altından kalkabilir mi? Zor. Yanında deneyimli kişi kalmadı, hepsini kovdu. Seçime daha 15 gün var. Erdoğan’ı ırkçı MHP ve en gerici partiler, Necmettin Erbakan‘ın gerici ve kadın düşmanı oğlu, Hizbullah bağlantılı olduğu söylenen, kadın düşmanı HÜDA-PAR, Türk ırkçısı BBP ve canlı cenaze DSP destekliyor. Boşa kürek çeken Muharrem İnce ve Sinan Oğan da demokrasi bloku dışında. Diğer partiler Erdoğan karşıtı ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekliyor. Bu geniş blokta milliyetçi, ülkücü, sosyal demokrat ve muhafazakar kesimlerle birlikte, dışarıdan destek veren Kürt ve sol partiler de var.
Kılıçdaroğlu ders almış gibi görünüyor
Kemal Kılıçdaroğlu 7 Haziran 2015 seçimi sonrasında, belki konjonktür gereği CHP eski başkanı gerici Deniz Baykal‘a ve onun keyfi davranışlarına göz yumdu, ses çıkarmadı, Erdoğan’ın oyununa geldi, kazanamayacağı halde, her ne hikmetse Baykal’ı Meclis Başkanlığına aday gösterdi, Erdoğan’dan okkalı bir tokat yedi, yetmedi Baykal’ı milletvekili seçtirdi. Kılıçdaroğlu’nda vefa duygusu var, Erdoğan’da sanırım bu yok. O sıralar partide Baykalcılar da güçlü olmalıydılar. Daha sonra Erdoğan’a karşı geniş bir ittifak oluşturmayı başardı. Şimdi, en azından Yunanistan ya da Bulgaristan düzeyinde bir demokrasi beklentisi doğdu. Dileriz gerçekleşir.
***
Şu an halk derin bir yoksulluk, Erdoğan’dan korku, işsizlik ve yokluk içinde. Ancak Erdoğan’dan nasiplenen geniş bir varlıklı ve dinci kesim de var, büyük şehirlerde otomobil bolluğundan araba park edecek yer bulunamıyor. Bu varlıklı kesim, milyonlarca tuzu kuru ve dinci kişi, petrol zengini Araplar, Katar, Rusya ve Putin, Erdoğan’ı destekliyor. Buna karşılık yüzbinlerce üniversite mezunu genç işsiz ve umutsuz. Umutsuzluk yaygın ve intihar sayısında da artış var. Hiçbir Batı ülkesinde görülmeyecek boyutta baskıcı bir dönem yaşanıyor. Hedef 15 Mayıs’a barış içinde ulaşmak.
Erdoğan ve AKP yenilmez bir güç mü?
AKP 2015 genel seçiminde azınlığa düşmüş ve yenilmişti, ama Erdoğan’ın manevraları başladı, 400 HDP merkezi ve seçim bürosu ile sol yayınlara yönelik eşzamanlı yaygın bir saldırı başlatıldı, bazıları ateşe verildi, büyük bir korku iklimi yaratıldı, demek ki daha o zamandan büyük bir trol ordusu kurulmuş, tehlikeli bir oluşumdur bu. Kılıçdaroğlu acemi ve ürkekti. Devlet Bahçeli ve MHP Erdoğan’ın imdadına yetişti ve sola geniş bir gözdağı verildi, ırkçılık şaha kalktı, örneğin zavallı ve üstü çıkarılmış 15-16 yaşlarındaki bir Kürt çocuğuna önce dayak atıldı, üzerine büyük bir Türk bayrağı sarıldı, topluluk eşliğinde Muğla şehir parkına, oradaki Atatürk anıtına götürüldü ve çocuğa Atatürk heykeli öptürüldü. Vahşi bir zevk alınmış, ilkel bir kabile töreni ya da Ortaçağa özgü bir cadı avı yaşanmıştı.
***
Erdoğan marifetli biri, nice kişiyi cebinden çıkarır, Kasımpaşa’da yetişmiş, ne yapacağı öncesinden kestirilemez, Atatürk gibi sert biri, ancak şu sıralar hasta olduğu söyleniyor ve emekli edilmek isteniyor.
Her ne olursa olsun 14 Mayıs’ın barış ve sükûnet içinde tamamlanması amaç olmalı, kışkırtmalardan uzak durulmalı, trollere fırsat tanınmamalı. Bu bir referandum, bir plebisit değerinde bir seçim. Seçimi Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve demokrasi güçlerinin kazanacağına inanıyorum. Hayırlısı ne ise o olsun.