Paris’te Bir Çerkes Kızı – 22

 

Bir 1 kişi ve gülümsüyor görseli olabilir
V
“Yol için uzun süre hazırlanırlar, ama, ardından hemen yola koyulurlar” dendiği gibi, Marie-Angélique’lerin Pon de Vel’in yazlığına gitmek üzere yola koyulmaları kesinleşmişti: Hazırlıkların üçüncü günü faytonları Ferriollerin ana kapısı önünden hareket etti.
“Küçük ve güzel yazlığımızı, çayır ve çimenli bahçemizi görür, temiz hava alır ve dinleniriz” diyen Marie-Angélique’ten çok, bu yolculuğa Ayşet de belli etmeksizin sevinmekteydi. Sevinci, sulanıp kendisini utandıran, yine de acıdığı Kont Charles de Ferriol’den uzaklaşacağı, Pon de Vel ve Arjantal ile vedalaşamadığı ya da gideceği yeri Jeanette-Nicole’e bildiremediği için değildi. Yola çıkacağı gece bunları da düşündü, ama son çare kendini kurtarmak dendiği gibi, karnına kuşak sararak hamileliğini ve sırrını Ferriollerin evinden ve duyarsız Paris’ten sorunsuz çıkarmayı ve bir nefes almayı düşündüğü içindi.
Bu şey ne olabilir, mutluluk ya da bir şanssızlık olabilir miydi?
Sabaha karşı Paris’i terk edip, batı yönünde, İsviçre sınırına uzak olmayan bir yerde Pon de Vel’in yazlığına doğru koşar adım gitmekte olan faytonda üç kadın vardı: Kontes Marie-Angélique, Ayşet ve Sophie. Bu üç kadın tekerlek ve atların uyumlu nal seslerini dinliyor, bir yandan da kırları, koruları ve dağ sırtlarının farklı görünümlerini izliyor ve gülümsüyorlardı, ama gördüklerinin benzeşmemesi gibi, içlerindeki düşünceler de farklıydı.
Marie-Angélique koca Ferriol ailesinin ağır yükünü taşıdığını düşünüyor ve bundan kendi payına bir övünç çıkarıyor, ama Pon de Vel’in karşısındaki zorlukları düşünüyor, Laroche’u ne diye yanına almadığına da biraz üzülüyordu.
Ayşet, kuşku duyduğu şeyin gerçek olup olmadığı kaygısı içindeydi. Bunu nasıl öğrenebileceğini düşünüyordu: “Örtmeye çalışsa bile, küçük karnı fark edilecek biçimde kendini belli ediyordu, ne diyecekti, ne yapacaktı?.. Erkeklerin uğruna kurban oldukları kadını, Tanrı zavallı olarak yaratmıştı – isteyerek-istemeyerek aldığı bu yükü kadın ömrü boyunca taşıyacaktı… Bebeği nedeniyle Claudine’in başına gelen şeyi belli etmemeye çalışıyordu, ama içinden neler geçtiğini kim bilebilirdi ki… Kaç kez ilaç iç, önlem al diye uyardım!.. Dine aykırı, Tanrı beni bağışlamaz diyerek, kardeşimiz Başpiskopos Pierre’in dediğine uydu, sözümü dinlemedi. Bu kuşkularım Aisse’nin de başına gelmiş olabilir mi… Öyleyse ne diye bu uzun yolculuğa kalkışmış ki? Pon de Vel’in yanına vardığımızda durumu öğrenebilir miyim? Bana açılmazsa kime açılır ki? Çocuk kimden olabilir: Konttan mı şövalyeden mi?..”
Karnı sıkı bir kuşakla sarılı olan Ayşet’in tasalanacağı çok şeyi vardı, ama faytonun penceresinden gördükleri bunları unutturuyordu.
– Bak, Marie-Angélique mama, sırttaki şu sonbahar korusunun güzelliğine, – Ayşet gördüğü manzaradan etkilenmişti, – ağaçlar değişik renkte yapraklarla bezeliydi.
– Evet, Aisse, güzelliğime doyamadım. Hey gidi hey, her güzelliğin bir çağı var, gelip geçiyor, – Marie-Angélique bir ah çekti, bir süre bekledi, ardından konuşmasını sürdürdü: – Bir ay gibi bir süre içinde soğuk rüzgarlar o yaprakları yere indirir, ağaçları çıplak bırakırlar…
– Öyle ama, – Ayşet dediğinden dönmüyordu, – önümüzdeki ilkbahar o ağaçlar yeşil yapraklarla yeniden bezenecekler.
– Bir ömrün içinde yarı yıl az değildir, – Marie-Angélique artık ah çekmemişti, “bunu daha sonra fark edersiniz” diyerek gülümsedi.
– Bir zamanlar güzel olan bir kadında güzellikten bir eser kalır, – diyerek Sophie Kontes Marie-Angélique’e moral verdi: – Bakıyorum, kontes, tanıdığımdan bu yana hiç değişmemişsin, hâlâ güzelsin.
– Teşekkür ederim, Sophie, – Mari-Angélique’in sevinci yüzünden anlaşılıyordu, – beni böylesine bir gözle algıladığın için. Evet, evet, iki oğul doğurdum, yine formumu korudum, kendime dikkat ettim, kendime baktım, hâlâ güzel sayılırım (sıdexoşx, sıdexof). Doğum yapan kadın daha da güzelleşir dedikleri doğrudur. Bir bakın, siz de görüyorsunuz, Claudine bebek yapınca daha da güzelleşti. Beni genç kız olduğumda bir görmeliydiniz, kız kardeşimden çok daha güzeldim, ama Aisse’den daha güzeldim dersem yalan olur. Aisse bu dediğime takılıp kendini güzel görmeye kalkışma, – diyerek Marie-Angélique Ayşet ile şakalaştı, merak ettiği şeyi sordu: – Bu son üç dört ayda başına ne geldi, bilemiyorum, çökmüşsün, ilgisiz, boş vermiş bir halin var. Evet, Aisse, evet, benim küçük kızım, anlıyorum, hasta kontu idare etmek kolay değil, ne yaparsın, seni yormuş, sadece seni değil, seninle birlikte hepimizi yordu. Biz önemli değiliz, ne yapalım, artık bıktık diye homurdandıklarında endişe ediyor, Desten ve diğer bakıcıların maaşlarına zam yapıyorum.
– Ne yani? – Sophie, bu duydukları üzerine boşaldı, – Kont, Desten’e satranç öğrettiği, hasta ile uyku kestirdiği için mi yoruluyor?!
– Bundan daha doğru şey söyleyemezsin, Sophie, – Marie-Angélique başlattığı konuşmayı değiştirmek istediğinde hep yaptığı gibi çark etti, – dinlenelim diye yola çıktık, ne diye ailevi sorunlarla başımızı ağrıtıyoruz? Bakın şu doğan güneşin güzelliğine. Ne diye acele ediyoruz ki, güneş yükselene değin Ablon’a varır, geceyi kendi bahçemizde geçirir, gündüz yeniden yola koyuluruz. Doğru değil mi, Aisse? Doğru tabii, ama bakıyorum, üzülüyorsun, nedenini anlayamıyorum… Kuşkulandığı şeyi bildirir gibi sürücüye seslendi: – Fayton bizi sallamasın, daha dikkatli sür.
– Ayşet Sopie’ye bir bakıp gülümsedi ve içinden söylendi: – “O kuşkulandığın şeyi gizlemesi zor, ama onu bugün, yarın ve yarından sonra da öğrenemezsin, Markiz Marie Claire Bolingbrock’un bana söylediği gibi Julie Calandrini’ye ulaştığımızda öğrenirsin… Sana karşı doğru davranmadığımı biliyorum. Başıma geleni ilkin sana söylemeliydim, ama sana sırrımı niçin açmadığımı bilemiyorum… Claudine’in hamileliğini uzunca bir süre benden sakladığın için olabilir mi? Bu da bir neden olabilir, ama sırrımı aileme duyurmak, kardeşlerimi üzmek istemedim. Onların Claudine- Alexandrine için dedikleri hala belleğimde. Ayrıca “dinen yasak, başkalarının ne diyeceklerine aldırma, bebeğini aldır diye, kız kardeşine yaptırmadığın şeyi bana yaptırmak için peşime düşeceğinden kaygılanmış olmalıyım. Tanrı öyle yazmışsa karşı çıkıp günah işleyemem… “
Sophie küçük dudaklarını kapatmış, Ayşet’i korumaya hazır oturuyordu, ancak bu üç farklı kadın arasında bir anlaşmazlık yoktu.
Ayşet’in ummadığı bir hızla Pon de Vel kendilerini karşıladı. Tatlı bir esinti vardı, günler yumuşak geçiyordu, bu nedenle olmalı, bir gün ve bir gece süren yolculuğun sıkıntılarını hemen unuttular. Yeni yerlerine ve yemek kokularına alışmaya başladılar. Ferioller üç yılı aşkın bir süreden beri bu yere gelmemişlerdi, ama kiracıları olan karı-koca bu yeri bakımlı ve temiz tutmuştu. Bahçe köşelerinde tavuklar otluyor, yem arıyorlardı, kuyrukları altın rengini andıran iki tavuk gösterişe çıkmış gibi birbirini çağırıp geçişiyordu. Evden uzaktaki ağılın örülmüş ayrı bir bölümünde yeni buzağı doğurmuş bir inek bağlıydı. Yakınındaki kazıkların tepelerine süt konan küpler, testiler asılmıştı. Elma, armut ve erik ağçlarında hâlâ geç meyveler vardı. Olgunlaşmış üzüm salkımları dallarından sarkıyordu. Sarımsak, biber, soğan ve mısır başları örülmüş diziler halinde evin güneş gören saçağına asılıydılar. Ağaç tepelerindeki kuşlar da karşılıklı cıvıldaşıyorlardı.
– Aisse, görüyor musun yıllardır yitirmiş olduğumuz güzellikleri? – dedi Kontes Marie-Angélique bir ağaç dalına asılı salıncakta sallanırken. – Böyle bir zevkten yoksun kalmak gerçekten yazık oluyor. Bakın bir, şu karşıdaki İsviçre Dağlarının güneşte parıldayışlarına. Fransa da güzel, ama, kim ne derse desin, İsviçre daha güzel, cennet gibi bir yer. Buraya gelene dek Julie’yi görmek dışında bir söz ağzından düşmedi, peki, Aisse, bu manzara karşısında niye bir şey söylemiyorsun?
– Haydi bugün Calandrini’yi görmeye gidelim dersen ben hazırım, – Ayşet beklediği şeyi deme fırsatını bulmuştu.
– Ben gelmesem, Sophie ile ikiniz gitseniz olmaz mı?
– İkimiz de gidebiliriz, ama sen de bizimle gelirsen daha yerinde olmaz mı? – Ayşet aslında istemediği şeyi kontese önermiş oldu.
– Tamam, Aisse, ikimiz bitişik ikizler gibi birlikte olmasak da olur, sen de dinlen, ben de dinleneyim, – dedi Marie-Angélique, konuşmasını şakaya vurdurdu: – Korkma, kimseye yaramam, ben burada bir fazlalığım. Ama yeryüzü sürprizlerle doludur, ne göreceğimizi bilemeyiz.
– Marie-Angélique mama, Julie’nin yanında ne kadar kalabiliriz?
– Beni özleyene değin kalın, – kontes dün tanıştığı komşu adamı anımsayarak tatlı tatlı Ayşet’e gülümseyerek yanıtını verdi. – Siz beni hiç özlemezsiniz ama ben sizi görmeden edemem… Gerekirse yanınıza gelirim. Akşam karanlığında yola çıkmayın, yarın gidersiniz. – Odadan gönderdiği bu kişilerin ardından kuşkulu bir ifadeyle seslendi: – Sophie, sütyenimi ne diye taktım ki, sıkıyor, gevşetiver, ayaklarıma biraz sıcak su da döküver. Hayır, hayır, Aisse, teşekkür ederim, sen dinlen, senin bana yapacağın şeye Sophie’nin eli de yakışır, ikiniz benim mutluluk kaynağımsınız.
Ayşet durumunu şimdiye değin Marie-Angélique’ten gizlemişti, artık gizleyemeyeceğini anlamıştı. Hamile kaldığı günden beri bunu düşünüyordu, ama bugün, yarın derken çok gecikmişti. Ayşet’in gözyaşları döküldü, ama kendine geldi ve toparlandı: – Bunca yıldır bana bakıp beni büyütenlere karşı dürüst davranmadım, durumumu ilkin ona açmam gerekiyordu. Jeanette-Nicole, Bolingbrocklar ve Sophie farkına vardılar, yarın varacağımız Julie’nin beni anlamasını ve bana yardımcı olmasını bekliyorum. Anlaşılan, bazı ters davranışları nedeniyle Marie-Angélique’in iyiliklerini unutmuş olmalıyım. Her şeyi öğrenmek ve her şeye karışmak istemesi hakkı değil mi? Öyle biri o. Beni süzüyor, ben de gülümsüyorum, laf dokundurmak istiyor, ben de işi başka yönlere çekiyorum. Kuşkulandığı şeyi soracak olursa, saklayamayacağım için ona ne diyeceğim, nasıl gözlerinin içine bakacağım? Julie’ye gitmeden önce söylesem mi ya da döndükten sonra mı söylesem?.. Vaktim var… “Ayşet, Charlotte-Elizabéth Aisse, ne diye bu hallere düşmüşsün?! – Adıgece ve Fransızca seslenip kendi kendisine kızdı. Büyük bir sıkıntı içinde kıvranan Ayşet, beklenmeyen bir çeviklikle kalkıp Kontes Marie-Angélique’in yanına gitti.
– Aisse, bir şeylere mi üzülüyorsun?.. – kuşkulandığı konuda ağzından laf alamadığı Sophie’ye bir baktı Marie-Angélique, geri dönmesini beklemediği Ayşet’e yanıt verdi.
– Hayır, – Sophie’ye sorduğu şeyin ne olduğunu fark eden Ayşet, geldiğine pişman oldu, – alışmadığım odada yalnız kalamadım. Papanın evdeki halini düşünüyordum.
– Evimizde ne olabilir ki? – kendini zor tutan kontesin yanıtı gecikmemişti. – Kontun temiz ve sıcak bir döşeği var, yemek yiyor, uyuyor, ona kitap da okuyorlar, satranç oynuyor, şarkısına eşlik ediyorlar… Oradakiler ona bakarlar. Ömrünü zevk içinde geçirmiş olan Kont Augustin-Antoine da kardeşinin yanında, bir kez olsun ona baksın. Çektiğimiz onca sıkıntı yetmez mi, bakın burada doğanın ne denli güzel olduğuna, bu dinlenme anımızda olsun sorunlarımızı bir yana bırakalım. En iyi olanı biliyor musunuz? Biraz kaliteli şarap içmek. Doğru değil mi, Aisse? O denli kıvranma, senin şarap içmediğini biliyorum.
– Ben de içmiyorum, kontes, – diye soran varmış gibi Sophie de söze karıştı.
– Niye, Sophie, senin şarap içmemek için bir nedenin mi var?
– Şarap içmeyenlerin hepsinin bir nedeni bulunduğunu sanma Marie-Angélique mama, – lafın kendisine yönelmiş olduğunu bilerek “kendimi frenlemekle iyi yapmışım” dedi kendi kendine, – şarap kimine iyi gelir, kimine gelmez.
– Yahu, şarap konusunda ikiniz de anlaşmış gibisiniz, içmiyorsanız içmeyin, zorluyor değilim, – istediği şeyi elde edemeyen kontes sözlerini şakaya vurdurarak hemen değiştirdi: – Benimle içmeyecekseniz şu yakışıklı komşumuzu benimle kadeh kaldırmaya çağırırım. Hoş olmasa da, Aisse, bunu amcan Kont Augustin-Antoine’a yapacağım. Şimdi değil, Cenevre’den döndüğümüzde. İkinizi bir başınıza oraya göndermemi beklemeyin, ben de sizinle geleceğim. – Cenevre’ye onlarla birlikte gitmeyeceği sözünü hemen değiştirdi.
Ertesi gün öğle üzeri Cenevre göründü: Yüksekçe olmayan dağ sırtlarına kurulmuş bir kent, dere kenarlarına, uzun ve dar vadilere yayılmış bir yer. Paris’teki gibi çok katlı ve yüksek binalar orada yok, iki ya da üç katlı konutlar yanında tek katlı, çatısı eğimli kırmızı evler çoğunluktaydı. Bunlar arasında Katolik kiliselerinin yüksek çan kuleleri göze çarpıyordu. Uzun ve eğri caddeleri, sırtlara çıkan, sırtlardan inen yolları, yolların her iki yanında uzanan değişik cins ağaçlar bulunan yolları, dört bir yandaki küçük mahalle ve köylere uzanıyor, bütün bunlar Cenevre’yi genişletiyor ve güzelleştiriyordu. Görünen bu dingin kentin üzerindeki temiz hava ve hafif yel insanın içini ferahlatıyordu.
– Cenevre dedikleri yer işte burası, – dedi Marie-Angélique kendini tutamayarak, – ne kadar da güzel bir yer olduğunu görüyor musunuz? Balık kokusu ve kurbağa sesleri dışında bir şey duyulmayan Paris’te artık nefes alamıyoruz. Kral ile Orleans dükü Versay ve Trianon saraylarına kurulmuş, bizi adam yerine bile koymadan genç ve güzel dilberlerle gönül eğlendiriyorlar, Fransa’nın en büyük ve en seçkin kentinde olup bitenlerle ilgilenmiyorlar… – Kontes kendi kendine konuşuyordu, ama bir şey demek isteyen Sophie’nin sözünü kesti: – Tamam, Sophie, onlara ilişkin bir şey demedim, sen de duymadın, sözünü etme.
– Kontes, onlar umurumda bile değil, – diyerek Sophie, umursamaz bir tavırla kontesi yanıtladı.
Şu ya da bu yanlı olmadığı gibisine Marie-Angélique’in homurdamalarına ses çıkarmayan Ayşet de kendi kaygılandığı şeyi açıkladı:
– Madlen Cenevre’de mi yoksa çevresindeki köylerden birinde mi?..
– Unuttun mu, Aisse, – Gözlerini kentten ayıramayan Sophie daldığı görüntülerden uyandı, – kont onun Cenevre köylerinden birine yerleştiğini söylemişti ya?
– Benim dediklerime kulak vermeden böyle kimden söz ediyorsunuz? Kontun bir zamanlar cezaevinden kurtardığı o sokak kadınından mı söz ediyorsunuz? Konuşacak konuyu bulmuşsunuz… Yıllardır yakışıklı Kont Charles de Ferriol’ün aklına gelmiyoruz, onun yüzünden yaşam bize zehir oldu, kendi ise o başıboş kadını unutmuyor. Ne yapacak, o kadından bir beklentisi mi var?.. Seni düşünecek, dinlenmeni sağlayacak yerde o kadını aramanı senden istiyor. Hayır, Charlotte-Elizabéth Aisse, zavallı konta kızıyor değilim, – söylediklerini Ayşet’in beğenmediğini anlayınca, her zaman yaptığı gibi, kontes sözlerini hemen değiştirdi, – umarsız durumdaki hastaya kızmakla ne elde edilir, biz kadınların durumunu görüyorsun, durumumuz zor. Yanına gideceğimiz akıllı kadın Julie’den söz etsek daha iyi olur. Beni unutturur, sizi nereye oturtacağına karar veremez, tatlı ve yumuşacık sözlerle sizi karşılar. Kendimi Julie’ye benzettiğimi sanmayın, benim de iyi yanlarım var, ama iyilikte onunla yarışamam.
– Sen de, Marie-Angélique mama, iyi ve özenilecek yanı çok birisin, – hak edip etmediğine aldırmadan, kontesin hoşuna gidecek şeyler söyledi ve onu övdü, gözleriyle Sophie’ye, kendisini destelemesini işaret etti ve sordu: – Doğru değil mi Sophie?
– Elbette doğru, Kontes Marie-Angélique olmasa Ferrioller ne yaparlardı bilemem, – Sophie düşünmeye gerek duymadan Ayşet’i onaylamıştı.
– Yeter artık, siz ikiniz beni övmekle sizi daha çok sevmemi, her istediğinizi yerine getirmemi beklemeyin, – diyerek kontes kızlarla şakalaştı, “tatlı sözlerinizden çok gizli yanlarını bana söylerseniz daha sevinirdim, ama bunun da zamanı var, er geç ortaya çıkacağından eminim”, – dedi kendi kendine.
(Devamı var)
İshak Maşbaş (Tarihi roman) (s. 447 – 455).
Yorum Yap