Paris’te Bir Çerkes Kızı – 30
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
I
Bugün 24 Nisan 1727.
Yarın küçük Selini’nin yedinci yaş günü. Ayşet Sans (Sens) yoluna koyulmak için sabırsızlıkla sabahı bekliyordu, buna eklenen aralıksız öksürük sesi nedeniyle de gece boyunca gözüne uyku girmemişti. Ayşet’in kafasında tek bir soru vardı: “Kızımın doğum gününe tek başıma gitmem doğru mu?.. “
Ayşet kimi yanına alabilirdi? Şövalye, kendi tarikatından (Orden) ayrılana dek Sans’a gitmeme, çocuklarını sormama ve görmeme kararını verdikleri üzerinden yedi yıl geçmişti. Bu kararı zorunlu olarak almışlardı. De Edie karara uyuyordu. Şövalye bu kararı korktuğu için almamıştı. Kızını korumak için karara uyuyordu. Ama bir bebeklerinin olduğu Ferrioller, Tansenler, Bolingbrokeler ve Calandriniler açısından gizli miydi? Ama senin açıkladığın sır ile sana ilişkin anlatılan sır aynı değerde değildir. Malta şövalyelerinin yolundan ayrılırsan, onların insana yapamayacakları kötülük düşünülemezdi.
“Sana kırgın değilim, Edie, – Ayşet kendini kınıyor ve azarlıyordu, – anne ve babanın Selini ile beni istemediklerini biliyorum. Senin güvenliğin için kaygı duymalarını nasıl kınayabilirim?.. Kusurlu olan benim, senin ve ailenin başına iş açan da benim. Hayır, bizim için yaşamını tehlikeye atmanı isteyemem! Zavallı küçük kızımızın başına neler geleceğini bilmiyorum, yoksa ben canımı ortaya koymaya çoktan hazırım. Ama en iyi çözüm, sorunu barışçı bir biçimde çözmen ve üçümüzü bir araya getirmen olur. Tanrım, bizi anla, dileğimizi gerçekleştir, bize engel olanların içlerini yumuşat. Evlilik dışı doğurmuş olsam da, bu şey senin bilgin dışında olan şey değildir, küçük kızımı kimsesiz bırakamam. İşimiz bir hallolsun küçük kızımı, Selini’yi bir saatliğine olsun öksüzler yurdunda bırakmam. Çocuğuna annesi olduğunu söyleyememekten daha acınacak bir durum olamaz!.. Isabelle Louisi’yi kınamıyorum. Bana Selini’yi gösterdiği için ona teşekkür borçluyum. Bu onun bir iyiliği, Tanrım ona uzun bir yaşam ve sağlık bağışla”.
Yarım günlük yolu aşıncaya değin, Ferriollerin fayton sürücüsü Jacques, ara ara öksürmesi tutturan Ayşet’e acıyor, yola çıkmadan önce Marie Angélique’ten yol ücretini alırken Ayşet’e fısıldadı:
-Kontes, pencereleri kapat, rüzgar çarpmasın.
– Teşekkür ederim, Jacques.
– Baban zavallı Kont Charles de Ferriol sağ olsaydı, seni böyle hasta halde asla yola çıkarmazdı. Büyük bir insandı, eli açık ve merhametli biriydi! Bazen ikimiz, sen de tanık olmuşsundur, yaşam ve yaşamın amacı gibi konularda tartışırdık. Böylesine birinin yanında benim lafım olmazdı, yine de bazı dediklerimi dikkate alır, kabul ederdi. Kont aramızdan ayrıldı, sen yetim kaldın, ben de ağzı bağlı biri olarak Ferriollerin kapısında duruyorum. Kont Augustin Antoine ile Kontes Marie Angélique faytonumda iken iyi ya da kötü, benimle hiç konuşmuyorlar. Bana güvenmiyor olmalılar.
– Hayır, Jacques, yanılıyorsun. Onlar da çok iyi insanlar.
– Böyle diyorsan, kontes, öyledir. Ama konuştuğumuz aramızda kalsın, onlar zavallı babanla bir olamazlar. Seni hiçbir şeyden yoksun bırakmadı, hiçbir şeyi senden esirgemedi. Sana yaşadığın sürece yetecek bir mal bıraktığı söyleniyor. Bilemiyorum, ama söylenenlere sevindim.
– Doğru, Jacques, – faytoncunun babasını övmüş olması içini ferahlatmıştı, sürücünün sorduğu soruda sinsi bir yan olup olmadığını düşünmeden yanıt verdi, babasının kendisine bıraktığı miktarı gizlemedi: – Mirasın üçte birini bana bıraktı.
– Bunu yazılı olarak da kaydettirdi mi?
– Evet, Jacques.
– İşte insanlık, işte iyilik dedikleri bu! – diye haykırınca atlar hızlarını artırdılar, biraz sonra başını sallayarak konuşmasına döndü: – Charlotte Elizabéth Aisse (Ayse), Kont Charles de Ferriol’e saygı duymamın ve onu sevmemin nedeni bu… – “ama bize hiçbir şey bırakmadı…” dedi içinden. Kendisi için düşündüğü şeyden irkilmiş halde kontu övmeyi sürdürdü. – Sen bir Çerkes atasözünü konta söylemişsin, o atasözünün anlamını bana da anlatabilir misin? “İyilik yap suya at”. İlkin anlamını anlayamadığım bu şeyi baban konta sorduğumda, ne olduklarını bilmediğim Çerkslere iyi gözle bakmamı sağladı. “İyilik yaparsan, sözünü etme, gerisini arama, yaptığın iyilik bilmediğin birine bir su damlacığı olarak ulaşır, ona yarar”. Bundan çıkan anlam da bu değil mi?
– Öyle Jacques. Küçükken, ninemin öyle dediğini duymuştum. Ama bu atasözü sadece Çerkeslerde değil, İngilizlerde de buna benzer bir atasözünün bulunduğunu Lord Bolingbroke de söylemişti.
– İngilizlerde bulunuyor olabilir, ama bizde, biz Fransızlarda neden bulunmasın, anlayamıyorum… – “Çerkesler de İngilizler de bana gerekli değil, ikide bir Sans’a gitme nedenini bana söylersen daha iyi edersin” diye Jacques içinden söylenip konuşmasını sürdürdü. – Doğrusunu sorarsan, dünyada Çerkeslerin de yaşadıklarını bilmiyordum. Evini, yuvasını korumakla yetinen sıradan Fransızlardan biriydim, oğul, kız ve torunlarım çok, çocukluk ve bebek büyütme üzerine güzel atasözleriniz olmalı… Bunları biliyor idiysen de unutmuş olmalısın…
– Niçin unutacakmışım? – Ayşet bu duyduğu söz üzerine heyecanlandı. – Çocukluğunda duyup içinde sakladığın şeyi hiçbir zaman unutmazsın. İşte sorduklarından şu an anımsadığım birkaçı : “Fidan yaşken eğilir, çocuk küçük yaşta eğitilir”, “Çocuğunu nasıl eğittinse, kocan da nasıl eğitildiyse öyle olur”, “Annesinin huyu kızına geçer” (Yane yixabze, yıphu yıbzıpĥ), “Annesine bak, kızını al”, – Ayşet aklında kalanları sıraladı. – Yine ister misin? – ulusunu daha fazla övmemesi gerektiğini anladı, içlerinden biri olduğu Fransızları gücendirmemek için sözlerine eklemede bulundu. – Fransızlar olarak da bebeğe, çocuk büyütmeye ilişkin mükemmel atasözlerimiz var…
– Var, kontes, var! – Ayşet’in söylemesine fırsat vermeden Jacques Fransız atasözlerini sıralamaya başladı. – Büyük bir ulusuz, bizde de benzer atasözleri olmaz olur mu! Bana ilginç gelen şey büyük ya da küçük ulusların özlü sözlerinin birbirine benzer olmaları. Senin aralarından geldiğin Çerkesler için küçük ulustur demiyorum, söylediğin atasözlerinin akılla dolu olduğunu duydum. Anası ile kızına ilişkin ne demiştin? Bir daha söyler misin?..
Ayşet gülümsedi:
– Ona kalbinde bir yer ayıramadığına göre, o sözün akıl dolu bir özü olmamalı, Jacques.
– Kalbimde yer etmemiş olabilir mi, kontes, sevdiğim şeyleri yeniden söyletme gibi bir alışkanlığım var, soruyorum sadece, ana ile kızına ilişkin söylediğin atasözleri kalbimde: “Annesinin huyu kızına geçer”, “Annesine bak, kızını al”. Bu duyduğunuz sözlerdeki bilgeliği düşünerek hızlanın koca bacaklılarım, yolumuzu kısaltın bakalım yaman atlarım, – diyerek ve şakalar yaparak atlarını sürüyordu.
Ayşet de daha sevecen bir ses tonuyla güldü.
– Ne diye, kontes, Çerkes atasözlerini doğru söyleyemediğim için mi güldün?
– Hayrı, Jacques. Yola ilişkin söylediğin şey eski bir Çerkes atasözünü aklıma getirdi de, onun için güldüm.
– Söyle, bilgece bir atasözü daha varsa onu da kalbimde yaşatırım.
– “Yola merdiven daya (döşe)” (Ğogum ĺevey kêź – къедз)
– Ne dedin? Yola nasıl merdiven dayayacaksın?
– Jacque, sen çoktandır yola merdiven dayadın (serdin) bile.
– Nasıl?
– Yolda gidenler dost ve tanış iseler, “içimizden biri yola merdiven dayasın” derler. Merdivenin birer birer basamaklardan oluşmuş olması gibi, yolun uzunluğunu, söyleşi, muhabbet içinde kısaltmış olurlardı.
– Benim yola merdiven dayadığım hayli zamandır olmuşsa, kontes, şimdi senin merdiven dayamanı bekliyorum, – diye sürücü bir şaka ile karşılık verdi.
Ayşet yöneltilen sorulara “bu kişi ne kadar da bana yapışmış!..” diye içinden geçirdi. – Ayşet de sürücüye ilişkin kuşkular belirmişti, ama yıllardır Ferriollerin hizmetinde olan bu yaşlıya güvenmemeyi de uygun bulmamıştı. Yola bir çıktıklarında, erkek ya da kadın olsun bir şeyler konuşulacağını biliyordu, ama içinden gelen bir sezgiyle Jacques’a kesin bir yanıt verdi:
– Çerkes kadını yola çıktığında yola merdiven dayamaz, merdivene çıktığını da göstermez.
– Akıllıca bir söz. Sayıca az nüfuslu uluslar Fransız, Alman, İngiliz gibi uluslarla yarışamazlar görüşüne karşı çıkmam da bu yüzden.
– Teşekkür ederim, Jacques, – Ayşet belli etmeden bir iç çekti. – Akıllı olmak büyük ulustan ya da küçük ulustan olmaya, yüksek eğitim görmüş ya da görmemiş olmaya bağlı değil. Konuştukları dile de bağlı değil. Her bir ulus rengi, dili, giysisi, mutfağı, dans edişi, düşünüş tarzı ve dini gibi nedenlerle kendini gösterir, ama bu ayrımcılığa neden olmamalı, uluslar dost kalmalı ve birbirlerine yardımcı olmalılar, böyle olursa, dünyamız daha ilginç ve daha güzel olacaktır, – Voltaire’in dediği bu.
– Ferriollerin yanına gelen o inatçı Voltaire’den mi söz ediyorsun?
– Evet! – Fayton sürücüsünün soru sorma biçimini beğenmediğini belli eden bir karşılık verdi Ayşet: – Başka Voltaire’imiz yok Fransa’da.
– Şimdi anladım o akılı kişinin Fransa’dan niçin kovulmuş olduğunu (1), – Jacque hemen çark etti. – Siz de, kontes, dikkatli olun, – kırbacını sallıyor gibi yapıp sözünü bağladı, – bu kişilerin eline fırsat geçmesin tek, onların yapmayacakları kötülük yoktur.
– Yoksa beni de Voltaire gibi özgür düşünceli ve akıllı biri olarak mı görüyorsun? – diyerek sürücü ile şakalaştı.
– Akıllısın, akıllı, – demek için Jacques ayrıca düşünmeye gerek duymadı.
– Yeter artık, kendimizi övmeyi bu noktada bırakalım, – diyerek Ayşet yaşlı sürücüye çıkıştı.
– Hemen, kontes, dediğin gibi olsun. Yanlış şeyler söylemişsem bağışlamanı dilerim. Baban zavallı kont ile farklı şeyler düşündüğümüzde, konuşmamızı oracıkta bitirirdik… Hızlanın benim koca ayaklılarım, kontesimizin dediği gibi yola merdiven atınız, – Jacques kurnazca geriye bir bakıp Ayşet’e gülümsedi.
– ________________
(1) – François M. Voltaire 1725 yılında ikinci kez Bastil Hapishanesi’ne kondu, 1zleyen 1726 – 1729 yıllarında Fransa’dan sürüldü ve İngiltere’de sürgün hayatı yaşadı. Oradan Pon de Vel ile Arjantal’e gönderdiği her mektupta (toplamı 1094 sayfa) Ayşet’i soruyor, selam gönderiyordu.
_____________
Ayşet, gülümsemekle oyalanacak, sevinecek durumda değildi. Yolda konuşulanlarda sinsi bir şeyler bulunup bulunmadığını düşünmüyor, Sans yolu gittikçe kısalıyor, annesi olduğunu bilmeyen kızının kendisini nasıl karşılayacağını, kendisine nasıl davranacağını, onu nasıl kucaklayacağını bilemiyor, bir an önce kızına kavuşma özlemi içindeydi. Bilinci uyanmaya, dili çözülmeye başlayan yedi yaşındaki kız çocuğu kendisini yakından tanımaya çalışacak, çok şeyi soracaktı ve ona ne gibi yanıtlar verecekti? Doğurduğu bu yavruyu bağrına basacak ve çocuğa annesinin kendisi olduğunu söyleyebilecek miydi? Gözleri kapanmış olan Ayşet irkildi ve başını kaldırdı: “Ona henüz sıra gelmedi! Altı ay, yarım yıl daha sabredelim, küçük bebeğim. Sonbahara değin baban sorunlarını çözecek ve üçümüz bir araya geleceğiz. İşimiz sonbahara da kalmayabilir… Tanrım, nedir günahım, diğerlerinden farklı olarak ne diye sonu gelmez cezalara çarptırıyorsun beni!.. – Ayşet ince ve güzel avuçlarıyla ağzını kapattı: – Hayır, hayır, duyduğun bu son sözler ağzımdan kaçtı, yoksa içimden gelmedi. Beni bağışla, beni anla!..
Yol boyu çayırlar yemyeşildi, ağaçlar ve pek de uzakta olmayan korularda da ağaçlarda değişik renkte tomurcuklar açmıştı, yüksekçe olmayan yan yana sıralanan yamaçlarda hayvanlar otluyorlar, uzaklardan görünen dağların sivri tepeleri ise bembeyaz kalıcı karlarla kaplıydı. Öğle güneşinin yakıcılığı geçmiş, apaydınlık bir öğle sonrası yaşanıyor, Ayşet sevinç ve özlem duyguları içinde gerisine bakınıyordu.
Bunlar Ayşet’in görmediği ve bilmediği şeyler değildi. Ama bunlarla ilgilenecek, özlem ve mutluluk duyacak durumda da değildi. Bunları düşünürken kırda yalnız başına duran sayısız dallı, kocaman ve yeşil bir ağaca görünce, kendi kendine söylendi: “Bak bu kaçırdığım şeylere… Kafanda dert dışında bir şey kalmamışsa, hiçbir güzelliği fark edemezsin. Bu ağaç da yalnız. O da bir şeylere üzülmeden, birilerini beklemeden ve üzülmeden yerli yerinde duruyor olamaz. Yalnız ama güzel ve şık görünmekten de kaçınmıyor, “güzelliğimi, boylu poslu olduğumu görüyorsunuz” diye kimlere sesleniyor olabilir… Bunu bilsem de kendim için söyleyemem… – Ayşet iç çekti, bir şeyini yitirmiş gibi geride bıraktıkları ağaca dönüp bir baktı ve yalvardı: – Bağışla beni, bir başına duran güzel ağaç, onu sana söyleyen benim, yoksa kendi kendine söylemiş değilsin… Kişiye suçsuz yere ceza verilmesi de böyle başlıyor olmalı… “
Ayşet şimdi daha içten bir sevgiyle dünyaya bakmaya başlamıştı: Gökyüzü yükseklerde, yeryüzü de güzeldi, değişik renkte kelebekler güneşli ve güzel havada uçuşuyor, oynaşıyor, faytonun tekerleri şarkı söylüyor, at ayaklarının çıkardığı sesler de onlara uyum sağlıyorlardı. Sürücü de koca ayaklı atları ile uyum içindeydi.
Her şey iyiydi Ayşet’in öksürmeleri dışında…
“Böylesine güzel bir dünyada yaşarken ne diye bezgin olayım ki?- diye Ayşet kendi kendini kınadı. – Bugün küçük Selini’yi göreceğim. “Küçücük kızım” diyemeyecek isem de bağrıma basacak, göğsümde tutacak, elimi sürecek, soluk alışını ve kalp atışını duyacağım. Bu da çektiğim tüm acılarıma değer! Beni isterse “teyze” (tante) diye çağırsın, annesi değil, teyzesi olduğumu söyleyen, diyen benim! Oysa onu ben doğurdum, o kanımdan bir damla! Daha önceki gidişimde, “gelişini çok geciktirdin, seni çok özlemiştim” demiş, azarlamadan kulağıma fısıldamıştı. Şimdi beni nasıl karşılayacak, bana ne diyecek? Tek bir göreyim, bana ne derse desin katlanırım, ağlasa bile sesi bana tatlı gelir”.
Uzaktan dağınık küçük Sans kenti göründü. Kent girişinin sağındaki sırtta bulunan çocuk yetiştirme yurdunu gördüğünde, Ayşet’in kalbi hızlı hızlı atmaya, faytonun hızını daha azalmış gibi görmeye başlamıştı. Nereye gideceklerini bilmiyormuş gibi yaşlı sürücü sordu:
– O yere mi gideceğiz, yoksa kente mi gireceğiz?
– Kentte ne işimiz var? – başına istemediği bir şey gelmiş gibi bir sesle Ayşet sürücüye yanıt verdi.
– Nerede duracağımızı bilmiyorum, alışveriş yapmak ister misin diye sormuştum…
– Şimdi değil… – beklenmedik bir durumla karşılaşmış halde Ayşet heyecanlandı. – Nerede duracağını ben sana sonra söyleyeceğim.
Faytondan indiğinde Ayşet, çocuk yurdu bahçesinin tenha olduğunu görüp ürperdi, sonra öğle yemeği saati olduğunu anımsadı ve rahatladı. Bahçe kapısına vardığında İsabelle Louisi’nin kendisinı karşılamak üzere kapıya doğru geldiğini gördü.
– Yalnız mısın?- diye Isabelle Louisi sordu.
– Yalnızım, niye sordun? – Ayşet korkmuş halde Isabelle Louisi’ye sordu. – Selini hasta mı yoksa?
– Hayır, Selini dinleniyor. Ne zaman geleceğini soruyordu, zor uyuttum. Korkma, Aisse, ama faytonunun burada ya da Sans’ta işi kalmadı, hemen Paris’e geri yolla. Bu arada bana soru sorma, içeri girersek anlatırım.
– Yaşlı Jacques’a, nedeni söylenmeden Paris’e dönmesi söyledi.
– Sans’ta oyalanma, kendin ve atların başka bir yerde dinlenin, – dedi Ayşet kuşku içinde sürücüye, – kim sorarsa sorsun nereye gittiğini ve beni Sans’a götürdüğünü söyleme. – İçeri girdiklerinde, beti benzi atmış halde Ayşet, ne olduğunu Isabelle Louisi’ye sordu. – Selini’ye ne olduysa söyle, benden gizleme.
– Selini iyi, sağlıklı, uyandığında sana gösteririm. Şövalye de Edie’nin tarikatından (askeri birliğinden) iki kişi bu sabah buraya geldi.
– Ne arıyorlardı?! – Ayşet içinden ürperdi.
– – Şövalye Blase Marıe de Edie’nin çocuğunun olup olmadığını, çocuğu varsa burada bakılıp bakılmadığını, şövalyenin çocuğunu görmeye gelip gelmediğini sordular. Çocukların dosyalarını gözden geçirdiler. Yarın Selini’nin doğum günü olduğunu biliyorlar. Bugün, yarın ve ertesi gün Sans’ta kalacaklarını söylediler. Şövalye gelecek olursa onu izleyeceklerini tahmin ettim.
– Bu durumda ne yapmalıyız? – dedi Ayşet, sabırlı ve alçak bir sesle.
– Rahat hareket edeceğiz, – dedi kararlı bir sesle Isabelle Louisi, bir süre bekledikten sonra sözüne ekledi: – Sen ve ben uzun bir süreden beri birbirimizi tanıyoruz, uzun zamandan beri dostuz, ziyaretime gelmiş bir konuğumsun… Ne sorarlarsa sorsunlar söyleyecek bir şeyler buluruz… – Haç çıkardı, Ayşet de hemen haç çıkardı. – Charlotte Eizabéth Aisse sana bir iyi haber de vereyim: Jeanette Nicole de yarın buraya gelecek.
– Sevindirici bir haber,- dedikten sonra Ayşet, kendisine sürekli yardımcı olan öğretmenini övdü, – Jeanette Nicole iyi bir insan, yarınki sevincimi ve üzücü durumumu unutmadı, benimle paylaşmak istedi, tanrı ona uzun bir ömür ve sağlık bağışlasın. Pierre de beraberinde gelir mi acaba?..
– Bize erkek gerekmiyor! – Isabelle Louisi hemen yanıt verdi, ardından yuvarlak ve kara gözlerinde bir korku belirmiş halde sordu: – Benim bilgim dışında şövalyenin buraya gelmesi için konuşmuş olmayasınız?
– De Edie’yi çağırıp hiç başımıza iş açar mıyız? – diye Ayşet beklenmedik bir sesle yanıt verdi
– İyi öyleyse… – dedi Isabelle Louisi ve başka şey söylemedi, ama sordu: – Biraz olsun rahatladın mı? Şimdi söyleyeceğim şeye kulak ver. Le Blond Charlotte Selini’yi yanına getireceğim, uyku saatine değin beraber olursunuz, ama anlaştığımız gibi davranacaksın. Annesi değil, teyzesi olacaksın, anladın mı? – dedi daha yumuşak bir sesle.
Üzüldüğünde yaptığı gibi ince parmakları ile gözlerini ovuşturarak bir süre odanın içinde durdu, ardından gözünü ayırmadığı kapı açıldı, Isabelle Louisi’nin önünde boy atmış küçük ve zayıf bir kız çocuğu odaya girdi. Çocuk gördüğüne şaşırarak ve kendine de değer vererek durdu, başını öne eğdi ve yana çevirdi, ardından gülerek kendisine kol açan Ayşet’e koştu.
– Aisse Teyze (Tante Aisse), benim için mi geldin?..
– Evet, Seleni, evet… – Ayşet çöküp kız çocuğunu göğsüne bastırdı, onu kendine doğru çekip öptü.
– Tante Aisse, ağlıyor musun?.. – diye sevimli ve akıllı Selini sordu, ardından küçük dudaklarını annesinin kulağına değdirip fısıldadı: – Niye ağlıyorsun, annem değilsin ki?..
– Teyzeler de ağlar, Selini… – Ayşet zar zor kendini tuttu, zar zor küçük kızına fısıldadı… – Sevincimden ağlıyorum.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s.509 – 519)