Paris’te Bir Çerkes Kızı – 31

Bir siyah beyaz 1 kişi görseli olabilir

(Ayşet, edebiyat dünyasının baş yapıtlarından olan mektuplarından ilkini Cenevre’deki Bayan Calandrini’ye yazıyor)

II
Ayşet bir gün ve bir gece niyetiyle gittiği Sans’ta iki hafta kaldı, Paris’e döndüğünde Marie Angélique’in bazı eşyalarını ve doktor Laroche’u alıp Ablon’a gittiğini öğrendi. Kont Augustin Antoine da, hizmetçi Desten’le birlikte, yaz ve sonbahar aylarını geçirmek üzere Pon de Vel’in uzaktaki yaz bahçesine gitmişti. Pon de Vel ile Arjantal ise, Paris gezmelerinden döndüklerinde kısa süreliğine büyük eve uğrayıp kalıyorlardı.
Ayşet, Ferriol ailesine ilişkin duyduğu şeyleri Sophie’ye sordu:
– Ablon’a gidenler seni niye yanlarında götürmediler?
– Aman, ben ne bileyim… – Sophie omuz silkeleyerek gülümsedi: – Kontes ile Laroche doktorun tanığa gereksinmeleri mi var ?.. Kontes döner dönmez seni de Ablon’a göndermemizi buyurdu.
– Bizden uzağa gitmişlerse, biz de biraz olsun kafamızı dinleriz… – diyerek Ayşet Sophie ile şakalaştı.
– Doğru. Selini’den biraz söz etsen iyi olur.
– “Tante Sophie” (Sofi Teyze) diyerek adını çok andı. Bir ay kadar geçsin birlikte Selini’yi görmeye gideriz… – Ayşet konuyu değiştirip aklından geçeni sordu: – Her şey iyi, ama beni üzen bir durum var… De Edie ortalıkta görünmüyor, sana da hiç görünmedi mi, Sophie?
– Hayır, niye?
– Hasta, nefes darlığı var…
“Tanrım, yanlışım varsa bağışla beni, doğru yolda isem, beni anla, Aisse’yi tanıdığımdan beri kötü bir duruma düşmedim, ama bebeği olduğundan bu yana kuşku içindeyim, – Sophie inandığı ve bağlandığı Tanrı’ya yalvarıyor ve kendi kendine konuşuyordu. – Manastırda büyütülen zavallı küçük kızı soruyorum, kendisi ise aşık olduğu adamı soruyor ve onun sağlığına öncelik taşıyor. Biricik kızına bu denli soğuk davranmasının nedenini anlayamıyorum, başından bir olay geçmemiş sıradan bir kız gibi davranıyor. Ayrıca tiyatroya gitmeyi, akşam buluşmalarına katılmayı kaçırmıyor, şık giyinmekten de geri kalmıyor, tablosunu yaptırıyor, ilişkiye girmiyor, ama erkeklerin kendisine ilgi duymalarını bekliyor, bütün bunların nedenini anlayamıyorum. Bu gibi şeylere aşırı düşkün olmasını beğenmediğimi söylesem mi? “Bundan önce böyle bir şeyi çıtlattığımda ne demişti, anımsıyor musun?” – Sophie ürktü ve kendini topladı, Ayşet’in verdiği yanıtı içinden tekrarladı: – “Bunca süre küçük kızımı korumuş olmam artık yetmez mi… Bunun için kendimi dünya nimetlerinden, güzelliklerinden koparmam gerekmiyor. Şövalye ile benim, birlikte işlediğimiz günahı sen de biliyorsun. Tanrının bizi bağışlayacağını umuyoruz, annesi ve babası olduğumuzu, küçük kızdan saklama andını içtiğimizi de unutmuyoruz, biz bize düşen sorumlulukları yerine getiriyoruz. Biraz büyüdüğünde Bolingbrokeler Selini’yi alacak ve ona sahip çıkacaklar…”

Ansızın Sophie boşalıp ağlamaya başladı.
– Sophie, ne oldu sana? – Şövalye de Edie’nin işi hızlandırmasını düşünen Ayşet hemen başını kaldırdı. – Yokluğumda kalbini mi kırdılar? Gizleme, kim olursa olsun karşısında beni bulur.
– Kimse kalbimi kırmış değil… – Sophie üzüntüsünü belli etmek istememişti, ama gizleyememişti de, Ayşet’e baktı, ağlama nedenini başka bir yere çekti: – Küçük Selini’yi görmek istemiştim, o nedenle ağlamışım…
– Küçük kız, – Ayşet adını anmadan “küçük kız” diyerek, Sophie’yi azarladı, – ondan söz ettim ya, en kısa sürede ona gideceğiz dedim ya… Akşama, Sophie, tiyatroya gidersek daha iyi ederiz
– Küçük kızı, – Ayşet, Selini için “küçük kız” diyerek, Sophie’ye seslendi, – durumunu sana anlattım, tez elde ona gideriz dedim ya… Bugünümüzü bize zehir etmesen de… Sophie, akşama birlikte tiyatroya gitsek daha iyi olur…
– Niye tasalanıyorsun, Aisse? – Sophie kendini tutamadı. – Söylemeyeyim dedim ama söylemeden de edemiyorum. Bebeğinin bakıldığı öksüzler yurdundan henüz gelmişken “tiyatroya gidelim” demene şaşıyorum… – sözlerine “acımasızsın” demeyi eklemeyi düşünmüştü, ama kendisini zor tuttu.
– Sophie, – Ayşet kınamayı kabul etmedi, – peki ne yapmamı bekliyorsun, ağlayarak oturayım mı?
– Hayır, oturmayacaksın, – Sophie sesini yükseltmediyse de düşürmedi, – çocuğun için elinden geleni yapmalısın. Bir ara söylemiştim, yine söylüyorum: Olan olmuş, ardından konuşanlar konuşsunlar, çocuğu babasına göstermediğinizi, Şövalyelik Tarikatından (Orden) çekindiğinizi biliyorum, isterlerse kuşkulansınlar, çocuğu alacak ve kendin büyüteceksin, olmaz dersen… – söylemek istediğini tamamlayamadı.
– Söyle, söyle, – yüzü ve rengi morarmış halde Ayşet yeniden sordu, – nedir söyleyemediğin şey?
– Hayır dersen, elinden gelecekse çocuğu bana verdir, köyüme döneyim, beni teyzesi biliyor, onu büyütürüm, senin de “teyzesi olduğunu” ona unutturmam.
Ayşet’in morarmış yüzü birden kızıllaştı:
– Bu mu, Sophie, bana söylemek istediğin?.. Siz hepiniz çocuğum için kaygılanıyorsunuz!.. – Ayşet kararlı bir duruş sergiledi.
– Aisse, canımın içi, bağışla beni, – Sophie yeniden ağlamaya başladı, – seni üzmek istememiştim, duruma bir çare bulmak istemiştim…
Her ikisi birbirine el sürüp ağlaştılar, Sophie’nin sakinleşmesinden sonra Ayşet konuştu:
– “İleriye attığın taşa takılırsın” derdi ninem, biz de Claudine’in kural dışı çocuk doğurmuş olmasını kınarken, aynı şey benim de başıma geldi…
– Sen Claudine Alexandrine gibi değilsin! – Sophie haykırarak Ayşet’in sözünü kesti. – Sen Selini’nin nerede olduğunu biliyorsun, arıyor ve görmeye gidiyorsun, isterse seni “teyze” (tante) olarak bilsin, seni tanıyor.
– Sadece tanıyor değil… – Ayşet’in sesi yine yükseldi, ama kendini tutmasını bildi, – annesi olduğumdan kuşkulanıyor… Sen, Calandriniler, Bolingbrokeler, hepiniz bana moral verdiniz ve kendi kendime başıma iş açmış oldum…
– Yeter, sus artık, Aisse, günaha giriyorsun! – diye sert çıkışmış, hizmetçi olduğunu unutup ayağa fırlamıştı, ama eliyle ağzını kapamasını da bildi.
– Hayır, hayır, Sophie, beni kıracak bir şey söylemedin, – Ayşet üzerindeki utancı belli etmemek için gülümsemiş ve istediği şeyi söyleyerek sözünü bağlamıştı: – ama o şey başıma gelmeden özgür kalsaydım, daha iyi olurdu.
– Sana ne diyeceğimi bilemiyorum… – Sophie’nin ses tonu düştü, dikkat ederek sözünü değiştirdi: – Öyleyse beni bağışla, Şövalye de Edie’yi artık sevmiyor olmalısın…
– Yanılıyorsun, Sophie. Hiç kimseyi sevemeyeceğim derecede de Edie’yi seviyorum. Mutluluk denen şey de bu olmalı… Bilemiyorum, bilemiyorum, bu şeye başka ne ad verilebilir… Tiyatroya benimle gelmeyeceksen, Jeanette Nicole’e uğrar, onula giderim.
– Kontes, söylediklerim yüzünden bana darılma.
– Niye öyle konuşuyorsun? Baş başa olduğumuzda bana öyle dememen için anlaşmamış mıydık? Şanssız biri olduğumu söylemiş olmana ne diye kızayım ki…
Ayşet en şık elbiselerini giyerek, Saint-Cloud’ya Jeanette Nicole’ün yanına gitti. Öğrenim gördüğü manastır okulunu bitirdiği on beş yıl olmuştu, ama manastıra her gelişinde anıları tazeleniyor, bütün Ferriol ailesi ile birlikte buraya ilk gelişini, Jeanette Nicole ile tanıştırıldığı anı, Ferriollerin unutturmak istedikleri Adıgeleri anlatan kitapları bulup kendisine okutmaya başlamasını, yılda bir kraliçenin okullarına gelişini, ayda iki kez düzenlenen etkinlikleri, Kont Charles de Ferriol’ün İstanbul’dan her gelişinde eve, Marie Angélique’lere götürülüşünü, Fransa’ya geldiğinde Fahri’nin kendisine uğramış olmasını, Fahri’nin Orhan ile birlikte kendisini Çerkesiye’ye götürmek için manastıra gelmiş olmalarını, onlarla birlikte gitmek istemediğini ve daha başka anılarının geçtiği manastır avlusuna adım attı ve kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerle ilgilenmeden Jeanette Nicole’e sarıldı.
Selini’nin büyütüldüğü Sans manastırı ayrıca Claire Bolingbroke’nin tedavi gördüğü Reims’e gidişlerini de anımsayarak bir süre oturduktan sonra, Jeanette Nicole, Ayşet’e:
– Çok, çok güzelsin, Aisse, ama keyifsiz bir halin var, buna anlam veremiyorum.
– Ben kendi kendimi beğenecek konumda değilken, sen beni nasıl beğenebilirsin ki?..
– Niye, canımın içi? – diye yumuşak bir sesle yeniden sordu Jeanette Nicole.
– Selini konusunda yanlış yaptın diye beni kınıyorlar. Çektiğim acıları başkaları nasıl bilsinler ki… Sophie de onlara katılıyor olsaydı, onu hiç bağışlamazdım, – Ayşet sabahleyin Sophie ile aralarında geçen konuşmayı Jeanette Nicole’e anlattı. – Çok şeyi düşünüyorum, ne yapacağımı bilemiyorum.
– Sen yapacağını yaptın. Günah dediğin şeyi sadece Tanrı bilir ve bağışlayabilir. Çocuğunu terk etmedin. Tanrının bilgisi dışında o şeyi yapmış da değilsin, tasalanma. Rahata erdiğinde Tanrı çocuğunu bağrına basmana izin verecektir.
– Bilemiyorum, Jeanette Nicole, bilemiyorum. Çocuğu emanet ettiğim Bolingbrokeler ne derlerse o olur.
– Öyle yapmadan önce durumu bana anlatsaydın, sana bunu yaptırmazdım, – Jeanette Nicole bir iç çekti. – Ama Bolingbrokeler Tanrı inancı olan iyi insanlar, bebeği onların üzerine yazdırmamış olsaydın, bebeğini o manastırdan geri alman sorun olmazdı.
– Bebeği Bolingbrokelerin üzerine yazdırmayı de Edie kabul etmedi.
– Doğrusunu yapmış. Sophie’ye kızma, dediklerinde doğruluk payı var.
– Zavallı ve merhametli Sophie benim için kaygılanıyor, canını benim için ortaya koyuyor, çocuğu vermemi, büyüteceğini söylüyor.
– O da büyütebilir… – Jeanette Nicol konuşmasına biraz ara verdi, Ayşet’in gözlerine bakarak konuşmasını sürdürdü – ama bir bebeği kimse anne ve babası gibi büyütemez.
– Beni bağışla, Jeanette Nicole, beni kınayabilirsin, ama konuştuğumuz şeyleri değerlendirecek ve yanıt verecek durumda değilim. Ben senin yanına başka bir şey geldim, tiyatroya gidelim ve biraz olsun soluklanalım diyecektim.
– Her meyve zamanı geldiğinde olgunlaşır… – konuyu değiştirip, şakayla karışık başka bir konuya atladılar: – Öyle diyorsan dünden hazırım… Hangisine, Operaya mı, Komedi tiyatrosuna mı gitsek?
– Operaya gidelim, yapmacık güldürülerden usanmış durumdayız.

Opera tiyatrosunda “Belladonna” temsili vardı. Yarın ve yarından sonra “Proserpina” ( 1) operası temsil edilecek. Opera adlarını duyduğunda, Ayşet, Kont Charles de Ferriol’ün bu aşk şarkılarını söyleyerek kendisini öpmeye kalkıştığını anımsadı ve rengi morardı. Jeanette Nicole durumu hemen fark etti ve sıradan bir şey söylüyormuş gibi durumu değiştirdi:
– Bu operaları, Aisse, çok gördük, yetmez mi? Komedi tiyatrosunda iyi bir oyunun sahnelendiği söyleniyor
– Yer bulur muyuz?.. – Ayşet bu öneriden memnun kalmış gibi opera tiyatrosundan ayrılıp faytona bindi.
Komedi tiyatrosu dönüşünden birkaç gün sonra Ayşet, Cenevre’deki Calandrini’ye bir mektup yazdı: “… Bugün mektubun elime geçti, sevdiğim, beni çok sevindirdin. Sorduğun soruların bazılarını, en çok da tiyatroya ilişkin sorularını yanıtlayayım. Komedi tiyatrosunda bir buçuk aydan beri “Regulus” (2) oynanıyor. Henüz temsilden eve dönmüş bulunuyorum. Oyunu izlerken kendimi tutamadım, gözyaşlarım döküldü. Michel Baron’u bundan daha başarılı bir rolde görmedim, üzüldüğüm şey yaşlanmış olması. “Britannicus’un Ölümü” (3) adlı temsilde Burr rolü ile diğer oyuncuların hepsinden daha başarılı oldu. Rolünü gerçeğe uygun icra etti ve izleyiciyi büyüledi.
Sana oyunlardan ve oyunculardan biraz olsun söz etmek istiyorum. Küçük orkestranın kemancıları François ile Rebel, Piram ve Tisber’den alınma bir opera yazdılar. Opera müzik yönünden fena sayılmaz, ama konuşmalar müzikle uyumlu değil, kurgu ise kurallara uygun düşmemiş. İlk sahnede kemerler ve kolonları ile birlikte kent meydanı görünüyor, çok güzel, çarpıcı. Görüntüler, o dönem insanlarının özlemlerini, beğenilerini yansıtıyorlar, estetik bir mekan ve uyumlu ölçüler söz konusu. Yaşlı Thévenard aşırı davranışları nedeniyle en çok bir yarım yıl dayanabilir, daha sonra protesto, ıslık sesleri yükselmeye başlayacaktır. Chasse büyük başarılar ortaya koyuyor, rolünü iyi oynuyor, iki oktavlık ses sunabiliyor. Antje onu beğendi. – Lemaure sahneye döndü, Murer iyileşti. Ortalıkta üst başına düzen verip keşişler arasına katılmaya hazırlanıyor sözleri dolaşıyor, ama işini seviyor ve sımsıkı sarılıyor, operayı bırakıp gidebileceği başka bir yer yok. Aktrislere bir yenisi daha eklendi, adı Pelissier. Lemaure’la rekabet, yarışma içinde. Ben Lemaure’u beğeniyorum. Ötekinin sesi gür çıkmıyor, sesini duyurması için bağırması gerekiyor. Yine de, sessiz rollerde çok çok iyi, tüm rollerini düzgün oynuyor, yerinde davranışları ile ilgi çekiyor ve kendini belli ediyor, ama böyle şeylerin aşırıya kaçması da iyi değil, Antje cansız bir oduna, takoza benzetiliyor. Benim görüşüme göre, anlattığı şey dönemine göre ne denli ağır olursa olsun, seven kişi rolünü oynayan sanatçı, daha akıllı ve daha doğal olmalı ve rolünü iyi icra etmeli. Sanatçı yüreğindeki acıma duygusunu sesi ve müziği ile anlatabilmeli. Aşırı davranışlar erkeklere ve vudulara (büyücülere) yaraşır. Genç prenses daha dengeli hareket ederse daha doğru ve yerinde olur. Ben olaya böyle bakıyorum. Sen de benim gibi mi düşünüyorsun? Lemaure’un iyileşip tiyatroya dönüşü muhteşem oldu, izleyici onu çeyrek saat coşkuyla alkışladı. Lemaure çok mutlu oldu, saygıyla eğilip izleyiciyi selamladı.
Bu durum Pelissier’yi destekleyen Düşes de Duras’ı çıldırttı. Beni ve de Paraber’i, alkışın sorumluları sanarak bize doğru kötü bir el işareti yaptı. Ama ertesi gün izleyici yine Lemaure’u alkışladı. Pelissier de sinirinden çatlayacak gibi oldu.
Lemaure’u beğenenlerle Pelissier’nin destekçileri arasında çekişme var, gün geçtikçe kızışıyor. Çekişme Lemaure lehine gelişiyor, Lemaure fena bir oyuncu olmadığını kanıtladı. Alt katta (parterde) tartışmalar oldu, kılıçların çekilmesine ramak kalmıştı izlenimini edinmiştim, atışmalar sürdü. Her iki kadın birbirini hiç sevmiyor. Pelissier’de utanma denen şey yok gibi. Bu yakınlarda Bulonya Evinde sofra başında herkesin duyacağı bir sesle, Paris’te eşim dışında “boynuzlanmamış” erkek yok demiş. Bu söz Lemaure’a karşı söylenmiş, ama akıl dışı, kadının sesi çok güzel, başka bir ses onunla boy ölçüşemez, içinden geldiği gibi söylüyor ve inandırıcı oluyor. Ama onu yüzsüz olarak tanıyorlar.
Bu ay “Proserpina” operada temsil edilecek. Cérèze rolünü Antje oynuyor, Proserpina’yı – Lemaure, Aréthuse’yi – Pelissier, Pluton’u – Thévenard, Askolaf’ı – Chasse oynuyor. Roller böyle dağıtıldı. Daha isabetli bir dağıtım yapılamazdı deniyor. Yine de bu operanın ilgi çekeceği kanısında değilim. Oyunda Alphée ile Aréthuzar daha etkileyiciler, diğerleri soğuk karşılanıyorlar, sözü uzatıyor ve bıktırıcı oluyorlar. Nose bu operada yeryüzünün en iyi, gizli ve kinayeli (mecazi) sözcüklerinin bulunduğunu söylüyor. Ben de ona karşılık verdim: Oyun kimin için yazılmışsa o kişinin beğenisini alabilir. Tiyatro güzel ve etkileyici bir sanat dalı, ama sarsıntı içinde, en iyi oyuncular tiyatrodan kaçıyorlar, beceriksiz oyuncuların oyunları ise beğenilmiyor, daha başarılı yöntemler bulamıyorlar.
Operada şimdi “Belléraphon” (4) sahneleniyor. Bu yakınlarda sahneye ejderha çıktığında bir kaza yaşandı, ejderha maketinin karnı yarıldı ve içinden çıplak bir oğlan çocuğu çıktı, izleyici ve herkes güldü.
“Proserpina” izleyicinin ilgisini çekmedi. Oyunu beğenmiyor değiller, ama sıkıcı buluyorlar, uzun süre gösterimde kalamaz. Pelissier artık iyileşti. Neredeyse çıldıracak gibiydi, biri sahnede büyük bir başarı gösterdiğinde, başkalarının rollerini çalmıştır diyorlar.
Fransız komedi tiyatrosunda şimdi “Karısı Olan Filozof” oyunu oynanıyor, izleyici oyunu beğendi. Yazarı – Détouche, onda Molière’deki düzey yok, eksiği çok. Détouche, kendi başından geçen bir olayı yazıp sahnelemiş diyorlar. Piyes yayınlandığında hemen sana göndereceğim. Herkes Kino’nun rolünü iyi oynadığı görüşünde, ama ben farklı düşünüyorum.
“Gulliver’in Gezileri” adlı kitabı sana göndereceğim. Yazarı Swift. İlginç, iyi ve doğru yanları olan bir kitap, iğneleyici yanları da var.
Durumumu soruyorsun. Baş edemeyeceğim bir durumla karşılaşmadığım sürece sorun yok. Ama her şey Tanrıya bağlı, ben sadece Tanrıya güveniyorum. Daha önceleri olmadığı ölçüde şövalye benimle ilgileniyor, bana büyük bir değer veriyor, saygı duyuyor, sürekli beni gözetiyor. Ben de ona aynı karşılığı veriyorum, senden utanmasam, ondan çok memnun olduğumu söylemek isterdim. Beni gördüğün günkü gibiyim, içimde uyandırmış olduğun düşüncelerle baş başayım, o düşünceleri gerçekleştirmeyi bir türlü başaramıyorum. Sevgim ve acıma duygum her şeyin üzerinde.
Üzüntü ve gerçekçilik beynimde sürekli çatışıyor. Onlar ruhumu ve bedenimi yoruyorlar. Şövalyenin başına bir şey gelecek olursa yaşayamam.
Yazıma ara vermem gerekiyor, birçok üzücü durumla karşılaştım. Şövalye halen ara sıra ağırlaşıyor, akciğerlerinde iltihaplanma yok. Daha fazla bir şeyler söylemeyi uygun bulmuyorum. Kötümser düşüncelerim beni yoruyor. İç açıcı bir durumum yok. Senin burada olmaman benim için büyük bir şanssızlık. Senin yanında olsaydım, bana güç katardın. O zaman, canımın içi, senin öğütlerin ve sana olan sevgimle, beni kasıp kavuran bu yangının üstesinden gelebilirdim. Bunun mümkün olmadığının farkındayım, ama bu durumla bir türlü başa çıkamıyorum.
Daha önce yazdığım duruma göre şövalye çok daha iyi, benimle ilgileniyor, bana yazdığı mektuplar da, daha önce sana okuttuklarımın benzerleri. Senin yazdıklarını sadece ona gösteriyorum. Yazıların için çok ilginç diyor, yazdıklarını okurken benim gibi mutlu oluyor. Hayırlısıyla, canımın içi. Seni sevdiğimden kuşku duymaman dileğimle.

İshak Maşbaş (Tarihi roman, (s. 519 – 528)
——————————–

(1) – Proserpina, Yunan Tanrıçası.
(2) – Regulus, dört yıldızdan oluşan bir çoklu yıldız kümesinin çift yıldızıdır.
(3) – Tiberius Claudius Caesar Britannicus (12 Şubat 41 – 11 Şubat 55), Roma İmparatoru Claudius ve üçüncü karısı Roma İmparatoriçesi Messalina’nın oğlu.
(4) – Belléraphon (Bellerophontes), Korinthos kralı Glaukos’un oğlu. Sisyphos’un torunu.

Yorum Yap