Paris’te Bir Çerkes Kızı – 36 (s. 567-576)
VII (s. 567-576)
Ayşet’in beklediği ve korktuğu yoğun kar yağışı Ocak 1733’te şiddetli bir fırtına biçiminde Paris’e çöktü, ama uzun sürmedi. Güneyden gelen ılık lodos, birkaç gün içinde Paris’teki kar birikimini eritti ve ortalığı toz dumana boğacak biçimde kuruttu. Şehirde beliren sıcak günlerin sevincine doyum olmamışken, kuzeydoğudan gelen poyraz ortalığı yeniden dondurdu. Poyrazın beraberinde getirdiği ve her yeri donduran soğuk yağmur ve kar yağışı yarım ay boyu varlığını sürdürdü. İlginç olan şey, rüzgârın esmediği günlerde, rüzgâr, akşam üzerleri yeniden esmeye başlıyor, sabaha değin hışırtılarla sürüyor ya da değişiklik gösteriyor, dinlenmeye çekildiği gündüzlerin sessizliğine kızıyormuş gibi toprağa sulu kar ve kar yığınlarını savuruyordu.
Böyle günlerde, en çok da uyuyamadığı gecelerde, Ayşet’in göğsü, fırtınalı ve ıslak, ıslık çalan ve ağlayan rüzgârın çıkardığı sesler gibi hırıltılarla kaplanıyordu. Dün düşündüğü şeylere gece dönüş yapıyor, yıllar öncesine ait anıları tazeleniyor ve onlara ilişkin yorumlar yapıyordu. Kaçınılmaz bir son olan ölümü nasıl karşılayacağını ve kızının geleceğini düşünüyordu. Kısa yaşamı içinde, bir yönüyle çektiği sıkıntıların ağırlığını taşıyor, diğer yönüyle güzel ve bayram havasında geçen eski günlerini anımsıyor, düşünceler yürütüyor, Tanrının karşısına nasıl çıkacağını ve ona nasıl hesap vereceğini düşünüyordu.
Ayşet, başına gelen her türlü olumsuzluktan kendini sorumlu tutuyor ve kınıyor, sorumluluğu başkalarına yıkmak istemiyordu. “Alnıma yazılmış olanlar başıma gelmişse bundan kimi sorumlu tutabilirim ki? Tanrı bana neyi uygun bulmuşsa, ben de öyle bir yaşam sürdürmüşüm, annemin, babamın ve ninemin onurunu, kendi kadınlık özsaygımı ve beni büyüten Ferriollere bağlılığımı korudum. Ayıbı ve günahı olmayan kişi yoktur, kendi günahlarımı bağışlaması için Tanrıya yalvarıyorum, Tanrının huzuruna çıkmadan önce, onun hizmetlisi Peder Bourso’ya içimi açacağım”. Ayşet, niçin istavroz çıkardığına anlam veremeyen Sophie’ye seslendi:
– Sophie, ne diye bana öyle bakıyorsun, beni öbür dünyada bekleyen ninemin dediği gibi, benim “su üzerinde rüzgârı dürttüğümü” (psım sıtêtev jım sêpıgev) mü düşünüyorsun. Benim hastalığımı yenen çok az kişi var, kurtuluş olmadığını biliyorum. Bu gece rüyamda onu bir kez daha kavradım. Biliyorum, sen rüyalara inanmıyorsun, ben de inanmıyordum, ama bu kez galiba yola gelmiş olmalıyım… Ninem emeklememi beğeniyordu, hata yapmamamız için bize dikkat ediyordu.
– O konuda ne diyeceğimi bilemiyorum… – Sophie keyifsiz bir sesle Ayşet’e baktı, – İşte iyileşmen için seni sevenler şifalı ilaçlarla sana geliyorlar. Moralini bozma.
– Ben de bunu istiyorum, Sophie… – Ayşet’in biraz sevinmesi üzerine, pembe yanakları kendilerini gösterdiler, feri sönmüş gözleri canlanmış gibi gelmişti Sophie’ye, ama ansızın Ayşet’in öksürmesi durumu değiştirdi, ağzından kanlı öksürükler gelinceye değin öksürdü, ardından sözünü tamamladı: – Ninemin dediği gibi “rüzgarsız soğuk, soğuk sayılmaz, öksürüğü olmayan sızı, sızı sayılmaz” (jıbğe zıxemıt çıer – çıep, pske zıxemıt vızır, vızep) sen de bana onu diyor ve iyileşmemi bekliyorsun, ama durumumu da görüyorsun… Gördüğüm rüyalara ilişkin başka bir şey de söyleyeyim: Dana etini doğrarken, ağzımdan saçılan kanlı tükürükleri bıçakla etten ayıklıyor ve küçük köpeklere atıyordum…
– Yeter, Aisse, ne kadar da kötü şeyler bu anlattıkların… niçin iyi şeyler anlatmıyorsun, iyileşeceksin dedim, bunu konuşalım…
– İyi bir şey biliyorsan, söyle, ben bilmiyorum… – duyuracak ölçüde Ayşet bir iç çekti. – Küçük kızım yüzünden başıma gelen durum, beraberinde şanssızlık ve mutsuzluk getirdi, şimdi kızım benden uzakta, ama her öksürdüğümde Pati de havlıyor, inildiyor, seni yoruyor dediniz, tek sevinç ve teselli kaynağım olan Pati’yi benden uzaklaştırdınız…
– Aisse, Pati’yi geceleri yanından alıyoruz, gündüzleri yanına getiriyoruz.
– Evet, evet… – Ayşet küçük köpeği konusunda Sophie’yi haklı buldu, içi bulanarak yalvardı: – Pati’yi koruyun, Sophie, sana bırakacağım hediyelik eşyalarla birlikte Pati’yi de Selini’ye verirsin…
– Küçük fino Pati dışında, ölüm sonrasına ilişkin sözleri duyunca Sophie’nin içi bunaldı, bir başına Ferriollerin içinde kalacak olması kendisini düşündürdü. Yıllardan beri kız kardeşi gibi gördüğü Ayşet’in talihsiz hastalığı ve vasiyeti tüm düşüncelerini bastırmıştı.
“Kendisine beşik yapılıp da mezarı kazılmayacak kişi yoktur” ama, ölümün gelişi ile gidişi bir olmaz. Her kişi zor doğurulduğu gibi acı içinde yeryüzünden ayrılabilir. Doğan kişi için sevinilir, ama bu doğuma sevinmiş olanlar, onun ölümüne üzülmezler mi? Sevinç ve üzüntü içinde bir yaşam sürdürmüş olan Ayşet’in kısacık ömrünü böyle noktalandıracağı kimin aklına gelirdi?
Sophie’nin uzattığı azıcık sütten Ayşet bir yudum çekip bardağı bıraktı, ilkbahar öğle güneşinin vurduğu pencereye bir süre bakıp kendi kendisine söylendi:
– Bahar geldi, doğa kendini yeniliyor… Kış günlerinin üşütüp dondurduğu toprak yeniden ısınacak… – Ardından Ayşet bir iç çekti, gülümseyerek Sophie’ye döndü: – Şu an aklıma neyin geldiğini bilir misin? Zavallı ninemin Tanrıya dua ediş biçimi aklıma geldi. “Ölmeyecek kişi yoktur, bana hayırlı ve sıcak bir günde ölmeyi nasip et” derdi… Korsanlar evimizi bastığında sıcak bir yaz gecesiydi, ama biz en soğuk ve en acı geceyi yaşamıştık… Ne zaman yaşanmıştı o şey? Otuz yıldan çok önce… Hayır, bana göre daha dün, bugün. O geceyi hiç unutmadım. O anıyı gideceğim yere beraberimde götüreceğim…
– Duyuyor musun, Aisse, – Sophie konuyu değiştirdi, – kuşların nasıl öttüklerini, sevinç içinde baharı nasıl karşıladıklarını? Bak, sen de Tanrıya şükret, dünden beri öksürmedin, seni daha iyi görüyorum.
– Öksürmüyorum, çünkü öksürecek gücüm kalmadı… – Bir fayton sesi duyan Ayşet hemen: – Bahçe kapısına gelen bu fayton şövalyenin faytonu değil…
– Nasıl anladın?.. – Sophie pencereden dışarıya baktı: – Bildin, Claudine-Alexandrine elinde kocaman bir gül demeti ile faytondan iniyor.
– Yalnız mı?
– Yanında birinin olmasını mı bekliyordun?.. – Geleni görmek istemediğini belli eder biçimde homurdandı Sophie: – O kocaman gül demetini ne yapacak ki?..
– Öldüğümü sanıyor olmalı… Hayır, hayır, Sophie, şaka… Biz ikimiz birbirimize bir şeyler söyleyebiliyoruz, sen de biliyorsun, ama Claudine ile ben birbirimizden nefret etmiyoruz. İkimizi de aynı evde büyüttüler, onun edebiyat söyleşilerinden çok şey öğrendim, kitap okumayı ve tiyatroyu bana sevdiren de o. Eksiği olmayan kişi yoktur, herkes kendine göre bir yaşam sürdürüyor. Kitaplar yazıyor demezsen o da benim gibi talihsizin biri.
– Kendini sana benzemeyenlerle karşılaştırma dedim sana, Aisse? Claudine’in kağıt sayfalarına bir şeyle çiziktirmesi çok mu önemli, şu an Paris’te yazı yazmayan kalmış mı ki… Yaşlı Jacques yazı yazmayı bilmiyor, bilse Molière’e taş çıkarırdı.
– Bilemeyiz… – dudaklarına ince sarı bir salya aktı Ayşet’in, – Molière benim olduğu kadar senin de sayılır! – Molière dedikten bir süre sonra, başlattıkları gibi konuşmalarını sonlandırdılar: – Sophie, biz Claudine’e iyi davranalım, Ablon’da oturmayı seçtiği için de onu tebrik edelim (1).
________________________
Dipnot:
(1) – Fransa’nın önde din adamlarının temsilcilerinden bir grup Paris’teki ruhbanlar sınıfı kongresi sırasında Claudine-Alexandrine Guéren de Tansen’in evinde gizli bir toplantı yapmışlardı. Bu nedenle yönetim Claudine’i birkaç aylığına Ablon’a sürme cezasına çarptırmış, ceza bir ay sonra kaldırılmıştı.
_________________________
– Evet, o konuda bir gün Marie-Angélique’i tebrik etmiştik. Ama elimden gelseydi, Claudine’in kendisini ilgilendirmeyen işlere güzel burnunu sokmamasını, tanımadığı kişileri ağırlama huyundan vazgeçmesini söyleyecektim. Onun için talihsiz diyor ve ona acıyorsun… Ama, ona göre sen talihlisin: Yasak da olsa bir aşkın tadını ve acısını birlikte yaşadın.
– Eğer küçük kızım da yanımda olsa, talihli sayılırdım…
Ayşet’le Sophie’nin konuşmaları sırasında Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine buluşmuş ve Ayşet’i konuşuyorlardı.
– Yeter artık, Claudine, daha fazla oturmayalım, – dedi Marie-Angélique konuşmaları sona erdiğinde, – Zavallı Aisse yolumuzu gözler, daha fazla bekletmeyelim, günaha girmeyelim. O dediğim gibi tövbe etme (günah çıkarma) konusunu açtığımda beni destekle. Aisse, kendi kendisine günah çıkaracak değil. Yasenist (uğursuz) bir papazla değil, simolenist (güvenilir) bir papazla günah çıkarsa daha iyi eder… Ben değil miyim onu büyüten, sıkıntılarını paylaşmış olan… Ölmesinden önce bazı sırlarını öğrenme hakkım yok mudur?
– Doğru söylüyorsun, ama Aisse o şeyleri sana söylemez ki.
– Niçin?!
– Tanrı beni Aisse’nin durumuna düşürmesin, ben o durumda olsaydım, sırrımı kendi pederim (papazım) dışında kimseye açmazdım.
– Hadi canım sende, Claudine, bugün yarın ruhunu teslim edecek biri ile kendini kıyaslıyorsun!.. – Marie-Angélique kız kardeşine çıkıştı, keyifsiz bir gözle bakıp sordu: – Sırrını ablandan mı saklayacaksın?
– O durumda kız kardeş, erkek kardeş, ana ve baba söz konusu olmaz, Marie… Saklı olanla açık olan şey aynı değil, bir tutulamaz. Senle ben aşklarımızı birbirimize açık etmiş olsaydık, geride kalanlar, ölülerini, kaynın Kont Charles de Ferriol ya da Orleans Dükü dahil tabutlarını taşıyacaklarına fırlatıp atarlardı…
– Aman, – Marie-Angélique göz kapaklarını indirip inildedi, – senin söylediğine göre Fransa’da temiz aşk diye bir şey kalmamış. O konuda birbirimizi kandırıyor olmamız da bunu kanıtlıyor… Gidelim, Marie, – Claudine-Alexandrine’nin getirdiği gül demetine uzandı, ama ateşe dokunmuş gibi elini geri çekti, – bu da bir aldatma türü, boşuna getirmişim, odanda dursun.
– Dursun… – dedi Marie-Angélique isteksiz biçimde homurdanarak: – Çiçeğin kime götürüldüğünü ve götürülmesi gerektiğini bilmen gerekir… O zaman, Claudine, günahlarımızı çıkaranlar da pek güvenilecek kişiler olmamalı…
– Onlar kendilerini Tanrının hizmetçileri olarak tanıtıyorlar, ama onlar da bizim gibi birer insan… Onların ne olduklarını bilmeyen biri değilim… Kardeşimiz Başpiskopos Pierre de onlardan biri… O rahipler geçen sonbahar evimde toplandılar, bütün sorumluluğu bana yıkıp sıyrıldılar, cezalandırılan ben oldum.
– Pierre’i suçlama, onun bir suçu yok.
– Pierre kardeşimiz ama o da güvenilir biri değil, kendi çıkarı dışında hiçbir şeyi düşünmüyor. Başarılı olamayacaklarını, Kardinal Hercules-Andre de Fleury’yi yenemeyeceklerini görünce, ilk çark edenlerden biri de o.
– Claudine! – yüzü pembeleşen Marie-Angélique ağzını açtı. – Kardinal olma aşamasındaki kardeşin için öyle şeyler söyleme!
– Onun gibiler öyle davranıyorlarsa, başpiskopos diye niçin dilimi tutayım?! – Claudine-Alexandrine kız kardeşi karşısında geri adım atmadı. – Bana bakmayan, beni kollamayan kişi, seni de kollamaz. Peki, evlenme yasağı bulunmasına rağmen, ne diye Jeanette-Nicole’ü umutlandırıyor?!
– Bak şunun da dediğine… – Ayşet’in hastalığını bir yana bıraktı, konuştuğu şeylerden pişmanlık duymuş gibi Marie-Angélique, kardeşi için endişelendiğini söyleyerek konuşmasını tamamladı: – Dediklerimizi rahipler duyacak olurlarsa, öldüğümüzde cenazemizi kaldırmazlar…
– İş o noktaya gelirse, hiç korkma, Marie, seni orta yerde bırakmazlar… – diyerek Claudine-Alexandrine ablası ile şakalaştı. Öyle diyorsan o konuda konuşmayalım. Sen de ibadete önem vermeyen biri olsaydın, Aisse’ye tövbe ettirmeye kalkışmazdın. İyi, iyi, Marie, o konuda bir şey yitirmiş sayılmam. Aisse’nin bizden gizlediği bir şey varsa öğrenmiş oluruz…
– Evet, evet, nihayet işi anladın. Ama çok dikkatli ol, sırdaş olayım diyerek Aisse’ye sokulup hastalık (verem, jığevız) kapma… Biz sallantıdayız, ama senin önünde uzun bir gelecek var.
– Arjantal çiçek hastalığına yakalandığında refakatçi olarak Aisse’yi kim görevlendirdi ki?.. – Claudine-Alexandrine ayağa kalkıp ablasına karşılık verdi.
– Evet, Claudine, evet, – diyerek Marie-Angélique kız kardeşinin peşinden yürüdü, – ben de o şeyi şimdiye değin unutmuş değilim… Bu nedenle talihsiz Aisse’yi seviyorum ya… Ama seni daha az sevdiğimi düşünme.
Ayşet yatalak halde Claudine-Alexandrine’e görünmek istemedi, ne denli bitkin olsa da ayağa kalktı, yumuşak bir koltuğa oturdu.
– Ayağa kalkmışsın, kızım?! – Marie-Angélique şaşırmıştı, kız kardeşine tembihlediği şeyi unutup Ayşet’e sarıldı ve onu okşadı. – Sana dememiş miydim, Claudine, Aisse’nin daha iyi olduğunu ve ayağa kalkacağını?..
Claudine-Alexandrine de Ayşet ile kucaklaştı ve ona yakın bir yere oturdu, ikisinin de gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
– Claudine, seni gördüğüm için çok seviniyorum, seni özlemiştim… – dedi titrek bir sesle Ayşet.
– Ben de seni görmek istiyordum, Aisse. Nedenini biliyor olmalısın…
– Biliyorum, Claudine. Serbest bırakıldığını duyduğumda sevinmiştim. Şu sıralar ne yazıyorsun?
– Yazma konusunda bir sorunum yok. Aşk, din ve insan ilişkileri üzerine bir romanım yakında çıkacak. Okunduğunda, düşündürücü, bana ve başkalarına ilişkin birçok soruna el atan bir roman.
– Ne zaman yayımlanacak?.. – Ayşet bir ah çekti, – Ama ben ona yetişmeyebilirim…
– Aisse, küçük kız kardeşim, – Claudine-Alexandrine uzanıp Ayşet’in ellerini okşadı, – moralini bozma, daha önceki, Ablon’a sürülmemden önceki durumuna göre, şimdi çok daha iyisin. Rengin geri geliyor. Öyle değil mi, Marie?
– Evet öyle, Tanrıya şükür, çok daha iyi, sancıları hafifledi, ayağa da kalkabiliyor.
– Teşekkür ederim, mama, senin yardımlarını unutamam.
– Tabii, benim de yardımlarım oldu, – Marie-Angélique memnun kalmıştı, – ama sadece ben değilim, Sophie’nin ve doktorların da emekleri az değil.
– Teşekkür ederim, mama, onları da unutmadığın için. Ama içimden gelerek Claudine-Alexandrine’e teşekkür ettiğimi söylemek isterim. Sen de mama gibi, Claudine, bana çok şey öğrettin, çok şeyin bilincinde olmamı sağladın. Eğitim ve bilim alanında, öğrenim gördüğüm manastırın okulunda bana öğretilenler, öğretmenlerimin, Jeanette-Nicole’ün bana kazandırdıklarından sonra, senin edebiyat söyleşilerin dünyayı tanımamı sağladı. Voltaire, Montesquieu, Pon de Vel ve Arjantal’e de teşekkür ediyorum. Claudine sana teşekkür borçluyum, kadın çekişmesi tipinde bazı sözler sıralıyor idiysek de birbirimizi bağışlıyorduk. Dünya görüşlerimiz çelişiyor olsa da, birer kız kardeş gibi aynı evde oturuyorduk, birlikte büyütüldük, birlikte eğitildik. Sophie, şu küçük sandığı yanıma getir. Altın suyu içirilmiş eşya demezsen, fazladan bir özelliği yok. Öyle de olsa, Claudine, bu küçük eşyayı beni hatırlaman için sana bırakıyorum.
– Öyle konuşma, Aisse, “hayır” diyemem, teşekkür ederim. Ben de daha iyi olduğun, hastalığı uzak tutmana yardımcı olması için bunu sana veriyorum, – diyerek Claudine-Alexandrine bilekliğini (epŝehu) çıkarıp Ayşet’in bileğine taktı.
– İyi bir ilişkiniz vardı… – Marie-Angélique kıskanmış mı, imrenmiş mi belli olmayacak bir sesle konuştu, biraz unutur gibi olduğu bir şeyi yeniden anımsadı: – Hayır, hayır, sizin için seviniyorum, sizi kıskanıyor değilim. Benim o küçük sandıkta gözüm vardı… Ama onu Claudine’e vermekle iyi ettin. Yaptırdığın dokuz portrenden bir tanesini bana, birini de Julie’ye anı olarak bıraktın, bu bana yeter. Onun değeri hiçbir şeyle ölçülemez, yaşadığım sürece odamda asılı olacak. Bırakmak durumuna düşersem, şu an adını söylemek istemiyorum, onu kime bırakacağımı biliyorum… – Marie-Angélique sözlerine kendi de beklemediği bir biçimde son verdi, “bunlara tövbe konusunu açsan neye yarar…” diye içinden geçirerek, kız kardeşine seslendi: -Claudine, Aisse’yi yorduk, dinlensin, daha iyi olduğuna, sen de serbest bırakıldığına göre, konuşacak daha birçok gününüz olacak. Seni iyileşmiş görünce, Aisse, sana söylemek istediğim güzel bir haberi unutmuşum. Dün akşam tiyatroda Voltaire ile karşılaştım, seni sordu ve seni görmek istediğini söyledi. Bugün yarın diyemem, ama seni görmeye gelecek. Dinlenmene bak, kızım. Tanrı yardımcımız olsun, kötü bir durum yok, rüyalarımda hep seni iyileşmiş olarak görüyorum, iyi olacağın da bana söyleniyor.
İki kız kardeş odadan ayrılırken, Claudine-Alexandrine iki parmağını dudaklarına götürüp öpücük işareti verdi ve kapı kapandıktan sonra, Ayşet ağladı.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 567-576)