Adıge Ulusunun Sevdiği ve Unutmadığı Bir Yazar: Keraşe Tembot

Bir 1 kişi görseli olabilir
İlginç bir yazar ve düşünür olan, düzyazının temelini atan Keraşe Tembot, Adıgelerin kültürel tarihinde büyük bir yer kaplıyor. Yazar benzersiz çok sayıda yapıt ortaya koydu, bunlar ulusal edebiyatın ebedi hazinesi içinde yer aldılar.
T.M.Keraş 16 Ağustos 1902’de şimdiki Adıgey’in Koşhable köyünde doğdu. Tembot’un babası Mıhamet bir Rus ailesinde büyütüldü, Rusça okuma yazma öğrenmişti, o sıralar okuma yazma bilenler tek tüktü. Kendi ailesini kurduktan sonra baba, oğlunun eğitimi, kitap okuyan ve bilime değer veren biri olması için elinden geleni yaptı. Yumankule İbrahim’in Hatığujıkuaye köyünde açtığı medreseye 1910 yılında kaydoldu ve 1913 yılında mezun oldu. Bu sırada ünlü bir şair olarak parlayacak olan Hatko Ahmed ile tanıştı ve arkadaşı oldu. Her ikisi birlikte şimdiki Bakırdistan Cumhuriyeti başkenti Ufa’daki “Galiya” adlı medreseye kaydoldular. Ancak Birinci Dünya Emperyalist Savaşı başlayınca öğrencilik yaşamları kesintiye uğradı.
1915 – 1917 yılları arasında Dondukovski stanitsasındaki (Kazak kasabası) bir dükkanda getir götür (ayak) işleri gördü. Rusçayı daha iyi öğrendi, ufukta görünen yeni yaşamı kavramaya başladı. Tembot derinlemesine eğitime Ekim devriminden sonra kavuştu. 1918’de Yekaterinodar’daki ortaöğretim düzeyinde bir okula (реальный училищ) kaydoldu ve orada iki yıl okudu. Ardından Abinsk stanitsasındaki daha üst bir okula kaydoldu ve bir yıl içinde mezun oldu. Aynı yıl Krasnodar’daki politeknik enstitüsüne kaydoldu. Enstitü eğitimi ile birlikte Adıge Bölge Yürütme Komitesi (kaymakamlık) arşiv memuru olarak çalıştı. 1923 yılında RKP (b) Adıge bölgesi organizasyon bürosunda çevirmen olarak çalışmaya başladı, “Adıge mak” gazetesinin yayını işinde çalıştı. Keraşe Tembot 1923 yılı mart ayında proleter marşı “Enternasyonali” Adıgeceye çevirdi ve “Adıge mak” gazetesinin ilk sayısında yayımlandı, böylece edebiyat dünyasına ilk adımını atmış oldu. Ardından gazetenin editörü (yayımcısı) oldu.
1924’te Keraşe Tembot öğrenim amaçlı Moskova’ya gitti. İlkin halk hizmeti enstitüsünde okudu, 1928 – 1929 yıllarında Moskova Sanayi ve Ekonomi Enstitüsünde okudu. Öğrenciliği boyunca Rus yazarlarının yapıtlarını Adıgeceye çevirme ve Adıge okulları için ders kitapları yazma işiyle ilgilendi.
Adıge özerk ülkesine döndüğünde, yöre gazetesi “Adıge mak”ın editörü oldu, Adıge kitap basımevi ve Adıge Bilimsel Araştırma Enstitüsü müdürlüğü görevinde bulundu, Krasnodar Pedagoji Enstitüsünde de ders verdi.
T. Keraş’ın yaratıcı çizgisi 1920’li yıllarda, ulusun yazı diline kavuşması ile başladı. Yazar yaşamı boyunca düşüncelerini edebi bir biçemle ifade etmeyi, çok sayıda yapıt ortaya koymayı başardı. İlk kitabı “Ark” (İçki) 1925’te yayımlandı. Ardından “Meşıko’nun Üzüntüsü” (Мэщыкъо ишъхьакIу) ve “Saret’in Sırrı” (Сарэты ишъэф) kitapları yayımlandı. Bu kitaplar o dönem Adıge köy yaşamını ve toplumsal ilişkilerini dile getiriyordu.
1920’li ve 1930’lu yıllarda yazarın yaratıcı yeteneğinde sanatsal ve gazetecilik türünde gelişmeler oldu, bu türden yazıları geniş bir yer tuttu. Makale ve yazıları toplumu aydınlatma (bilgisizliği giderme), yeni yaşamın temelini sağlamlaştırma ve kolektivizasyon içerikliydi.
İlk kısa öyküleri ve özellikli makaleleri (очерк) sonrasında epik (destansı) türünde yapıtlar yazmaya başladı. “Şambul” (Hücum) romanı üzerinde birkaç yıl çalıştı, iki bölüm halinde 1940 yılında yayımladı. Ardından roman üzerinde yeniden çok çalıştı, romanda büyük değişiklikler, ekleme ve genişletmeler yaptı, romanı 1947 yılında “Mutluluk Yolu” (Насыпым игъогy) adıyla yayımladı. Keraşe Tembot’un “Mutluluk Yolu” (Rusça -Дорога к счастью – Mutluluğa giden yol) romanı, Rusça çevirisi ile 1948 yılında Kuzey Kafkasyalı yazarlar arasında bir ilk olarak Sovyetler Birliği devlet ödülünü aldı.
Keraşe Tembot çeviri işiyle de ilgilendi, Adıge masalları (пшысэ), yaşanmış öyküler (таурыхъ), öykü (тхыдэ) ve eski şarkıların (орэдыжъ) derlenmeleri ve yazıya aktarılmaları konularında büyük çalışmalar yapmtı. Şair Hatko Ahmed ile birlikte ilk Adıgece edebiyat ders kitaplarını yazdı.
1934 yılından başlayarak, Keraşe Tembot Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği üyesiydi. Edebi ve toplumsal çalışmaları nedeniyle Lenin nişanı, Ekim devrimi ve Emekçi Kızıl Bayrak nişanları ve madalyalar aldı. Ölümünden sonra, kendisine onursal değerde “Adıge Cumhuriyeti Devlet ödülü” ve “AC Halk Yazarı” unvanları verildi.
Keraşe Tembot 8 Şubat 1988’de aramızdan ayrıldı.
Maykop’un Krasnooktyabrski adlı en geniş caddesinde yazarın yaşadığı konuta yazılı plaket çakıldı, anıtı Maykop park girişine dikildi. Keraşe Tembot’un 100. doğum yılı, 2002 yılında Adıgey’in her tarafında çoşkuyla kutlandı ve kutlama havasında yazarın edebiyat müzesi de açıldı, müze halen açık ve ziyaretçisi çok.
Hazırlayan Mamırıko Nuriyet.
***
“Mutluluk Yolu” romanından bir bölüm:
YAŞLI (ЖЪЫГЪЭР)
Bahar gelmişti. Günlerden Cuma idi.
Sabah vakti, sanki üzerlerinden bir ak koyun sürüsü geçmiş gibi, duru gökyüzünde, birer ak koyunmuş gibi, beyaz bulutlar öteye beriye asılmış duruyorlardı. Bu bulutlar, uzaklardan görünen sivri yeşil dağ dorukları üzerlerinden, zincirleme biçimde, acele etmeden, yavaş yavaş yüzerek bu yana (kuzeye) doğru geliyorlardı. Gölgeleri ürkmüş koyun sürüsü gibi, kırlarda koşuşturmakta ve Vustanekoların bahçesine değin uzanmaktaydı. Güneşlenmek üzere dışarı çıkmış olan Karbeç kürküne iyice sarınmıştı. Saksağan gagalamaları sonucu sırtı kanayan zayıf bir mandanın üzerinde saksağanlar koşuşuyor, hayvanı bu soğuk gününde titretiyorlardı. Bahçelerde yeni büyümeye başlamış olan nisan ayı otları üzerinden geçmekte olan bulutların gölgeleri havayı daha bir kasvetli hale getiriyorlardı.
Giderek öğle üzeri güneş havayı oldukça ısıtmıştı. İlkbahar güneşinin ısıtmaya başladığı bahçelerden sıcak ve iç açıcı buhar kokuları yayılmakta, insanın içini ferahlatmakta, insanın içini tatlı birer sis gibi yeni duygu ve özlemler doldurmaktaydı.
Karbeç’in küçük odasının sağ tarafında çitlerle çevrilmiş küçük bir bahçe bulunuyordu. Karbeç, Abzahların eski bahçe kültürlerinin bir kalıntısı olan bu bahçesini seviyordu. Bahçeyi kuran, etrafını çitle çeviren de kendisiydi. Bahçeye çoluk çocuk ve tavuk sokmuyor ve temiz tutuyordu.
Bu küçük bahçede bir kayısı ağacı vardı. Ağacı dikerken Karbeç, kendisine küçücük bir kız olarak yardım eden Nafset’in adını vermişti: – “Bu ağaç senin ağacın, benim şaşım (kızım), bu ağaç, senin mutluluk ağacın olsun. Tanrı geleceğini o ağacın çiçeklerinin güzelliği ölçüsünde güzel kılsın!” – diye Nafset’e söylemişti. O andan başlayarak kayısı ağacının çiçek açmasını her bahar özlemle bekler olmuştu Nafset de.
Şimdi küçük kayısı ağacı diğer ağaçlardan önce çiçeklenmiş ve üzerine ateşten közler, parçalar dökülmüş gibi güneşe karşı parıldıyorlardı.
Tomurcuklanıp çiçek açmaya hazırlanan bahçedeki diğer ağaçlardan da tatlı bir kitre (zamk) kokusu yayılmaktaydı. Toprak, çimen ve ağaçlar, her şey baharın tazeliğine kapılmış yaşamın doyumsuzluğuna kendilerini bırakmışlardı. Bu arada sıcak hava, Karbeç’in oturduğu evin yanında, önemsiz sayılıp bahçenin kenar bir köşesine itilmiş olan eski erik ağacını bile etkilemiş, o da çiçeklerle bezenmişti.
Yaşlıların gençlik günlerini özleyerek iç geçirdikleri, gençlerin de mutlu bir geleceğin umudu peşinde koşuşturdukları güzel günler, yılın en güzel bir dönemi yaşanıyordu.
Ĥımsad, görülmekten kaçınarak büyük evin küçük kapısından dışarıya dikkatle bir baktı. Kol yenleri yukarıya çekikti, hamur yoğuruyordu, bu da, kollarına bulaşmış unlardan belli oluyordu. Ardında da büyük evin bacasından, mavi bir ejderha gibi sarılıp yükselmekte olan dumanlar görünüyordu.
Hımsad önce bahçeyi dikkatle bir süzdü. Üzerinde titrediği hindi yavruları ” ṕiv- ṕiv – ṕiv, ṕav-ṕav” diyerek at ahırının önünde otlamaktaydılar. Ancak ana hindi bir şeyden kuşkulanmış olmalı ara yerde duruyordu. Başını göğe doğru kaldırmış, gözünü dört açmış bir yere bakmaktaydı.
Kurrţ, kurrţ!..
Hımsad, yazmasından taşmış saçlarını hemen topladı. Karbeç bahçede mi diyerek, bahçeyi yeniden gözden geçirdi, ormandan çıkmış ürkek bir orman tavuğu gibi, sakınarak sundurmanın altından çıktı. Elini alnının üzerine getirerek ana hindinin baktığı yana, gökyüzüne doğru baktı. Gökyüzünde tek başına kalmış ve göbek kısmı siyah bir küçük bulut parçası bulunuyordu. Bulutun altında da kanatlarını açmış ama sallamayan büyük bir kartal yavaşça süzülmekteydi.
– Seni gidi imansız seni! – diyerek kartala doğru bir yumruk salladı.
Hindi yavruları Hımsad’ı görür görmez koşmaya ve uçuşmaya başladılar. Ana hindi de düşmanı fark etmiş olmanın gururu içindeymiş gibi, bir vork (centilmen) adımı atarmış gibi büyüklenerek ince bacaklarıyla yürümeye başladı. Ancak Karbeç’in küçük evi ile at ahırı arasına ulaştığında, hemen duruverdi, ince boynunu bükerek, ürkek biçimde geriye doğru çekilmeye başladı.
– Kurrţ, kurrţ!, kurrţ!..
At ahırının gerisinden bir çitin gıcırtı sesi geldi. Arsız bir köpeğin hindilere saldırmasından kaygılanan Hımsad, dikkatli bir biçimde eğilip sesin geldiği yere doğru yürüdü. Ancak at ahırının ardında görmüş olduğu durum karşısında çakılıp kaldı. Yere bir sopa saplanmıştı, tepesinde de Karbeç’in kalpağı vardı. Karbeç’in kendi de çit kazıklarından birine asılmış doğrulmaya çalışıyordu. Ancak bir deri bir kemik kalmış olan vücudunu kaldıramıyor, zayıf kolları ile çite asılmış bekliyordu, hem gülünecek ve hem ağlanacak bir görüntü vardı karşısında. Asılı biçimde biraz durup dinlenmeye çalıştı Karbeç. Seyrelmiş ve aklaşmış saçları esen hafif yele uyumlu bir biçimde dalgalanmaktaydı. Uçuşan kıvırcık ak sakallarıyla Karbeç’in görünümü Hıristiyanların yaptıkları Tanrı resimlerine benziyordu. Birazdan ayağa kalkmak için yeniden bir hamle yaptı ama güçsüz bacakları ile bu işi başaramadı ve yeniden yere çöktü. Bir süre derin bir nefes aldı. Bir hırsız, suç işlemiş biriymiş gibi sessizce etrafını gözden geçirdi, acaba düştüğü bu durumu gören biri var mıdır, der gibi. Ardından kamburlaşmış belini daha da bir eğerek yere çakılı sopasına doğru ilerledi…
– Çok kötü, çok yaşlı biri bu, yazık… yaşlılık kimsenin isteyeceği bir şey değil… – diye üzüntülerini kendi kendine mırıldandı Hımsad. Hemen oradan uzaklaştı ve büyük evin kapı aralığına saklandı. Gözlerinden yaşlar döküldü, büyük bir üzüntü içinde Karbeç kalkana değin onu izledi.
Karbeç sopasını ilkin bahçe çitine dayadı. Geri çekilip bir süre durdu, zor dönüş yapan bir at gibi zar zor bir dönüş yapıp sopasını çitin öbür yanından beriki yana geçirmeyi başardı. Bir kedi suratı gibi kıllı olan yüzünü ayarlayıp yukarıya, güneşe doğru bir baktı. Halsiz bir yaşlının haykırmasıyla seslendi:
– Kızım! (Sişaş!)
– Ne oldu, baba (1)? Geliyorum!
Yeni değişime uğramış (ergenliğe aday) bir genç kız sesi, Nafset’in sesi bahçeden duyuldu.
– İbriğime su dolduruver, kızım!
– Hemen, baba!
Karbeç kaygılı bir biçimde ayaklarını sağa sola oynatarak bir süre ayakta dikildi, ardından sopasını yukarı kaldırarak, loş ve soğuk bir hava yansıyan oda kapısını açıp içeri girdi. Şiş göbekli küçük ibriğini dışarı çıkarıp kapı önüne koydu.
Nafset bir kova su getirmek için büyük eve gitti. Annesinin kapıda dikildiğini görünce bir anlam veremedi ve durakladı. Hımsad’ın yüzünde kaygılı bir ifade vardı, namaza durmuş gibi ellerini göbeğinin üstünde bağlamıştı, yanıp tutuşmuş gibi üzgün üzgün oda içinde dikilmekteydi. Annesi, evde ağır bir hastalık durumu belirdiğinde böylesine umarsız ve şaşkın hallere düşerdi…
– Dedenin ibriğini olsun zamanında götürmüyorsun! – diye söylendi Nafset’e annesi.
– Ne oldu, anne, çok dalgınsın da…- diye söze başladı Nafset. Ancak çok sinirlenmiş olan annesi kızının sözünü sert bir biçimde kesti.
– Ne mi olmuş? Bir şey olmadı. Zavallı yaşlı deden güçsüz düştü, bir başına kaldı. Ona gerektiği gibi bakamıyoruz!..
Nafset bu sözleri neye yoracağını kestiremedi, sesini kesti ve bir kova su alıp dışarı çıktı.
Ancak annesi Nafset’in üzüntüden moraran küçük dudaklarının ve gözlerinden okunan keyifsiz görünümün farkına vardı. Bir suçu olmayan kızını böylesine azarlamış olmasından pişmanlık duydu.
Bir yıldır Nafset’e karşı gösterdiği sert davranışlarından ötürü anne pişmanlıklar duymaya başlamıştı. Küçüklüğünden bu yana küçük kızına karşı sert davranışlarını inatla sürdürüyordu. Üstelik nedensiz yere kızını sık sık azarlıyordu. Kız da gözlerinden yansıyan zekice, ama üzgün bakışlarıyla annesine keyifsiz bakıyor, iç çekiyor, ama annesine bir karşılık da vermiyordu. Annesi ise, şaşırıyor ve ne diyeceğini bilemez halde kalıyordu, suçsuz birini azarlamış olması nedeniyle kınanıyormuş gibi, zor işitilecek bir sesle, kızından hoşnut olmadığını belli eden bir homurtu ile yetiniyordu. Ancak bir süre sonra yeniden Nafset’e kızar ve bu kez daha sert davranırdı. Küçüklüğünde, onu dövdüğündeki gibi üstüne yürüdüğü de olurdu, böylece kızını terbiye etme hakkının kendinde olduğunu kızına göstermek isterdi. Ancak bundan da bir şey çıkmazdı. Kızın üstüne her yürüdüğünde, Nafset’in üzüntülü gözlerinden dökülen yaşları görür, kızının kendisini suçlarmış gibi olan sessiz ama üzgün bakışları ile karşılaşırdı.
Sonunda, kızının çocukluk çağını aştığını ve onun artık bir genç kız olduğunu anlamıştı kadın. Ancak aralarında az da olsa, bir mesafe, bir yabancılık izi kalmıştı.
Kızı yanından ayrıldığında, kızının alışık olunmayan bir yolda yürüdüğünü, sözünü ve otoritesini ona geçiremediğini, kızının artık elden gitmekte olduğunu anlamış olması, anneyi ciddi bir biçimde kaygılandırıyordu. Ergenliğe ilk adımını atmış olan kızına, yaşam yolunda nasıl yardımcı olabileceğini bilemiyordu. Kızına bir yardım eli uzatmak, onu tehlikelerden korumak, tökezlediğinde de ona dayanak olmak, yaşamın zorlukları karşısında ona kendisini köprü etmek, sevgili çocuğunun yaşam yolunu kolaylaştırmak, zor duruma düştüğünde onu sevgiyle kucaklayıp bağrına basmak, onu olası tehlikelerden ve kötülüklerden uzak tutmak, annenin istediği şeyler işte bunlardı. Ancak bunları gerçekleştiremiyordu. Yumuşaklığı gelenekten dışlamış olan sert ve eskimiş Adıge geleneğine uygun olarak ve Adıge utangaçlığının deliliğine takılı kalarak, çocuğunu kalben kendinden soğutmuş oldu. Şimdi kızına yaklaşmaya, okşayıcı sözlerle onunla konuşmaya çalışıyor, sırlarını kendisi ile paylaşmayı istiyordu ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğini bilemiyordu.
Anne, Kulase’yi, büyük kızını daha iyi anlıyordu, onunla daha iyi bir iletişimi vardı. Kulase’nin bir bakmasıyla ve bir davranışıyla, onun düşüncelerini okuyabiliyordu. Kulase’nin yaşama bakış biçimini daha iyi kavramıştı: Kulase, annesinin ve bütün Adıge kadınlarının geleneksel olarak izlediği yoldan gidiyordu. Kızının karşılaşabileceği tehlikeleri az çok kestirebiliyordu. Kulase’nin aklından geçenleri, isteklerini, huyunu, özelliklerini ve buna benzer şeylerini biliyordu.
Nafset ona benzemiyordu. Onun kişiliğini ve seçtiği yolu hiç beğenmiyordu. Nafset’in kendisini dinlememesi anasının canını sıkıyordu. Nafset’in yeni huy ve özellikleri anneyi korkutuyordu. Değotluk’un kızı ile içtenlikli arkadaş olması, bu son dönemde köy okulunda çocukları okutan öğretmenin kızını sık sık ziyaret etmesi, sonunda da, inatla okumakta olduğu kitapların gün geçtikçe daha da artmakta olması, bütün bunlar anayı korkutuyordu. En çok da bu son yıl içinde Nafset’in seçmiş olduğu yolda inatla ilerlemekte olması anayı üzüyordu. Ancak bir ikna ve çözüm yöntemi de bulamıyordu. Sopayı ele alıp kızını zorla kendi istediği yöne çekmeye de cesaret edemiyordu, kızını büsbütün yitirmekten korkuyordu.
Nafset’in huy ve davranışlarının bu son bir yıl içinde değişim geçirdiğinin farkındaydı. İnsanın yüreğini hoplatan kızının tok sesi gitmiş, şen şakrak hali ve kahkahaları pek duyulmaz olmuştu. Eski eğlence biçimleri ile de fazla ilgilenmiyordu, ayrıca ilgilendiği şeyleri hoş görmüyorlar diye, Kulase ve oğlan kardeşi ile eskiden olduğu gibi fazla dalaşmıyordu. Gün geçtikçe düşüncelere dalıp gidiyor, çoğunca da yüzünden üzüntülü ifadeler okunuyordu.
Nafset’teki bu değişimin nedeni konusunda annede bazı kuşkular belirmişti. Kağnı arabaları batağa saplandığı sırada ve orada Mezokoların oğluyla karşılaştıklarında, oğlanın Nafset’e söylemiş olduklarını unutmuyordu Hımsad, okuma işi ötesinde, çocuğun kızına ayrı bir değer vermiş ve onu yönlendirmek istemiş olması da gözünden kaçmamıştı. Ertesi akşam, Bibolet evlerine geldiğinde, konuğu en iyi bir biçimde ağırlamak için Nafset’in didinip durduğunu, kızın her iki yanağının da ateşten birer kor gibi tutuşmuş olduğunu fark etmişti…
Ayrıca bu son dönemde köyün en gözde gençlerinin ciddi bir biçimde Nafset’in peşine düşmüş olduklarının da farkındaydı Hımsad. İsmail’in de şakaya vurdurarak, gizli bir kaşenlik (sevgili olma) arzusuyla kızının peşinde olduğunu biliyordu.
Ana, İsmail’i daha beğeniyor, Bibolet’den ise korkuyordu, Bibolet’in seçtiği kuşkulu yeni yol anayı ürkütüyordu. Bibolet’in uzakta olması ve iletişim yokluğu ana için tek teselli kaynağı idi. Ancak bazen yemek yeneceğinde, Nafset’in uysal ve yumuşak bir sesle ama üzgün bir tonla, “yemek yiyemeyeceğim, anne” demesi, annenin yüreğine, bir sarıca arı sokmuş gibi, çok daha acı verici bir biçimde batıyordu.
Kızı için üzülmek ve ona acımak, bazen de kızıp onu azarlamak ve bütün bunlar karmaşık bir biçimde ananın yüreğine yerleşmişti.
Şimdi Karbeç’in yaşlanmış ve güçsüz düşmüş hali ve bu durum karşısında duyduğu üzüntü ve kaygı, Hımsad’a kızını unutturmuş gibiydi. Bu kaygıyla dolu olarak kapıya yanaşıyor ve Nafset’i arıyordu. Yapısı ve diğer özellikleri ile Nafset’in öbür insanlara benzemediği gibisine kuşkulara kapılıyordu. Saçlarını yağlı kocaman kuyruklu bir koyun gibi başının üst ensesinde topuz yapmıştı, yuvarlak bir somunu andıran Rus saçına ya da sarılmış yılana benzeyen Adıge saç tipine de uymuyordu bu saç tarzı! Böyle bir saç modelini bugüne değin sadece Nafset’in yanına gelmekte olan köy öğretmeninde görmüştü.
Hımsad’ın en sevdiği şeyler olarak Kulase’de gördüğü yumuşak yürüyüş ve Adıge çekingenliği gibi şeyler Nafset’te yoktu. Nafset’in yürüyüş biçimi anasının hoşuna gitmiyordu. Kibirli ve kendinden emin hareket ediyor, ellerini sallamıyor, dondurulmuş bir sütun gibi, ancak ince beli biraz belli olur bir biçimde yürüyordu.
“Köydeki onca gözde ve varlıklı genç, Kulase gibi bir kız dururken, onu iteleyip bu dik başlı kızda ne buluyorlar ki” – diye içinden geçiriyordu Hımsad.
Beyaz bir dil gibi akıtarak kovadan ibriğe su dolduruyordu Nafset. İbriği doldururken bile, kız vücudunun dikliğini koruyor, eğilmiyor, sadece ince belini aşağı doğru biraz kıvırmakla yetiniyordu. “Nereden çıktığı ve neye benzediği belirsiz biri!” – diye iç çekip kapıdan uzaklaşmıştı Hımsad.
Karbeç abdest için kollarını sıvadı ve ibriği Nafset’den aldı.
– İçeriden küçük taburemi getir, a benim dünyalar güzeli kızım.
Küçük tabure ve havlu ile karşısına geldiğinde, yaşlılıktan fersiz düşmüş gözleriyle, hiç yapmadığı gibi torununa uzun uzun baktı ve yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
– Bahçede ne yapıyordun güzel kızım?
– İnci çiçeği (landış) diktim!
– Hangi inci çiçeği imiş bu?
– Böyle bir çiçek var, baba, küçük beyaz çana benzeyen çiçekler açar. Güzel kokar… Dün ormandan söküp getirdim. İlk kez öğretmenin küçük bahçesinde bulunduğunu görmüştüm o çiçeği, – diyerek durumu Karbeç’e açıkladı.
Ancak Karbeç, Nafset’in verdiği yanıtı önemsememiş gibi, gözlerini ayırmadan öyle bakıyor. Ardından yanına sokulup Nafset’in yumuşak saç tellerini, kocamış ve buruşmuş elleriyle, yer yer eli saçlarına takılarak, okşuyor, dua eder gibi konuşuyor:
– Tanrı seni uzun ömürlü ve bahtı açık biri etsin, güzel kızım.
Dedesinin gözlerindeki ulaşılması olanaksız umarsızlığı fark etmişti Nafset. Ancak bu üzüntüsünün nedenini anlayamıyordu, uzaklardaki uzun ve korku dolu bir yola çıkıyormuş gibi, kendisi için büyük bir duada bulunmuş olmasının da nedenini anlayamıyordu.
Karbeç küçük taburesine oturdu. Sallanan güçsüz kollarını dizlerine koydu, kollarının deri üstlerine doğru çıkıntılar yapmış olan mavi damarları, birer sülük imişler gibi kollarının dört bir yanından adeta taşmıştı. İbriğin dik ve yüksek ağız bölümüne bir süre baktı, ardından ibriğe söylüyormuş gibi, yere doğru bakarak yavaş yavaş konuştu:
– Biz yaşamımızı çiçeklerin bile farkına varmadan geçirdik ve bugünlere geldik. Hayvan gibi ayaklarımızla toprağı teperek dolaşıp durduk… Çok teşekkür ederim, güzel kızım. Yaşadığın sürece yaşamını çiçek ve insanlık ile güzelleştir.
Bahçe kapısı yönünden bir gıcırtı sesi geldi. Değotluk (*) bahçeye girmişti. Bir asker gibi, ince vücudunu dik tutarak kendilerine doğru geliyordu. Koltuğunun altında rule halinde kızıl renkli bir kumaş parçası tutuyordu. Değotluk’un öğle vakti gölgesi, geniş atletik omuzları gölge düşümünde kalınlaşıyor, bel kısmında da iri bir karınca gibi inceliyordu.
– İyi günler, Karbeç! (2)- diyerek saygı dolu ve utangaç bir gençlik selamı verdi.
Değotluk, Karbeç ile her karşılaştığında, Karbeç’in yaşı ve temiz kalpliliği karşısında sivri dilini geri çekiyor, dik başlılığını ve kuşkucu bakışlarını bir yana bırakıyordu.
– Allah ömrünü uzun etsin, oğlum! Buyurun. Kor gibi görünen bir kumaş almışsın.
– Bu, Bir Mayıs Kutlaması için. Adıgece sloganları Nafset’e yazdırmak için ricaya geldim. Rusçalarını öğretmenimiz yazacak.
– Yazmak mı! Ben onu yazamam ki! – diye gerçekten kaygılı bir biçimde ellerini başına götürdü Nafset.
– Ne demek bu Bir Mayıs Kutlaması, – diyerek, oynaşan kirpiklerini yukarı kaldırarak bir baktı Karbeç.
– Emeği ile geçimini sağlayan bütün insanlar Bir Mayıs Günü’nü bayram olarak kutluyorlar. O gün bütün emekçilerin kardeş oldukları, kendilerini sömürmekte olan sömürücülere karşı dayanışma içinde olmaları gerektiğini vurguluyorlar.
– Onlar bizim zavallı Adıge emekçilerimizi aralarına almazlar sanırım, – diye kendi kendisine söylüyormuş gibi üzüntülü konuştu Karbeç.
– Emekçiler Adıge, Rus ve Fransız gibi toplum ayırımı yapmıyorlar. Emekçilerin tümü kardeştir. Hepsi de her yerde aynı zorlukları yaşadılar. Her yerde baskı altında idiler.
– Öyleyse, iyi. Tanrı ne istekleri varsa yerine getirsin. Emekçiler birleşik hareket ettikleri sürece hep kazanırlar. Pşı-vork Savaşı (3) sırasında Bjeduğ emekçileri acımasız beylerini topraklarından kovmayı başarmışlardı.
– Nasıl yazılacak bu yazı? – Korkuyla karışık yeniden sordu Nafset.
– Boya ile kumaşa yazılması gerekiyor. Karbeç sen bir marangozsun. Biraz olsun beyaz yağlı boyan var mı?
– Bir kutuda biraz beyaz boya kalmıştı sanırım. Ararım.
– Yandım, ben onu nasıl yazayım ki! Ben öyle bir şeyi hiç yazmış değilim, – diye kaygılanmıştı Nafset.
– Yazarsın, yazarsın, güzel kızım. Emekçilerin kutlama gününe herkes bir katkıda bulunmalı. Bir deneyimin olmadığı için bu iş sana zor geliyor. Özenirsen başarırsın. Başlanmamış işin içinde yılan yatar, derler. Hangi gün kutlama yapılacak, – diye konuşmasını sürdürdü Karbeç, Değotluk’a dönerek.
– Yarından sonra.
– Vay, sadece bir gün kalmış! – Nafset’in morali iyice bozuldu.
– Evet, fazla zaman kalmadı. Yine de az zaman değil. Ciddi olarak işe koyulursan bitirirsin, – diyerek Karbeç, Nafset’e moral vermeye çalıştı. Büyük evin kapısından Hımsad’ın bakmakta olduğunu görünce de (Nafset’e karşı hırçın olduğundan dolayı, Karbeç biraz da olsa Hımsad’a karşı bir soğukluk duyuyordu), sözlerine eklemede bulundu: – Yazıyı burada benim odamda yaz, yoksa o anlayışsızlar yazı yazmana da engel olurlar…
O akşam gecenin ilerlemiş saatlerine, büyük evin ateşi külle örtülene değin, küçük kandil söndürüldükten sonra bile, Karbeç’in evinde iki kişi var güçleriyle çalışmaktaydılar. Yere yaydıkları kırmızı bez şeridin köşelerine çekiç, balta ve diğer demir ağırlıkları koymuşlardı. Her iki kişi de bezin başına çökmüş çalışıyorlardı. Karbeç, bir puhu kuşu gibi kurulmuş ve gölgesi duvara düşecek biçimde tabure üzerinde oturuyor, Nafset’in yaptıklarını dikkatle izliyordu. Nafset dizleri üzerinde oturup kumaş üzerine eğilmişti, küçük fırçayı acemice kullanıyor ve kızıl kumaşın üzerinde gezdiriyordu. Fırça darbeleri sonucu, eğri büğrü Adıge harfleri (4) kumaş üzerinde beyaz renkli boya lekeleri bırakıyordu.
Çok geçmeden Karbeç öne atıldı, ciddi ve içinden kopup gelmiş gibi Nafset’e seslendi:
– Öyle yapmaman gerektiğini sana söylemedim mi? Yazıları birbirine uygun ve düzgün yazmıyorsun, güzel kızım!
– Kızma bana, baba. Ben bunu ilk kez yazıyorum. – Ağlamaklı bir sesle yalvarır gibiydi Nafset. Başını kaldırıp eğri gitmekte olan yazı dizesini gözden geçirdi.
– Sana kızmıyorum, ama böyle hatalı da yazılır mı hiç! Bütün bir köy halkı görecek bunu… – Biraz aksi davrandığını anlayıp pişman olmuş ve yeniden yumuşamıştı Karbeç.
– Peki dizeleri nasıl düzgün yazabilirim? Dizeleri aynı hizada götüremiyorum, – diyerek yakınmaya başlamıştı Nafset.
– Hele bir bekle, güzel kızım. İşin burasında benim marangozluğum işe yarayacak. – Karbeç bir şeyi anımsayıp ayağa kalktı. Divanının altındaki küçük bir kutudan bir kurşun kalem, yastığının altından da marangoz cetvelini çıkarıp Nafset’e verdi.
– Önce cetvelle bir çizgi çek, ardından çizgi doğrultusunda harfleri kurşun kalemle düzgün çiz, sonra boyalarını üzerlerinden geçersin. İşte böyle yapılır bu tür işler! – diyerek yol göstermeye başladı Karbeç.
Aynı sıralarda Hımsad, gece yarısında Karbeç’e ilişkin gördüklerini kocasına anlatmaktaydı.
– Hey gidi, hey, – dedi kocası Yedıc, her baharın gelişinde onu hep öyle görüyorum. Çok yaman bir yaşlı o: Yaşlılığına pes etmeye niyetli değil, gücünü sınıyor…
(1) – Kız burada dedesine “teteĵ” – dede demiyor, baba (tat) diyor, nedeni ailenin en büyük erkeğinin adının baba (‘pater familias’) karşılığı kullanılıyor olması. Nineye de (neneĵ- nine denmiyor, ) anne (nan) denir. Büyük anne veya büyük baba olmazsa, o zaman gerçek anne veya babaya “anne” (nan) veya “baba” (tat) denir. Gelenek öyle.
(2) – Eski Adıge geleneğinde 5 yaşındaki bir çocuk 90 yaşındaki birini, baba, anne, dede ve nine değilse, adı ile çağırırdı. Büyük anne ve büyük baba sağsa, kendi anna ve babasını gerçek ya da takma adlarıyla çağırırdı. Ancak feodal Adıge topluluklarında, bey (pşı) gibi soylu statüsü olan kişileri, adıyla değil “zivsĥan” (beyim, kralım, hânım) ve kadınları da “guaşe” (prenses, düşes karşılığı) gibi asalet ifade eden sözlerle çağırırlar, adlarını söyleyemezlerdi. Adını söyleyebilmesi için statü eşitliği bulunması gerekirdi.
(3) – Pşı-vork Savaşı – 1796 yılında köy beyleri ile işbirlikçilerine karşı ayaklanan Bjeduğ köylüleri (фэкъолI ve пщылI köylüler), Ruslardan destek alan köy beylerini yenip büyük ölçüde topraklarından kovmuşlardı. Büyük Adıge halk ozanı Tevçoĵ Śığo’nun (Тэуцожъ Цыгъу) aynı (Pşı-vork zav) adlı manzum bir destanı ile Ünlü Adıge yazarı Meşbaşe İshak’ın “Bzıyıko zav” (Bzıyıko Savaşı) adlı bir romanı vardır.
(4) Adıgece o sıralar (1927 yılına değin) Arap harfleriyle yazılıyordu.
(*) – Değotluk köyden devrimci bir genç.
Not: Romandan sunduğum bu bölümü, daha geniş olması için, henüz yayımlamadığım kendi roman çevirimden aldım. Sayın Mamırıko Nuriyet’in alıntı metnin genişletmiş ve uzatmış oldum. Bağışlamasını dilerim – hcy
Adıge mak, 16 Ağustos 2022
Устанэкъохэм я Нафсэт
Романэу «Насыпым игъогу» къыхэхыгъ
КIэрэщэ Тембот
Нафсэт ишIыкIэ-щытыкIэхэр мы аужырэ илъэсхэм зэрэзэ­хъокIыгъэри ным елъэгъу. Гур зыгъэIэлырэ ихъыу мэкъэхъу, апэм фэдэу, унэм изэу итыжьэп, ищхы макъи шIагъоу иIукIыжьрэп. Ежь иджэгукIэ шъхьафэу зэрихьэщтыгъэхэми джы шIагъоу апылъыжьэп, ащ фэдэу зыпы­лъыщтыгъэхэмэ зэрэшIухэбанэ­хэрэм къыхэкIыкIэ, Кулацэрэ ышы цIыкIурэ щыхьагъу зэра­фэхъузэпытыщтыгъэм фэдэу, ахэми щыхьагъу афэхъужьрэп. КIуатэ къэсыми ышъхьэ цIыкIу гупшысэм нахь рещэхы, нэ­шхъэир пщэгъо-Iугъуашъоу ынэ­мэ нахьыбэрэ къатырехьэ.
Ащ фэдэу Нафсэт изэрэщыты зэхъокIыныгъэу фэхъугъэхэр зыпкъ къикIыгъэны фаеу ылъы­тэрэмкIэ, ным гуцэфэ тIэкIу иIагъ. Ащыгъум, ятэчанкэ хэнагъэу Мэзокъомэ якIалэ къазыIокIэм, Нафсэт нэплъэгъоу къыритыгъэр Хъымсадэ ылъэгъугъагъ, иеджэны зэрэфэгу­мэкIын закъом шъхьадэкIыIоу, ипшъашъэ кIалэм уасэ къызэрэфишIыгъэми гу лъитэгъагъ. Ащ ыужрэ пчыхьэми, Биболэт яунэ къызехьэм, хьакIэр нахьышIуIоу ыхьэкIэнэу Нафсэт къызэреу­бзэщтыгъи, ынэкIушъхьитIу мэ­шIо тэпым фэдэу зэрэстыщтыгъэхэри ным ылъэгъугъагъ…
Ащ фэшъхьафэу мы аужрэ лъэхъаным анахь уасэ зыфашIэу къуаджэм дэс кIэлэ зикъэ­щэгъухэм ащыщхэр яшъыпкъэу Нафсэт къыфеплъэкIы зэрэхъу­гъэхэри ным ешIэ. Исмахьили лIышхо щхыкIэ-сэмэркъэукIэ чIиушъоу, къэщэн гухэлъ шъэфэу ыпхъу къыфишIыгъэми щыгъозагъ.
Ным ыгукIэ Исмахьилэ нахь къештэ, Биболэт нахь щэщтэ — а гъогукIэ, гъогу мыушэтыгъэу ар зытетым щегъащтэ. Би­болэт ихъопсапIэ ыпхъу фэ­чыжьэу фэгугъэпIэнчъэу зэрэщытыри игуап. Ау загъорэ шхэ­гъум дэжь Нафсэт IорышIэу, шъабэу, ау нэшхъэи дэдэу «сышхэшъущтэп, нан» зи­Iорэм, къэцыгъуанэ къецэкъагъэ фэдэу, ным ыгу гукIэгъур къыхао.
«Чылэм анахь кIэлэ пэрытэу дэсхэр Кулац къышъхьапы­рыплъэу, мы шъхьазышIошIум къе­хъопсэнхэу сыда афэдэу халъагъорэ?» — еIо ыгукIэ ным егъэшIагъо.
Бзэгу фыжьым фэдэу, псыр щалъэмкIэ Нафсэт къумгъаным регъахъо. Къумгъаным зыз­шъхьа­щиуфэрэми, ыпкъ ­пагэу зандэу зэрэзэшIоты шIыкIэр ыгъэкIо­дрэп — зиуфэрэп, ыбгы псы-
гъо дэжь зыщызэ­шIуекIы нахь.
«Зы­хэкIыгъэу зы­фэдэ хъу­гъэри пшIэ­нэп!..» — elо Хъымсад хэщэтыкIышъ, пчъэм IокIы­жьы.
Къарбэч амдэз ыштэнэу зигъэхьазэрыгъэу, ыIэлджанэхэр дэщэягъэу къумгъаныр Нафсэт Iихыгъ.
— ПхъэнтIэкIужъыер къысфихьэлъ, сищэщэ дах.
ПхъэнтIэкIужъыемрэ нэIэплъэ­кIымрэ ыIыгъэу Нафсэт къызекIолIэжьым, Къарбэч илIы­жъынэ утхъуагъэхэмкIэ, зэримыхабзэу, занкIэу бэрэ къеп­лъыгъ, шъабэу къеупчIыгъ:
— Сыд садым дэпшIыхьэрэр, сищащ?
— Ландыш сэгъэIыстэ.
— Сыдэу пIуагъи?— Къарбэч ытхьакIумэ къыукъощыгъ.
— Ландыш!
— Сыд ляндыша ар?
— Ащ фэдэ къэгъагъэу щыI, одыджынэ фыжьы цIыкIум фэ­дэхэр пысэу. Мэ IэшIу пехы… Тыгъуасэ мэзым къыщыхэстIыкIыгъ. Учительницэм ихэтэжъые дэтэу щыслъэгъугъ, — къыфи­Iуатэщтыгъэ Нафсэт.
Ау Къарбэч, Нафсэт джэуапэу къыритырэр шIомыIофыхэ фэдэу, ынэ тыримыхэу зыгорэу къеплъы. КъекIуалIэшъы, Нафсэт ышъхьацы нэлъэ шъабэхэр лыр­гъубэ зытришIыхьэгъэ Iэхъуамбэхэмэ ашIуанэу, ышъхьэ Iэ къыщефэ, тхьалъэIу ышIырэм фэдэу къеIо:
— Тхьэм уигъашIэ кIыхьэу, насыпышIоу уишIын, сищэщэ дах.
Ятэжъы ынэхэмэ зычIэ унэмысын нэшхъэягъэу ачIэлъым Нафсэт гу лъитагъ. Ay а гу­кIаер зыпкъ къикIырэр ышIэрэп, ежь гъогу чыжьэ, гъогу щынагъо техьагъэу, иаужырэ гущыIэ фэ­дэу, тхьалъэIушхоу къыфиIуа­гъэри зыфихьын ышIагъэп.
Къарбэч пхъэнтIэкIужъыем тетIысхьагъ. ЫIэлджэнитIу къарыунчъэхэу, ланлэхэу ылъэгуан­джэмэ атырилъхьагъ, лъынтфэ шхъуантIэхэр, дыом фэдэхэу, ыIэлджэнашъомэ ащызэ­блэ­дзыгъэх. Къумгъанышъхьэу пагэу къэгъэкIыгъэм гупшысэу тIэкIурэ еплъыгъ ыкIи, къум­гъаным реIо фэдэу, еплъыхэу мэкIэ-макIэу къыIуагъ:
— Тэ тигъашIэ къэгъагъэхэ­ми гу алъытымытэу къэт­хьыгъ. Былымым фэдэу лъакъо­кIэ тыу­тэзэрэ тыхэтыгъ… Опсэу, сищащ. УщэIэфэкIэ уищыIакIэ къэ­гъа­гъэрэ цIыфыгъэрэкIэ гъэ­дахэ.
НэкIубгъор зыгъэхьазыры­гъэр
Мамырыкъо Нуриет.
Bir 1 kişi görseli olabilir
Yavuz Kaya, Koace Lutfi Şimşek ve 13 diğer kişi
1 Yorum
2 Paylaşım
Beğen

 

Yorum Yap
Paylaş
Yorum Yap