Ayşet-32 (s. 225-237)
Ayşet – 32 (s. 225 – 237)
Kötülük kimden gelir, iyilik neye benzer? Bunlar insanın hep sorduğu şeyler, insanoğlu yaşadıkça böyle şeyleri düşünüp durur. Her şey bununla sınırlı değil, ama bunlara yanıt bulamayıp aramızdan ayrılan ya da yanıt bulduğunu söyleyen kişi sayımız da az değil. Buna akıl erdiremeyenler, farklı düşünenler ve bütün bunları umursamayanlar da alabildiğine çok.
Charles de Ferriol sık sık “İyilik yapan değil, kötülük yapmayan iyi insandır” der. Bir kötü darbe almamış, hep iyilik dolu bir yaşam sürdürmüş tek bir kişi var mıdır? Böylesine bir algılaması olan tek canlı yoktur, aramızdan göçenler içinde de yoktu. Yaşam düzeninin, birbirini anlama ya da zor anlama üzerine kurulmuş olduğunu kimse anlamıyor, anlayacak gibi de değil. Bu gibi şeyleri, yaşam içinde karşılaşılan sorunları, kendi başına gelen durumlar üzerinden düşünmek, fikir yürütmek ve sonuçlar çıkarmak Charles de Ferriol’ün sevdiği bir şeydi. Bu gibi konularla bu son yıllarda daha fazla ilgilenmeye başlamıştı.
Bunun nedeni ne olabilirdi? Yılları heba ediyor muydu ya da bilmediği yüksek bir duvara (dik kıyıya) doğru yüzüyor ve sonunun ne olacağını bilememenin kaygısını taşıyor olabilir miydi? Yaşamı anlamak kolaydı, ama sorunlarını çözmek o kadar kolay değildi. Kendi kendisine böyle diyordu. Ancak, “insanın gölgesinin önden gittiği gibi, bundan kendi de kendi gölgesinin peşinden gitmeli anlamı çıkmaz” diyerek, bazen kendine yönelik öğütlerde bulunuyordu.
Bir akşam iki saat boyunca Paris’in en ünlü restoranı “Grafik”de Jeanette-Nicole ile oturup konuştuğu günü anımsadı: “Akıllı, zeki bir kadın, güzel, kişilikli, sorduğun sorulara karşılık verebiliyor, benim bildiğim ülke ve dünya tarihini biliyor, edebiyat ve dünya tiyatrosunu da tanıyor. Onları ve daha başkalarını, elçilik mesleğim gereği bildiğim şeyleri, benden çok daha genç olduğu halde, nasıl öğrenmiş bilemiyorum. Aisse’nin sempatik ve esprili olma nedenini şimdi anlıyorum, onun zeki bir kız çocuğu olduğunu, daha ilk günden anlamış ve kuşku duymamıştım, ya şimdi… Charlotte-Elizabeth Aisse’ye Çerkeslik ruhundan çok daha fazla Fransızlık ruhunu katan kişinin Jeanette- Nicole olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aisse, güneş kralımızın gece kutlama balosunda muhteşem bir boy gösterdi, kıskananlar ve imrenenler bile, onu bugüne değin anlatmakla bitiremiyorlar. Bir kont, bir büyükelçi olarak bana eş olacak, bana ayak uyduracak kişi Jeanette- Nicole olabilirdi… Ama seni eğitecek, seni adam edecek akıllı bir kadını ne yapacaksın!.. Aramızda kaç yaş fark var, on üç- on dört yıl. Aisse ile Jeanette- Nicole arasında? O da o kadar. Yine de geç kalmış sayılmayız, kanı donmuş kart kız yerine kanı kaynayan genç bir kız çok daha iyi olmaz mı…”
– Charlotte-Elizabeth Aisse’ye Çerkes eğitimi konusunda daha önce söylediklerimi, Jeanette- Nicole, unutmanı rica ederim, – diye restoranda söylemiş olduğunu anımsadıO sözlerin için, kont, seni kınayacak değilim. Farkında olmadığın şeye üzülmen sorun değil, o şey küçük kızın nedeniyle olursa, birçok şey aklına gelebilir. Sana kırılmış olmam o nedenle değil,
– Aisse’nin Çerkes giysisi olabilir mi? – konuşurken bir kadının sözünü kesmek Charles de Ferriol’ün tarzı değildi, ama Jeanette- Nicole’ün sözünü kesti.
– O konuyu konuşup kapatmıştık, kont, – deyip Jeanette- Nicole kontun sözünü kesti: – Charlotte-Elizabeth Aisse’nin elbisesi konusunda kraliçenin dediğini duydun.
- Öyleyse beni bağışlamaman neden?
- İki neden var, kont. Charlotte-Elizabeth Aisse ile senin adına ilgilenmem, gelinin Marie-Angélique’in erkek kardeşi ile ilişkim, “senin gibi çok kişiyi yola getirdim” diye arkamdan konuşmuş olman.
- Seni buraya davet ettiğimde “olmaz” demedin, – Charles de Ferriol duyduğu bu söze şaşırdı, sonra kendini suçlar gibi yapıp konuşmasını tamamladı, – güçlü bir kadın olduğunu böylece doğrulamış oldun.
- Kendine değer vermek, başkalarının değer vermesini istemek için güçlü olmaya gerek yok.
- Evet, evet, – kont gülümsedi, – hak ettiğimi bana söyledin. Ama kadınlara ilişkin duyduğum bir şeyi, söyleyen Türk müydü bilmiyorum, anımsadığım kadarıyla sana anlatayım. Erkeklerin istemediği bir yanlışlık sonucu kadınlar dünyaya geliyorlar, vurularak, aşk sonucu evleniyorlar, ne olup bittiğini bilmeden hamile kalıyorlar, doğum akıllarını başlarına getiriyor, erkekten soğuyup ayrılıyorlar, çocuğun getirdiği zorluklarla boğuşarak bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Jeanette- Nicole, bunu mu söylemek istiyordun?
- Böyle şeyler de olur, kont, – Jeanette- Nicole yumuşacık gülümsedi, kadına ilişkin kendi bildiğini söyledi: – Karısı olması için delikanlı kızı arzular, sever, yaşlandığında, onun genç kızlık günlerini anımsar, onu daha da sever.
- Aman Tanrım, bu Jeanette-Nicole’ün hiçbir şeyi yanıma bırakmadığını görüyor musunuz? – Charles de Ferriol içinden samimi idi, isteklerinin gerçekleşmediğini anlamış olarak bu inatçı kadına karşı konuştu: – Beni istemeyen bu güzel kadınla beni tanıştırdığın için, biricik Tanrım, kendimi mutlu sayıyorum.
- Beni anladığın için, kont, teşekkür ederim.
- Aramızda kötü bir iz bırakmadan, iyilik içinde, birbirimizi kırmadan sofradan kalktığımız için ben de sana teşekkür ederim.
- Ortada bir kalp varsa, kont, üzüntüsü de eksik olmaz, – diyerek Jeanette-Nicole sofradan kalktı…
Charles de Ferriol daldığı anılarından sıyrılarak Jeanette-Nicole’ün sözlerini içinden tekrarladı: “Ortada bir kalp varsa, kont, üzüntüsü de eksik olmaz…” “Bununla bana ne demek istedi? Kalp üzüntüye, sevince ve hakarete, hepsine katlanır, başa çıkamadığında da durur. Bana söylemek istediği şey bu olabilir mi? Bu şey bilinmeyen bir şey değil ki – dünyamız kadar geçmişi olan bir deyim. Böyle diyorum, ama şimdi daha yakınlaşmış olduğum Jeanette-Nicole nedensiz konuşmaz. Sözlerine derin içerikler katar, dinlemeyi, sormayı, yanıtlamayı, gülümseyeceği-gülümsemeyeceği durumları bilir. Bu şey iyi mi kötü mü? Böyle biri karın olacaksa, kötü, birlikte çalışacaksan, iyi. Yine de onda bıkmayacağın bir yan var: Sıcaklığı, soğukluğu, farkında olmadan insanın içine işliyor. Bu nedenle ya da başka bir nedenle olmalı genç yazar Claudine- Alexandrine’in onu kıskanmakta olması? Güzelliği- mükemmelliği ile kıskandığı kadını kardeşine uygun bulmaması da bu yüzden olmalı. Böyle birini yazılarında tanıtmak, göstermek iyi olmaz mı. Ama Jeanette-Nicole ile Claudine- Alexandrine, ne denli güzel ve akıllı geçinseler de, Charlotte-Elizabeth Aisse’nin, benim küçük Çerkes kızımın eline su dökemezler… “
Kontun kendi bildiği, başkalarından gizlediği bir huyu vardı: Tek bir kadın, tek tip yemeklerden, tek tip giyinmekten ve tek bir cadde boyunca yürümekten çabuk bıkardı. İşin ilginç yanı, yıllarca omuzladığı devlet, elçilik hizmetlerinden hiçbir zaman bıkmadı. Fransa ve kral için deyin, onu kimse durduramazdı. Kendi Fransız kimliğine verdiği değer gibi, bulunduğu, hizmet verdiği Türkiye’ye de değer veriyordu, başka uluslardan Türkiye yararına bir şeyler koparmayı ve elde etmeyi amaç edinmişti, bu gibi konularda karşısına çıkanlara verecek yanıtı, diyeceği sözü olurdu. Kendisini anlamak istemeyenlere, Adıgelerin “Deli ile karşılaşırsan, ısrar da ederse, şapkanı verip geç” (Dêlem kayğe vıkišıme, vipao yeti, bleć) dediği gibi, fazla üstelemez, sorun yaratmazdı.
“Bir ara Müslümanlarla Katoliklerden konuşurken, dediklerimi beğenmeyen Pierre bana ne demişti? – Charles de Ferriol anımsadığı o şey konusunda, üzülüp üzülmediği anlaşılmaz bir biçimde gülümsedi. – “Unutma, kont, Müslümanların “haçlılar” diyerek yüzyıllarca bizimle savaşmış olduklarını”. “Unutmazdım, biz de, Müslümanları aşağılamış ve “dinsizler” diyerek onlarla savaşmamış olsaydık… “. “Kont, hangi tarafı suçluyorsun? “. “Başpiskopos, sorduğun şeyi yanıtlamak kolay şey değil. Ama anlayacaksan, soru sorarak seni yanıtlayayım: Topraklarımıza girenler Araplar mı, yoksa onların topraklarına girip savaşanlar Fransızlar, İspanyollar ve Portekizliler midir?.. “Gerçeği aramak istiyorsan, söyleyeyim: O Katolik inancını aşıladığın Çerkes kızı Charlotte-Elizabeth Aisse’nin soydaşları olan Memluklardır Arapları ve İslam dinini savunmuş olanlar. Batıda bizimle çarpışmakla yetinmediler, doğuda da Moğollara karşı koydular, onları Mısır’a sokmadılar, İslam dinini korudular”. “Seni dinliyorum, Arapların İslam dinini benimsemesen de, tarihlerini ve dinlerini bilen birisin, ama Charlotte-Elizabeth Aisse’ye ilişkin bana yönelttiğin suçlamada haksızsın. Ben Aisse’ye Katolik inancını benimsetmedim, sadece Katolik dinine kaydettirdim. Bizin haçlılarımızın kılıçla başaramadığı şeyi ben iyilikle, barışçı yöntemlerle başardım. Sen inanarak Katolikliği benimsedin, Tanrı katında evlenmeyeceğine söz verdin, ama Jeanette-Nicole ile ilişki kurarak andını bozdun, uygun mu bu yaptığın şey? Bunu ikimiz de biliyoruz, beni yanıtlamazsan da olur…”
Bir ses duymuş gibi kont daldığı düş dünyasından uyandı, kulak verdi, ardından bahçeye bakan pencereye doğru gitti. Henüz erkendi, günü ağartacak sonbahar güneşi doğu ufkunu henüz kızıllaştırmaya başlamıştı. Paris üzerindeki gökyüzünde tek bir bulut yoktu, dünkü gibi bugün de havanın sıcak geçmesini umuyordu. Uyanmaya başlayan kent de, değişik ses ve uğultular içinde, tıpkı İstanbul’da olduğu gibi ortalığı çınlatmaya başlamıştı. Seine (Sen) Nehri üzerindeki bir gemi de öteye beriye dolandıkça korna çalıyordu.
Nedir bu gün aydınlanmadan duyduğum fayton sesi? Fayton Ferriollerin büyük bahçe kapısı önünde durdu. Faytondan tek başına Claudine-Alexandrine indi. Gizli saklı şeyim yok, kim olursa olsun, herkes beni kıskansın der gibi başı dik ve vakur, güzel boyuyla bahçeye girdi, acele etmeden, yavaş yavaş, kendine değer vererek eve girdi.
“Bu kadın kendisi ile evlenmemi, İstanbul’a götürmemi benden bekliyor… – gördüğü ve söylediği şeyden mutluluk duyarak kont gülümsedi ve kendi kendine söylendi: – Her istediğini elde edemezsin demeleri boşuna değil. İstediğimde ulaşamıyorum, istemediğimde de beni yakıyor. Bu kadın neredeydi, nereden geliyor?.. Kimin yatağından, kimin kucağından kalkıp gelmiş?.. Ne diye bunun için üzülüyorum ki? Biri açık, diğeri gizli, biri kendine saygı duyuyor, öbürü kirli. Ötekine berikine değer biçmek, eleştirmek ve suçlamak istemiyorum. Bu Claudine-Alexandrine kendini güzel görüyor, hava yapıyor ama benim Charlotte-Elizabeth Aisse’min tırnak ucu bile olamaz. Jeanette-Nicole dışında, onun zekası ve güzelliği ile boy ölçüşecek biri ile de karşılaşmadım… Aisse olmasaydı, bugünkü edebiyat söyleşisinde konuşmamı istemiş olmasalardı, diplomatik işlerimi ve diğer işlerimi bitirmiş, Paris’ten ayrılmış ve İstanbul’un yolunu tutmuş olurdum. Türkiye ve Doğu Dünyası konusunda beni dinlemek istediler. En çok da François ile Arjantal ricada bulundular. Onların istediği şeyi Aisse istemedi, ama belli etmedi. Bir şey demediyse de onun bundan hoşlanmadığını tutumundan anladım…”
Öğleden sonra saat 16.00’da yapılması kararlaştırılan edebiyat söyleşisi, Charles de Ferriol’ün ricası üzerine sabah saat 11.00’e alındı. Bir gün önce, Cuma günü eve dönen Ayşet’in gece boyunca ve sabahleyin başka düşündüğü şey olmamıştı. Sabahleyin gelen ılık sonbahar güneşi Ayşet’i sevindiriyordu, endişesini dün olduğu gibi, konta söyledi:
- Claudine-Alexandine ne diye Jeanette-Nicole’den hoşlanmıyor, anlayamıyorum, toplantımıza onu da çağıralım dediğimde, kabul etmedi, bana sert baktı.
- Bunu, kızım, daha sonra anlayabilirsin, iki üç yıl daha sabret.
- Papa (baba) beni, hala bilinçsiz biri olarak mı görüyorsun?
- Hayır, gereksiz şeyler yapmaman için öyle diyorum.
- Öyle mi?.. – Kontun ne demek istediğini anlayamamıştı, Ayşet, anlamış gibi gülümsedi. – Öyleyse, papa, Türklerden söz ederken onları övücü sözler söyleme.
- Niye? – kont, sorduğu şeyin karşılığını, yanıtını biliyordu, yine de duyduğu şeye şaşırdı.
- İstemiyorum! – diyerek Ayşet kestirip attı.
- “İstemiyorum” demek, Aisse, tek başına yanıt olmaz, – Charles de Ferriol sesini yükseltmeden ve yumuşatmadan yanıt verdi. – Seninki sert bir ifade, ama bir anlam içermiyor.
- Papa, bunun anlamını, niçin öyle dediğimi biliyorsun, – Ayşet dediğinden geri adım atmadı.
- Anlamış olsam da Türklerin hepsine kötü gözle bakmanı istemiyorum, – Charles de Ferriol de geri adım atmamıştı, – bir kişiye karşı duyduğun nefreti bütün bir ulusa yöneltmen doğru olmaz. Beni dinleyeceksen, eğitimli biri olmak istiyorsan, başka uluslar için kötü sözler söyleme. Eleştir, ama kötüleme. Jeanette- Nicole akıllı bir kadın, çok şeye aklı eriyor. Onunla birkaç kez görüşme fırsatım oldu, derin bir eğitim almış ve bilgili biri.
- Öyle diyorsan, papa, – Ayşet iyice sevindi, küçük kızın akıl ve zeka yansıtan gözleri parıldadı, – şimdi seni yakaladım. Anımsıyor musun, Çerkes elbisem ve Çerkesler konusunda yazılmış yazılar nedeniyle Jeanette- Nicole’ün kalbini kırmış olduğunu?
- Şimdiye değin bunu unutmadın mı? – kraliçenin Ayşet için Versay sarayında söylemiş olduğu sözler kulağında hala çınlarken, Charles de Ferriol soru soruyormuş gibi yaptı.
- Üzülmüş olduğum için unutmadım, – sanki böyle bir soru beklermiş gibi Ayşet hemen karşılık verdi.
Charles de Ferriol üzgün olduğunu belli etmeden bir iç çekti: “Duyuyor musun, kont, bunun ne dediğini!.. “ Kont, uzatmadan konuyu kapattı:
- Üzülme-darılma gibi şeyler yoksa, Aisse, bunu unutmamış olman daha iyi. Ama böyle bir şeyi, bir yük olarak taşımaya devam etmektense, unutman daha iyi olur.
- Tabii, papa, bir hata yüzünden, benim için yaptığın onca iyiliği unutamam! Jeanette-Nicole’ün bana söylediği de o. Ardından, şimdi hepsini anımsar mıyım, bu sözüne birçok ilginç sözcükler eklemişti: “Düşmanının sana yaptığı kötülükle, dostunun sana yaptığı iyiliği kolay unutamazsın”. İlginç söz değil mi, papa!
- Her bilgelik dolu sözcük ilginçtir, ben de bu söylediğin deyime bir eklemede bulunayım: Bazen o kötülüğü dosta da, düşmana da yüklüyoruz.
- Papa, bu şeyi nasıl kavrayabiliriz?
- Yaptığın iyilik sana zarar verdiğinde anlarsın.
- Öyle şey olabilir mi?
- Bunu, sana söyledim, yaptığın iyiliği tepelediğinde olur.
- Evet, papa, şimdi anladım, – Ayşet anımsadığı şeye içinden güldü, – Büyükannem Çabe iyilik için ne derdi, biliyor musun? “Yaptığım iyilik engelim, komşum düşmanım” (Sišuše simığo, siğuneğu sipıy) derdi. Bunu mu demek istemiştin, papa?
- Bunu, söylediğim gibi, yaptığın iyiliği teptiğinde anlarsın.
- Aisse, sana söyleyeceğim şeyden daha etkili bir bilge deyimle bana yanıt verdin, bu söze hiçbir eklemede bulunmasam da olur.
- Zavallı ninemin dediklerini tekrarladım diye, akıllı biri olmuş olabilir miyim?..
- Bir de şunlara bir bak, Claudine, – Marie Angélique’i anmasa da söylemeden edemedi, – bir saati geçti bahçedeler, bunca zaman ne konuşuyor olabilirler?
- Kaynbiraderini bugün mü tanıdın, Marie? Aisse ile konuşup kendini övüyor olmalı…
- Claudine, delice laflar etme!..
- Evet, evet, deliyim ben… – Claudine-Alexandrine kendine güven içinde, gülümsedi, ablasına yanıt verdi, – deliler, Marie, iki kümeye ayrılır: Bir küme herkesin bilmesi gereken şeyi bilmez, bir küme de kimsenin bilmediği şeyi bilir. Haydi, toplanma saatimiz geldi, gidelim. Fraçois Arois Voltaire, Charles Louis Montesqiueu
- Claudine, beni zorlama, gidemem. Sizi dinleyip kafamı şişiremem.
- Dinleyeceğiniz kişi biz değiliz, senin yakışıklı bekar kayınbiraderin, onu dinleyeceğiz. Çerkes kızı Aisse de içlerinde olmak üzere sevdiği Türklerden söz ettireceğiz. İki üç soru hazırladım, bakalım nasıl yanıt verecek?
- Claudine! – Yine Marie Angélique’i kızdırdı. – Kontu kötülemenden ve gevezeliğinden bıktım, çocukların önünde sakın bir boşboğazlık etmeyesin. O konuda sana güven duymuyorum, toplantınıza Sophie ile birlikte geleceğim.
Sonbahar rüzgarının harekete geçirdiği değişik renkte ağaç yaprakları hışırdıyor, dallardan düşen sarı ve pembeye çalan yapraklar dönerek ve uçuşarak yere düşüyorlardı.
Gül ve toplanmış olan kişilere bir baktı, hepsini tanıyordu, “bunlara ne diyeyim ki” diye içinden geçirdi: “Ne diyeceğimi biliyorum, ama beni anlayacaklar mı? Büyükler sorun değil, sorun küçükler, onları ikna etmek kolay olmaz… Aisse Türkleri övme dedi… , Charles Louis Montesqiueu bana bakıyor, François-Marie Arouet Voltaire beni süzüyor. Laroche, aile hekimimizi ve hizmetçi kız Sophie’yi ne diye getirdi ki?.. Öyle diyorum ama anlatacaklarım en çok da onun ilgisini çekecek. Kim onu çağırmışsa teşekkür ederim… “
- Beklediğimiz biri yoksa, Claudine, toplantımızı başlatalım, – toplantıyı açması gereken Claudine-Alexandrine’in yerine, daha yaşlı olduğunu belirtircesine Charles de Ferriol konuştu.
- Aisse, toplantımıza Jeanette-Nicole’ü çağırmak istemişti, ama Claudine kabul etmedi, – demeden edemedi Arjantal.
- Yine başladı… – diye Claudine-Alexandrine homurdandı.
- Doğru şeyi söylemeyecek miyim? – diye teyzesine çıkıştı.
- Doğru, Jan, doğru, – küçük çocuğun doğru konuştuğunu doğrularcasına Ayşet söze katıldı ve öğretmenine arka çıktı, – toplantımıza Jeanette-Nicole’ü çağırsak bile gelemeyecekti, bugün çok işi var.
- Anladın mı şimdi? – Arjantal yerinde duramuyordu.
- Anladım Jan, anladım, izin ver de işimize dönelim. Kont, seni dinliyoruz, bağışla bizi vaktinizi aldığımız için.
- Evet, evet, – Arjantal hak ettiği gibi yanıt verdin dedi kont içinden ve konuşmaya başladı, – beceriksiz kişilerin vakti bol olur, öyle değiliz, ama Jeanette-Nicole’ü çağırmış olsaydınız, Türklere ilişkin bilmediği bazı şeyleri öğrenmiş olabilirdi. Gerçeği söylemem gerekirse, bir Yakın Doğu ülkesi olan Türkiye’yi seviyorum. Türkleri sevmeyenler vardır, – kont Ayşet’e hafifçe baktı. – Yeryüzünde Fransızları sevmeyenler de çok, Türkler arasında da var, kendileri ile karşılaştım ve konuştum, ama onlara asla kırılmış değilim. Kişinin bilmediğini öğrenmesi iyidir, bu nedenle görüşme isteğinizi geri çevirmedim. Evine kapanırsan yabanileşirsin. Pencereden bakarsan, bahçe çitinden bakarsan daha fazla şey görebilirsin, ama bir kazık tepesinden bakarsan daha çok şey görebilirsin. İnsanı yaşama bağlayan şey olmuş ve olacak şeyler, gelecektir. Ufukta, gök ile yerin birleştiği yerin ötesinde olan ya da olmayanları ne diye merak ediyor ve ilgileniyoruz?
- O yerde ne olup bittiğini bilmediğimiz için, – dedi François-Marie Arouet Voltaire.
- Çok doğru, bilmediğimizi öğrenmek istiyoruz. Charlotte-Elizabet Aisse, göze ilişkin baba annen ne diyordu?
- Bende biliyorum onu! – Arjantal öne atıldı. – Hele bir dur, Aisse, sen söyleme, benim söylememe izin ver: “Gözün gördüğü insan başı değerinde olur” (nem yıĺeğurer ŝhem yıvas).
- Duydunuz mu, böylesine bilge dolu sözlerdir yeryüzünü ve insanoğlunu ayakta tutan güç. Türkler ilginç bir insan topluluğudur. Türkler üç yüz yıl önce Uzak Doğu’dan gelip Yakın Doğu’ya yerleştiler. Konstantinopol’u aldılar ve oraya Stambul (*) adını verdiler. İki deniz arasında yaşıyorlar, Bosfor (İstanbul) ve Dardanel (Çanakkale) boğazları ellerinde, Balkanları da ele geçiriyorlar. Savaşçı ve çabuk öfkelenen kimseler, erkekleri ve kızları güzeldir, İslam dinine yürekten bağlılar.
- Hırsız ve katildirler… – Türklere ilişkin dediklerini kabul edemeyerek Ayşet konta çıkıştı.
- O gibi Türkler de var, – Charles de Ferriol Ayşet’in dediğini doğruladı, – O gibi Türklere benzeyen kişiler, Charlotte-Elizabeth Aisse, senin aralarından çıkıp geldiğin Çerkesler ve şimdi içlerine katıldığın Fransızlar arasında da vardır. Doğru değil mi, Arjantal? – dinleyenleri düşündürmek için çocuğa soruyormuş gibi yaptı.
- Bilemiyorum! – diye Arjantal kestirip attı. – Doğru olmasa Aisse öyle demezdi…
- Bakın şunun dediğine… – Maria-Angélique oğlunun yaramazlığından utanarak çocuğun sözünü kesti.
- Arjantal’a kızma, kontes, – dedi Charles Louis Montesquieu, – herkes her söylenene baş sallama yerine, ne düşündüğünü söylese daha iyi olur, yoksa yaşam çekici olmaktan çıkar, monotonlaşır. Öyle değil mi, Pon de Vel?
- Öyle, tabii, – dedi Pon de Vel kısa yoldan. – Bu çiçekler ve ağaç yaprakları aynı renkten olsalardı, bahçemiz böyle güzel olamazdı.
- Değişik renk ve görünümleri bir araya getirerek yeryüzü kendini yeniliyor ve kendisini bize tanıtıyor, – diyerek, kimseyi dinlemiyormuş gibi oturan Voltaire söze karıştı.
- Anlaşılan, François, – tartışmaya sanki kendisi yol açmamış gibi Ayşet de konuştu – her topluluktan kişiler ruh ve vücut yapıları ile birbirlerine benzerler, ayrıldıkları yanları – dilleri, dinleri, giysi ve yemekleridir.
“Bu çocukların bana gereksinimi kalmadı”, – diyerek Charles de Ferriol, Claudine-Alexandrine’e baktı ve bu duyduklarından memnun olmuş gibi ona gülümsedi. Ama, Ayşet karşı çıktı diye Türklerden iyi yönleriyle söz etmekten de geri kalmadı. Bir saat süren konuşması boyunca Türklere ilişkin tek bir olumsuz eleştiri getirdi: Kadınlarının örtünmelerini, bol ve uzun entariler giymekte olmalarını beğenmediğini söyledi.
- İşte bu söylediğim gibi, – diyerek Charles de Ferriol konuşmasını bağladı, – Türkiye ilginç bir ülke, anlatmak yerine gidip görmek daha iyi olur. Öyle değil mi, Laroche, sen orada bulundun.
- Öyle, kont, – Laroche içindekini söylemeden dudaklarıyla kontu okeyledi, dinleyenlerin beğeneceği gibi eklemede bulundu, – ama bizim güzel Fransa’mız gibisi yoktur, Fransa gibi güzel bir ülke yeryüzünde var mıdır, bilemiyorum.
Laroche’un Fransa için söylediği sözler üzerine François Voltaire alkış tuttu, diğer gençler ve Charlotte-Elizabeth Aisse de, hep birlikte Laroche’u alkışladılar. Claudine Alexandrine, MarieAngélique ve Sophie de diğerlerinden geride kalmadılar. Kont, bu gördükleri ve duydukları için sevindiğini söyledi:
- İçinizden gelerek böyle diyorsanız, neyimize gerek Uzak Doğu ya da Yakın Doğu, soru-yanıt bölümüne geçmeden Fransa’mıza duyduğumuz bu sevgiyle toplantımıza son verelim. Gençler, isterseniz siz oturun, biz nahıjlar (yaşlılar) kendi işlerimizin peşine düşelim.
İshak Maşbaş (tarihi roman- s. 225-237) – 32.