Ayşet- 38 (s. 269-277)

İshak Maşbaş (Tarihi roman)

 

II

Bugün, öğle sonrasında İstanbul’a ulaşan sevinçli bir haber dört bir tarafa yayılmıştı. Güneş Kral  XIV. Louis’nin bir  torunu olmuştu.  Büyük elçi Charles de Ferriol de Fransız Büyük elçiliği bahçesinde bir kutlama toplantısı yapıyordu. Mızıka,  darbuka sesleri  ve içkili kişilerin keyifli söz ve naraları minarelerden yükselen ikindi ezanı seslerini bastırıyordu. Yakın ve uzak komşular kadınların kahkaha seslerinden rahatsız oluyorlardı.

Sarı renkli kısa pantolonu ve kısa kollu beyaz gömleği ile, Charles de Ferriol, içmekten yüzleri kırmızıya kaçmış, gömlek kenarlarından haçlar taşan kişilerle beraber, bahçedeki uzun masanın en başında oturuyordu. Uzun sofranın her iki yanında yarı çıplak kadınlar oturuyordu. Kısa bir süreliğine kendisine karılık yapması için bu ilkbaharda pazardan satın aldığı ve “Esmer”  adını verdiği siyahi kadın, kontun sağında, geçtiğimiz hafta Laroche’un Paris’ten getirdiği incecik ve sarışın sevgilisi Lulu (Loulou) da kontun  solunda oturuyordu. Laroche, elçiliğin fayton sürücüsü Mevlid ve kont dahil dokuz kişi idiler.

İçmemiş  kadını idare etmek bile zordur, ama Tanrı onları sarhoş halde kimsenin karşına çıkarmasın, kral bile olsan onları idare edemezsin: Her biri diyecek ve yapacak bir şeyler buluyordu. Biri nara atıyor, diğeri kahkaha patlatıyor, bir başkası şarkı söylüyor ve  dans ediyordu. İçtiği şarap Laroche’u da tutuşturmuştu, hem mızıka çalıyor, hem de şarkı söylüyordu, kırk yaşına bastığı  halde ağzına  içkinin damlasını almamış olan Mevlid, mızıkaya uyum sağlasa da, sağlamasa da iki dizinin arasında tuttuğu darbukayı ha bire çalıyordu. Esmer kadın ise ayağa fırlayıp iri göğüslerini dışa vurup kontu dansa kaldırmış, kontla dans ediyordu. Laroche’un sevgilisi Lulu ise ince bir tabureye çıkmış kalçalarını oynatarak dans ediyordu. Elçilik hizmetlisi, zayıf yapılı Destan ise  boşalan bardaklara şarap doldurup kadınlara veriyordu, bir yandan da kaçamak gözlerle onları süzüyordu, kafayı bulmuş bazı kadınlar da Destan’a takılıyorlardı.

Ezan sesini duyunca Mevlid darbuka çalmayı bıraktı, başını kaldırıp ezan sesini dinledi, içki içenlere katılmamıştı, abdest almak için ayağa kalktı.

– Keyfimizi kaçırarak böyle nereye gidiyorsun? – diye kont Mevlid’in arkasından seslendi. – Allah-ü akbarın huzuruna çıkmaya mı? – Dindar bir Türk olmasına karşın, Mevlid, kontun incitici sözüne karşılık vermedi, gerisine de bakmadı. – Lailahe İllallah, Allah- ü Ekber diye kontun müezzinleri taklit ettiğini duyunca, Mevlid sinirlenip gerisin geri döndü:

– Susayım dedim, be imansız, neler mırıldanıyorsun böyle, sus artık! – Fayton sürücüsü bir hiddet kontun üzerine yürümek istedi, ama Destan onu engelledi, göğsüyle yana itip ezan taklidi yapan kontun yanında durdu.

– Mevlid, hele bir dur! – diyerek boynunda mızıkası ile Laroche koşup geldi. – Kont Charles de Ferriol Fransa Büyük elçisidir.

– Büyük elçi olduğunu biliyorum, Tanrı tanımadığını da, ama kim olursa olsun kendi Allahıma laf ettirmem! Bu İblislerin içine düşmüş olduğum için bağışla beni Allahım, – Mevlid sofradaki şarap küpünü kaptı, – günahlarımı bağışla, – dedi ve yere çarpıp parçaladı.

– Bravo, Mevlid! – Charles de Ferriol bağırarak, sürücüsüne el çırptı.

– Bravo ise bravo olsun, seninle işim burada bitti, – diyerek gülümsedi, kendisine bakan kontun yanından ayrılıp sessizce bahçe kapısına doğru yürürken, kapıdan bir gürültü sesi geldi.

– Nedir bahçe kapımızdan gelen bu gürültü? – umursamaksızın Charles de Ferriol sordu, şarap dolu kadehini kaldırıp sözlerine eklemede bulundu: – Kutlama için gelmişlerse teşekkür ettiğimi söyleyin, başka bir amaçları varsa öğrenin, değilse ilgilenmeyin. Sen de öyle diyorsan, Mevlid, istediğin gibi olsun, ben sürücüsüz kalmam. Ama bahçe kapısına varıncaya kadar bir düşün, sana bir şey demiş değilim.

– Kont, bu kişiye yüz verme, – dedi Esmer kadın Charles de Ferriol’e, – seni istemeyen ve senin de istemediğin kişiyle ne yapacaksın? Ben senin sürücün olurum. Gündüzleri sürücü olarak, geceleri de bildiğin gibi sana karılık yaparak hizmet ederim, – diye bastırarak, keyifle sözlerini tamamladı.

– Gündüzleri de isteyecek olursa? – diye haremden getirttiği, içmek ve tıkınmak dışında yaptığı bir şey olmayan kızıl suratlı tombul kadın sordu.

– Onun isteyeceği her an emre hazırım, – dedi güzel giyimli Esmer kadın, fazla düşünmeden yanıt verdi.

– Ben de fayton sürücülüğü yapabilirim!.. – İnce yapılı Lulu da ayağa fırladı.

– Kafamı şişirme, – diye Esmer kadın ona kızdı, – ne yaptığını bilmiyorsun, Laroche’u memnun edebilirsen öpüp de başına koy.

– Sevgilimi memnun edemeyeceksem, ne diye beni İstanbul’a getirdi ki?! – kızmış halde Lulu Laroche’a döndü. – Laroche beni nasıl gördüğünü söyle bunlara!

– Bravo, Lulu! – Laroche mızıkasının tuşuna bastı.

Kont geri dönen Destan’a sordu:

– Orada ne oluyor?

– Birkaç Türk, bir de burka giymiş burun kılları taşan bir kadın bir araya gelip bahçe kapımızda gürültü çıkarmışlardı.

– Ne diyorlardı?

– Kadınlarımızın kahkaha seslerinden yakınıyorlar.

– Ben de bir şey demiyorum, İstanbul’da kadın kahkahaları duyamadığım için üzülüyordum, – kont duyduğu şeyden memnun olmamıştı ama işi şakaya vurmuştu. – Biz şimdi Fransız devlet mülkü olan bir yerdeyiz, iki ülke arasında yapılan antlaşmaya göre, biz bir Fransız toprağı üzerindeyiz, bu nedenle Güneş Kralımız 14. Louis’nin sevincini kimseye çiğnetemeyiz. Laroche sen mızıkayı çal, Destan sen de darbuka çal, siz sevdiklerime gelince, neşelenin, eğlenin, mutlu olmanız, ömrünüzün sonuna değin esenlik içinde yaşamanız için dilekte bulunuyorum, – dedi kont kadehini kaldırdı, hep birlikte “yaşasın” diye haykırdılar bahçedekiler, kadınlar içme yarışı yaptılar, kont da kadehinin son damlasına değin içti.

– Yaşlanmak istemiyorum, hep genç kalmak istiyorum! – diyerek, Lulu ayağa fırladı ve bir taburenin üzerine çıktı.

– Doldurun, – diyerek Charles de Ferriol delikanlılık taslayarak  ayağa kalktı ve şarap dolu bardağını eline aldı, – Fransa’da  aşıkların hep genç  kalmaları dileğiyle içelim!

– Laroche armonika çalıyor, sözsüz bir makam tutturuyor, Destan da darbuka ustası değildi, ama darbukaya her sert vuruşunda ona ilgi gösteriyordu. Kont da tempo tutturuyor, ayaklarını oynatıyor, kalın parmaklarıyla masaya vuruyordu. Haremden ısmarlanan kadınlar ayakkabılarını çıkarmış, durdukları yerde zıplıyor, tiz seslerle naralar atıyor, haykırıyorlardı. Esmer kadın kendi yerli dilinde şarkıya başladığında, mızıka ve darbuka duruyor, dans ve bağırmalar kesiliyordu. Güneş batmış, vakit akşamüzeri olmuştu, Esmer kadının sesi gittikçe  yükseliyor, sesi ta saraydan duyulacak gibi oluyor, meydanı çınlatıyordu. Komşuların azar seslerini, çocukların ıslıklarını, atılan ama kendilerine ulaşmayan taşların farkında değildiler.

Şimdi de bahçe kapısının çalındığını duydular, ardından alçak sesli ama kararlı bir duyuldu:

– Allahın vekili Sultan’nın yardımcı veziri için kapıyı açın! – Esmer kadın ve Lulu dışında, diğer kadınlar “vezir” sözünü işitir işitmez yerlerinden fırlayıp bahçenin değişik köşelerine kaçıştılar ve saklandılar, masada kalanlara Charles de Ferriol  seslendi:

– Oturun yerli yerinize, vezir yardımcısı kutlama için gelmişse ya da gelmemişse ben ne diyeceğimi bilirim, – yanındaki kadınlara söyledi, vezirin gelişinden kuşkulanmakla birlikte niçin geldiğine anlam veremedi, kapıdaki bekçilere seslendi: – İçeri alın.

Büyük kapı açıldığında, vezir yardımcısının at üzerinde, ardında birkaç atlıyla  birlikte geldiğini gördü, kont o kişilerin iyi niyetle gelmediklerini anladı ve kurularak yerine oturdu.

– Niçin geldiğimizi söylemeden önce, Sultan’ın vezir yardımcısına saygı göstermeni beklerdik, – dedi öndeki atlı,  Orhan bu sözleri Fransızcaya çevirdi.

– Benim oturduğumu kast ediyorsan, sen de at üzerindesin, seni dinliyorum, hiçbir engelle karşılaşmadan  girdiğin bu yer bir Fransız toprağıdır, bunu unutma.

– O zaman sana söylemiş olayım: Kadınlarınızın Müslüman geleneğimize aykırı olan bu taşkınlıklarına bir son verin.

Charles de Ferriol’ün gözleri fal taşı gibi açıldı, sağa sola baktı, omuzları bir yükseldi, bir düştü. Gülerek içi boş kadehi kaldırdı, saklanmış kadınlara tatlı bir dille seslendi:

– Benim küçük güzellerim, neredesiniz, ateşli dudaklarınızı, güzel bakışlarınızı kimden saklıyorsunuz, kutlama günümüz için kurduğumuz soframıza buyurun. Destan, sen kadehlerimize şarap doldur, Güneş Kralımızın torunu   Fransa için kutlu ve mutlu olsun, bunun için içelim, konuklarımızı da ihmal etmeyin, içmiyor olsalar da, yine içecek bir şey verin, sevincimizi bizimle paylaşsınlar, – moralleri düzelen kadınlar yeniden masaya döndüler. Kont kadehini kaldırarak herkese seslendi, – Fransa’nın Güneş Kralı Louis’nin torununa sağlıklı ve mutlu bir yaşam dileyelim.

Kadınlar yeniden bağrıştılar ve kahkahalar atmaya başladılar, Laroche tuşlara basarak armonikayı daha yüksek bir tempoda  çalmaya başladı, Esmer kadın kontun yanından kalkıp darbukayı eline aldı, Lulu’dan da daha ince yapılı, ama kalın dudaklı ve  kızıl saçlı küçük kadın, taburenin üzerine çıkıp kıçını sallamaya başladı.

– Bu uygunsuzluğa bir son verin! – diye sonunda Orhan patladı.

– Sen misin, Orhan? – Henüz farkına varmış gibi Charles de Ferriol sordu. – Ben seni Fahri sanmıştım, atından in, konuk sayılmazsın…  Benim Esmerim dışında istediğin kadını al, evet evet, işaret ederek, Laroche’un Lulu’sunu da sana vereyim, tadına bakarsın. Karından hala bıkmadın mı?.. A a, unutmuşum siz Müslümanların zaten dört kadın alma hakkınız var, peki ben niye bu güzellere karılık yaptırmayayım?!..

– Ne diyor bu adam? – diye sordu koca suratlı vezir yardımcısı Orhan’a.

– Bu adamın dediğine kulak asma, bir içtiğinde, bazen kendinden geçiyor, – Orhan Fransız elçisinin kötü sözlerini gizledi.

– Bu adam bir yabancı ülkenin elçisi, kendisine yasalarımızı uygulayamayız, ama insanların huzurunu ve rahatını bozan konuklarını emniyete götüreceğiz, bunu ona söyle, dedi vezir yardımcısı.

– Kadınlara parmak ucuyla dokunamazsın, emniyete de götüremezsin! – diyerek Charles de Ferriol ayağa fırladı, bahçede fener asılı direklerden birini kaptı. – Öyle bir adım atarsanız, Fransa’nın Türkiye’ye savaş açmasına neden olursunuz, isterseniz adım atın, hepimiz birlikte havaya uçarız, barut fıçılarını görüyor musunuz, mahzende daha fazlası  var, şimdi ateşliyorum,  sultanın sarayı da dahil mahalleyi  havaya uçururum. Fransız toprağını  daha fazla atlarınıza çiğnetmeden derhal bahçemizden gidin! – kendinden geçmiş halde kont fıçılara doğru koştu…

Laroche gidenlerin arkasından ıslık çaldı, gidenlere bakan kadınlar da gülüştüler. Bir tek yaptığının farkında olan Fransa elçisi Charles de Ferriol gülmüyordu.

– Arkalarından ıslık çalmamak gerekirdi… – diyerek Laroche’u azarladı, ardından çağırdığı kadınlara döndü: – Siz de hemen gidin, kutlamamızı burada bitiriyoruz. Bugünkü ücretlerinizi Destan size verecek. Kendiniz gidiniz, sizi götürecek sürücüm kalmadı… Size gerek duyduğumda ben sizi bulurum…

Ertesi sabah  iki kişi gelip Charles de Ferriol’ün bahçe kapısını çaldı: Biri Osmanlı dış işleri görevlisi, diğeri de Orhan’dı.

– Sunduğum bu yazıda, Büyük elçi yirmi dört saat içinde yerine getirmen gereken bir emir  yazılı. Konuğun Laroche ile kadın dostu Lulu, bu süre içinde Türkiye’yi terk etmedikleri takdirde, zorla gönderilecekler. Toprağımızın ve suyumuzun Allah adına sahibi olan Sultanımızın kararının sorgulanamayacağını bilirsin.

– Sultan’ın buyruğu böyleyse konuklarım bugün yola çıkacaklar, Charles de Ferriol’ün yanıtı kısaydı ama Orhan’a çatmadan da edemedi: – Bana iyi yardımcı oldun…

– Kendine yapmadığın hiçbir şeyi kimse sana yapmış değil, – diye Orhan da sert bir karşılık verdi.

Kötü haberi Laroche ile göz koyduğu Lulu’ya söyleyince, diğerlerine fırsat tanımadan kontun Esmer kadını yerinden fırladı:

– Peki, ben ne olacağım?

– Sen kime lazımsın ki?… – diye kont kızdı, ardından hemen yumuşadı: – Sen, benim dışımda, kime ait olabilirsin ki, boş konuşma…

Charles de Ferriol’ün  alzheimer hastalığı (шъхьэщых уз) geçmiyor, gün gün ilerliyordu. İşin en kötü yanı da unutkanlığı oluyordu. Bazen yaptıkları ile söyledikleri birbirini tutmuyordu, farkına vardığında da, unutkanlık nedenini sık sık kadın değiştirmekte olmasına  bağlıyordu. Hastalığı başına vurduğunda , Ayşet’in kendi yanına gelmemesi nedenini anlayamıyor, kızarak mektup yazmaya kalkışıyor, her ay yola çıkacağını söylüyor, ancak İstanbul’daki koşuşturmalara daldığında, ne yazacağını unutuyor, kendine gelinceye, bıkıncaya değin  dolaşıp duruyordu.

Charles de Ferriole, aynı düzen üzere siyah, beyaz ve sarışın kadınları değiştirerek, günlerini, ay ve yıllarını geçiriyordu. Fransız Büyük elçinin yaşamı böyleydi, birçoğunun şakalaştığı, ilginç bir olay olarak gördüğü, yarı yıl boyunca sürücülüğünü yaptırdığı Esmer kadından da sonunda bıktı ve onu azat etti: Para verip onu uzak  ülkesine, Afrika’ya geri gönderdi.

Bu yıl, 1709 yılının son ayında, Paris’ten kendisine gelen bir yazı, Fransız elçi Charles de Ferriol’ün moralini daha da  bozdu– aslında bu son aylarda sağlıklı değildi- durumu büsbütün kötüleşmişti: Yazıda Türkiye’deki elçilik görevinin sona erdiği bildiriliyor, Fransa’ya dönmesi isteniyordu. Kont önce bunun ne anlama geldiğini çıkaramadı, şaka sandı. Unuttu gitti, üzerinden bir ay geçtikten sonra, yazıyı yeniden okuduğunda, durumun iyi olmadığını anladı. Üç ay sonra durumu daha da kötüleşti: Geri dönmemeye kalkışınca, kendi yerine atanan elçi, söz konusu karar yazısı ve ekinde Fransa Kralı XIV. Louis’nin yazısı İstanbul’a, elçilik rezidansına geldi. Ama yine durumu kabullenemedi, “Elindeki bu yazıları sen kendin yazdın, sen bir sahtekarsın, seni Sultan’a bildirip sınır dışı ettireceğim, kendisinin elçisi olarak Türkiye’de bulunduğum Güneş Kralımıza da söyleyip seni Bastil hapishanesine attıracağım, boynun vurulmadan geldiğin yere hemen dönersen kârlı çıkarsın” diyerek onu korkuttu, konuşmasına fırsat bile tanımadı. Peşini bırakmadı, aynı gün Marsilya’ya kalkan bir gemiye bindirdi. Kendi eliyle yolcu ettiği kişiye gülümseyerek fısıldadı:

– Seni gönderenlerin gerçek temsilcisi isen, ben bir aylığına Paris’e geleceğim, görevimi, Kralımız dışında kim söylerse söylesin, bırakmayacağımı herkese söylersin.

– Söylerim, söylerim… –  Bu kişi “gerçekten kafadan sakat olmalı” dedi içinden ve tokalaşıp ayrıldı.

Paris ile İstanbul arasında yazışmalar sürerken aradan bir altı ay daha geçti, yazışmalardan elçinin hasta olduğu anlaşılınca iş uzatılmadı, 1711 yılının Ocak ayında Fransa’dan bir gemi gönderildi. Gemide Charles de Ferriol’ün kardeşi  Augustin-Antoin (Ogüsten-Antuvan) ve yanında yeni atanan elçi vardı. Hasta elçi ayak diretmeye kalkışınca, bağlandı ve gemiye öyle bindirildi.

(Devamı var),

İshak Maşbaş, (Tarihi roman),Ayşet- 38 (s. 269-277) (II)

Yorum Yap