Ayşet – 40 (s. 288 -408 )
Hapi Cevdet Yıldız .288-314)
Ayşet – 40 (s. 288-314)
Paris’te Bir Çerkes Kızı – 1
İyi ya da kötü yanların ile artık senden söz edilmiyorsa, unutulmuşsundur deyiminin yerinde bir söz olduğu Charles de Ferriol’ün Paris’e getirilişi üzerinden üç ay geçtikten sonra doğrulanmıştı. Kendisi durumunu bilecek bir konumda değildi, ama Neuve Saint-Augustin caddesindeki koca binada yaşayanlar hiçbir şey olmamış gibi davranıyor ve durumu kabullenmiş görünüyorlardı ama telaş içindeydiler.
Bu kadar uzun bir süre içinde kontun arkadaşları içinden tek bir kişi ziyaretine gelmişti – altı ay kadar önce bir cinayet işi nedeniyle Paris polis müdürlüğünden atılan Andre Farge idi ziyaretine gelen kişi. O da başına gelen olay nedeniyle arkadaşına yakınmak, içini açmak, teselli bulmak üzere gelmişti, ama kontun üzücü durumunu görünce, uzun boylu konuşmaya, oturmaya gerek görmeden birkaç teselli sözü edip ayrılmıştı.
En ilginç, en anlaşılmaz olan durum da Charles de Ferriol’ün yıllarca çalıştığı dışişlerinden bir temsilcinin olsun, Marie-Angélique’in deyimiyle kendisini aramamış, sormamış olmasıydı: “Hasta bir yana atılır mı, hiç aranmaz mı?.. Birkaç aylık maaşına da el koymuşlar mı? Ülkede utanma, arlanma (xabze) diye bir şey mi kalmamıştı?.. “
Ayşet’in düşündüğü, Tanrıdan dilediği şeyler ise farklıydı: “Tanrım, beni sevginden yoksun bırakma, beni duy, babamı bana geri ver, iyileştir. Marie-Angélique kötü biri değil, iyi biri, beni, dilinden para ve mal-mülk dışında bir şey düşünmeyen kişilerin eline düşürme… Claudine-Alexandrine güzel, akıllı biri, bizi okuma ve yazı yazma konusunda eğitiyor, ama ona ne yapmış olabilirim bilmiyorum, beni kıskanıyor… Kardeşlerim Pon de Vel ve Arjantal’in beni sevmelerini sağladın, ben de onları seviyorum. Jeanette-Nicole’ün okulunda artık okumuyorum, ama beni ona unutturmuyorsun, onu annem gibi görmemi sağladın…Yüce Tanrım, babamı elimden alma, onu iyileştir, uzun çok uzun yaşasın. Sen de, biricik Allahım, benim büyük Allahım, seni unuttuğum tek bir günüm olmadı, beni bir başıma öksüz ve yetim bırakmamanı, annemle babamın bana öğrettiği dille, aralarından geldiğim Adıgelerin diliyle sana yalvarıyorum, içine düştüğüm kişilerin arasından beni çıkarman, evimize, soydaşlarımın yanına beni götürmen için değil, nerede olursak olalım insanız, huzur duymamı, dingin olmamı sağla yeter… “
Dua edip yakardıkça, kendini ayıplaması ve üzüntüsü, bir başına kalmışlığı ve duyduğu korku Ayşet’i altüst etmişti, ama zor durumlara düştüğünde gösterdiği sert direnme gücü kendine gelmesini ve dayanmasını sağladı. Ayşet Tanrıya yakarır ve dua ederken, bu şeylere dalmış dururken, öbür odadan gelen bir ses kendisini ürküttü. Önce ne olduğunu anlayamadı, ardından gelen ezan sesi üzerine ayağa fırladı. Duyduğu sese anlam veremeyerek kulaklarını kabarttı: “Lailahe-İllallah Allah-ü ekber… “Nedir bu şey?”.. – Yıllar boyudur duymadığı bir sesi hemen yanı başında duyuyordu Ayşet, sesin kimden geldiğini hemen anladı: Baba mı bu?!.”
Ayşet’in gördüğü şey, ilginç ve şaşırtıcı olmaktan da öteydi: Kont alçak bir tabure üzerinde ayakta duruyor, avuçları iki yanağı üstünde, dört bir yana dönerek ezan okuyordu. Abdest almak için kullandığı ibrik ve leğeni bir kenarda, ayı postu benzeri namazlığı ve katlanmış el havlusu da döşeme üzerindeydi. İstanbul’da o tür şeylere alışmış olan Desten ise kapıya dayanmış gülümseyip bakıyordu. Ses çıkarmamasını Ayşet’e işaret etti, yine de Ayşet kendini tutamadı ve konta sordu:
– Papa (baba), nedir bu yaptığın şey?
Kendinde olmayan, dalıp gitmiş olan Charles de Ferriol, ezan okuması sona erdiğinde, Ayşet ile ilgilenmeden Desten’e sordu:
– Namaz vakti geldi, abdest aldın mı?
– Aldım, aldım, – diye Desten gülümsedi ve Ayşet’e göz kırptı, gidip kontun sol tarafında saf tuttu.
Charles de Ferriol ve Desten namazlarını bitirinceye değin Ayşet yerinden kımıldamadan durdu. Gözyaşları dökülmüyordu ama için için ağlıyordu. Yüzü ve düşündüğü şey farklıydı: “Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine’in dediği gibi babasına (papa) bir kriz gelmiş olabilir miydi?.. Öyle mi Desten?.. Bu iki kişinin dedikleri doğru olabilir mi? Papa hasta, kendinde olmayan birinin dediğini, yaptığını bağışlayabilirsin. Bir tedavi yolu bulunmazsa baba, kontesin istediği gibi akıl hastanesine kapatılabilir mi? Baba bakımevine bırakılırsa ben nasıl yaşayacağım?.. Anladığım kadarıyla kalbinde iki tanrı var, iki dine bağlı. Tanrı bunu hiç kabul eder mi? Bilemiyorum… Niye bilmeyeyim ki? Ben Katolik dinine inanıyorum, ama Allah’ı da unutmuyorum. Böyle dediğim için Azize Maria (Meryem) beni bağışla. Beni zorla Müslüman dininden kopartmış olmasından babam (papa) pişman olmuş, çarpılmış olabilir mi? Annem bu nedenle olmalı iyilik içinde kötülük de bulunur derdi… Ben Müslüman olduğum için baba (papa) da İslam dini ile bağlantı kurmuş olabilir mi?.. Türkiye’de uygun olan o durum, kuşkusuz Fransa’da hoş görülmez. Desten’i zorluyor, baskı altına alıyor, korku nedeniyle babanın dediklerini yapması doğru değil, bunu onunla konuşmalıyım. Bu kadarı değil, yaptığını başkalarına göstermemesi, dikkatli olması, açık gizli kendinden söz ettirmemesi, dışarıya sır vermemesi gerektiğini babaya söyleyeceğim, onu uyaracağım…”
Pon de Vel kapıdan içeriye baktı, Ayşet hemen dışarı çıktı.
– Ne yapıyor onlar? – diye Pon de Vel sordu.
– Namaz kılıyorlar.
– Ne namazı?.. – Sorduğu şey Pon de Vel’i morarttı, keyfi kaçmış biçimde Ayşet’i görünce, kuşku duyduğu şeyi söyleyerek Ayşet’i teselli etti: – Anladım, Aisse, anladım… Amcamız o kadarıyla kalsın, ona da razı oluruz.
– Pon, bu durumda ne yapacağız?
– Bunu engellemeye kalkışmak olmaz, – Pon de Vel iyi gözle Aisse’ye baktı: – Sen Fransa’da sadece tek bir din bulunduğunu mu sanıyorsun? Pierre gibi piskoposların dediklerine bakma sen. Onların kırmızı cübbeleri, başlarındaki yuvarlak küçük takkeleri dışında gördükleri bir şey yok. François Voltaire ile bazen çatışıyoruz ama dedikleri doğru: Dünya Hıristiyan, İslam, Musevi ve Buda dinleri arasında bölüşülmüş durumda. Bu dinlerin her biri kendi içinde dallara ayrışmış. Sana Paris’te bir cami bulunduğunu söylemiştim, ama inanmamıştın. Daha önce, iki yıl önce amcam Paris’e geldiğinde beni bir Türk camisine götürmüştü.
– Namaz kılmış mıydı?
– Hayır, gezmek, Türkçe konuşmak için gitmişti.
– Niye bana bunu söylemedin?
– Nasıl söyleyeyim, Saint-Cloud’da okuyordun. Ayrıca amcam bunu kimseye söyleme diye tembih etmişti.
– Charlotte- Elizabeth Aisse, neredesin? – diyerek Charles de Ferriole odasından seslendi.
– Daha sonra, daha sonra, kont seni çağırıyor, – Pon de Vel heyecanlandı, – konuşmamıza sonra devam ederiz.
Charles de Ferriole seccadesinden ayrılmış gülümseyerek oda içinde ayakta duruyor, Desten de namazlıkları kaldırıyordu.
– Neredeydin, Aisse? Namaz kılmamızı izliyorsun sanmıştım… Sen de saf tutup bizimle namaz kılsan iyi olurdu.
– Baba, kadınlarla erkekler birlikte namaz kılmıyorlar, – bu duyduğuna şaşıran ama ne yapacağını bilemeyen Ayşet durumdan memnun olmamıştı.
– Evet, öyle, küçüklüğünde gördüğün şeyleri unutmamışsın, – diye kont yanıt verdi, – iyi şey. İslam dinini kabul etmiyor, ama Hıristiyan dinini kabul ediyorsun, şimdi her ikimiz Azize Meryem’in karşısına geçip dua edelim. Bunda şaşacak bir şey yok, Aisse, namaz kılmam tuhaf şey mi? Temizliğe ve adalete önem verirsen, kalbinde temizlik ve adalet dışında bir şey olmaz. İsteyerek ya da istem dışı yaptığın şeyleri düşünmeye, onlara değer vermeye başladığında, günlerin daha iyi geçer, kim bilir belki yaptığın bir günah varsa bağışlanır.
– Öyle tabii, baba, – Ayşet dikkatli ve gülümseyerek konta katılıyor, – yerinde konuştun, sen de öyle birisin.
– Aisse, akıllı ve büyük bir insan olduğumu unutma, – Charles de Ferriol’ün gözleri parladı.
– Akıllı, çok iyi bir inansın, baba, ama ezan okumazsan daha iyi olur.
– Niye, kızım, Müslümanlara namaz vaktinin geldiğini bildirmemi beğenmiyor musun? Katoliklerin kiliselerinde çan çalınıyor…
– Beğeneyim beğenmeyeyim sen benim babamsın, katlanırım, ama bunu herkesin hoş karşılayacağını mı sanıyorsun, ben duymalarını istemiyorum.
– Bu gibi dinsiz ve Tanrı tanımaz birileri mi var evimizde? – Kont sessizce mırıldandıktan sonra yüksek sesle sordu: – Kim onlar?
– Her önün gelen bir şeyler söyler, aldırma bunlara, – önemsememiş gibi yaparak ve alçak sesle Ayşet yanıt verdi.
– O da doğru ya… – diye kızına hak verdi, ama kendi durumunu da unutmadı: – Kralımız beni artık istemiyor olabilir, ama Fransa’da benim düzeyimde birinin bulunmadığını da herkes bilmeli!
– Öyle tabii, baba, Azize Meryem’in önünde dua edeceğimizi söylemiştin… – Ayşet duyduğu şeyler karşısında üzülmüş, kontu yatıştırmak istemişti.
– Söylemiştim… – Charles de Ferriol sesini ve hareketlerini yumuşatmıştı, mırıldandı, – yoruldum, biraz dinlenmeliyim… Ulu Tanrımızı unutmadığımı, kalbimde yaşattığımı ona söyle, ileri geri sayıklıyor olsam da beni lanetlemesin, beni unutmasın… – derken kont yumuşak koltuğunda uyuya kaldı.
Ayşet içindekini ve kontun ricasını yerine getirmek için istavroz çıkararak, duvarın gerisindeki tanrı heykelinin karşısına geçti: “Ey büyük Tanrım, başımıza geleni görüyorsun. Sevgini bizden esirgeme, bizi koru, kimseye kötülüğümüz dokunmadı. Senin bildiğin bu şeyi kabullendik, bizi beterinden koruman için sana yalvarıyoruz. Aklı başından uçmuş babamın dileğini yerine getiriyorum, söz ve davranışları nedeniyle onu dışlama. Benim için, benim rahatlamam için Müslüman dini kalıntıları taşıyor diyenlerin yanıldıklarını göster. Zavallı babamdan sevgini esirgememeni, onu unutmamanı, yanındakilerin onu anlamalarını, ona özenli ve hoşgörülü davranmalarını sağlamanı senden diliyorum…”
Bir zamanlar İstanbul’da kime kısmet olacağını bilemeden beklerken esir pazarından kendisini satın alan Kont Charles de Ferriol için Ayşet dua ediyordu, ama kontun hastalığı bir türlü iyiye gitmiyordu. Bazen mevsim geçişleri sırasında, şiddetli fırtınalar koptuğunda ya da gök gürlediğinde kötüleşiyor, bunun dışında günlerini sakin geçiriyordu. Ayda bir iki kez kriz geçirdiğinde Neuve Saint-Augustin caddesini güzelleştiren büyük beyaz evindeki kişiler ecel terleri döküyorlardı. Böylesine kritik günlerde aile ikiye bölünüyordu: Bir tarafta Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine durur, bazen belli etmeden Laroche da o ikisinin yanında yer alırdı. Diğer yanda Ayşet, Pon de Vel ve Arjantal yer alırdı. Bunlara hizmetçiler ve bahçe hizmetlileri, bir şeylere karışmasalar da yardımcı olmaya çalışırlardı.
Her iki taraf da birbiriyle çatışmaz, kötü sözler söylemezdi: Marie-Angélique tarafı gerekli gereksiz kendi arasında fısıldaşır, bundan kuşkulanan Pon de Vel ile Arjantal karşı çıkardı. İki grup arasındaki şifacı, barıştırıcı olan kişi de Ayşet idi. Ayşet’i daha da sevindiren şey, bu iki kardeşin kendisini kontun karşısında yalnız bırakmamış olmalarıydı. Desten’in dinlendiği sıralarda, bir bahane bularak, amcaları kontun yanında birlikte ya da sırayla Ayşet’e eşlik ediyorlardı. Charles de Ferriol sürekli gürültü patırtı çıkaran, zapt edilemez biri değildi, ne olur bilinmez diyerek aralarında dikkatli konuşuyor, hastayı kuşkulandırmıyor, ona özenli davranıyorlardı.
Diğer günlerden farklı olarak bugün Charles de Ferriol sakindi. Geniş ve ferah odasındaki gençlerle ilgilenmiyor, Fransa’ya ilişkin bir tarih kitabına dalmış okuyor, notlar alıyordu: “O öyle değil!.. – diyerek kızıyor, ara sıra bağırıyordu. – Bilmedikleri şeyleri konuşuyorlar, herkes tarihçi olup çıkmış, iki sözcüğü bir araya getiremeyen kişi de yazarım diye geçiniyor!” – Kalemini atıyor, ayağa kalkıyor, odada geziniyor, farkına varmadan gençlerin yanında duruyor:
– Çocuklar nelerle ilgileniyorsunuz?
– Pon de Vel çalışıyor, baba, – Ayşet öne çıkıp gençler adına yanıt verdi, – Arjantal da yakında okulu bitirecek. Sen nasılsın, ne okuyorsun?
– Tarihçilerin yazdığı uyduruk bir kitap.
– İşine gelmiyorsa, baba, okuma, onlara aldanma.
– Ben de öyle düşünüyorum, ama ülkede olup biteni öğrenmem gerekmiyor mu? – Kont yeniden odada gezinmeye başladı, ama bir şey unutmuş gibi durakladı. – Pon de Vel, sen ne yapıyorsun? Ona kitap okuyarak güneş kralımızı memnun ediyor musun?
– Kitaplar ya da şiirler okuduğumda rahat bir uykuya dalıyor, – Pon de Vel gülümsedi.
– O zaman kont, görevini iyi yapmış oluyorsun!.. – Charles de Ferriol gülümseyerek gezinmeye yeniden başladı, ardından hızla geri döndü: – Pon, o dediğin şeyi kimse duymasın. Kraliyet Tiyatrosundaki çalışmaların ne durumda?
– İşlerim iyi, güldürü türü piyesleri seçip sahneliyoruz, – Pon de Vel sevinerek amcasının yüzüne baktı, kendisini övmüş olmamak için Ayşet ‘e dönüp sordu:
– Doğru değil mi, Aisse, sen tiyatroyu seversin.
– Doğru, Pon, ama Kraliyet Opera Tiyatrosu sizi biraz geride bırakmış gibi geliyor bana.
– Aisse, tiyatrolar farklı… – Arjantal öne fırladı. – Opera tiyatrosunda şarkı söyleniyor, berikinde konuşuluyor. – Ayşet’in gücüne gitmesin diyerek hemen sözünü düzeltti: – Charlotte-Elizabéth Aisse’nin dediğinde de doğruluk payı var. Opera tiyatrosunun gösterileri daha çekici, güzel şarkılar söylenir, tiyatronun kendi de altın ve gümüş yaldızlarla süslenmiş, Komedi Tiyatrosu diğeri gibi pırıltılı değil, ama seyircileri güldürüyor.
– Sen onları nereden biliyorsun? – Charles de Ferriol duyduğu bu şeye şaşırarak sordu.
– Kont, sen bilmiyorsun, – sorudan çok Arjantal duyduğu şeye şaşırarak amcasına yanıt verdi, – ben onlarla birlikte sürekli tiyatroya gidiyorum.
– Öyle mi?.. – Bazen ilgisiz şeyler söyleyen kont gülümsedi. – Öyleyse ben sizin çok gerinizde kalmışım. Öyle diyorsanız ben de sizinle birlikte tiyatroya gelirim. Kralımızı bıktırıp bıktırmadığınızı, uyutup uyutmadığınızı görmüş olurum… – Ardından yeniden düşündü ve kesin konuştu: – Kral kendisine olan bağlılığımı unutmuş olabilir, ama siz sakın öyle ters sözler söylemeyin, etrafında birçok güvenilmez kişi var, sizi gammazlarlar ve sizi Bastil hapishanesine atarlar.
– O konuda baba, bize güven, rahat ol, – dedi Ayşet, Charles de Ferriol’ün başlattığı konuşmaya son verip kontu memnun edecek biçimde eklemede bulundu: – Kraliyet Opera Tiyatrosuna gitmek için hazırlanıyoruz, istersen baba seni de götürürüz.
– Teşekkür ederim, Aisse, siz gidin, ben onu kaldıramam. Daha sonra, daha iyi olduğum bir gün gideriz. Ben de sizin gibi gençken tiyatroya çok giderdim. Operadan anlamıyorum, ama gerçeği öğrenmek isterseniz, diplomatlık mesleğini seçmemiş olsaydım, piyes yazmayı düşünüyordum. Yazmadığım daha iyi olmuştur sanırım… Senin gibi Pon de Vel, tiyatro sanatını seçmiş olsaydım, Paris ikimize dar gelirdi. Yahu, bu güzelim günde ne diye eve kapanıp kaldınız? Çıkın bahçeye, temiz hava alın, dinlenin. Edebiyat söyleşileriniz sona mı erdi?
– Geçen ay yapmıştık. Anımsamıyor musun, baba, sen de bir ara bize katılmıştın.
– Anımsamaz olur muyum, Marie-Magdelen de La Vielle’in İspanya’daki gezi günlerini anlattığı toplantı değil miydi, biraz rahatsızlanıp tam dinleyememiştim. Ne haber ondan? Kızın Kont Cesar-Alexandre de Bodean Parabert ile evlendiği doğru mu?
– Doğru, baba, – Kızın uzun kızlık adını unutmamış olduğunu anımsatırcasına diğerlerine baktı, – Kont Parabert ile evlendi, şu an ikisi de İsviçre balayı gezisinde.
– Marie-Magdelen de La Vielle’in yaşı ne, çok genç evlenmiş olmadı mı? – kont ansızın sordu, Ayşet’in adını tam söyleyerek yeniden sordu: – Sen, Charlotte-Elizabeth Aisse onun yaşında değil misin?
– Kontes Parapert Aisse’den üç yaş daha büyük, – diye Pon de Vel isteksizce yanıt verdi.
– Peki, sizi düğününe çağırmadı mı? – Charles de Ferriol biraz da gençlik havası taslarcasına yeniden sordu.
– Bizi niye çağırsınlar ki… – Arjantal üzüntüsünü belirtmek için hepsinden önce öne atıldı. – Claudine-Alexandrine, Pon de Vel, François Voltaire ve Charles Montesquieu düğüne gittiler. Aisse ile ben gidemedik…
– O gün sen ve ben, bir de Arjantal düğüne gidememiştik ama, – düğüne Charles de Ferriol’ün hastalığı nedeniyle gidemediklerini ağzından kaçırmaması için Ayşet acele sözü kaptı, – O gün gidememiştik ama ertesi gün kutlamaya gittik.
– Tabii, gitmiştik, – sözünün kesintiye uğratılmasının nedenini anlayan Arjantal konuşmasına devam etti, – güzel ağırlanmıştık.
– İlişkileriniz yerinde, dostluğunuzu daha da güçlendirin, – Kont bunu gençlere söyledikten sonra, dilediği şeyi sözlerine ekledi: – Küçük Marie-Magdelen de La Vielle’in, şimdiki Kontes Parabert’in evlenecek yaşa ulaştığını bilmiyordum… Anlaşılan, Charlotte-Elizabéth Aisse, sen de ona yakın bir yaştasın… Bu güzel günde, bu güzel havada gezinin demedim mi size?! – Kont Ayşet için söylediklerini bir yana bıraktı, – Sizi arayacak olursam bulurum.
– Uzak bir yerde olmayacağız, baba, bahçede oturacağız, – Ayşet bir içimlik ilacı kontun masasına koydu. – Yarım saat sonra bu ilacı iç, sana yaramayacak kitapları da okuma, dinlen. İstersen bizimle gel, bahçede bizimle oturursun.
– Sizin aranızda ben ne yaparım, ilacımı içerim, biraz da dinlenirim, – diyerek Charles de Ferriol, ilgisiz bir şey söyledi: – Pon de Vel, Aisse için gerekli değil, ama senin Türkçe öğrenmen gerekiyor…
Doğanın en güzel olduğu bir bahar gününde Ayşet ve yanındakiler gülüp oynaşarak bahçede otururlarken, Arjantal bütün gün boyunca kendisini kaygılandıran ve içinde taşıdığı şeyi söylemeden edemedi:
– İşte, annemle Claudine ve bir de Laroche, amcamın kötü durumda olduğunu söylüyorlar, ama onun o kadar da ümitsiz bir hasta olmadığını gördünüz. Onların ne dediklerini biliyor musunuz?
– Ne demişler?!. – Ayşet hemen kafasını kaldırdı.
– Ne dediklerini onlardan habersiz duydum, sakın bunu onlara çıtlatmayın. Bu delirmiş haliyle kontun evde kalması uygun olmaz diyorlardı… Onun için bir planları var ama ne olduğunu çıkaramadım.
– Kendini zor tutan Ayşet sert bir hareketle ayağa kalktı:
– Siz oturun, ben hemen dönerim…
İshak Maşbaaş (Tarihi roman, s. 288-297)
(Devamı var)
***
Ayşet – 41
V (s. 298 – 305)
Bir gün Sophie gülerek Ayşet’e sordu:
– Aisse, sen Laroche’a ne yaptın?
– Bizi iyileştiriyor derken, Sophie, benim onu iyileştirdiğimi mi düşünüyorsun? – Ayşet ne denmek istendiğini anlamış, şakayla karışık bir yanıt vermişti.
– Evet, Aisse. Daha önce hiç yapmadığı üzere sana saygı gösteriyor, seni seviyor, tatlı dil döküyor, etrafında pervane gibi dönüyor.
– Laroche hep öyle değil miydi? – Ayşet yapmacık bir gözle Sophie’ye bakıp daha kararlı konuştu. – İki yüzlü, laf taşıyıcı huyundan vazgeçmesini kesin bir dille söyledim.
– İyi demişsin, bana da artık asılmıyor.
– Niye sana?
– Bilemiyorum!.. – Sophie gülümsedi. – Sende bir kadın hastalığı var mı, seni bir muayene etsem iyi olacak deyip peşimi bırakmıyordu. Artık rahatladım.
– Onun gibi kişiler için büyük annem ne derdi biliyor musun? “Durmayan duracak konuma düşer” (Мыуцурэр къиуцукI IокIэ) derdi. Anımsar mısın, o gün Laroche’la öyle konuşmasam, onu durduramazdım, – Ayşet geçmişi anımsayarak bir iç çekti.
– Ne dediysen pişmanlık duyma, dersini vermiş oldun.
– Ben yalnız değildim, iki kardeşim, Pon de Vel ve Arjantal da arkamdan koşup ona demediklerini bırakmadılar. Onu korkuttular. Ağızları büzemezsin, ama evdeki dedikodular da azalmış oldu.
– Kontes Marie-Angélique artık arkandan konuşmuyor, dedikodu yapmıyor.
– Sophie, bunu da mı fark ettin?
– Sana yönelik olduğunda, Aisse, her şeyi fark ederim, – Sophie sevgi dolu bir gözle Ayşet’e baktı.
– Sadece beni mi?..
– Hayır, hayır, – Sophie neyi sormak istediğini hemen anladı, – baban kontu, Pon de Vel ve Arjantal’ı severim. Jeanette-Nicole’ü de unutmuyorum tabii. Sana iyi davrananlara, Aisse, ben de iyi davranıyorum, ama Claudine-Alexandrine bunu hak etmiyor…
– Öyleyse, Sophie, içindeki her şeyi bana açmış olmadın mı?
– Bir ara söylemiştim, yine söyleyeyim, Aisse: Bu koca dünyada senden başka beni düşünen ve kollayan kimsem yok, içimdekini senden gizlemiyorum.
– Teşekkür ederim, Sophie, – Ayşet’in içi bunaldı. – Ben de o konuda senin gibiyim. Bugün bu birbirimizi kollama, birbirimize yakınma durumu nereden çıktı ki? Umudumuzu yitirmemeliyiz! “Binicinin umudu yok oldu mu, atı da koşmaz” diye bizim tarafımızda, Çerkesiye’de bir söz vardır. Biz at binicisi değiliz, ama bilgelik dolu o eski sözü de unutmamalıyız. Babamın durumu nedir acaba? – diyerek, Ayşet pencereden baktı. – Laroche ve Desten’le konuşuyor, işte Arjantal da okuldan dönüyor, bu yıl büyüdü ve uzadı. Bir ay sonra okulu bitirmiş olacak. – Arjantal! diyerek sevinçle ona el işareti yaptı. – Arjantal konusunda, bilmiyorsan, sana iyi bir haber vereyim. Okulu bitirdikten sonra nerede çalışacak biliyor musun?
– Nerede? – Sophie, kaygılı bir ifadeyle Ayşet’e baktı, tahmin ettiği, kuşku duyduğu şeyi hemen sordu: – Babası kontun yanına, Dauphiné mi gönderecekler, öyle mi?
– Bir ben kalsam bile onu oraya göndertmem, – Ayşet duyduğu bu şeyi uygunsuz ve yakışıksız bulup reddetti, – Amcam Auguistin-Antoine’ın orada kaldığı süre yetmez mi! Arjantal başarılı bir öğrenciydi, onun için Parlamentoda çalışması uygun bulundu.
– Güzel bir haber, Aisse, seni kutlarım. Benim duyduğum şey farklıydı, bu nedenle Dauphiné mi diye sormuştum, bu söylediğim şeyin aslını, dedikodusuz söyleyeyim, olmaz diyecek olursam bağışla, sana söyleyeyim.
– Sophie, canımın içi, – Ayşet gülümsedi, – o kadar da kendini yiyip bitirme, lafını uzattığın şeyi ben sana söyleyeyim: – O bildiğin iki kız kardeş, beni sürekli destekleyen bu iki erkek kardeşten birini benden uzaklaştırmak istedi. Ama, Pon de Vel ile Arjantal, “Öyle yaparsanız, Aisse ile birlikte üçümüz bir olur, sizi dışlarız” dediler annelerine.
– Öyleyse, Aisse, durum daha iyi olmadı mı? – Ayşet’in içine düştüğü kötü durumun farkında olan Sophie sevindi.
– Hayır, hayır, – diye Ayşet kaygılandı, – zavallı babamı bu iki kız kardeşin insafına bırakır mıyım hiç?! Öyle yapacağıma öleyim daha iyi!
– Sophie, Ayşet’e sevgi dolu bir bakış yöneltti ve ona acıdı. İyi gözle bakması, Ayşet’i gördüğü ilk günden bu yana, içine düştüğü bu ailede kötülük düşünmeden yaşıyor olmasından kaynaklanıyordu. Kendisine ne kadar olumsuz yaklaşsalar, ne kadar kaba davransalar da, Ayşet’in Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine aleyhine kötü bir söz söylediğini anımsamıyordu. Ferriol ailesine yönelik kötü bir şey söyleyeni de bağışlamıyordu. Uçarı, edepsiz doktor Laroche’a çıkışmasının nedenini şimdiye değin kimseye söylememişti, bunu sırtında bir yük olarak taşıyordu.
Uzak bir ülkeden gelmiş olduğu için mi yoksa altın kafese kapatılan bir kuşun kendisini hapsedilmiş olarak görmesi gibi bir şey miydi Sophie’nin Ayşet’e acımakta olması? Böyle düşünen Sophie’nin durumu da neydi? Sophie, doğmuş olduğu ülkede yalnızdı, ehil akrabası yoktu, kimsesizdi, bu durumu altın kafese benzetmese de, yine o yerde yaşıyor, çalışıyor ve geçimini sağlıyordu. Burası onun kanı, sesi, mutluluğu, kalp ağrısı, dili ve destanıydı. Zorluk çekiyordu, ama burası toprağı ve göğüydü. Nereye giderse gitsin kendisine “yabancı” demiyorlardı.
Yokluk ve mutluluk, her ikisi de kişiyi etkiler, ancak farklı etkiler. Ayşet’le Sophie’yi içten birbirine bağlayan şey de bu olmalıydı. O zaman, Kont Charles de Ferriol ile Ayşet, Pon de Vel, Arjantal kardeşlerle, Marie-Angélique, Claudine-Alexandrine kız kardeşlerle Ayşet, Jeanette-Nicole ile Ayşet, Doktor Laroche ile Ayşet, François Voltaire ile Ayşet ve diğerlerini kim bir araya getirdi ki?
Yaşam ve rastlantı, onları bir araya getirmiş ve birbirinin karşısına çıkarmıştı, bazen iyi, bazen de zor ilişkiler yaşıyorlardı.
“Şanslıymışım, Tanrı, kardeşlerim gibi beni Sophie ile bir araya getirdi, – Ayşet içten bir sevinç duydu. – Pon de Vel ile Arjantal erkek, onlara söyleyemeyeceğim bir şeyi Sophie’ye söyleyebilirim. Zor bir durumla karşılaştığımda bir tek ona danışıyorum. Büyük annemin “Derdini anlatacağın biri olmazsa, yastığını karşına alıp ona anlat” (Yигук1ае зэп1oтэн щымы1э хъумэ, шъхьантэр уапашъхьэ игъэт1ысхьи, е1уат) dediği gibi, Sophie benim solumamı sağlıyor. Öyle ama, yastık sonunda dayanamaz, kararır, sızlanmalarım ya Sophie’nin canını sıkmaya başlarsa? Bana karşı dikkatli olduğu gibi, ben de ona karşı dikkatli olmazsam, sonu ikimiz için de iyi olmaz. – Fahri ile Orhan’ın bir ara beklenmedik biçimde yanına gediklerini anımsadı: – Onlara kızmış ve onları üzmüştüm, onları dinleyip İstanbul’a gitmiş olsaydım, hastalığında babama belki yardımcı olabilirdim. Kim bilirdi ki babamın hastalanacağını?.. Suçlu kişi bunları bizden gizlemiş olan Laroche’tur. Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine babamın hasta olduğunu bilmiyor olabilirler miydi? Marie-Angélique bilmese bile, Claudine-Alexandrine’in bilmediğine inanmam.
Kınadıkları arasına kendisini de katarak, Ayşet, Sophie’ye çıkıştı:
– Yeter artık, Sophie, ölü başında yas tutar gibi niye oturup duruyoruz! Tanrı dost-düşman kimsenin başına getirmesin, o acıyı bize yaşatmasın, – Ayşet ayağa kalktı, acıdığı babasına pencereden baktı. – Baba rahat oturuyor, Arjantal’e bir şeyler anlatıyordu. İyi durumda olmasaydı, Desten ile Laroche babasının yanından ayrılmazdı. Babam adına beni sevindiren şey nedir bilir misin, Sophie? Bahçede oturmasının eve kapanmasından daha iyi olduğu.
– Temiz hava alıyor.
– Sadece o şey değil. “Dedemin beyaz koca taş evini gördükçe huzur duyuyor, dertlerimi unutuyorum” demişti bana günün birinde. Bunun babama şifa getireceğini, iyileşeceğini umuyorum.
– Tanrıya söyle, – duvarın gerisinde bulunan Tanrı resminin karşısında başını eğdi ve istavroz çıkardı.
Ayşet de Tanrıya yalvardıktan sonra konuştu:
– Böyle bir inancımın olma nedenini Sophie, sana söyleyeyim. Eski ülkemize, Çerkesiye’ye dönmeyi düşünmüyorum, ama doğduğum evi, bahçeyi tek bir kez göreyim, burada, Fransa’da daha fazla huzur bulacağımı sanıyorum… – Zayıflık göstermemesi için Ayşet, konuşmasını değiştirdi: – Öyle, Sophie, şimdi işlerinin peşine düşebilirsin, ben de babamın yanına gidip Arjantal’e, dün akşam izlediği Komedi Tiyatrosu’ndaki Lafonten temsilini anlattırayım.
– O temsil değil miydi, Aisse, geçen hafta Pon de Vel ile birlikte izlediğiniz piyes? Bana anlatmıştın ya…
– Temsilde François Voltaire de bizimle birlikteydi. Üçümüz farklı değerlendirmiştik. Şimdi de Arjantal’in görüşünü almak istiyorum. – Sophie’nin kaygılı bakışının nedenini Ayşet anlamıştı, hemen açıklamada bulundu: – Hayır, hayır, babanın önünde onunla tartışacak değilim.
Ayşet dediği gibi kontun yanına gitti. Arjantal’e sormadan önce, Charles de Ferriol’ün ellerini okşadı, durumunu kontrol etti, öğle güneşinden rahatsız olup olmadığını sordu, gömleğinin düğmesini ilikledi.
– Bugün iyiyim, – dedi kont, – Arjantal’in getirdiği güldürücü haberler beni sevindirdi. Kraliyet Koleji’nin üç başarılı öğrencisinden biri olduğu bugün ona bildirildi, Parlamentoda kendisine iş verildiği de söylendi. Tebrik ederim, Arjantal, tebrik ederim, de Ferriol ailesini utandırmadın. Ben de, Aisse, bir zamanlar o kolejden mezun olmuş, aynı parlamentoda çalışmıştım, yıllarca Fransa elçisi olarak değişik ülkelerde bulundum, kralımı, ülkemi ve ailemi en iyi biçimde temsil ettim… şimdi başıma geleni görüyorsun, kimsenin umurunda değilim…
– Niye umurumuzda olmayacaksın, kont? – Arjantal bastırarak “kont” dedi ve amcasına gülümsedi, – Kolejimizin açıldığı günden bu yana en başarılı biçimde okulu bitiren üç Ferriol var, sen, Pon de Vel ve ben. Başarılı kişilerden söz edilirken, adı söylenen ve örnek gösterilen kişiler arasında senin adın da söyleniyor.
– Öyle mi?.. – kontun solmaya başlayan yüzü yeniden kanlandı. – Biz Ferriol’ler öyleyiz, ama Guérin de Tencin kontları bunu anlamak istemiyorlar… Arjantal, o kendini beğenmiş, yazar geçinen teyzen Claudine-Alexandrine övünüp duruyor…
– Baba, – Ayşet kontun sözünü kesti, – Arjantal Komedi Tiyatrosunda izlediği temsili bize anlatsa da dinlesek diyorum.
– Paris’te öyle bir tiyatro mu var?.. – Charles de Ferriol gençliğinden beri gittiği tiyatroyu unutup sordu, ardından anımsayıp sözünü değiştirdi: – Molier’in piyeslerinin temsil edildiği Baron oyuncusunun bulunduğu tiyatro mu? Niye Baron deniyor, bana anlatır mısınız?
– Adı Michel, – Arjantal amcasına hemen yanıt verdi.
– Evet, Michel… adı Michel Baron idi, iyi bir oyuncuydu!
– Baba, Michel Baron hala sağ, çalışıyor ve sevilen bir sanatçı, – Ayşet yumuşak ve sevecen bir yaklaşımla konta yaşlanmış oyuncuyu anlattı.
– Öyle mi?.. – Kont duyduğu şeye şaşırdı, biraz ara verdikten sonra konuşmasını sürdürdü: – İyi insanların ülkeye hizmet ederek uzun bir süre yaşamaları gerekir. Ben de onlardan biriyim, farkında mısınız?.. Tiyatroda erkeklerin beğendiği Adriana ile Lecouvreur çalışıyorlar.
– O, Adriana Lecouvreur’dür “Fiorintina” temsilinde kadın Artanas rolünü oynuyor.
– Temsili beğendin mi, Jan? – Ayşet sordu.
– Adriana Lecouvreur’ün rol aldığı bir piyesi beğenmemek elde mi!.. – diyerek temsili görmüş gibi Charles de Ferriol konuştu.
– Doğru, kont, doğru, – Arjantal amcasına katıldı, – Adriana Lecouvreur ve Michel Baron sahnede rol almamış olsa, temsilin adı bile anılmazdı. Bu ikisi temsilin adını duyuran ve çekici kılan kişiler.
– Ben de aynı görüşteyim, öyleyse sen, ben ve Arjantal üçümüz de aynı görüşteyiz, – Ayşet duyduğu şeye sevindi, ama başkalarının değerlendirmelerinden de söz etti: – Öyle ama, Pon de Vel ile François Voltaire temsilin eksik yanının bulunmadığını, izleyicileri güldürdüğünü, mutlu ettiğini ve düşündürdüğünü söylüyorlar.
– Bilemiyorum, ben öyle bir şey fark etmedim, – Arjantal ince omuzlarını öne itti, – güldürücü yanı var ama düşündürücü bir yanını göremedim.
– Seni güldüren her şey ilginç olamaz, Jan, değil mi? Moliere bunu izlemiş olsaydı ruhsuz gösteri der, gülerdi. Bu büyük sanatçı Adriana Lecouvreur’e acır, herkesi azarlardı.
– Kimi çekiştiriyorsunuz, Adriana Lecouvreur’ü mü? – şimdiye değin konuşmadan oturan Charles de Ferriol konuşmaya katıldı, yanıt beklemeden görüşünü söyledi. – Adriana’yı, o güzel kadını kötülemeyin! Öyle diyorum ama Charlotte-Elizabeth Aisse, o senden güzel değil…- gülümsedi, kendi istediği eklemeyi yaptı, orada da durmadı: – Onun bu gece yanımda olduğunu biliyor muydunuz? Şu gelen Kontes Marie-Angélique’ten değil, güzel Adriana’dan söz ediyorum.
Ayşet, Charles de Ferriol’ü daha fazla bahçede bırakmaması gerektiğini anladı, kontu eve götürmeyi söyleyecekken azarlar biçimde Marie-Angélique çıka geldi:
– Ne diye yakıcı güneşin altında oturuyorsunuz?
– Bahçede oturmuyoruz biz, -diye kont yengesine yanıt verdi, – Kraliyet Komedi Tiyatrosu’ndayız, oradaki güzel kadını tanıyor musun?
– Kont, Adrina Lecouvreur’ü kim tanımaz ki? – Marie-Angélique gülümsedi, kayınbiraderine sorup iğneleyici, ama şakayla karışık bir laf attı: – Orada, yaşlanmış biri demezsen yakışıklı erkek Michel Baron da bulunuyor… Sözlerinin Ayşet’in hoşuna gitmediğini fark edince, hemen dönüş yaptı: – Onlar önemli değil, öğle yemeği hazır. Haydi gidelim, Arjantal, senin bir şey yemeden sabah evden çıktığını söylediler.
– Öğle yemeği vakti mi gelmiş? – bunalımı atlatmış gibi Charles de Ferriol sordu, yanındakilerin önüne düştü.
Arjantal da söyleyemediği şeyi Ayşet’in kulağına fısıldadı:
– Pon de Vel’in temsili beğendiğini söylemesinin nedenini, Aisse, istersen sana söyleyeyim: gösteriyi sahneye koyan rejisöre biraz yardım etti de ondan. François Voltaire bunu biliyor, ağız birliği ediyorlar, aslında beğendiklerini sanmam.
– Bunu bilmiyordum… – Ayşet, bir yanıyla konta yaklaşıp elinden tuttu.
Marie-Angélique bunu görünce oğlunu azarladı:
– Jan, gör, Aisse’nin babasını ne denli sevdiğini… senin elimi bir kez olsun tuttuğunu görmedim.
– Anne, ben kız çocuğu muyum?..
– Evet, Jan, evet, sen beni sevmiyorsun… Anneni sevmen için kız çocuğu olmak mı gerekiyor?.. İki çocuğumdan biri kız olsaydı, şanslı olurdum…
İshak Maşbaş (s. 298-305)
(Devamı var)
****
Paris’te Bir Çerkes Kızı –
Ayşet – 42 (s.305 – 314) *
Yaşam, gece ve gündüz gibi birbirini izler, gizli ya da açık yanlarını ayırmak kolay değil. İnsan da tekdüze değildir: Kahkaha atarken de kızar; gülerken de ağlayabilir; iyilik tarafı çok; kötü yanı az sayılmaz; yiğitliğini korur; korkaklığı yüzünden sıkıntı çeker. Biri kıskanç, diğeri baştan çıkarıcı, kıskanılan; üçüncüsü seveni çok, dördüncüsü izole, yalnız yaşayan kişidir.
Her bir kişiye hak ettiği ya da etmediği söz söylenebilir. Ama hak etti mi, etmedi mi? Yaşadığı süre boyunca adam yerine konulmayan kişiler vardır, öldükten sonra, kelse gür saçlı, körse, badem gözlü olduğu, topalsa dans ettiği söylenir. Çolak idiyse odun kestiğini söyleyerek, eksik yanını bir yana atar, gerçeği yalanla, yalanı gerçekle değiştirdikleri durumlar da çok görülür. Öyle yapan kişiler, kahraman olsan bile seni korkak, doğru kişi olsan da seni yalancı, iyi biri isen seni kötü gösterirler.
Böylesine bir ortamdan kaçıp Charles de Ferriol nereye gidebilirdi, iyi ya da kötü yanlarıyla, hastalanmış ve aklı karışmış biri olsa bile diyecek söz buluyordu. Duyacağı bir yerde, kontun karşısında iken, kontun geçmişinden söz ederlerken, geçmişinin iyi ve güzel olduğunu söylüyorlar, bugünkü zor durumunu ağızlarına almıyorlardı. Ama arkasını döndüğünde, hasta olduğunu düşünmeden demediklerini bırakmıyorlardı. Bu gibi sözler büyük evde konuşuluyordu, ama dışarıya sızdırılmıyordu. Bütün bu şeyler koca taş malikanenin içinde kalıyor, dışarı taşmıyordu.
Kontun umutsuz bir hastalığa yakalanmış olduğunu Ayşet her geçen gün daha iyi kavrıyordu. Laroche’un verdiği ilaçlar işe yaramıyordu. Ayrıca o ilaçlar doğru ilaçlar olabilir miydi? “Muayene sonrası ona rastgele ilaçlar veriliyor olamaz mıydı?.. – Ayşet aklına gelen bu şeyden hemen geri adım attı, kendi kendisini kınadı, – Laroche’u azarlamamdan bu yana öyle şey yapmaz, beni takmasa bile kardeşlerimden çekinir. Ayrıca babamın durumu hep kötü değil. Bunu Marie-Angélique, Laroche ve Claudine de biliyor. Babam için ben ne yapabilirim? Ona iyi davranıyor olmam yetmez. En üzüldüğüm şey kardeşi Augustin-Antoine’ın umursamazlığı. Marie-Angélique’in daha fazla kocasının yanına, Daufiné’ye gidip kalmaya başlamış olması bunun bir nedeni olabilir mi, kocası da daha az Paris’e gelmeye başladı. Ayda bir iki kez mektup gönderdiği oluyor, onları okumaya başladığımda, “mektupla beni sormasın” deyip dinlemiyordu. Babam bir şey demiyor ama onu bu işten anlayan uzman bir hekime göstermek gerekmez mi? Bu konuda Jeanette-Nicole’ün yardım edebileceğini, kralın doktorlarından biri ile konuşabileceğini söylemişti. Sağ olsun sonunda bu olanağa ulaştım. Babamın tedavisinin uzamasında benim de kusurum var, bu konuda Feriol’lerin arasına geldiğim günden beri Kardinal Hercule André de Fleury beni tanıyor, onunla konuşmalıydım. Yakınlarda XIV. Louis’nin ölümünde ve cenaze töreninde kendisiyle konuşmuştum, babamın durumunu sormuştu…”
Kalp ve ruh birbirini anlar dedikleri doğru olmalı, Ferriol’lerin bahçe kapısı önünde duran bir fayton Ayşet’in düşüncelerini dağıttı, onu kapıya baktırdı. Sonbahar yeli içinde uyuklamakta olan Charles de Ferriol’ü de uyandırdı, faytonla geleni bekliyormuş gibi kont konuştu:
– Önemli biri gelmiş olmalı.
Bir süre önce başpiskopos iken kardinalliğe yükseltilen Hercule André de Fleury (Erkül Andre dö Flöri), yanında kuru zayıf bir adamla birlikte bahçeye girdi. Ayşet beklemediği bu konukları hemen karşıladı. Charles de Ferriol yanına gelen kardinalin elini başını eğerek öptü, kucakladı, güneş-kralımızın aramızdan ayrıldığı, cenazesine katılamadığı, son görevini yapamadığı için üzgün olduğunu söyleyip ağlamaya başlayınca Hercule André de Fleury onu teselli etti:
– Öyle, öyle, kont, ne yapabiliriz, elimizden bir şey gelmiyor, güneş- kralımız aramızdan ayrıldı, gitti diye üzülüp kendini yıpratma, – diyerek kardinal kontun elinden kurtuldu. – Böyle durumlarda söylenen sözü söyleyelim: “Kral öldü, yaşasın kral”.
– Öyle, kardinal, öyle, Hercul André, kral öldü, kral artık yaşamıyor, – dedikten sonra Charles de Ferriol devam etti: – Burada değildim, elçilik nedeniyle Türkiye’de olmasaydım, zavallı güneş kralımın cenazesine sizinle birlikte katılırdım… Siz de bilirsiniz devlet işi her şeyin üzerindedir. İşlerimiz böyle yürüyor… – kontun konuşma biçiminden durumu anlamış olarak, konuklar birbirleriyle bakıştılar, ama devamında onları kendine getirdi. – Kardinal, bu yanındaki konuğumuzu çıkaramadım.
– Yanımdaki, kont, Silva Jean-Baptiste, kralın özel doktoru. Büyük oğlum biraz rahatsızlanmış, ona götürmüştüm, evinizin önünden geçiyorduk, seni bir göreyim diye geldim, – Jeanette-Nicole’ün ricada bulunduğunu belli etmeden konuştu ve sözünü kesti, – bir rahatsızlığın varsa, kont, doktordan rica edelim, sana da bir baksın, bana da döndüğümüzde bakacak…
– Hercul André, eski dostum, – Charles de Ferriol duyduğuna sevindi, – bir rahatsızlık olsun geçirmeyen kişi olur mu hiç! İşte gelinim Marie-Angélique ile birlikte gelen kardeşlerim daha doğmadan başımız ağrıyor diyorlar. Charlotte-Elizabeth Aisse de etrafımda pervane olurken, beynine kan sıçrıyor… Değil mi, Aisse?
– Öyle deme, baba, bana asla sıkıntı vermiyorsun. Kardinal Hercule André’nin baktırdığı gibi sen de bu uzman hekime bir muayene ol, derim.
– Aisse! – Charles de Ferriol duyduğu bu söze şaşırdı, – Genç Silva Jean-Baptiste’in usta bir hekim olduğunu nereden biliyorsun?
– Baba?.. – kızmadan gülmeden Ayşet konta baktı.
– Evet, evet, – sorduğu sorunun yanıtına aldırmadan, kont sözünü değiştirdi, – mesleğinde yetenekli olman için yaşlı ya da genç olmak gerekmez. Ben kralımızın hekimi olarak Shyrak Pierre’i tanırdım. Kadın hastalıkları uzmanıydı. Ona ne oldu? Beni tanısa da tanımasa da selamımı söyleyin. Bir defasında, – Ayşet’in orada bulunduğunu unutmuş olmalı, Charles de Ferriol kahkaha atarak konuştu, – güzel piliçlerim, kadınlarım konusunda onun yardımını çok gördüm, kendisi de o gibi konularda sorun çıkarmazdı, şimdiki durumunu bilemem tabii…
– Baba!.. – Ayşet sesini konta karşı yükseltti.
– Sen misin, Aisse?.. Bağışla, bağışla… Doktor, ne diye oturuyoruz ki, muayene edip durumumu öğrenmek istiyorsan, hadi içeri geçelim… Şu gelen kontes kafamızı ütüler, bize söz bırakmaz… Kusura bakma, kardinal, hemen dönerim. Haydi, Ayşe, benim biricik şifa kaynağım, umudum sensin…
Oturanlardan Arjantal fırlayıp Ayşet’in peşinden gitmek istedi, Ayşet’in isteği üzerine isteksizce geri döndü. Selamlaşmadan sonra, kardinalin Marie-Angélique’e söylediği şeyi Arjantal de duydu:
– Charles de Ferriol’ün bu denli kötü durumda olduğunu bilmiyordum, kontes, hiç iyi olmadı. Jeanette-Nicole doktor bulmam için ricada bulunmamış olsaydı kontun durumunu bilemeyecektim.
– Jeanette-Nicole ne diye bu işe karışır ki?.. – Marie-Angélique duyduğu bu şeye çok kızmıştı, ama her zamanki gibi kendisini gemledi, yine de söylenmeden edemedi. – Öyle olmalı, Jeanette-Nicole kontun sağlığını düşünüyor, onun için üzülüyor olmalı.
– Anne, – Pon de Vel karşı çıktı, – Aisse’nin öğretmeni Jeanette-Nicole için böyle konuşma.
Kontes Marie-Angélique Ferriol ile Kont Hercule André de Fleury akrabaydı, kardinal duyduğu şeye içinden sevinerek gülümsedi ve konuşmasını sürdürdü:
– Kontes, Kont Charles de Ferriole’ün durumuna üzülen sadece adını andığın o güzel din kadını, o güzel öğretmen değil, ona ilgi duyan kardeşin Pierre Guérin de Tencin de var. İkisi birlikte yanıma gelip size getirdiğim bu doktor için ricada bulundular.
– Anladın mı şimdi anne?! – şimdi Arjantal’in gözleri parlamıştı.
– Amcana yardım ediyorlarsa tabii anlarım, – oğlunun çıkışmasına karşılık vermeyi başardı kontes, – Onlar Kont Guérin de Tencin tarafından akrabamız olan Kardinal Hercule André’ye teşekkür ederim. Sevgili oğullarım, kendi ve Hercule André adına ricada bulunuyorum, bizi kardinalle biraz başbaşa bıraksanız da konuşmama izin verseniz diyorum.
– Marie-Angélique bu gençlerden saklayacak şeyim yok, – Hercule-André her iki gence de baktı, – Bu gençler artık çocuk değiller, dediklerini ve duyduklarını bilecek yaştalar, ama sen öyle istiyorsan baş başa da konuşabiliriz.
Fransa kardinalinin tatlı konuşması üzerine Pon de Vel ile Arjantal uzaklaşıp başka bir masaya geçtiler, Marie-Angélique de hapşırıp konuşmaya başladı:
– İşte böyle, kardinal, doğurduklarımız bile bizi eğitmeye kalkışıyorlar.
– Kontes, torunlarım için öyle konuşmanı istemem. Onlar eğitimli, okumuş çocuklar, amcaları ve babaları gibi Fransa için çalışıyorlar. Beni üzen şey başka, bu son yıllarda gençler arasında kiliseye bağlılık gevşemiş durumda. Vasco da Gama ve Kopernik gibi gibi kişilerin din karşıtı görüşleri yayılıyor. Doğrusunu söylemem gerekirse, kontes, yanınıza bu gelişim Tanrı işi için, kendi işim için değil. Tanrının sana verdiği şeye rıza göstermen, onunla yetinmen gerekir. Ama benim bildiğimden fazlasını O biliyordur, zor durumdaki konta doktor getirdim.
– Kont Charles de Ferriole iyileşir mi acaba? – Marie-Angélique’in düşüncesi farklı da olsa, kayınbiraderi için üzülüyormuş gibi yapıp onu övermiş gibi davrandı: – O benim kayınbiraderim, Kont Augustin-Antoine’nin ağabeyi olduğu için söylemiyorum, o dur durak, yorulmak nedir bilmeden, Fransa için çalıştı ve hastalık kaptı. Gönülden bağlı olduğu kralımızdan yardım bekler, tek umut kaynağımız derken aramızdan ayrıldı. Hasta ve bakıma muhtaç olduğu bir yana, büyük bir kızın ağır bakım yükünü de üstümüze yıktı, şu an aramızda. Yeni kralımız XV. Louis bir bebek, henüz beş yaşında. Onun kraliyet işlerini yürütecek olan kral naibi Dük Philippe d’Orléans bizi duyar, isteğimizi yerine getirir mi? Zavallı kont da iyileşip aramıza katılır mı acaba?
– Kontes, iyileşip iyileşmemek, Tanrının bileceği bir şey, – Kardinal Mari-Angélique’in son sorusunun önünü kesti, – ancak iyiliğini esirgememesi, günah işlemişse bağışlanması için Tanrıya yalvarırız. Öbür emeklilik konusuna gelirsek, kötü bir durum yok, Tanrı yardımcımızdır, Kral naibi bizi duyar. Naip Kont Charles de Ferriol’ün Fransa için yaptığı hizmetleri bilmeyen biri değildir. O konudaki işleri, Tanrının bilgisi dahilinde ben yükleniyorum.
– Teşekkür ederim, Hercule, – Marie-Angélique kalkıp kardinalin elini öptü.
Ayşet ile kralın doktoru Silva Jean-Baptiste Charles de Ferriol’e ilaç içirip yatağına yatırdıktan sonraki konuşmaları hastanın durumu ve iyileşmesi üzerineydi. Kontesin yalvardığı şeylerden farklıydı.
– Doktor, konuşmama öncelikle sana, kardinale ve Jeanette-Nicole’e, hepinize teşekkür ederek başlamak isterim, – Ayşet, medet umar gibi doktora bir göz attı: – Babam için söyleyeceğin şeyi, iyi ya da değil duymaya hazırım. Ancak bir ricam olacak: Durumu iyi değilse, kardinal ve jeanette-Nicole dahil ikimizden başka kimse bilmesin. Sana ve diğerlerine güvenmediğim için değil, gerek duyduğumda durumu ben onlara anlatırım.
– Tamam, matmazel, – doktor kısa kesti, yüzüne karşı gülümseyerek konuşmasını sürdürdü: – Charlotte-Elizabeth Aisse, kraliyet ailesi içinde ve bahçe toplantılarında senden söz edildiğini çok duydum, ama bu denli güzel ve kararlı bir kızla karşılaşacağımı beklemiyordum.
– Güzel miyim bilemem… – olduğundan da güzelleşecek biçimde Ayşet gülümsedi, ardından yüzü soldu, sözünü tamamladı: – “Pıtağe” – “Kararlı olma” dediğin şeyi ben yaşayarak kazandım. Bunlar önemli değil, doktor, bana babamın gerçek durumunu söyle.
– Matmazel, ricada bulunmana gerek yok, gerçek ile gizlilik mesleğim gereği, bunu sen de bilirsin, bir daha bu konuyu açmayalım, – dedi alçak bir ses tonuyla Silva Jean-Baptiste, Ayşet’in bir umut diye beklediği şeyi açıkladı: – Kont Charles de Ferriol hasta, ama şimdilik korkulacak bir durumu yok.
– Doktor, “şimdilik” demekle ne demek istiyorsun?
– Kontun hastalığı zor iyileştirilebilecek bir hastalık, yerinde, dengeli konuşurken abuk sabuk konuşmaya başlıyor. Yaşı ilerledikçe belleği gerileyecek, daha kötü olacak. Ama kont, zapt edilmesi zor hastalardan değil, nöbetler geçirecek, ama sizi fazla üzmeden yaşamını sürdürecek. “Fazla” dememin nedeni, olmayacak şeyler söyleyebilir, olmayacak isteklerde bulunmaya kalkışabilir, bu gibi durumlarda dikkatli olun, evden ayrılmasına, caddeye çıkmasına izin vermeyin.
– Babam, hastaneye yatırılmasın da, evde ne derse, ne yaparsa yapsın, razıyım, – Ayşet kalbini bastırarak, duyduğuna razı olmuş gibi konuşmuştu.
– Kont, hastanelerde bakılan ağır hastalardan değil, ben bunu Kontes Marie-Angélique, Kardinal Hercule-André Fleury ve Naip-Dük Philippe d’Orléans’a da söyleyeceğim. Matmazel Charlotte-Elizabeth Aisse, konta ilişkin daha başka öğrenmek istediğin bir şey var mı? – Ayşet cüzdanına el uzatınca doktor karşı çıktı: Matmazel, buna gerek yok. Fransa Devletine hizmet etmiş olan Charles de Ferriol için yapılacak hiçbir şey fazla sayılmaz.
– Teşekkür ederim, doktor, algılaman büyük.
– Bunu algılayan ben değilim, Naip Orleans Dükü, senin adını saygıyla anarak selamını sana iletmemi söyledi.
– Teşekkürlerimi sunarım. Orleans Dükü beni nereden biliyor, tanışmıyoruz ki… – Ayşet duyduğu bu şeye şaşırmıştı.
– Dük seni tiyatroda gördüğünü söyledi.
– Öyle olabilir, tiyatroyu severim, – Ayşet önemsememiş gibi bir yanıt verdi, ardından gizlediği şeyi doktora söyledi: – Bir ricam daha var. Doktor Laroche’un babama verdiği ilaçları görmeni, uygun mu, değil mi söylemeni, bunu ikimiz dışında kimseye söylememeni istiyorum…
Kralın hekimi Silva Jean-Baptiste’in yanıt vermesine zaman kalmadan Pon de Vel kapıyı açtı:
– Aisse, kardinal niye oyalanıyorlar diyor…
– Pon de Vel, sessiz ol, babam uyuyor… Doktor siz kardinalin yanına gidin, ben babamı kontrol edip yanınıza geleceğim.
Doktora ilk soruyu Kontes Marie-Angélique sordu:
– Doktor, zavallı hastamız kont ne durumda? Uzun bir muayene oldu, sana olmayacak bir şeyler söylemiş mi bilemiyorum… Geleceğinizi bilseydim, bugün aile hekimimizi izne göndermezdim. Aisse’ye ne oldu ki?..
– Evet, Aisse nerede?.. – Arjantal de annesine katıldı.
– “Ne oldu, ne oldu…” diye kardeşini taklit ederek, Pon de Vel homurdandı. – İşte Sophie ile birlikte içecek su getiriyorlar?
– Kont Charles de Ferriol hasta, artık çalışamayacak durumda, – dedi doktor, tartışan iki kardeş yatışınca. – Zaman zaman aklı başından gidecek, ardından kendine gelecek, öyle yaşayacak. Temiz hava, dinginlik ve rahatlatıcı ilaç tedavisi olacak, kontes hastanıza öyle bakacaksınız. Biz de hastayı takip edeceğiz.
– Bu konuda, kontes, dediğim konularda sana söz veriyorum, – Hercule-André Fleury getirdiği doktora katıldı, yanlarına dönen Ayşet’e de söyledi: – Evet, Charlotte- Elizabeth Aisse, senin için şimdilik yapabileceğimiz bu, tasalanma.
– Evet, Hercule, evet kardinal, sen de doktor, ikinize de teşekkür ederim. Gürültü patırtı olmadan zavallı kont evde otursun, başımıza iş açmasın tek. Duydun mu, Aisse, durum bu. Ferriol’lerin iyi bir aile hekimi varken, Fransa’ya büyük hizmetleri bulunan kontu tedavi için gelmiş olman beni sevindirdi, doktor. Sen, Hercule, canım, Naip-Dük d’Orleans’a söyleyeceğin şeyi unutma… Güzel kızım Aisse, öyle donuk donuk bakma bana, sen, biz ve baban, hepimiz birlikte olma durumunda değil miyiz, bunu kardinalle kontun emekliliği konusunda konuştuğumuz için söylüyorum…
(Devamı var)
s. 305-314
Ayşet – 43 (314-322) 5
Kadınların dünya görüşleri ve aşk anlayışları farklı olur. Bazıları aşk yaşamını daha da zenginleştirmek, aşkı kendi yaşamlarına katarak çoğaltmak üzere aileler oluşturur, zorluklarla boğuşarak mutluluklarını sürdürmek isterler. Bazıları da kocaya vardıklarında, umdukları mutluluğu bekleyerek, karı-koca didişerek ve çoluk çocuk diyerek aileyi yaşatmaya uğraşırlar. Üçüncü kesim de, beklediğini bulamadığında, odaya dalıp kaçan minik kuşlar gibi, kendilerini kapı pencere demeden evden dışarı atarlar.
Paris’te Bir Çerkes Kızı – 5 (322-332)
VII
Kadınların dünya görüşleri ve aşk anlayışları farklı olur. Bazıları aşk yaşamını daha zenginleştirmek, bu yaşamı kendi yaşamlarına katarak çoğaltmak üzere aileler oluşturur, zorluklarla boğuşarak mutluluklarını sürdürmek isterler. Bazıları da kocaya vardıklarında, umdukları mutluluğu bekleyerek, karı-koca didişerek ve çoluk çocuk diyerek aileyi yaşatmaya uğraşırlar. Üçüncü kesim de, beklediğini bulamadığında, odaya dalıp kaçan minik kuşlar gibi, kendilerini kapı pencere demeden evden dışarı atarlar.
Dördüncü- beşinci kesimlere gelirsek?.. Onlar da Kont Charles de Ferriol’ün yaşamını andırır, henüz kadın, erkek telaşına girmeden ve gerilerine bakmadan yollarına devam ederler. Rast gelmemişse bilemeyeceğin, başına gelmemişse hiç karşılaşmayacağın örnekler de yaşanabilir. Kişi yaşamındaki bu tür farklılıklar olmasaydı, sevinç, zorluk, birbirini anlama ya da anlayamama gibi durumlar oluşmaz, fani, ölümlü dünya denmezdi. Dünyanın birbirinden farklı yörelere ayrıldığı gibi insanlar da farklı farklıdır.
Kralın özel hekimi ile konuştuktan sonra, Ayşet’in kontun iyileşmesi konusunda bir umudu kalmamıştı.
Pon de Vel ile Arjantal Ayşet’e karşı iyi idiler. Sophie dışında, onlar da konta ellerinden gelen desteği yapıyor, Jeanette-Nicole’ün de hastanın durumunu sormadığı gün çıkmıyordu. Maria-Angélique’in de konta kötü davrandığı söylenemezdi. Bazen sesini yükseltiyor olsa da, baba annesinin “inek ayağı buzağısını ezmez” dediği gibi buna katlanıyordu. Claudine-Alexandrine’in “her gün daha da mı güzelleşiyorsun” diye laf atmaları dışında kötü biri olduğu söylenemezdi. Kız arkadaşları de Paraber ve du Deffant markizler? Ya François Voltaire? Charles Montesqieu?..
Ayşet yalnız kaldığında, kendini kınıyordu, kendisine iyilik eden Kont Charles de Ferriol’ün başına geleni, kendi başından geçenlerle karşılaştırdığında, içine düştüğü zor durumu kınamaktan geri kalmıyordu. Böyle bir zor durumla baş başa kaldığında, “ben ne yapacağım, geleceğim ne olacak” diyor, Fransızca ve Çerkesçe Tanrıya soruyor, ona yakarıyor, istavroz (haç işareti) çıkarıyor, kendini tutamıyor, gözyaşları içinde derdini ona anlatıyordu.
İçini boşaltıp kendine geldiğinde, Ayşet kendini sorguluyordu: “Ben kimim?.. Ben bir Fransız mıyım yoksa bir Adıge miyim?.. Bir zamanlar Adıge (Çerkes) idiydim de şimdi Fransız mı olmuşum?.. Her iki dine de bağlı olmam yüzünden mi bu zorluklar başıma geliyor… Öyle ama, küçüklüğümde, kendi ülkemde iken sadece Müslümanlık dinine bağlıydım, annem, babam ve büyük annem sadece o dini kabul ediyorlardı, o dine içten bağlıydık, yine de zorluktan kurtulamadık. Kötülüğü bize kim getirmiş olabilir? Bu kötülüğü bana Müslümanlık dininden kişiler yaptılar. Onlar Türk idiler, ama içlerinde Adıge esir avcıları da var. İşin ilginç yanı, Adıgeler ve beni çalan Türkler, şimdi dil ve din yönünden aralarında yer aldığım Fransızlar değişik insan topluluklarıdır. Dilleri ve dinleri farklı da olsa, acıma duygusu olanlar, zalimler, dikkatli ve dikkatsiz olanlar, kıskanç ve boş vermiş kişiler hepsinde var. Fransızlar İspanyolları alaya alırlar, İngilizlerle Fransızlar ebedi düşmandırlar, birbirlerini çekemezler, Fransızlar Katolik dinini unutmuş durumdalar, İtalyanların tez canlılığı ile alay ediyorlar, Almanlar acayip dilliler, Avusturyalılar ile Polonyalıları takmıyorlar, kar diyarındaki Ruslara da ayı diyorlar. Bunların hepsi farklı Hıristiyan dinlerine mensuplar. Uzak Doğu insanları Budizme (Budacılığa) inanıyorlar. Ne diye dünya böyle bölünmüş?.. Kendimi kınasam bile, onlardan kim beni duyar, kim farklılığımı anlar ve bana hak verir?!.”
Sıkıntı içindeki Ayşet, sorularına yanıt verecek birisi gelmiş gibi düşüncelerinden sıyrılıp odasını gözden geçirdi, dinledi, ardından istavroz çıkarıp Tanrı resminin karşısına geçip dizüstü çöktü: “Bağışla beni, Meryem Anamız. Duyduğun şeyleri kötülük olsun düşüncesiyle söylemedim. Sıkıntılı durumlarımda beynimde oluşan olumsuz duygular nedeniyle beni bağışla. Böylesine düşünceleri terk edemeyeceğimi, küçüklüğümde bana benimsetilen İslam dinini unutamayacağımı da senden gizlemiyorum, bağışla beni, merhametini benden esirgeme. Bana ne denli bir ömür biçilmiş olursa olsun, ne denli bir Fransız kadını olacak olursam olayım, Adıge-Çerkes olduğumu da yadsıyamam…”
Ayşe içeriye giren kişiye yüzünü dönmedi, Marie-Angélique’in yan tarfına geçtiğini gördü. Kontes, duasını tamamlayan gözyaşları içindeki Ayşet’i teselli etti:
– Evet, Aisse, ağlamışsın… Biz de ötelerde kont uyuyor mu, sen de dinleniyor musun diye bekliyor, nefes almaksızın oturuyorduk… Gel de yanıma otur, kontun güzel ve endamlı bir kız olduğunu göreceği bu günlerde zor durumlara düştük. Tamam, kendini tüketme, perişan etme – Marie-Angélique Ayşet’i yanına oturttu ve başını okşadı, – başkalarının başına gelmeyen bir şey bizim başımıza gelmiş değil. Kont, böyle aramızda oturacak ve bizimle geçinecek olursa sorun yok… – Ayşet başını hemen Maria- Angélique’in omuzundan kaldırınca kontes bunun nedenini anlayamadı ve sordu: – Aisse, ne oldu ki?.. – Ayşet’in daha dikkatli kendisine baktığını gören kontes, daha tiz bir sesle sordu. – Niye gözlerini bana diktin, olmayacak bir şey mi söylemişim?!
– Bana ne dediğini sen benden daha iyi bilirsin, kontes, – Ayşet üzüntü içinde kontese yanıt verdi, – Peki, papa aramızda barınamayacaksa onu nereye götüreceğiz?!.
– Bunu mu söylemek istiyorsun?.. Evet, evet, sıkıntı içinde isen, gereksiz konuşmamanın daha iyi olacağını şimdi anladım… Zavallı kontu hangi uğursuz yere götürebiliriz ki?.. Tanrının bize yüklediği bu yükü çekeceğiz… – Başörtüsünün köşesiyle gözlerini siler gibi yapıp yakındı. – Aisse, güzel kızım, isteyip de elde edemediğim kız çocuğum yerine Tanrı seni bana gönderdi, seni seviyorum. İstersen başka şey de söyleyeyim: Seni kız kardeşim Claudine’den daha çok seviyorum. Diğer iki çocuğum ise? Onların seni benden daha fazla sevdiklerini görüyorum, gizlemiyorum, bu nedenle onları azarladığım bile oluyor… Sense “kontes” diyor, gözlerini bana karşı şişiriyor, kötü kötü bakıyorsun…
– Marie-Angélique mama, beni bağışla,- Ayşet koca gövdeli kadını kendine doğru çekti ve göğsüne bastırdı, – ben de üzüntülerim nedeniyle boş bulundum, yoksa sana karşı bir sözüm yok.
– Evet, evet, küçük kızım, sen ve ben birbirimizi anlamayacak, birbirimizi kollamayacaksak, sana söylediğim gibi, Claudine’in güzelliği ve kitaplar yazması dışında önemli bir yanı yok. Jeanette-Nicole, zengin sevgili peşindeki Paraber, Markiz Deffane gibi büyük mülkü olan yeni yetmelere özenme ve onların tuzaklarına düşme. Beni dinlersen ne yapman gerekeceğini ben sana söyleyeyim. Sana bakıyorum, güzelsin, endamlısın ve akıllısın. Niçin tüm Paris’in imrendiği bir kadın olmayasın? Bunun için biraz zaman gerekiyor, biraz sabret ve bana güven. Claudine beni dinlemiş olsaydı, bu haller başına gelmeyecek, mal mülk içinde yüzüyor olacak, bizi de hiçbir şeye gereksinim duyurmadan, bolluk içinde yaşatıp gününü gün edecekti.
– Marie-Angélique mama… – Kontes Ayşet’in sözünü kaptı.
– Aisse, ne diyeceğini biliyorum… – Marie-Angélique yine ağlamaklı gibi gözlerini ovuşturdu, – Claudine güzel, görgülü bir kız, ben söylemesem de bilirsin, yorulmadan sizinle birlikte zaman tüketiyor. Ama gereksiz işler peşinde, kendini düşünmüyor, evlenme yaşını kaçırıyor. Kardinal Dubois kendisi ile ilgilenince dul ve yaşlı diye reddetti. Öyle olduğu da iyi oldu aslında, kardinal içine kapanık ve çok cimri biri. Harcadığın her kuruşun hesabını soracak, evlendiğinde eli titreyecek ve sana sıkıntılı günler yaşatacaktır…
– Cimri kişileri, mama, erkek ya da kadın olsunlar hiç sevmem, – dedi Ayşet. – Babam öyle değil, eli açık, acıma ve yardım etme yanı olan biri.
– Ben de öyleyim, – Marie-Angélique kendini övdü. – Ama elin biraz sıkı olmazsa mal biriktiremezsin, aksi takdirde Claudine’in yaptığı gibi öylelerini kaçırırsan havanı alırsın. Büyük Kurultay (Zexesığo yın) danışmanı La Fresne mülksüz biri mi? Onun bir araya getirdiği birikim bizim gibi on Ferriol ailesini ebedi geçindirir diyorlar. Claudine’i o konuda yönlendirmeye çalışıyorum, ama beğenmiyor, bir türlü onu kabul ettiremiyorum.
– İyi yapıyor, – diye Ayşet mırıldandı.
– Niçin?! – Marie-Angélique beklemediği bu durum karşısında sinirlendi.
– Öyle, mama, La Fresne diyorsun, görmüyor musun burnunun kaşık sapı gibi ince ve çok çirkin biri olduğunu?
– Sen de sevgili ayırmaya başlamış biri misin yoksa, bilemiyorum.
– Mama, ben henüz öyle şeylere, o yaşa ulaşmış biri değilim, – Ayşet kontesin sözünü kesti ve üzüldüğü şeyi sözlerine ekledi, – en önemli şey papanın sağlığı.
– O şeyden, Aisse, ben de endişe ediyorum… – Marie-Angélique konuyu hemen değiştirdi ve devam etti. – Onun kanından gelmiş olmasan da, kont, gerçek bir babanın yapmayacağı iyilikleri senin için yaptı, ben de senin için az şey yapmış değilim, bizi anlamış olmana seviniyorum. Yuvadaki yavru kuş, ana ve babasına gereksinim duymadan kanatlarını çalıştırmayı ve yuvadan uçmayı öğreniyor. Ama uçma aşamasında ana babası ona göz kulak olur. Evet, Aisse, ben de o şeyi düşünmüyor değilim, söylediğim gibi, ilk adımı atacağında beni dinlersen, seni uzun bir mutluluk ve zenginlik yoluna götürecek yolları gösteririm ve seni asla yanıltmam. O kadar da kendini yiyip bitirme. Auguste-Antoin’ın dediği gibi, Tanrı yazmışsa o da olur ve biz de kabulleniriz. Orleans Dükü’nün sana gönderdiği hekim Silva Jean-Batiste’in ilaçları umarım şifa olur, namaz kılması artık bizi kaygılandırmıyor, evde bağırarak şarkı da söylemiyor. Dr. Jean-Baptiste de, Laroche gibi iki yüzlünün biri, ona aldanma, sakın yüz verme. Kendi zavallılığının farkında olmayan kişi her zaman güzel kadınlara göz diker, dikkatli ol.
– Mama!.. – Ayşet yeniden kontese iyice sarıldı. – Öyle şeyler söylemeni istemiyorum, bana böyle şeyler söyleme.
– Peki, peki, kızım, sana layık olmayanların sözünü sana etmem, – Marie-Angélique işi şakaya vurdurarak Ayşet’i rahatlattı, kendi içinden geçeni ona açıkladı: Orleans Dükü seni beğenirse ne yapacaksın?.. Fransa’nın en güzel kadınları, kim bilir onun dikkatini bir çekebilsek diye çırpınıyorlardır. Sadece onlar değil, evli şık hanımlar, asla kuşku duymayacağın tek aşk diyenlerin rüyalarını da o süslüyor… Hele, Aisse, sözümü tamamlayayım. Sen de ben de öyle şeyler yapamayız, şimdiye değin erkek ve kadınların yapmadığı bir şeyi ikimiz yapalım demiyorum…
İki ay boyunca Ayşet’in anlayamadığı şeyleri, Marie-Angélique’in söylediği şeyler, şimdi Ayşet’i yavaş yavaş düşündürmeye başlamıştı: “Hele, hele… Kontesin söylediği şeylerle Orleans Dükünün gönderdiği selamlar arasında bir bağ, bir ilişki olmalı diye aklında bir kuşku doğdu… Ne diye bu ikisi, kontes ile doktoru birlikte dükü bana durmadan övüyorlar, bunun nedeni ne olabilir? Dük olduğu için mi? Aralıksız yeme-içme, zevk sefa peşinde Paris’te gezip tozan biri o. Bu övdüğü kişinin bana durmadan selam yolladığını söylesem mi? Bunların o konuda bir düşündükleri olmalı… Claudine bunu biliyor olabilir mi?…”
– Charlotte-Eizabeth Aisse, nerede kaldın, ne dediğimi dinlemiyorsun… – Kontes Marie-Angélique Ayşet’e çıkıştığında, Kont Charles de Ferriol giyinik halde oda kapısında belirdi.
Gümüş bastonu sol omuzuna asılı kont odanın ortasında dikildi, gördüklerine ilgi duyarak ve kendisine de saygı göstererek sordu:
– Niye böyle azsınız, ikiniz dışında haremimde başka kişi yok mu?
– Papa… Ayşet ayağa fırlayıp kontun yanına koştu: – Biziz, Marie-Angélique mama ile ben, ikimiziz, bizi tanıyamadın mı?
– Tanımaz mıyım!.. – Charles de Ferriol kendine gelmiş olmasına sevinerek bir haykırdı ve kendi kendisine kızdı: – Bazen silindir şapkamı giydiğimi unuttuğum durumlar oluyor. – Biraz oturdu, hastalık sonrası, adeti olduğu üzere, kendine ve hastalığına değer biçti: – Bütün bu sorunlar, Fransa için katlandığım onca zahmetin bir sonucu… Niye oturuyorsunuz? Jeanette-Nicole ile Baş Piskopos Pierre’nin gelme vakti.
– Papa, onlar bugün değil, yarın gelecekler.
– Yarın mı tiyatroya gideceğiz? – Kont, giyinmiş olmasından pişman halde sordu ve güldü – Güzel giyinmiştim… Bu gümüş bastonu anımsıyor musun, Aisse? Bunu bana Jeanette-Nicole almıştı, ama onu benim için sen seçmiştin.
– Beğeniyor musun, papa?
– Bundan daha sevdiğim bastonum hiç olmadı, her gören imreniyor. Evet öyle… – Kont ağır bir iç çekti. – bu da geçmiş bir dönemin anısı. Yarınkiler yarına göre, daha güzel olacaklardır, ama bunu bana alanların anısına bu gümüş bastonu değiştirmeyeceğim. Kontes, Frnçois Voltaire’in iyi bir piyes yazabileceğini düşünüyor musun?.. Sahneleyen de Kont Arjantal de Ferriol değil mi?
– Bilemiyorum, kont…
– Niye, Maria-Angélique mama, niye bilemiyorsun?! – görmediği temsili Ayşet savundu. Arjantal ve Pierre ilk provayı izlediler, ilgi çekici buldular.
– Doğrusu bilemiyorum… Bunlar iyi piyes yazabilir, doğru bir sahne uyarlaması yapabilirler mi?.. Voltaire durmadan bir şeyler bulur, piyese “Oidipus” adını verdiğini de bilmiyordum.
– Oidipus, kral ismi.
– Kral ismi tabii, – diyerek işin farkındaymış gibi yapıp Maria-Angélique bir iç çekti, – Kral naibi Orleans Dükü beğenmiş olabilir mi diye söylüyorum.
– Kafa ütüleyici Orleans sorun değil, kontes, evet, evet, öyle korkulu gözlerle bana bakmayın, – kendi kötü bilinen kişinin adının gerisindekini Charles de Ferriol açıkladı: – O kafa ütüleyici Orleans Dükü sorun değil, hepsinden daha önemlisi, yaşlı Jean-Baptiste Molière, eğer yaşıyor olsaydı, onun temsil için söyleyeceği şey önem taşırdı. Ne olursa olsun, piyesi yazan François Marie Arouet Voltaire, oyunu sahneleyen Pon de Vel de Ferriol kardeşlerime “bravo” diyorum. Böyle, kontes, Kont Ferriol’lerin gelini, Guerin de Tencinelerin kızı, biz yaşlanıyoruz, akıllı gençlerimiz yeni dönemde yeni görevler yükleniyorlar.
– İkimiz de yaşlanmışız diye, kont, gereksiz şeyler söylemeyelim, – diyerek işi şakaya vurdurdu ve kendini övdü: – Kont, yarın akşam kızların seni nasıl karşıladıklarını görürsün, yarın akşam erkeklerin de benim etrafımda pervane olup nasıl döndüklerini görürsün…
– Bakarız, kontes, bakarız… – diyerek Charles de Ferriol gülümsedi.
İshak Maşbaş
(Devamı var)
(s. 314-322) – VII -43
****
****
****
****
Tarihi roman (s.380-388) –
IV
Günün birinde Ferriol ailesinde patlak vermesi beklenen olay, Ferriol’lerin Neuve Saint Augustin caddesindeki kocaman beyaz konağında kendini gösterdi. Olay, Şövalye Blaise Marie de Edie yüzünden patlak vermişti.
****
(s.388-394) – V
Ayşet, bir iğne deliğinden iki iplik geçirilerek dikiş dikilemeyeceğini biliyor, çok şeyi düşünüyor, kendisine yapılan iyilikleri unutmuyor, kendisine kalmış olan tek şeyi, onurunu canı pahasına kimseye çiğnettirmiyordu.
Ayşet – 54 (s. 395 – 405)
“Doğada gece ve gündüzün birbirini izlediği gibi, insan yaşamında da sevinç ve acı, düğün sevinci ve cenaze acısı birbirini izler. Bu iki şeyden biri ötekini bastıramaz: Yaşam içindeki bu çelişkili durum olmasaydı, karanlık da, aydınlık da olmayabilirdi… – Bu sözler Voltaire, Montesquieu ya da Ayşet’e mi aittir? Kime ait olursa olsun, bu gibi şeyler Ayşet’in kafasından çıkmıyordu. – “Kafamdaki bu gereksiz şeylere ne diye takılı kalıyorum? Bu gibi şeyler nedeniyle kaygı içinde yaşıyorum…” – demiş ve kendisini sorgulamıştı.
Ayşet genç kızlık kalıbına girdikten sonra kendi kendisini ve geleceğini düşünmeye başlamıştı. Çocukluk dönemi kolay geçmemişti, birinin seni esirgemesi, seni gözetmesiyle, kendi kendine başının çaresine bakma durumuna düşmek aynı şey değil. İnsan yaşamı değişik sorunlarla iç içe ve karmaşık ise, yaşam tarzın da buna bağlı seyreder. Kişi hata işledikçe ders alır, akıllanır derlerse de hata işlememek en iyisi. Ama herkes bunu başaramaz, Ayşet de onlardan biriydi.
Ayşet’in güvendiği, soru sorduğu kimsesi yok değildi. Başı ağrıdığında, bunaldığında derdini açtığı beş kişi vardı Paris’te: Sophie, Pon de Vel, Arjantal, Jeanette Nicole ve de Edie. Sophie durumun farkındaydı, amcalarının Ayşet’e yaptığı davranışı Pon de Vel ile Arjantal’ın öğrenmelerini uygun bulmamıştı. Jeanette Nicole durumun biraz olsun farkındaydı, ama son olaylardan habersizdi. Hiçbir şeyin farkında olmayan da Şövalye Blaise Mari de Edie idi. O başka bir şeyden ötürü kaygılıydı: Orleans Dükünün Ayşet’e kanca takmış olması. Bunu kimseye duyurmadan çözmenin yolunu arıyordu. Ayşet kontun utanmazca davranışını hiçbir şeyin farkında olmayan ilk aşkı şövalyeye açıklamayı uygun bulmamıştı, bunu kendine de yediremiyordu. Yapabileceği tek şey, ne denli ağır olursa olsun, kendine kalmış olan sırrını taşımaya devam etmekti. Taşıyabilir miydi?.. Bir soru başka bir soruyu doğuruyordu. Sırrını kendinde sakladığında kimse seni duymaz, kimse de görmezdi.
Zorluk, felaket, çekişme ve iğrençlik fark etmez, eski yeni hepsi aynıdır. Zorluk seni ölçer, yiyip bitirir, baş edemeyeni devirir, felaket seni yıkarsa da, daha sonra kendine gelebilirsin, aile içinde çekişme baş gösterdiğinde, birbirini sevenleri birbirine düşürür, iğrençlik yeryüzü aydınlığını unutturur, yok eder.
Ayşet kendisini üzen çok sayıda zorlukla karşılaşmıştı, ancak bunların sayısı eksilmiyor, aksine artıyordu. Onun yaşam ağacının dallarını kıracak, ağacı kökünden söküp atacak fırtınalarla karşılaşıyordu. Karşısındaki kötü gelişimden kurtulmaya fırsat bulamadan, güvendiği tek kişi de akıl hastalığına yakalanmıştı, onunla uyum içinde iken, hiç beklemediği bir sorunla karşılaşmıştı. Sorun bir yabancıdan kaynaklanıyor olsa önemli olmazdı.
Ferriol ailesindeki hır gür yanında, şimdi de bir söylenti ortaya çıkmıştı.
Kontun “Bisert” akıl hastanesine gönderilmesine Ayşet’in izin vermeyeceğini bildikleri halde, her şeyi düşünen Marie Angélique, o konuda Ayşet’i yola getirmenin peşindeydi ve ilkin onunla konuştu:
- Charlotte-Elizabéth Aisse, babanın yapacağı yanlış bir davranış yüzünden mahvoluncaya değin birbirimize bakıp oturacak mıyız?..Nasıl söylesem bilmiyorum, senin için düşündüğü şeye razı gelecek misin?.. Bütün aile olarak hepimizi dert sahibi yaptı… Lulu gibi hayat kadınları senin adını lekeliyorlar. Sana nasıl yardımcı olacağımı ah bir bilsem…
- Marie Angélique mama, ne demek istediğini anlıyorum, – Ayşet kendisini güçlükle tutarak yanıt verdi, – yapamayacağım bir konuda benimle konuşuyorsun, bağışla beni, söylediğin şey içime sinmiyor. Amcam Augustin- Antoine’ın bilgisi dışında bu işi konuşmayalım.
- O sözünü ettiğin kişinin nasıl biri olduğunu bilmiyor musun? – Marie Angélique gülümsedi, kendinden emin bir tavırla sözünü tamamladı: – Amcan sözümün dışına çıkmaz.
- Augustin- Antoine kabul ederse, o zaman ne olacak bilemem… – Ayşet bir iç çekti.
- Şu yeryüzünde bilmediğimiz onca şey yaşanır… Ben senin başına gelebilecek şeylerden kaygı duyuyorum, küçük kızım. Bizim ne önemimiz var, Augustin de ben de yaşayacağımız kadar yaşadık, dertsiz bir yaşlılık geçirelim, başka şey istemeyiz. Görmüyor musun halimizi?..
- “Bazen Marie Angélique’i anlayamıyorum, – kontesin üzüldüğü şeyleri dinlerken, kendi içinden söylendi. Her şeyi bir yana bırakmış benimle uğraşıyor, yetişme çağındaki iki oğlunun derdi ile ilgilenmiyor. Claudine ise vurdumduymaz bir kız. Biz bir aileyiz, sevinci ve üzüntüyü birlikte paylaşmalıyız. Aksi halde, büyük annemin dediği gibi, biri seni yemezse, birbirinizden koparsınız. Marie Angélique’in bunu da düşünmediğini söyleyemeyiz, ama hangi işi ele alırsa alsın, öncelikle kendi çıkarını düşünür. Çıkarını gizlemesini de başaramıyor… Böyle diyorum ama Claudine’in bebeğini yetimhaneye verdiğinden hiç söz ediyor mu?.. Bana geleceğe ilişkin öğütlerde bulunuyor, ama hiç istemediği Edie konusunda hızlı bir dönüş yaptı, Şövalyenin yakışıklı, eğitimli ve zengin biri olduğunu söylüyor, Orleans Dükünden ne diye vaz geçtiğini bir türlü anlayamıyorum. Beni Edie ile evlendirip Ferriol’lerin arasından çıkarmak mı istiyor?. Papa hasta olmasaydı, o şeyi sensiz de yapabilirdim. Sizin ne düşündüğünüzü biliyorum, beni evlendirip papayı akıl hastanesine göndermek istiyorsunuz, ama ben sağ olduğum sürece onu size yaptırmam. Böyle bir yetkim var mı? Ben onun kızı sayılmaz mıyım! Evet, evet, durumun farkındayım. O zavallının bana göz koymuş olmasını bir bahane olarak öne sürüyor… Sen Marie Angélique, onun sana yaptığı yardımlar, bana yaptığından az değil. Bunu unuttuğumu ya da unutacağımı sanma, ne yapacağım ya da yapmayacağım konusunda beni zorlama. Ferriol’lerle kan bağım yoksa da, bağlantılarım var…”
- Aisse, bilmeden kalbini kırmış olabilir miyim, bir şey demiyorsun? – konuşmaları bitmek üzereyken Marie Angélique yeniden söze başladı.
- Hayır, – Ayşet daldığı düşünceden ayıldı, – Ne olacağımı söyledin diyerek hiç kalbim kırılır mı?.. – Biraz bekledi, ardından içindekini aynen ona söyledi: – Papanın hastaneye kaldırılması konusunda daha fazla konuşmak istemiyorum, başka şeyler konuşalım.
- Bilemiyorum, böyle kestirip attıktan sonra neyi konuşuruz ki… – Marie Angélique sesini alçaltarak kayınbiraderini ne denli sevdiğini anlatmaya başladı: – Bütün aile zor bir durumda kaldık, kont için kaygı duyuyoruz, yoksa ona ilişkin konuşacak durumda değiliz. O ne denli yaman bir devlet adamıydı! Hastalığı bütün bir Paris’i düşündürüyor, Orleans Dükü durmadan onu soruyor. Kafanı yana çevirme, Aisse, Palais-Royal’deki baloda papayı sormayarak kalbini kırdığını hekimi Jean-Batiste’e söylettim, unuttuğu için üzüldüğünü sana iletti.
- Peşinde imişiz gibi, – Ayşet bu beğenmediği şey karşısında sinirlendi, – bunu ona ulaştırmana gerek yoktu.
- Peşine düşmek mi, – kontes yapmacık tavrını unutmuş halde, Ayşet’i kınadı, – Kont Charles de Ferriol’in nasıl bir devlet adamı olduğunu Orleans Düküne anımsatmış olduk. Kimseye bir şey söylemiş değilim, Aisse, sana daha önemli bir şey söyleyeyim: Orleans Dükü hasta ziyareti için bize gelmeye hazırlanıyor.
- Sanki çok gerekliydi! – kızgınlıkla söylediği bu söz nedeniyle pişmanlık duymuş gibi Ayşet kendisine bir çeki düzen verdi: – Bilemiyorum, papaya bir yararı olacaksa gelebilir tabii… Ne zaman gelecek? – diye hemen sordu.
- Bilmiyorum, bana söyleneni senden gizliyor değilim. Bunu sana söylemeyeceksem kime söyleyeyim ki? Güven duyabileceğim tek kişi olarak sen kaldın. Claudine’e ne oldu, bilemiyorum, var mıyım, yok muyum umurunda değil. İki oğluma gelince, onlara güvenerek ne yapabilirsin, kız peşine düştüler, kendilerinde değiller. Aisse, ne diye gülüyorsun ki? Anne sevgisi olmayan çocuklarım için susmam mı gerekir?.. Anne olduğunda sen de bunu anlarsın. Şikayet ediyor değilim, Tanrı beni anladı, Aisse, seni bana getirdi, kimseye özeniyor değilim. Seni benden ayırırlar ya da sana yaraşmayan bir davranışta bulunurlarsa diye korkuyorum, bunun için üzerinde titriyor, seni her şeyden sakınıyorum… Sana söylediklerimi dinlersen mutlu olur, mal mülke ve altına kavuşursun. – Biraz ara verdi, ardından bir şaka yaptı: – Yaşlılığımızda bize de bazı yardımlarda bulunursun…
- Öyle ama, Marie-Angélique mama, beni evlendirmek istediğin Blaise-Marie de Edie’de öyle bir mal varlığı yok, – Ayşet de yapmacık bir tavır takınarak kontese şakayla karışık bir yanıt verdi, – Edie zengin biri sayılmaz.
- Kim demiş? – Marie-Angélique bu yanıta inanmamış olsa da, sorma gereği duydu. – Armand Vikontu ile Marie de Saint-Oler’in oğlu mülksüz mü sayılır? Bütün Perigord kenti onların mülkü sayılır. Onlar için yoksullar dediğini kimse duymasın, seninle dalga geçerler. Bunu kendi mi söyledi ya da öyle mi sanıyorsun?
- Sevdiğin kişinin zengin ya da yoksul olması fark etmez.
- Peki şövalyeyi bir görüşte sevdin mi?.. – Yapmacıklı bir görüntüye bürünerek kontes Ayşet’e baktı ve onu övdü: – Sen durumun farkında değilsin, ama senin güzelliğin ve çekiciliğin çok sayıda talipliyi (pselıho) peşine düşürecek. Evlenmek isteyenler yanında, bu güzelliğinle evli birçok erkeğin de başını döndüreceksin, etrafında pervane olacaklar.
- O “başı dönenler” içinde vazgeçenler olmayacak mı? – diyerek Ayşet de, aynı tonda kontes ile şakalaştı.
- Olacak elbette! – niyetini uygulama olanağını yakalamış gibi, Marie-Angélique ağzını açtı, kendisine söylenen şeyin kaynağını fark edince yeniden sordu: – Niçin?
- Bilmem… – Ayşet’in rengi attı, ama hemen kendine geldi: – Söylediğin şey ilgimi çekti de ondan.
- Benim yaşıma gelirsen, Aisse, daha ilginç şeyler de duyabilirsin. Kimi seversen sev, kim seni severse sevsin, kim etrafında pervane olursa olsun, kiminle gönül eğlendirirsen eğlendir, aşk ruh ve yürek ister, aşk ile aklı birlikte götürürsen bütün arzularına kavuşursun. Doğru değil mi? Ben olması gerekeni söylüyorum, kendisi gülüyor.
- Hayır, Marie-Angélique mama, gülümsememi kendine yorma. Bir zamanlar büyük annemin söylemiş olduğu sözleri bana anımsatmış olduğun için gülümsedim.
- Şimdi de ne söyleyeceğini Tanrı bilir… – diye Marie-Angélique homurdandı, duyacağı şeyi bekleyerek iyi bir gözle Ayşet’e baktı.
- Duyduğumu söylüyorum, senden benden kaynaklanmış bir şey yok. Kim bilir, insan isek, o şey bizim için de söylenmiş olabilir. “rüzgarın peşine düşme – yakalayamazsın, gölgenizin peşinden koşmayın – geçemezsiniz”.
“Bak hele bu kızın dediklerine!.. – Marie-Angélique içinden feryat etti. – Ben onu yaşama hazırlıyor, sevme ve sevilmenin yolunu öğretiyor, o da beni büyük annesinin sözleri ile terbiye etmeye çalışıyor. Bana laf mı atıyor ya da etrafımdan mı dolanıyor. İkisi de aynı şey… Biz bilmiyoruz, bu Çerkesler gerçekten ilginç insanlar olmalılar. Görmüyor musun bu kızın ince uzun boyu ile nasıl gösterişli hareket ettiğini, ilk kez beni görüyormuş gibi karşımda durduğunu? Oysa onu bugün ya dün tanımış değilim, yıllar boyunca, küçüklüğünden yetişkin kız olana değin, konuşma, yemek yeme, gülümseme, yürüyüş biçimlerinde hiçbir hatalı bir durumunu görebilmiş değilim. Dahası sevinç ve üzüntüye, mutluluğa farklı bir yaklaşım biçimi var. Bu özellik sadece bu kıza özgü mü, yoksa bütün bir Çerkes ulusu da o gibi değerlere sahip mi? Oturuyorsa, genç yaşlı ayırmadan her gelene saygı göstererek ayağa kalktığı görülmüyor mu? Öyle olduğu halde, kendi ulusal özelliklerini abartmadan Fransız yaşam biçimine uyum sağladı, ters düşmedi. Ne mutlu ona, imrenilecek biri. Yeter artık, ben boyuna, iyi kötü demeden “amalara” eklemeler yapıyorum…” – Marie-Angélique kendi kendisine içerledi, Ayşet’le seslendi:
- Oh be, Aisse, beni boyuna bir şeyler düşünmek zorunda bırakıyorsun… Bu kadar çok şeyi nerede öğrendin ki?.. Bazen beni korkutuyorsun, bazen de canımdan bezdiriyorsun… Evet, evet, çok akıllı bir ninen varmış, hangi gruptan olduğunu, tarihini bilmediğimiz bir ulustan çıkmışsın. Ama bir kadın olarak fazla akıllı olmak da iyi bir şey değil. Kendi deneyimimden bilirim, erkekler fazla akıllı kadınları sevmezler.
- Şövalye Blaise-Marie de Edie öyle erkeklerden değildir.
- Şövalye ve sen, ikiniz de evlenme konusunda zor durumlar yaşıyor olmalısınız… – anlayamadığın bir konuda seni uyarayım anlamında, oldukça yumuşak bir ses tonuyla konuştu kontes.
- O şey de işin içinde olabilir, – Ayşet kendisi hakkında söylenenleri beğenip beğenmediğini belli etmeyen bir biçimde gülümsedi, – “Sevdiğin kişiyle yediğin yiyecek ekşi olsa bile bal gibi gelir” dedikleri doğru olmalı.
- Sevdiğin kişi için söylenmiş daha özlü bir söz duymuş değilim, – dedi Marie-Angélique ve Ayşet’i uyardı: – Aisse, Çerkes dilini unuttuğunu söylüyorsun ve arada bir yakınıyorsun, ama ağzından dökülen bilgece sözler sınırsız.
- Öyle ama, Marie-Angélique mama, o şeyleri Fransızca söylüyorum, Çerkesçe değil, – diye Ayşet kısa bir yanıt verdi, yakındı ve üzücü bir ses tonuyla söylediği şeye açıklık getirdi: – Başka bir dili benimsetsen, başka bir elbise giydirsen, içine girdiği insanlara benzer hale getirsen bile, herkeste çıktığı kendi ulusundan bir parça kalır… Bu şeyleri zavallı ninem hep söylerdi.
- Evet, evet, Aisse, şanslısın, akıllı ve bilge bir ninen varmış… Kusuruma bakma, kızım, eski yaralarını deşmek istememiştim… “Sevdiğinle yediğin ekşi yiyecek bal tadında olur”. İstemem, Tanrı yazmışsa bozsun, Edie ile ikinizin arasına asla girmem. Daha önce söylemiştim, yine söylüyorum: Kız evlenmeye karar verdiğinde, annesine sorması gelenektendir, zavallı kontun ne diyeceğine bakmam, beni annen yerine sayıyorsan, ben de Blaise-Marie de Edie’nin iyi bir seçim olduğunu söylemek isterim. Onu o denli seviyorsan, hayırlı olsun diyebilirim. Ama, Aisse, bunu Orleans Dükünün Charles de Ferriol’ü ziyareti sonrasına ertele.
- Ne zaman gelecek? – Ayşet yine aceleci davrandı. – Bunu papaya hemen bildirmemiz gerekmiyor, heyecanlanır ve üzülür.
- Onun ne zaman geleceği konusu bize bağlı, – “ağzını arayarak, yumuşatarak, onu yola getirdim” dedi Marie-Angélique, kendisini överek, sevinerek ve kolayca işi bağladığını belirterek şunları söyledi: – Aisse, sana hiç ricada bulunmadığım ölçüde bir ricada bulunacağım: Orleans Düküne Palais-Royal’deki gibi soğuk davranma, hayat zor, yarın ne olup olmayacağını, işimizin düşüp düşmeyeceğini bilemeyiz… Söylemesem de bunu bilirsin, en iyi konuk karşılama yeteneği zaten senin kanında var. “Yalancının gözü daima yaşlı olur” (Thağepṡım yıne ṡıne zepıt) deyimini doğrulayan Marie-Angélique küçük mendili ile gözlerini sildi, Ayşet’i övdü ve gönlünü hoş etti. – Öbür sorduğun konuda, ilk önce hangisini konta söyleyelim, beklemediği bir biçimde zavallıyı sevindirsek.
Geçtiğimiz bir iki yılın gürültü patırtısı yetmezmiş gibi, şimdi de Ayşet düşündürücü ve üzücü durumlarla karşılaşmıştı. “Orleans Dükünün papaya (babama) bir yardımı olacaksa evimize buyursun. Sıkıntı çekmeyen sevincin değerini bilmez denen kişilerden değilim, kimse bana o gözle bakmasın. Kontesin niyetinin ne olduğunu anlamayacak kadar saf biri değilim, zor durumda olmamdan yararlanmak için bana yakınlık gösteriyorsa, sonra pişman olabilir, ama çocukluğumda bana yaptığı iyilikler sonucu onu günahlarından korumaya çalışırım”.
Ayşet düşündüğü şeyin ağır bastığını bilmesine karşın, bunu kontese belli etmiyor, onun ricasını fazla önemsemediğini belli ederek yanıtını verdi:
- O konuda, Marie-Angélique mama, için rahat olsun. Ama konuk iyi niyetli olursa başım üzerine, hasta ziyaretine gelmişse onu pişman etmeyiz.
- Öyle tabii, kızım, bize gelecek olan çok önemli bir konuk, büyük bir insan, o kişiyi herkesin ayağına giden, herkese yakınlık gösteren biri olarak mı görüyorsun?
- Ziyaretine geleceği kişi de kont, küçük ve sıradan biri değil, – Ayşet de kontesi onaylıyor gibi idiyse de, beğenemeyeceği noktaları belirtmekten geri kalmıyordu, – Papanın Fransa için yaptığı işler ve hizmetler, üzerinde pek durmuyoruz ama sıradan işler değil, çok büyük işler, ülke tarihinde yer alacak işler.
- Evet, evet, Aisse, – “bak bunun dediklerine, bu avare kişinin karşımızda yaptığı ayıp şeyleri bildiği halde, bu dediklerine de bir bakın…” Marie-Angélique duyduklarına şaşırmıştı, ama hedefine ulaşacağını düşünerek Ayşet’i övdü ve dediklerine katıldı, – Övünmeni istememiştim ama, Aisse, sana söyleyeyim: Ne kadar da iyi ve merhametli birisin, Tanrının sevdiği kulusun, seni dinledikçe iyinin ve güzelin tadını, yumuşaklığını bana sunuyorsun, dünyayı bambaşka bir gözle görmemi sağlıyorsun. Tabii öyle, Charlotte-Elizabéth Aisse, kont baban hasta olmasaydı, bazen kızdığımda, o zavallı için söylediğim, ağzımdan kaçırdığım sözleri büyütme, içinde saklı kalsın, güneş kralımızdan sonra onun adı bütün bir Fransa’da anılıyordu, o denli büyük işler yapıyordu – dış hizmetleri yürüten biri küçük sayılamaz, Başbakan bile olacaktı.
Marie-Angélique’in sinsi konuşmalarını Ayşet destek verir gibi başını sallayarak dinliyordu, ama düşündüğü ve niyetlendiği şey farklıydı: “… O bana getireceğin kişi, büyük annemin dediği gibi, bize altın ambar mı getirecek yoksa bizde olmayanı bizde bulacak mı, gelsin, ama benden sakladığınız şeyi başaramayacaksınız, geldiği gibi geri gider. Benim sevdiğim, sevgilim olan kişi tek kişi, onunla bir tutacağım bir kişi daha bu dünyada yoktur. Bunu siz nasıl bilir, nasıl anlayabilirsiniz! Şu an benim için en kötü olan durum papanın durumu ve davranış biçimi: Daha önceki davranışlarından, söylediği şeylerden sonraları pişmanlık duyardı, şimdi bu şey de kalmadı, bana bakıyor, beni arzuluyor. Papa hastadır diye geçiştiriyor, bağışlıyordum, “bu kişinin sağı solu belli olmaz, sana saldırırsa, seni mahvederse” diye Sophie’nin dediği şey başıma gelirse?.. Bu tür utanç verici bir hakareti, seveyim sevmeyeyim, zorla bana yapmaya kalkışırsa kaldıramam, o yüzden canımdan olurum!..”
- Her şey, Aisse, iyi olacak, – Ayşet’in düşündüğü şeyi anlamış gibi Marie-Angélique konuştu, – dükün bize geldiğinin haberi, bizi sevenleri sevindirecek, sevmeyenlerin de ciğerini dağlayacak biçimde bütün bir Paris’e yayılacaktır. Bu şey Ferriol’ler olarak bizi büyütür, asla küçültmez, amcan Kont Augustin-Antoine Paris’e döndüğünde, işsiz, makamsız kalmaz. Jeanette-Nicole’ün sevgilisi kardeşim piskopos Pierre Guerin de Tancin’in başpiskopos olmasında da yardımcı olur. Ya kardeşlerin? Onlar da toplum yaşamına henüz ayak basma aşamasındalar. Kafanı ağrıtmış mıyım, ne diye rengin soldu?
- Hayır, – Duyduğu her şeye katlanamayacağını gizleyerek, konuştu, – baş ağrısı hastalığım yok, bu gece pek uyuyamadım, ondan olacak.
- Uyuyamazsın tabii, konttan başka derdin kalmamış, gece gündüz onunla ilgileniyorsan ve kendini yiyip bitiriyorsan… Desten dersen bir grubun yapacağı işi sen yapıyorsun, boşuna dünyanın parasını onlara ödüyoruz. Bana gelince? Ayaklarım beni taşıyamayacak duruma geldiler. Kont için meraklanma, Desten ve yardımcılarının onunla ilgilenmelerini sıkı sıkı tembih edeceğim.
(Devamı gelecek)
İshak Maşbaş, Tarihi roman, VII, s.395-405.
****
Ayşet -55 (s. 405-408)
İnsanın içi kararırsa sesi kısılır, içi ağlarsa gözü de ağlar dedikleri gibi, Ayşet, uyku nedir bilmeden pencere önünde duruyordu. Birileri çağırmış gibi ayrılıyor, ardından pencere önüne yeniden gidiyordu. İçi soğuk ya da sıcak olmayan ilkbahar gibiydi: Karabulutlar gökyüzünde görünüyor, ardından parçalanıyor, yeniden birleşiyorlardı, kopan bir iki küçük parça da yolunu şaşırmış halde asılı duruyordu. Bu parçalardan dökülen yağmur damlaları pencereye vuruyor, camlardan eğri büğrü aşağıya süzülüyordu. Ayşet’in solgun yüzünde de aynı görüntü vardı – bunalmış, içi ağlıyordu, gözyaşları ise ona nefes alma olanağı sağlıyordu.
Çocukluğundan bu yana yaşamış olduğu olaylar şimdi gözlerinin önünden geçiyordu. Kendisine yapılanlar bir yana bırakırsak, kendisinin neden olduğu ve utanacağı hiçbir şeyi yoktu ve aklında öyle şeyler geçmiyordu. “Bilmeden birilerinin kalbini kırmış olabilirim, – dedi Ayşet kendi kendine, – zor durumum beni kırılgan biri yapmış, söylenmeyecek bir şeyi söylememe neden olmuş olabilir, ağzımdan kötü sözler çıkmış olabilir. Baba annemin “Yoksula götürülen onun payı olur” (Thamıćem fahırer yiah), dediği gibi, şimdiye değin zavallılığım nedeniyle mi böyle yaşamışım? Şimdiye değin beni yaşatmış ve yaşatacak olan şey yavaş yavaş uzaklaşmakta olduğum halkımın Adıge geleneğidir. Onun bana sunduğu ve yaşamıma kattığı değerler sayesinde onurlu olmaya, uygarca hareket etmeye ve insanca ilişkiler kurmaya başladım, bu şeyler benim için en önemli değerlerdir. Adıgeliğe bağlıyım, onu yaşıyorum ve onu yitirmek istemiyorum der, bununla övünür ve gurur duyarken, bana yapılacak olan saygısızlıklara boyun eğecek miyim?.. – kontun yeni ve yersiz davranışları Ayşet’in aklına geldi. – Ne yapmalıyım?.. Ne yapabilirim?.. Jeanette-Nicole “yanıma gel, benimle kal, o arada Edie ile olan aşkınız bir yerlere varır” diyor. Öyle yaparsam, kendisini büyüten kontu bir yana atıp kendi çıkarının peşine düştü derler, tanıyan tanımayan kişilerin diline düşerim, ayıp etmiş olurum… Peki, kendimi ve onurumu nasıl koruyacağım? Zavallı büyük annem, beni duyuyor musun, ne yapmalıyım?.. Bağışla beni, anne, bir çıkış yolu var, biliyorum, ama kendime saygısızlıkta bulunmak istemiyorum. Sevdiğim ve seni seven kişi için saygısızlık söz konusu olabilir mi? Olur! Tabii boyun eğersen… Hayır, hayır, onursuzluk olur bu, onu asla kabul edemem…”
Beynindeki zorlu çatışma nedeniyle çalkantı içinde olan Ayşet, öğle yemeği için aşağıya, sofraya inmeyen konta yemek götürüldüğünü gördü ve ona acıdı. Ona düzenli ilaç verildiğini biliyordu, ama gün boyunca kendisini çağırmamış olması da kuşkulanmasına neden oluyordu. Kontun odasına kapanmış olmasına da anlam veremiyordu. Bir başına yanına gitmekten de korkuyordu.
- Sophie, nerelerdeydin? – içeri girer girmez Ayşet Sophie’ye sormuştu.
- Kontun yıkanması için su götürmekle meşguldüm.
- Bu koca evde o işi yapacak başka kişi kalmamış mı? – Ayşet sinirlenip kaygılandığı şeyi sordu: – Papanın durumu nedir?
- Ne olabilir ki, nöbeti yaklaşmış olmalı, ne dediği anlaşılmıyor, söylenip duruyor, banyo günü gelmiş gibi üstünü başını düzeltiyor. Adlarımızı karıştırarak sorular sordu.
- Öyleyse o, bugün ilaç içmemiş, – Ayşet endişe içinde ayağa kalktı, – ilacı nerede?
- Merak etme, Charlotte-Elizabéth Aisse, – içinden acıyarak Ayşet’e fısıldadı, – her bir şeyden tedirgin oluyorsun, içinde yürek diye bir şey kalmamış. Laroche ile Desten konta ilacını içirdiler.
- Gördün mü?
- Gördüm, Aisse, gördüm.
- İyi değil, Sophie, o iyi değil. – Ayşet kontun ilacını kaptı, – gidelim. Papaya ya çok ilaç içirildi ya da ilacını içmedi .
- Görmek istiyorsan gidelim, – Sophie isteksizce konuştu, ardından sözünü değiştirdi, – istersen durumu Desten’e sorayım.
- Hayır, gidelim! – Ayşet önce kesin konuştu, ardından duruma açıklık getirdi: – Gün boyu papayı görmedim, bana içerlemiş olabilir.
Ayşet ile Sophie kontun odasına gittiklerinde Charles de Ferriol’un en değerli elbiselerini giydiğini, fötr şapkası başında, yumuşak koltuğuna kurulduğunu, güzel ve renkli bir yelpaze ile serinlenmekte olduğunu gördüler. Önündeki alçak sehpada açılmamış kırmızı bir Bordo şarap şişesi, yanında boş iki şarap bardağı ve bir tabakta da üzüm ve iyi cins armut duruyordu.
Ayşet kontun yine Lulu’yu beklediğini sandı, giyinmiş oturan konta sordu:
- Böyle tam giyinmiş kimi bekliyorsun?
- Seni bekliyorum, Charlotte-Elizabéth Aisse, – dedi Kont Charles de Ferriol ayağa kalktı ve başını eğerek, Sophie’nin orada olmasına aldırmadan Ayşet’i selamladı, – Otur, seni bekliyordum. Akşama evleneceğiz. Yetmez mi, güzelim, yıllardan beri senin özleminle bekleyip durduğum? Gelecek hafta kiliseye gidip nikahımızı kıydıracağız.
- Papa!..- Ayşet bu sözler üzerine kendinden geçerek bağırdı. – Ne kadar da çirkin şeyler söylüyorsun?!
- Bugün, bu dakikadan başlayarak bana papa (baba) deme! – Kont geri adım atmadı. – Tanrının bilgisi ve izni dahilinde Kont Charles de Ferriol senin kocan olacak. Bu gümüş asayı görüyor musun?! – Kont gözleri kan çanağına dönmüş halde sordu ve kendi kendine gülümsedi. – İstersem kırar, istersem de değer veririm. Dediğimi yapmazsan sana da onu yaparım. Anladın mı? – Ürkek ve yanıt vermeden odadan kaçmakta olan Ayşet’e kont arkasından sert bir sesle bağırdı: – Geri dön! Geri dönmezsen bu gece zorla seni yanıma getirtirim!
Charles de Ferriol’ün bağırma sesine koşmakta olan Desten Ayşet’le karşılaştı, Ayşet ona yapacağını hemen söyledi:
- Papayla başa çıkamıyoruz, yatıştırın. Al bu karışımı, her zamankinin iki katını, daha da fazlasını içirin…
- Sophie, Ayşet’in bugünkünden daha fazla yüzünün kızardığını görmemişti. Bir şey demeden odasına çekildi ve elbiselerini değiştirdi. Beklenmedik bu durum karşısında şok geçiren Sophie’ye sarıldı:
- Soranlar olursa tiyatroya gitti dersin, senden saklyacak değilim, Edie’nin yanına gidiyorum… – diyerek yere çöktü ve ağladı. Üzülme, geri geleceğim…
Ayşet -405 -408