Ayşet – 40 (s. 288 -408 )

 

 

 

Hapi Cevdet Yıldız .288-314)

Ayşet – 40 (s. 288-314)

 

Paris’te Bir Çerkes Kızı – 1

İyi ya da kötü yanların ile artık senden söz edilmiyorsa, unutulmuşsundur deyiminin yerinde bir söz olduğu Charles de Ferriol’ün Paris’e getirilişi üzerinden üç ay geçtikten sonra doğrulanmıştı. Kendisi durumunu bilecek bir konumda değildi, ama  Neuve Saint-Augustin caddesindeki koca binada yaşayanlar hiçbir şey olmamış gibi davranıyor ve durumu kabullenmiş görünüyorlardı ama telaş içindeydiler.

Bu kadar uzun bir süre içinde kontun arkadaşları içinden tek bir kişi ziyaretine gelmişti – altı ay kadar önce bir cinayet işi nedeniyle Paris polis müdürlüğünden atılan Andre Farge idi ziyaretine gelen kişi. O da başına gelen olay nedeniyle arkadaşına yakınmak, içini açmak, teselli bulmak üzere gelmişti, ama kontun üzücü durumunu görünce, uzun boylu konuşmaya, oturmaya gerek görmeden birkaç teselli sözü edip ayrılmıştı.

En ilginç, en anlaşılmaz olan durum da Charles de Ferriol’ün yıllarca çalıştığı dışişlerinden bir temsilcinin olsun, Marie-Angélique’in deyimiyle kendisini aramamış, sormamış olmasıydı: “Hasta bir yana atılır mı, hiç aranmaz mı?.. Birkaç aylık maaşına da el koymuşlar mı? Ülkede utanma, arlanma (xabze) diye bir şey mi  kalmamıştı?.. “

Ayşet’in düşündüğü, Tanrıdan dilediği şeyler ise farklıydı: “Tanrım, beni sevginden yoksun bırakma, beni duy, babamı bana geri ver, iyileştir. Marie-Angélique kötü biri değil, iyi biri, beni, dilinden para ve mal-mülk  dışında bir şey düşünmeyen kişilerin eline düşürme… Claudine-Alexandrine güzel, akıllı biri, bizi okuma ve yazı yazma konusunda eğitiyor, ama ona ne yapmış olabilirim bilmiyorum, beni kıskanıyor… Kardeşlerim Pon de Vel ve Arjantal’in beni  sevmelerini sağladın, ben de onları seviyorum. Jeanette-Nicole’ün okulunda artık okumuyorum, ama beni ona unutturmuyorsun, onu annem gibi görmemi sağladın…Yüce Tanrım, babamı elimden alma, onu iyileştir, uzun çok uzun yaşasın. Sen de, biricik Allahım, benim büyük Allahım, seni unuttuğum tek bir günüm olmadı, beni bir başıma öksüz ve yetim bırakmamanı, annemle babamın bana öğrettiği dille, aralarından geldiğim Adıgelerin diliyle sana yalvarıyorum, içine düştüğüm kişilerin arasından beni çıkarman, evimize, soydaşlarımın yanına beni  götürmen için değil, nerede olursak olalım insanız, huzur duymamı, dingin olmamı sağla yeter… “

Dua edip yakardıkça, kendini ayıplaması ve üzüntüsü, bir başına kalmışlığı ve duyduğu korku Ayşet’i altüst etmişti, ama zor durumlara düştüğünde gösterdiği sert direnme gücü kendine gelmesini ve dayanmasını sağladı. Ayşet Tanrıya yakarır ve dua ederken, bu şeylere dalmış dururken, öbür odadan gelen bir ses kendisini ürküttü. Önce ne olduğunu anlayamadı, ardından gelen ezan sesi üzerine ayağa fırladı. Duyduğu sese anlam veremeyerek kulaklarını kabarttı: “Lailahe-İllallah Allah-ü ekber… “Nedir bu şey?”.. – Yıllar boyudur duymadığı bir sesi hemen yanı başında duyuyordu Ayşet, sesin kimden geldiğini hemen anladı: Baba mı bu?!.”

Ayşet’in gördüğü şey, ilginç ve şaşırtıcı olmaktan da öteydi: Kont alçak bir tabure üzerinde ayakta duruyor, avuçları iki yanağı üstünde, dört bir  yana dönerek ezan okuyordu. Abdest almak için kullandığı ibrik ve leğeni bir kenarda, ayı postu benzeri namazlığı ve katlanmış el havlusu da döşeme üzerindeydi. İstanbul’da o tür şeylere alışmış olan Desten ise kapıya dayanmış gülümseyip bakıyordu. Ses çıkarmamasını Ayşet’e işaret etti, yine de Ayşet kendini tutamadı ve konta sordu:

– Papa (baba), nedir bu yaptığın şey?

Kendinde olmayan, dalıp gitmiş olan Charles de Ferriol, ezan okuması sona erdiğinde, Ayşet ile ilgilenmeden Desten’e sordu:

– Namaz vakti geldi, abdest aldın mı?

– Aldım, aldım, – diye Desten gülümsedi ve Ayşet’e göz kırptı, gidip kontun sol tarafında saf tuttu.

Charles de Ferriol ve Desten namazlarını bitirinceye değin Ayşet yerinden kımıldamadan durdu. Gözyaşları dökülmüyordu ama için için ağlıyordu. Yüzü ve düşündüğü şey farklıydı: “Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine’in dediği gibi babasına (papa) bir kriz gelmiş olabilir miydi?.. Öyle mi Desten?.. Bu iki kişinin dedikleri doğru olabilir mi? Papa hasta, kendinde olmayan birinin dediğini, yaptığını bağışlayabilirsin. Bir tedavi yolu bulunmazsa baba, kontesin istediği gibi akıl hastanesine kapatılabilir mi? Baba bakımevine bırakılırsa ben nasıl yaşayacağım?.. Anladığım kadarıyla kalbinde iki tanrı var, iki dine bağlı. Tanrı bunu hiç kabul eder mi? Bilemiyorum… Niye bilmeyeyim ki? Ben Katolik dinine inanıyorum, ama Allah’ı da unutmuyorum. Böyle dediğim için Azize Maria (Meryem) beni bağışla. Beni zorla Müslüman dininden kopartmış olmasından babam (papa) pişman olmuş, çarpılmış olabilir mi? Annem bu nedenle olmalı iyilik içinde kötülük de bulunur derdi… Ben Müslüman olduğum için baba (papa) da İslam dini ile bağlantı kurmuş olabilir mi?.. Türkiye’de uygun olan o durum, kuşkusuz Fransa’da hoş görülmez. Desten’i zorluyor, baskı altına alıyor, korku nedeniyle babanın dediklerini yapması doğru değil, bunu onunla konuşmalıyım. Bu kadarı değil, yaptığını başkalarına göstermemesi, dikkatli olması, açık gizli kendinden söz ettirmemesi, dışarıya sır vermemesi gerektiğini babaya söyleyeceğim, onu uyaracağım…”

Pon de Vel kapıdan içeriye baktı, Ayşet hemen dışarı çıktı.

– Ne yapıyor onlar? – diye Pon de Vel sordu.

– Namaz kılıyorlar.

– Ne namazı?.. – Sorduğu şey Pon de Vel’i morarttı, keyfi kaçmış biçimde Ayşet’i görünce, kuşku duyduğu şeyi söyleyerek Ayşet’i teselli etti: – Anladım, Aisse, anladım… Amcamız o kadarıyla kalsın, ona da razı oluruz.

– Pon, bu durumda ne yapacağız?

– Bunu engellemeye kalkışmak olmaz, – Pon de Vel iyi gözle Aisse’ye baktı: – Sen Fransa’da sadece tek bir din bulunduğunu mu sanıyorsun? Pierre gibi piskoposların dediklerine bakma sen. Onların kırmızı cübbeleri, başlarındaki yuvarlak küçük takkeleri dışında gördükleri bir şey yok. François Voltaire ile bazen çatışıyoruz ama dedikleri doğru: Dünya Hıristiyan, İslam, Musevi ve Buda dinleri arasında bölüşülmüş durumda. Bu dinlerin her biri kendi içinde dallara ayrışmış. Sana Paris’te bir cami bulunduğunu söylemiştim, ama inanmamıştın. Daha önce, iki yıl önce amcam Paris’e geldiğinde beni bir Türk camisine götürmüştü.

– Namaz kılmış mıydı?

– Hayır, gezmek, Türkçe konuşmak için gitmişti.

– Niye bana bunu söylemedin?

– Nasıl söyleyeyim, Saint-Cloud’da okuyordun. Ayrıca amcam bunu kimseye söyleme diye tembih etmişti.

– Charlotte- Elizabeth Aisse, neredesin? – diyerek Charles de Ferriole odasından seslendi.

– Daha sonra, daha sonra, kont seni çağırıyor, – Pon de Vel heyecanlandı, – konuşmamıza sonra devam ederiz.

Charles de Ferriole seccadesinden ayrılmış gülümseyerek oda içinde ayakta duruyor, Desten de namazlıkları kaldırıyordu.

– Neredeydin, Aisse? Namaz kılmamızı izliyorsun sanmıştım… Sen de saf tutup bizimle namaz kılsan iyi olurdu.

– Baba, kadınlarla erkekler birlikte namaz kılmıyorlar, – bu duyduğuna şaşıran  ama ne yapacağını bilemeyen Ayşet durumdan memnun olmamıştı.

– Evet, öyle, küçüklüğünde gördüğün şeyleri unutmamışsın, – diye kont yanıt verdi, – iyi şey. İslam dinini kabul etmiyor, ama Hıristiyan dinini kabul ediyorsun, şimdi her ikimiz Azize Meryem’in karşısına geçip dua edelim. Bunda şaşacak bir şey yok, Aisse, namaz kılmam tuhaf şey mi? Temizliğe ve adalete önem verirsen, kalbinde temizlik ve adalet dışında bir şey olmaz. İsteyerek ya da istem dışı yaptığın şeyleri düşünmeye, onlara değer vermeye başladığında, günlerin daha iyi geçer, kim bilir belki yaptığın bir günah varsa bağışlanır.

– Öyle tabii, baba, – Ayşet dikkatli ve gülümseyerek konta katılıyor, – yerinde konuştun, sen de öyle birisin.

– Aisse, akıllı ve büyük bir insan olduğumu unutma, – Charles de Ferriol’ün gözleri parladı.

– Akıllı, çok iyi bir inansın, baba, ama ezan okumazsan daha iyi olur.

– Niye, kızım, Müslümanlara namaz vaktinin geldiğini bildirmemi beğenmiyor musun? Katoliklerin kiliselerinde çan çalınıyor…

– Beğeneyim beğenmeyeyim sen benim babamsın, katlanırım, ama bunu herkesin hoş karşılayacağını mı sanıyorsun, ben duymalarını istemiyorum.

– Bu gibi dinsiz ve Tanrı tanımaz birileri mi var evimizde? – Kont sessizce mırıldandıktan sonra yüksek sesle sordu: – Kim onlar?

– Her önün gelen bir şeyler söyler, aldırma bunlara, – önemsememiş gibi yaparak ve alçak sesle Ayşet yanıt verdi.

– O da doğru ya… – diye kızına hak verdi, ama kendi durumunu da unutmadı: – Kralımız beni artık istemiyor olabilir, ama Fransa’da benim düzeyimde birinin bulunmadığını da herkes bilmeli!

– Öyle tabii, baba, Azize Meryem’in önünde dua edeceğimizi söylemiştin… – Ayşet duyduğu şeyler karşısında üzülmüş, kontu yatıştırmak istemişti.

– Söylemiştim… – Charles de Ferriol sesini ve hareketlerini yumuşatmıştı, mırıldandı, – yoruldum, biraz dinlenmeliyim… Ulu Tanrımızı unutmadığımı, kalbimde yaşattığımı ona söyle, ileri geri sayıklıyor olsam da beni lanetlemesin, beni unutmasın… – derken kont yumuşak koltuğunda uyuya kaldı.

Ayşet içindekini ve kontun ricasını yerine getirmek için istavroz çıkararak, duvarın gerisindeki tanrı heykelinin karşısına geçti: “Ey büyük Tanrım, başımıza geleni görüyorsun. Sevgini bizden esirgeme, bizi koru, kimseye kötülüğümüz dokunmadı. Senin bildiğin bu şeyi kabullendik, bizi beterinden koruman için sana yalvarıyoruz. Aklı başından uçmuş babamın dileğini yerine getiriyorum, söz ve davranışları nedeniyle onu dışlama. Benim için, benim rahatlamam için Müslüman dini kalıntıları taşıyor diyenlerin yanıldıklarını göster. Zavallı babamdan sevgini esirgememeni, onu unutmamanı, yanındakilerin onu anlamalarını, ona özenli ve hoşgörülü davranmalarını sağlamanı senden diliyorum…”

Bir zamanlar İstanbul’da kime kısmet olacağını bilemeden beklerken esir pazarından kendisini satın alan Kont Charles de Ferriol için Ayşet dua ediyordu, ama kontun hastalığı bir türlü iyiye gitmiyordu. Bazen mevsim geçişleri sırasında, şiddetli fırtınalar koptuğunda ya da  gök gürlediğinde kötüleşiyor, bunun dışında günlerini sakin geçiriyordu. Ayda bir iki kez kriz geçirdiğinde Neuve Saint-Augustin caddesini güzelleştiren büyük beyaz evindeki kişiler ecel terleri döküyorlardı. Böylesine kritik günlerde aile ikiye bölünüyordu: Bir tarafta Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine durur, bazen belli etmeden Laroche da o ikisinin yanında yer alırdı. Diğer yanda Ayşet, Pon de Vel ve Arjantal yer alırdı. Bunlara hizmetçiler ve bahçe hizmetlileri, bir şeylere karışmasalar da yardımcı olmaya çalışırlardı.

Her iki taraf da birbiriyle çatışmaz, kötü sözler söylemezdi: Marie-Angélique tarafı gerekli gereksiz kendi arasında fısıldaşır, bundan kuşkulanan Pon de Vel ile Arjantal karşı çıkardı. İki grup arasındaki şifacı, barıştırıcı olan kişi de Ayşet idi. Ayşet’i daha da sevindiren şey, bu iki kardeşin kendisini kontun karşısında yalnız bırakmamış olmalarıydı. Desten’in dinlendiği sıralarda, bir bahane bularak, amcaları kontun yanında birlikte ya da sırayla Ayşet’e eşlik ediyorlardı. Charles de Ferriol sürekli gürültü patırtı çıkaran, zapt edilemez  biri değildi, ne olur bilinmez diyerek aralarında dikkatli konuşuyor, hastayı kuşkulandırmıyor, ona özenli davranıyorlardı.

Diğer günlerden farklı olarak bugün Charles de Ferriol sakindi. Geniş ve ferah odasındaki gençlerle ilgilenmiyor, Fransa’ya ilişkin bir tarih kitabına dalmış okuyor, notlar alıyordu: “O öyle değil!.. – diyerek kızıyor, ara sıra bağırıyordu. – Bilmedikleri şeyleri konuşuyorlar, herkes tarihçi olup çıkmış, iki sözcüğü bir araya getiremeyen kişi de yazarım diye geçiniyor!” – Kalemini atıyor, ayağa kalkıyor, odada geziniyor, farkına varmadan gençlerin yanında duruyor:

– Çocuklar nelerle ilgileniyorsunuz?

– Pon de Vel çalışıyor, baba, – Ayşet öne çıkıp gençler adına yanıt verdi, – Arjantal da yakında okulu bitirecek. Sen nasılsın, ne okuyorsun?

– Tarihçilerin yazdığı uyduruk bir kitap.

– İşine gelmiyorsa, baba, okuma, onlara aldanma.

– Ben de öyle düşünüyorum, ama ülkede olup biteni öğrenmem gerekmiyor mu? – Kont yeniden odada gezinmeye başladı, ama bir şey unutmuş gibi durakladı. – Pon de Vel, sen ne yapıyorsun? Ona kitap okuyarak güneş kralımızı memnun ediyor musun?

– Kitaplar ya da şiirler okuduğumda rahat bir uykuya dalıyor, – Pon de Vel gülümsedi.

– O zaman kont, görevini iyi yapmış oluyorsun!.. – Charles de Ferriol gülümseyerek gezinmeye yeniden başladı, ardından hızla geri döndü: – Pon, o dediğin şeyi kimse duymasın. Kraliyet Tiyatrosundaki çalışmaların ne durumda?

– İşlerim iyi, güldürü türü piyesleri seçip sahneliyoruz, – Pon de Vel sevinerek amcasının yüzüne baktı, kendisini övmüş olmamak için Ayşet ‘e dönüp sordu:

– Doğru değil mi, Aisse, sen tiyatroyu seversin.

– Doğru, Pon, ama Kraliyet Opera Tiyatrosu sizi biraz geride bırakmış gibi geliyor bana.

– Aisse, tiyatrolar farklı… – Arjantal öne fırladı. – Opera tiyatrosunda şarkı söyleniyor, berikinde konuşuluyor. – Ayşet’in gücüne gitmesin diyerek hemen sözünü düzeltti: – Charlotte-Elizabéth Aisse’nin dediğinde de doğruluk payı var. Opera tiyatrosunun gösterileri daha çekici, güzel şarkılar söylenir, tiyatronun kendi de altın ve gümüş yaldızlarla süslenmiş, Komedi Tiyatrosu diğeri gibi pırıltılı değil, ama seyircileri güldürüyor.

– Sen onları nereden biliyorsun? – Charles de Ferriol duyduğu bu şeye şaşırarak sordu.

– Kont, sen bilmiyorsun, – sorudan çok Arjantal duyduğu şeye şaşırarak amcasına yanıt verdi, – ben onlarla birlikte sürekli tiyatroya gidiyorum.

– Öyle mi?.. – Bazen ilgisiz şeyler söyleyen kont gülümsedi. – Öyleyse ben sizin çok gerinizde kalmışım. Öyle diyorsanız ben de sizinle birlikte tiyatroya gelirim. Kralımızı bıktırıp bıktırmadığınızı, uyutup uyutmadığınızı görmüş olurum… – Ardından yeniden düşündü ve kesin konuştu: –  Kral kendisine olan bağlılığımı unutmuş olabilir, ama siz sakın öyle ters sözler söylemeyin, etrafında birçok güvenilmez kişi var, sizi gammazlarlar ve sizi Bastil hapishanesine atarlar.

–  O konuda baba, bize güven, rahat ol, – dedi Ayşet, Charles de Ferriol’ün başlattığı konuşmaya son verip kontu memnun edecek biçimde eklemede bulundu: – Kraliyet Opera Tiyatrosuna gitmek için hazırlanıyoruz, istersen baba seni de götürürüz.

– Teşekkür ederim, Aisse, siz gidin, ben onu kaldıramam. Daha sonra, daha iyi olduğum bir gün gideriz. Ben de sizin gibi gençken tiyatroya çok giderdim. Operadan anlamıyorum, ama gerçeği öğrenmek isterseniz, diplomatlık mesleğini seçmemiş olsaydım, piyes yazmayı düşünüyordum. Yazmadığım daha iyi olmuştur sanırım… Senin gibi Pon de Vel, tiyatro sanatını seçmiş olsaydım, Paris ikimize dar gelirdi. Yahu, bu güzelim günde ne diye eve kapanıp kaldınız? Çıkın bahçeye, temiz hava alın, dinlenin. Edebiyat söyleşileriniz sona mı erdi?

– Geçen ay yapmıştık. Anımsamıyor musun, baba, sen de bir ara bize katılmıştın.

– Anımsamaz olur muyum, Marie-Magdelen de La Vielle’in İspanya’daki gezi günlerini anlattığı toplantı değil miydi, biraz rahatsızlanıp tam dinleyememiştim. Ne haber ondan? Kızın Kont Cesar-Alexandre de Bodean Parabert ile evlendiği doğru mu?

– Doğru, baba, – Kızın uzun kızlık adını unutmamış olduğunu anımsatırcasına diğerlerine baktı, – Kont Parabert ile evlendi, şu an ikisi de İsviçre balayı gezisinde.

– Marie-Magdelen de La Vielle’in yaşı ne, çok genç evlenmiş olmadı mı? – kont ansızın sordu, Ayşet’in adını tam söyleyerek yeniden sordu: – Sen, Charlotte-Elizabeth Aisse onun yaşında değil misin?

– Kontes Parapert Aisse’den üç yaş daha büyük, – diye Pon de Vel isteksizce yanıt verdi.

– Peki, sizi düğününe çağırmadı mı? – Charles de Ferriol biraz da gençlik havası taslarcasına yeniden sordu.

– Bizi niye çağırsınlar ki… – Arjantal üzüntüsünü belirtmek için hepsinden önce öne atıldı. – Claudine-Alexandrine, Pon de Vel, François Voltaire ve Charles Montesquieu düğüne gittiler. Aisse ile ben gidemedik…

– O gün sen ve ben, bir de Arjantal düğüne gidememiştik ama, – düğüne Charles de Ferriol’ün hastalığı nedeniyle gidemediklerini ağzından kaçırmaması için Ayşet acele sözü kaptı, – O gün gidememiştik ama ertesi gün kutlamaya gittik.

– Tabii, gitmiştik, – sözünün kesintiye uğratılmasının nedenini anlayan Arjantal konuşmasına devam etti, – güzel ağırlanmıştık.

– İlişkileriniz yerinde, dostluğunuzu daha da güçlendirin, – Kont bunu gençlere söyledikten sonra, dilediği şeyi sözlerine ekledi: – Küçük  Marie-Magdelen de La Vielle’in, şimdiki Kontes Parabert’in  evlenecek yaşa ulaştığını bilmiyordum… Anlaşılan, Charlotte-Elizabéth Aisse, sen de ona yakın bir yaştasın… Bu güzel günde, bu  güzel havada gezinin demedim mi size?! – Kont Ayşet için söylediklerini bir yana bıraktı, – Sizi arayacak olursam bulurum.

– Uzak bir yerde olmayacağız, baba, bahçede oturacağız, – Ayşet bir içimlik ilacı kontun masasına koydu. – Yarım saat sonra bu ilacı iç, sana yaramayacak kitapları da okuma, dinlen. İstersen bizimle gel, bahçede bizimle oturursun.

– Sizin aranızda ben ne yaparım, ilacımı içerim, biraz da dinlenirim, – diyerek Charles de Ferriol, ilgisiz bir şey söyledi: – Pon de Vel, Aisse için gerekli değil, ama senin Türkçe öğrenmen gerekiyor…

Doğanın en güzel olduğu bir bahar gününde Ayşet ve yanındakiler gülüp oynaşarak bahçede otururlarken, Arjantal bütün gün boyunca kendisini kaygılandıran ve içinde taşıdığı şeyi  söylemeden edemedi:

– İşte, annemle Claudine ve bir de Laroche, amcamın kötü durumda olduğunu söylüyorlar, ama onun o kadar da ümitsiz bir hasta olmadığını gördünüz. Onların ne dediklerini biliyor musunuz?

– Ne demişler?!. – Ayşet hemen kafasını kaldırdı.

– Ne dediklerini onlardan habersiz duydum, sakın bunu onlara çıtlatmayın. Bu delirmiş haliyle kontun evde kalması uygun olmaz diyorlardı… Onun için bir planları var ama ne olduğunu çıkaramadım.

– Kendini zor tutan Ayşet sert bir hareketle ayağa kalktı:

– Siz oturun, ben hemen dönerim…

İshak Maşbaaş (Tarihi roman, s. 288-297)

(Devamı var)

 

***

Ayşet – 41

V (s. 298 – 305)  

Bir gün Sophie gülerek Ayşet’e sordu:

– Aisse, sen Laroche’a ne yaptın?

– Bizi iyileştiriyor derken, Sophie, benim onu iyileştirdiğimi mi düşünüyorsun? – Ayşet ne denmek istendiğini anlamış, şakayla karışık bir yanıt vermişti.

– Evet, Aisse. Daha önce hiç yapmadığı üzere sana saygı gösteriyor, seni seviyor, tatlı dil döküyor, etrafında pervane gibi  dönüyor.

– Laroche hep öyle değil miydi? – Ayşet yapmacık bir gözle Sophie’ye bakıp daha kararlı konuştu. – İki yüzlü, laf taşıyıcı huyundan vazgeçmesini kesin bir dille söyledim.

– İyi demişsin, bana da artık asılmıyor.

– Niye sana?

– Bilemiyorum!.. – Sophie gülümsedi. – Sende bir kadın hastalığı var mı, seni bir muayene etsem iyi olacak deyip peşimi bırakmıyordu. Artık rahatladım.

– Onun gibi kişiler için büyük annem ne derdi biliyor musun? “Durmayan duracak konuma düşer” (Мыуцурэр къиуцукI IокIэ) derdi. Anımsar mısın, o gün Laroche’la öyle konuşmasam, onu durduramazdım, – Ayşet geçmişi anımsayarak bir iç çekti.

– Ne dediysen pişmanlık duyma, dersini vermiş oldun.

– Ben yalnız değildim, iki kardeşim, Pon de Vel ve Arjantal da arkamdan koşup ona demediklerini bırakmadılar. Onu korkuttular. Ağızları büzemezsin, ama evdeki dedikodular da azalmış oldu.

– Kontes Marie-Angélique artık arkandan konuşmuyor, dedikodu yapmıyor.

– Sophie, bunu da mı fark ettin?

– Sana yönelik olduğunda, Aisse, her şeyi fark ederim, – Sophie sevgi dolu bir gözle Ayşet’e baktı.

– Sadece beni mi?..

– Hayır, hayır, – Sophie neyi sormak istediğini hemen anladı, – baban kontu, Pon de Vel ve Arjantal’ı severim. Jeanette-Nicole’ü de unutmuyorum tabii. Sana iyi davrananlara, Aisse, ben de iyi davranıyorum, ama Claudine-Alexandrine bunu hak etmiyor…

– Öyleyse, Sophie, içindeki her şeyi bana açmış olmadın mı?

– Bir ara söylemiştim, yine söyleyeyim, Aisse: Bu koca dünyada senden başka beni düşünen ve kollayan kimsem yok, içimdekini senden gizlemiyorum.

– Teşekkür ederim, Sophie, – Ayşet’in içi bunaldı. – Ben de o konuda senin gibiyim. Bugün bu birbirimizi kollama, birbirimize yakınma durumu nereden çıktı ki? Umudumuzu yitirmemeliyiz! “Binicinin umudu yok oldu mu, atı da koşmaz” diye bizim tarafımızda, Çerkesiye’de bir söz vardır. Biz at binicisi değiliz, ama bilgelik dolu o eski sözü de unutmamalıyız. Babamın durumu nedir acaba? – diyerek, Ayşet pencereden baktı. – Laroche ve Desten’le konuşuyor, işte Arjantal da okuldan dönüyor, bu yıl büyüdü ve uzadı. Bir ay sonra okulu bitirmiş olacak. – Arjantal! diyerek sevinçle ona el işareti yaptı. – Arjantal konusunda, bilmiyorsan, sana iyi bir haber vereyim. Okulu bitirdikten sonra nerede  çalışacak biliyor musun?

– Nerede? – Sophie, kaygılı bir ifadeyle Ayşet’e baktı, tahmin ettiği, kuşku duyduğu şeyi hemen sordu: – Babası kontun yanına, Dauphiné mi gönderecekler, öyle mi?

– Bir ben kalsam bile onu oraya göndertmem, – Ayşet duyduğu bu şeyi uygunsuz ve yakışıksız bulup reddetti, – Amcam Auguistin-Antoine’ın orada kaldığı süre yetmez mi! Arjantal başarılı bir öğrenciydi, onun için Parlamentoda çalışması uygun bulundu.

– Güzel bir haber, Aisse, seni kutlarım. Benim duyduğum şey farklıydı, bu nedenle Dauphiné mi diye sormuştum, bu söylediğim şeyin aslını, dedikodusuz söyleyeyim, olmaz diyecek olursam bağışla, sana söyleyeyim.

– Sophie, canımın içi, – Ayşet gülümsedi, – o kadar da kendini yiyip bitirme, lafını uzattığın şeyi ben sana söyleyeyim: – O bildiğin iki kız kardeş, beni sürekli destekleyen bu iki erkek kardeşten birini benden uzaklaştırmak istedi. Ama, Pon de Vel ile Arjantal, “Öyle yaparsanız, Aisse ile birlikte üçümüz bir olur, sizi dışlarız” dediler annelerine.

– Öyleyse, Aisse, durum daha iyi olmadı mı? – Ayşet’in içine düştüğü kötü durumun farkında olan Sophie sevindi.

– Hayır, hayır, – diye Ayşet kaygılandı, – zavallı babamı bu iki kız kardeşin insafına bırakır mıyım hiç?! Öyle yapacağıma öleyim daha iyi!

– Sophie, Ayşet’e sevgi dolu bir bakış yöneltti ve ona acıdı. İyi gözle bakması, Ayşet’i gördüğü ilk günden bu yana, içine düştüğü bu ailede kötülük düşünmeden yaşıyor olmasından kaynaklanıyordu. Kendisine ne kadar olumsuz yaklaşsalar, ne kadar kaba davransalar da, Ayşet’in Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine aleyhine kötü bir söz söylediğini anımsamıyordu. Ferriol ailesine yönelik kötü bir şey söyleyeni de bağışlamıyordu. Uçarı, edepsiz doktor Laroche’a çıkışmasının nedenini şimdiye değin kimseye söylememişti, bunu sırtında bir yük olarak taşıyordu.

Uzak bir ülkeden gelmiş olduğu için mi yoksa altın kafese kapatılan bir kuşun kendisini hapsedilmiş olarak  görmesi gibi bir şey miydi Sophie’nin Ayşet’e acımakta olması? Böyle düşünen Sophie’nin durumu da neydi? Sophie, doğmuş olduğu ülkede yalnızdı, ehil akrabası yoktu, kimsesizdi, bu durumu altın kafese benzetmese de, yine o yerde yaşıyor, çalışıyor ve geçimini sağlıyordu. Burası onun kanı, sesi, mutluluğu, kalp ağrısı, dili ve destanıydı. Zorluk çekiyordu, ama burası toprağı ve göğüydü. Nereye giderse gitsin kendisine “yabancı” demiyorlardı.

Yokluk ve mutluluk, her ikisi de kişiyi etkiler, ancak farklı etkiler. Ayşet’le Sophie’yi içten birbirine bağlayan şey de bu olmalıydı. O zaman, Kont Charles de Ferriol ile Ayşet, Pon de Vel, Arjantal kardeşlerle, Marie-Angélique, Claudine-Alexandrine kız kardeşlerle Ayşet, Jeanette-Nicole ile Ayşet, Doktor Laroche ile Ayşet, François Voltaire ile Ayşet ve diğerlerini kim bir araya getirdi ki?

Yaşam ve rastlantı, onları bir araya getirmiş ve birbirinin karşısına çıkarmıştı, bazen iyi, bazen de zor ilişkiler yaşıyorlardı.

“Şanslıymışım, Tanrı, kardeşlerim gibi beni Sophie ile bir araya getirdi, – Ayşet içten bir sevinç duydu. – Pon de Vel ile Arjantal erkek, onlara söyleyemeyeceğim bir şeyi Sophie’ye söyleyebilirim. Zor bir durumla karşılaştığımda bir tek ona danışıyorum. Büyük annemin  “Derdini anlatacağın biri olmazsa, yastığını karşına alıp ona anlat” (Yигук1ае зэп1oтэн щымы1э хъумэ, шъхьантэр уапашъхьэ игъэт1ысхьи, е1уат) dediği gibi, Sophie benim solumamı sağlıyor. Öyle ama, yastık sonunda dayanamaz, kararır, sızlanmalarım ya Sophie’nin canını sıkmaya başlarsa? Bana karşı dikkatli olduğu gibi, ben de ona karşı dikkatli olmazsam, sonu ikimiz için de iyi olmaz. – Fahri ile Orhan’ın bir ara beklenmedik biçimde yanına gediklerini anımsadı: – Onlara kızmış ve onları üzmüştüm, onları dinleyip İstanbul’a gitmiş olsaydım, hastalığında babama belki yardımcı olabilirdim. Kim bilirdi ki babamın hastalanacağını?.. Suçlu kişi bunları bizden gizlemiş olan Laroche’tur. Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine babamın hasta olduğunu bilmiyor olabilirler miydi? Marie-Angélique bilmese bile, Claudine-Alexandrine’in bilmediğine inanmam.

Kınadıkları arasına kendisini de katarak, Ayşet, Sophie’ye çıkıştı:  

– Yeter artık, Sophie, ölü başında yas tutar gibi niye oturup duruyoruz! Tanrı dost-düşman kimsenin başına getirmesin, o acıyı bize yaşatmasın, – Ayşet ayağa kalktı, acıdığı babasına pencereden baktı. – Baba rahat oturuyor, Arjantal’e bir şeyler anlatıyordu. İyi durumda olmasaydı, Desten ile Laroche babasının yanından ayrılmazdı. Babam adına beni sevindiren şey nedir bilir misin, Sophie? Bahçede oturmasının eve kapanmasından daha iyi olduğu.

– Temiz hava alıyor.

– Sadece o şey değil. “Dedemin beyaz koca taş evini gördükçe huzur duyuyor, dertlerimi unutuyorum” demişti bana günün birinde. Bunun babama şifa getireceğini, iyileşeceğini umuyorum.

– Tanrıya söyle, – duvarın gerisinde bulunan Tanrı resminin karşısında başını eğdi ve istavroz çıkardı.

Ayşet de Tanrıya yalvardıktan sonra konuştu:

– Böyle bir inancımın olma nedenini Sophie, sana söyleyeyim. Eski ülkemize, Çerkesiye’ye dönmeyi düşünmüyorum, ama doğduğum evi, bahçeyi tek bir kez göreyim, burada, Fransa’da daha fazla huzur bulacağımı sanıyorum… – Zayıflık göstermemesi için Ayşet, konuşmasını değiştirdi: – Öyle, Sophie, şimdi işlerinin peşine düşebilirsin, ben de babamın yanına gidip Arjantal’e, dün akşam izlediği Komedi Tiyatrosu’ndaki Lafonten temsilini anlattırayım.

– O temsil değil miydi, Aisse, geçen hafta Pon de Vel ile birlikte izlediğiniz piyes? Bana anlatmıştın ya…

– Temsilde François Voltaire de bizimle birlikteydi. Üçümüz farklı değerlendirmiştik. Şimdi de Arjantal’in görüşünü almak istiyorum. – Sophie’nin kaygılı bakışının nedenini Ayşet anlamıştı, hemen açıklamada bulundu: – Hayır, hayır, babanın önünde onunla tartışacak değilim.

Ayşet dediği gibi kontun yanına gitti. Arjantal’e sormadan önce, Charles de Ferriol’ün ellerini okşadı, durumunu kontrol etti, öğle güneşinden rahatsız olup olmadığını sordu, gömleğinin düğmesini ilikledi.

– Bugün iyiyim, – dedi kont, – Arjantal’in getirdiği güldürücü haberler beni sevindirdi. Kraliyet Koleji’nin üç başarılı öğrencisinden biri olduğu bugün ona bildirildi, Parlamentoda kendisine iş verildiği de söylendi. Tebrik ederim, Arjantal, tebrik ederim, de Ferriol ailesini utandırmadın. Ben de, Aisse, bir zamanlar o kolejden mezun olmuş, aynı parlamentoda çalışmıştım, yıllarca Fransa elçisi olarak değişik ülkelerde bulundum, kralımı, ülkemi ve ailemi en iyi biçimde temsil ettim… şimdi başıma geleni görüyorsun, kimsenin umurunda değilim…

– Niye umurumuzda olmayacaksın, kont? – Arjantal bastırarak “kont” dedi ve amcasına gülümsedi, – Kolejimizin açıldığı günden bu yana en başarılı biçimde okulu bitiren üç Ferriol var, sen, Pon de Vel ve ben. Başarılı kişilerden söz edilirken, adı söylenen ve örnek gösterilen kişiler arasında senin adın da söyleniyor.

– Öyle mi?.. – kontun solmaya başlayan yüzü yeniden kanlandı. – Biz Ferriol’ler öyleyiz, ama Guérin de Tencin kontları bunu anlamak istemiyorlar… Arjantal, o kendini beğenmiş, yazar geçinen teyzen Claudine-Alexandrine övünüp duruyor…

– Baba, – Ayşet kontun sözünü kesti, – Arjantal Komedi Tiyatrosunda izlediği temsili bize anlatsa da dinlesek diyorum.

– Paris’te öyle bir tiyatro mu var?.. – Charles de Ferriol gençliğinden beri gittiği tiyatroyu unutup sordu, ardından anımsayıp sözünü değiştirdi: – Molier’in piyeslerinin temsil edildiği Baron oyuncusunun bulunduğu tiyatro mu? Niye Baron deniyor, bana anlatır mısınız?

– Adı Michel, – Arjantal amcasına hemen yanıt verdi.

– Evet, Michel… adı Michel Baron idi, iyi bir oyuncuydu!

– Baba, Michel Baron hala sağ, çalışıyor ve sevilen bir sanatçı, – Ayşet yumuşak ve sevecen bir yaklaşımla konta yaşlanmış oyuncuyu anlattı.

– Öyle mi?.. – Kont duyduğu şeye şaşırdı, biraz ara verdikten sonra konuşmasını sürdürdü: – İyi insanların ülkeye hizmet ederek uzun bir süre yaşamaları gerekir. Ben de onlardan biriyim, farkında mısınız?.. Tiyatroda erkeklerin beğendiği Adriana ile Lecouvreur çalışıyorlar.

– O, Adriana Lecouvreur’dür “Fiorintina” temsilinde kadın Artanas rolünü oynuyor.

– Temsili beğendin mi, Jan? – Ayşet sordu.

– Adriana Lecouvreur’ün rol aldığı bir piyesi beğenmemek elde mi!.. – diyerek temsili görmüş gibi Charles de Ferriol konuştu.

– Doğru, kont, doğru, – Arjantal amcasına katıldı, – Adriana Lecouvreur ve Michel Baron sahnede rol almamış olsa, temsilin adı bile anılmazdı. Bu ikisi temsilin adını duyuran ve çekici kılan kişiler.

– Ben de aynı görüşteyim, öyleyse sen, ben ve Arjantal üçümüz de aynı görüşteyiz, – Ayşet duyduğu şeye sevindi, ama başkalarının değerlendirmelerinden de söz etti: – Öyle ama, Pon de Vel ile François Voltaire temsilin eksik yanının bulunmadığını, izleyicileri güldürdüğünü, mutlu ettiğini ve düşündürdüğünü söylüyorlar.

– Bilemiyorum, ben öyle bir şey fark etmedim, – Arjantal ince omuzlarını öne itti, – güldürücü yanı var ama düşündürücü bir yanını göremedim.

– Seni güldüren her şey ilginç olamaz, Jan, değil mi? Moliere bunu izlemiş olsaydı ruhsuz gösteri der, gülerdi. Bu büyük sanatçı Adriana Lecouvreur’e acır, herkesi azarlardı.

– Kimi çekiştiriyorsunuz, Adriana Lecouvreur’ü mü? – şimdiye değin konuşmadan oturan Charles de Ferriol konuşmaya katıldı, yanıt beklemeden görüşünü söyledi. – Adriana’yı, o güzel kadını kötülemeyin! Öyle diyorum ama Charlotte-Elizabeth Aisse, o senden güzel değil…- gülümsedi, kendi istediği eklemeyi yaptı, orada da durmadı: – Onun bu gece yanımda olduğunu biliyor muydunuz? Şu gelen Kontes Marie-Angélique’ten değil, güzel Adriana’dan söz ediyorum.

Ayşet, Charles de Ferriol’ü daha fazla bahçede bırakmaması gerektiğini anladı, kontu eve götürmeyi söyleyecekken azarlar biçimde Marie-Angélique çıka geldi:

– Ne diye yakıcı güneşin altında oturuyorsunuz?

– Bahçede oturmuyoruz biz, -diye kont yengesine yanıt verdi, – Kraliyet Komedi Tiyatrosu’ndayız, oradaki güzel kadını tanıyor musun?

– Kont, Adrina Lecouvreur’ü kim tanımaz ki? – Marie-Angélique gülümsedi, kayınbiraderine sorup iğneleyici, ama şakayla karışık bir laf attı: – Orada, yaşlanmış biri demezsen yakışıklı erkek Michel Baron da bulunuyor… Sözlerinin Ayşet’in hoşuna gitmediğini fark edince, hemen dönüş yaptı: – Onlar önemli değil, öğle yemeği hazır. Haydi gidelim, Arjantal, senin bir şey yemeden sabah evden çıktığını söylediler.

– Öğle yemeği vakti mi gelmiş? – bunalımı atlatmış gibi Charles de Ferriol sordu, yanındakilerin önüne düştü.

Arjantal da söyleyemediği şeyi Ayşet’in kulağına fısıldadı:

– Pon de Vel’in temsili beğendiğini söylemesinin nedenini, Aisse, istersen sana söyleyeyim: gösteriyi sahneye koyan rejisöre  biraz yardım etti de ondan. François Voltaire bunu biliyor, ağız birliği ediyorlar, aslında beğendiklerini sanmam.

– Bunu bilmiyordum… – Ayşet, bir yanıyla konta yaklaşıp elinden tuttu.

Marie-Angélique bunu görünce oğlunu azarladı:

– Jan, gör, Aisse’nin babasını ne denli sevdiğini… senin elimi bir kez olsun tuttuğunu görmedim.

– Anne, ben kız çocuğu muyum?..

– Evet, Jan, evet, sen beni sevmiyorsun… Anneni sevmen için kız çocuğu olmak mı gerekiyor?.. İki çocuğumdan biri kız olsaydı, şanslı olurdum…

İshak Maşbaş (s. 298-305)

(Devamı var)

****

Paris’te Bir Çerkes Kızı –

Ayşet – 42 (s.305 – 314)  *

Yaşam, gece ve gündüz gibi birbirini izler, gizli ya da açık yanlarını ayırmak kolay değil. İnsan da tekdüze değildir: Kahkaha atarken de kızar; gülerken de ağlayabilir; iyilik tarafı çok; kötü yanı az sayılmaz; yiğitliğini korur; korkaklığı yüzünden sıkıntı çeker. Biri kıskanç, diğeri baştan çıkarıcı, kıskanılan; üçüncüsü seveni çok, dördüncüsü izole, yalnız yaşayan kişidir.

Her bir kişiye hak ettiği ya da etmediği söz söylenebilir. Ama hak etti mi, etmedi mi? Yaşadığı süre boyunca adam yerine  konulmayan kişiler vardır, öldükten sonra, kelse gür saçlı, körse, badem gözlü olduğu, topalsa dans ettiği söylenir. Çolak idiyse odun kestiğini söyleyerek, eksik yanını bir yana atar, gerçeği yalanla, yalanı gerçekle değiştirdikleri durumlar da çok görülür. Öyle yapan kişiler, kahraman olsan bile seni korkak, doğru kişi olsan da seni yalancı, iyi biri isen seni kötü gösterirler.

Böylesine bir ortamdan kaçıp Charles de Ferriol nereye gidebilirdi, iyi ya da kötü yanlarıyla, hastalanmış ve aklı karışmış biri olsa bile diyecek söz buluyordu. Duyacağı bir yerde, kontun karşısında iken, kontun geçmişinden söz ederlerken, geçmişinin iyi ve güzel olduğunu söylüyorlar, bugünkü zor durumunu ağızlarına almıyorlardı. Ama arkasını döndüğünde, hasta olduğunu düşünmeden  demediklerini bırakmıyorlardı. Bu gibi sözler büyük evde konuşuluyordu, ama dışarıya sızdırılmıyordu. Bütün bu şeyler koca taş malikanenin içinde kalıyor, dışarı taşmıyordu.

Kontun umutsuz bir hastalığa yakalanmış olduğunu Ayşet her geçen gün daha iyi kavrıyordu. Laroche’un verdiği ilaçlar işe yaramıyordu. Ayrıca o ilaçlar doğru ilaçlar olabilir miydi? “Muayene sonrası ona rastgele ilaçlar veriliyor olamaz mıydı?.. – Ayşet aklına gelen bu şeyden hemen geri adım attı, kendi kendisini kınadı, – Laroche’u azarlamamdan bu yana öyle şey yapmaz, beni takmasa bile kardeşlerimden çekinir. Ayrıca babamın  durumu hep kötü değil. Bunu Marie-Angélique, Laroche ve Claudine de biliyor. Babam için ben ne yapabilirim? Ona iyi davranıyor olmam yetmez. En üzüldüğüm şey kardeşi Augustin-Antoine’ın umursamazlığı. Marie-Angélique’in daha fazla kocasının yanına, Daufiné’ye gidip kalmaya başlamış olması bunun bir nedeni olabilir mi, kocası da daha az Paris’e gelmeye başladı. Ayda bir iki kez mektup gönderdiği oluyor, onları okumaya başladığımda, “mektupla beni sormasın” deyip dinlemiyordu. Babam bir şey demiyor ama onu bu işten anlayan uzman bir hekime göstermek gerekmez mi? Bu konuda Jeanette-Nicole’ün yardım edebileceğini, kralın doktorlarından biri ile konuşabileceğini söylemişti. Sağ olsun sonunda bu olanağa ulaştım. Babamın tedavisinin uzamasında benim de kusurum var, bu konuda Feriol’lerin arasına geldiğim günden beri Kardinal  Hercule André de Fleury beni tanıyor, onunla konuşmalıydım. Yakınlarda XIV. Louis’nin ölümünde ve cenaze töreninde kendisiyle konuşmuştum, babamın durumunu sormuştu…”

Kalp ve ruh birbirini anlar dedikleri doğru olmalı, Ferriol’lerin bahçe kapısı önünde duran bir fayton Ayşet’in düşüncelerini dağıttı, onu kapıya baktırdı. Sonbahar yeli içinde uyuklamakta olan Charles de Ferriol’ü de uyandırdı, faytonla geleni bekliyormuş gibi kont konuştu:

– Önemli biri gelmiş olmalı.

Bir süre önce başpiskopos iken kardinalliğe yükseltilen Hercule André de Fleury (Erkül Andre dö Flöri), yanında kuru zayıf bir adamla birlikte bahçeye girdi. Ayşet beklemediği bu konukları hemen karşıladı. Charles de Ferriol yanına  gelen kardinalin elini başını eğerek öptü, kucakladı, güneş-kralımızın aramızdan ayrıldığı, cenazesine katılamadığı, son görevini yapamadığı için üzgün olduğunu söyleyip ağlamaya başlayınca  Hercule André de Fleury onu teselli etti:

– Öyle, öyle, kont, ne yapabiliriz, elimizden bir şey gelmiyor, güneş- kralımız aramızdan ayrıldı, gitti diye üzülüp kendini yıpratma, – diyerek kardinal kontun elinden kurtuldu. – Böyle durumlarda söylenen sözü söyleyelim: “Kral öldü, yaşasın kral”.

– Öyle, kardinal, öyle, Hercul André, kral öldü, kral artık yaşamıyor, – dedikten sonra Charles de Ferriol devam etti: – Burada değildim, elçilik nedeniyle Türkiye’de olmasaydım, zavallı güneş kralımın cenazesine sizinle birlikte katılırdım… Siz de bilirsiniz devlet işi her şeyin üzerindedir. İşlerimiz böyle yürüyor… – kontun konuşma biçiminden durumu anlamış olarak, konuklar birbirleriyle bakıştılar, ama devamında onları kendine getirdi. – Kardinal, bu yanındaki konuğumuzu çıkaramadım.

– Yanımdaki, kont, Silva Jean-Baptiste, kralın özel doktoru. Büyük oğlum biraz rahatsızlanmış, ona götürmüştüm, evinizin önünden geçiyorduk, seni bir göreyim diye geldim, – Jeanette-Nicole’ün ricada bulunduğunu belli etmeden konuştu ve sözünü kesti, – bir rahatsızlığın varsa, kont, doktordan rica edelim, sana da bir baksın, bana da döndüğümüzde bakacak…

– Hercul André, eski dostum, – Charles de Ferriol duyduğuna sevindi, – bir rahatsızlık olsun geçirmeyen kişi olur mu hiç! İşte gelinim Marie-Angélique ile birlikte gelen kardeşlerim daha doğmadan başımız ağrıyor diyorlar. Charlotte-Elizabeth Aisse de etrafımda pervane olurken, beynine kan sıçrıyor… Değil mi, Aisse?

– Öyle deme, baba, bana asla sıkıntı vermiyorsun. Kardinal Hercule André’nin baktırdığı gibi sen de bu uzman hekime bir muayene ol, derim.

– Aisse! – Charles de Ferriol  duyduğu bu söze şaşırdı, – Genç Silva Jean-Baptiste’in usta bir hekim olduğunu nereden biliyorsun?

– Baba?.. – kızmadan gülmeden Ayşet konta baktı.

– Evet, evet, – sorduğu sorunun yanıtına aldırmadan, kont sözünü değiştirdi, – mesleğinde yetenekli olman için yaşlı ya da genç olmak gerekmez. Ben kralımızın hekimi olarak Shyrak Pierre’i tanırdım. Kadın hastalıkları uzmanıydı. Ona ne oldu? Beni tanısa da tanımasa da selamımı söyleyin. Bir defasında, – Ayşet’in orada bulunduğunu unutmuş olmalı, Charles de Ferriol kahkaha atarak konuştu, – güzel piliçlerim, kadınlarım konusunda onun yardımını çok gördüm, kendisi de o gibi konularda sorun çıkarmazdı, şimdiki durumunu bilemem tabii…

– Baba!.. – Ayşet sesini konta karşı yükseltti.

– Sen misin, Aisse?.. Bağışla, bağışla… Doktor, ne diye oturuyoruz ki, muayene edip durumumu öğrenmek istiyorsan, hadi içeri geçelim… Şu gelen kontes kafamızı ütüler, bize söz bırakmaz… Kusura bakma, kardinal, hemen dönerim. Haydi, Ayşe, benim biricik şifa kaynağım, umudum sensin…

Oturanlardan Arjantal fırlayıp Ayşet’in peşinden gitmek istedi, Ayşet’in isteği üzerine isteksizce geri döndü. Selamlaşmadan sonra, kardinalin Marie-Angélique’e söylediği şeyi Arjantal de duydu:

– Charles de Ferriol’ün bu denli kötü durumda olduğunu bilmiyordum, kontes, hiç iyi olmadı. Jeanette-Nicole doktor bulmam için ricada bulunmamış olsaydı kontun durumunu bilemeyecektim.

– Jeanette-Nicole ne diye bu işe karışır ki?.. – Marie-Angélique duyduğu bu şeye çok kızmıştı, ama her zamanki gibi kendisini gemledi, yine de söylenmeden edemedi. – Öyle olmalı, Jeanette-Nicole kontun sağlığını düşünüyor, onun için üzülüyor olmalı.

– Anne, – Pon de Vel karşı çıktı, – Aisse’nin öğretmeni Jeanette-Nicole için böyle konuşma.

Kontes Marie-Angélique Ferriol ile Kont Hercule André de Fleury akrabaydı, kardinal duyduğu şeye içinden sevinerek gülümsedi ve konuşmasını sürdürdü:

– Kontes, Kont Charles de Ferriole’ün durumuna üzülen sadece adını andığın o güzel din kadını, o güzel öğretmen değil, ona ilgi duyan kardeşin Pierre Guérin de Tencin de var. İkisi birlikte yanıma gelip size getirdiğim bu doktor için ricada bulundular.

– Anladın mı şimdi anne?! – şimdi Arjantal’in gözleri parlamıştı.

– Amcana yardım ediyorlarsa tabii anlarım, – oğlunun çıkışmasına karşılık vermeyi başardı kontes, – Onlar Kont Guérin de Tencin tarafından akrabamız olan Kardinal Hercule André’ye teşekkür ederim. Sevgili oğullarım, kendi ve Hercule André adına ricada bulunuyorum, bizi kardinalle biraz başbaşa bıraksanız da konuşmama izin verseniz diyorum.

– Marie-Angélique bu gençlerden saklayacak şeyim yok, – Hercule-André her iki gence de baktı, – Bu gençler artık çocuk değiller, dediklerini ve duyduklarını bilecek yaştalar, ama sen öyle istiyorsan baş başa da konuşabiliriz.

Fransa kardinalinin tatlı konuşması üzerine Pon de Vel ile Arjantal uzaklaşıp başka bir masaya geçtiler, Marie-Angélique de hapşırıp konuşmaya başladı:

– İşte böyle, kardinal, doğurduklarımız bile bizi eğitmeye kalkışıyorlar.

– Kontes, torunlarım için öyle konuşmanı istemem. Onlar eğitimli, okumuş çocuklar, amcaları ve babaları gibi Fransa için çalışıyorlar. Beni üzen şey başka, bu son yıllarda gençler arasında kiliseye bağlılık gevşemiş durumda. Vasco da Gama ve Kopernik gibi gibi kişilerin din karşıtı görüşleri yayılıyor. Doğrusunu söylemem gerekirse, kontes, yanınıza bu gelişim Tanrı işi için, kendi işim için değil. Tanrının sana verdiği şeye rıza göstermen, onunla yetinmen gerekir. Ama benim bildiğimden fazlasını O biliyordur, zor durumdaki konta doktor getirdim.

– Kont Charles de Ferriole iyileşir mi acaba? – Marie-Angélique’in düşüncesi farklı da olsa, kayınbiraderi için üzülüyormuş gibi yapıp onu övermiş gibi davrandı: – O benim kayınbiraderim, Kont Augustin-Antoine’nin ağabeyi olduğu için söylemiyorum, o dur durak, yorulmak nedir bilmeden, Fransa için çalıştı ve hastalık kaptı. Gönülden bağlı olduğu kralımızdan yardım bekler, tek umut kaynağımız derken aramızdan ayrıldı. Hasta ve bakıma muhtaç olduğu bir yana, büyük bir kızın ağır bakım yükünü de üstümüze yıktı, şu an aramızda. Yeni kralımız XV. Louis bir bebek, henüz beş yaşında. Onun kraliyet işlerini yürütecek olan kral naibi Dük Philippe d’Orléans bizi duyar, isteğimizi yerine getirir mi? Zavallı kont da iyileşip aramıza katılır mı acaba?

– Kontes, iyileşip iyileşmemek, Tanrının bileceği bir şey, – Kardinal Mari-Angélique’in son sorusunun önünü kesti, – ancak iyiliğini esirgememesi, günah işlemişse bağışlanması için Tanrıya yalvarırız. Öbür emeklilik konusuna gelirsek, kötü bir durum yok, Tanrı yardımcımızdır, Kral naibi bizi duyar. Naip Kont Charles de Ferriol’ün Fransa için yaptığı hizmetleri bilmeyen biri değildir. O konudaki işleri, Tanrının bilgisi dahilinde ben yükleniyorum.

– Teşekkür ederim, Hercule, – Marie-Angélique kalkıp kardinalin elini öptü.

Ayşet ile kralın doktoru Silva Jean-Baptiste Charles de Ferriol’e ilaç içirip yatağına yatırdıktan sonraki konuşmaları hastanın durumu ve iyileşmesi  üzerineydi. Kontesin yalvardığı şeylerden farklıydı.

– Doktor, konuşmama öncelikle sana, kardinale ve Jeanette-Nicole’e, hepinize teşekkür ederek başlamak isterim, – Ayşet, medet umar gibi  doktora bir göz attı: – Babam için söyleyeceğin şeyi, iyi ya da değil duymaya hazırım. Ancak bir ricam olacak: Durumu iyi değilse, kardinal ve jeanette-Nicole dahil ikimizden başka kimse bilmesin. Sana ve diğerlerine güvenmediğim için değil, gerek duyduğumda durumu ben onlara anlatırım.

– Tamam, matmazel, – doktor kısa kesti, yüzüne karşı gülümseyerek konuşmasını sürdürdü: – Charlotte-Elizabeth Aisse, kraliyet ailesi içinde ve bahçe toplantılarında senden söz edildiğini çok duydum, ama bu denli güzel ve kararlı bir kızla karşılaşacağımı beklemiyordum.

– Güzel miyim bilemem… – olduğundan da güzelleşecek biçimde Ayşet gülümsedi, ardından yüzü soldu, sözünü tamamladı: – “Pıtağe” – “Kararlı olma” dediğin şeyi ben yaşayarak kazandım. Bunlar önemli değil, doktor, bana babamın gerçek durumunu söyle.

– Matmazel, ricada bulunmana gerek yok, gerçek ile gizlilik mesleğim gereği, bunu sen de bilirsin, bir daha bu konuyu açmayalım, – dedi alçak bir ses tonuyla Silva Jean-Baptiste, Ayşet’in bir umut diye beklediği şeyi açıkladı: – Kont Charles de Ferriol hasta, ama şimdilik korkulacak bir durumu yok.

– Doktor, “şimdilik” demekle ne demek istiyorsun?

– Kontun hastalığı zor iyileştirilebilecek bir hastalık, yerinde, dengeli konuşurken abuk sabuk konuşmaya başlıyor. Yaşı ilerledikçe belleği gerileyecek, daha kötü olacak. Ama kont, zapt edilmesi zor hastalardan değil, nöbetler geçirecek, ama sizi fazla üzmeden yaşamını sürdürecek. “Fazla” dememin nedeni, olmayacak şeyler söyleyebilir, olmayacak isteklerde bulunmaya kalkışabilir, bu gibi durumlarda dikkatli olun, evden ayrılmasına, caddeye çıkmasına izin vermeyin.

– Babam, hastaneye yatırılmasın da, evde ne derse, ne yaparsa yapsın, razıyım, – Ayşet kalbini bastırarak, duyduğuna razı olmuş gibi konuşmuştu.

– Kont, hastanelerde bakılan ağır hastalardan değil, ben bunu Kontes Marie-Angélique, Kardinal Hercule-André Fleury ve Naip-Dük Philippe d’Orléans’a da söyleyeceğim. Matmazel Charlotte-Elizabeth Aisse, konta ilişkin daha başka öğrenmek istediğin bir şey var mı? – Ayşet cüzdanına el uzatınca doktor karşı çıktı: Matmazel, buna gerek yok. Fransa Devletine hizmet etmiş olan Charles de Ferriol için yapılacak hiçbir şey fazla sayılmaz.

– Teşekkür ederim, doktor, algılaman büyük.

– Bunu algılayan ben değilim, Naip Orleans Dükü, senin adını saygıyla anarak selamını sana iletmemi söyledi.

– Teşekkürlerimi sunarım. Orleans Dükü beni nereden biliyor, tanışmıyoruz ki… – Ayşet duyduğu bu şeye şaşırmıştı.

– Dük seni tiyatroda gördüğünü söyledi.

– Öyle olabilir, tiyatroyu severim, – Ayşet önemsememiş gibi bir yanıt verdi, ardından gizlediği şeyi doktora söyledi: – Bir ricam daha var. Doktor Laroche’un babama verdiği ilaçları görmeni, uygun mu, değil mi söylemeni, bunu ikimiz dışında kimseye söylememeni istiyorum…

Kralın hekimi Silva Jean-Baptiste’in yanıt vermesine zaman kalmadan Pon de Vel kapıyı açtı:

– Aisse, kardinal niye oyalanıyorlar diyor…

– Pon de Vel, sessiz ol, babam uyuyor… Doktor siz kardinalin yanına gidin, ben babamı kontrol edip yanınıza geleceğim.

Doktora ilk soruyu Kontes Marie-Angélique sordu:

– Doktor, zavallı hastamız kont ne durumda? Uzun bir muayene oldu, sana olmayacak bir şeyler söylemiş mi bilemiyorum… Geleceğinizi bilseydim, bugün aile hekimimizi izne göndermezdim. Aisse’ye ne oldu ki?..

– Evet, Aisse nerede?.. – Arjantal de annesine katıldı.

– “Ne oldu, ne oldu…” diye kardeşini taklit ederek, Pon de Vel homurdandı. – İşte Sophie ile birlikte içecek su getiriyorlar?

– Kont Charles de Ferriol hasta, artık çalışamayacak durumda, – dedi doktor, tartışan iki kardeş yatışınca. – Zaman zaman aklı başından gidecek, ardından kendine gelecek, öyle yaşayacak. Temiz hava, dinginlik ve rahatlatıcı ilaç tedavisi olacak, kontes hastanıza öyle bakacaksınız. Biz de hastayı takip edeceğiz.

– Bu konuda, kontes, dediğim konularda sana söz veriyorum, – Hercule-André Fleury getirdiği doktora katıldı, yanlarına dönen Ayşet’e de söyledi: – Evet, Charlotte- Elizabeth Aisse, senin için şimdilik  yapabileceğimiz bu, tasalanma.

– Evet, Hercule, evet kardinal, sen de doktor, ikinize de teşekkür ederim. Gürültü patırtı olmadan zavallı kont evde otursun, başımıza iş açmasın tek. Duydun mu, Aisse, durum bu. Ferriol’lerin iyi bir aile hekimi varken, Fransa’ya büyük hizmetleri bulunan kontu tedavi için gelmiş olman beni sevindirdi, doktor. Sen, Hercule, canım, Naip-Dük d’Orleans’a söyleyeceğin şeyi unutma… Güzel kızım Aisse, öyle donuk donuk bakma bana, sen, biz ve baban, hepimiz birlikte olma durumunda değil miyiz, bunu kardinalle kontun emekliliği konusunda konuştuğumuz için söylüyorum…

(Devamı var)

s. 305-314

Ayşet – 43 (314-322) 5  

Kadınların dünya görüşleri ve aşk anlayışları farklı olur. Bazıları aşk yaşamını daha da zenginleştirmek, aşkı kendi yaşamlarına katarak çoğaltmak üzere aileler oluşturur, zorluklarla boğuşarak mutluluklarını sürdürmek isterler. Bazıları da kocaya vardıklarında, umdukları mutluluğu bekleyerek, karı-koca didişerek ve çoluk çocuk diyerek aileyi yaşatmaya uğraşırlar. Üçüncü kesim de, beklediğini bulamadığında, odaya dalıp kaçan minik kuşlar gibi, kendilerini kapı pencere demeden evden dışarı atarlar.

Dördüncü- beşinci kesimlere gelirsek?.. Onlar da Kont Charles de Ferriol’ün yaşamını andırır, kadın, erkek telaşına girmeden ve gerilerine bakmadan yollarına devam ederler. Rast gelmemişse bilemeyeceğin, başına gelmemişse hiç karşılaşmayacağın örnekler de yaşanabilir. Kişi yaşamındaki bu tür farklılıklar olmasaydı, sevinç, zorluk, birbirini anlama ya da anlayamama gibi durumlar oluşmaz, bu dünyaya geçici, ölümlü dünya denmezdi. Dünyanın farklı farklı kesimlere ayrıldığı gibi insanlar da farklı farklı olurlar.
Kralın özel hekimi ile konuştuktan sonra, Ayşet’te kont adına iyileşme umudu kalmamıştı.
Pon de Vel ile Arjantal Ayşet’e karşı iyi idiler. Sophie dışında, onlar da konta ellerinden gelen desteği veriyor, Jeanette-Nicole’ün de hastanın durumunu sormadığı gün çıkmıyordu. Marie-Angélique’in de konta kötü davrandığı söylenemezdi. Bazen sesini yükseltiyor olsa da, baba annesinin “inek ayağı buzağısını ezmez” dediği gibi buna katlanıyordu. Claudine-Alexandrine’in “her gün daha da mı güzelleşiyorsun” diye laf atmaları dışında kötü biri olduğu söylenemezdi. Kız arkadaşları de Paraber ve du Deffant markizler? Ya François Voltaire? Charles Montesqieu?..
Ayşet yalnız kaldığında, kendini kınıyordu, kendisine iyilik eden Kont Charles de Ferriol’ün başına geleni, kendi başından geçenlerle karşılaştırdığında, içine düştüğü zor durumu kınamaktan geri kalmıyordu. Böyle bir zor durumla baş başa kaldığında, “ben ne yapacağım, geleceğim ne olacak” diyor, Fransızca ve Çerkesçe Tanrıya soruyor, yakarıyor, istavroz çıkarıyor, kendini tutamıyor ve gözyaşları içinde derdini Tanrıya anlatıyordu.
İçini boşaltıp kendine geldiğinde, Ayşet kendini sorguluyordu: “Ben kimim?.. Ben bir Fransız mıyım yoksa bir Adıge miyim?.. Bir zamanlar Adıge (Çerkes) idiydim de şimdi Fransız mı olmuşum?.. Her iki dine de bağlı olmam nedeniyle mi bu durum başıma geliyor?… Öyle ama, küçüklüğümde, kendi ülkemde iken sadece Müslümanlık dinine bağlıydım, annem, babam ve büyük annem sadece o dini kabul ediyorlardı, o dine içten bağlıydık, yine de zorluklardan kurtulamadık. Kötülüğü Müslüman dininden kişiler yaptılar. Türk idiler, ama içlerinde Adıge insan avcıları da vardı. İşin ilginç yanı, Adıgeler ve beni çalan Türkler, şimdi dil ve din yönünden aralarında yaşadığım Fransızlar değişik insan topluluklarıdır. Dilleri ve dinleri farklı da olsa, acıma duygusu olanlar, zalimler, dikkatli ve dikkatsiz olanlar, kıskanç ve boş vermiş kişiler hepsinde de var. Fransızlar İspanyolları alaya alırlar, İngilizlerle Fransızlar ebedi düşmandırlar, birbirlerini çekemezler, Fransızlar Katolik dinini unutmuş durumdalar, İtalyanların tez canlılığı ile alay ediyorlar, Almanlar acayip dilliler, Avusturyalılar ile Polonyalıları takmıyorlar, kar ülkesinde yaşayan Ruslara da ayı diyorlar. Bunların hepsi farklı Hıristiyan dinlerine inanan insanlar. Uzak Doğu insanları Budizme inanıyorlar. Ne diye dünya böyle bölünmüş?.. Kendimi kınasam bile, onlardan kim beni duyar, kim farklılığımı anlar ve bana hak verir?!.”
Sıkıntı içindeki Ayşet, sorularına yanıt verecek birisi gelmiş gibi düşüncelerinden sıyrılıp odasını gözden geçirdi, dinledi, ardından istavroz çıkarıp Tanrı portresinin karşısına geçip dizüstü çöktü: “Bağışla beni, Azize Meryem. Duyduğun şeyleri kötülük olsun diyerek söylemedim. Sıkıntılı durumlarımda beynimde oluşan olumsuz duygular nedeniyle söyledim, beni affet. Böylesine düşünceleri terk edemeyeceğimi, küçüklüğümde bana benimsetilen İslam dinini unutamayacağımı da senden gizlemiyorum, bağışla beni, merhametini benden esirgeme. Bana ne denli bir ömür biçilmiş olursa olsun, ne denli bir Fransız kadını olacak olursam olayım, Adıge-Çerkes olduğumu da yadsıyamam…”
Ayşet odaya giren kişiye yüzünü dönmedi, Marie-Angélique’in yan tarafına geçtiğini gördü. Kontes, gözyaşları içinde duasını tamamlayan Ayşet’i teselli etti:
– Evet, Aisse, ağlamışsın… Biz de ötelerde kont uyuyor mu, sen de dinleniyor musun diye bekliyor, nefes almaksızın oturuyorduk… Gel de yanıma otur, kontun güzel ve endamlı bir kız olduğunu göreceği bu günlerde zor durumlara düştük. Tamam, kendini tüketme, perişan etme – Marie-Angélique Ayşet’i yanına oturttu ve başını okşadı, – başkalarının başına gelmeyen bir şey bizim başımıza gelmiş değil. Kont, böyle aramızda oturacak ve bizimle geçinecek ise sorun yok… – Ayşet başını hemen Marie-Angélique’in omuzundan kaldırınca kontes bunun nedenini anlayamadı ve sordu: – Aisse, ne oldu ki?.. – Ayşet’in daha dikkatli kendisine baktığını gören kontes, daha tiz bir sesle sordu. – Niye gözlerini bana diktin, olmayacak bir şey mi söylemişim?!
– Bana ne dediğini sen benden daha iyi bilirsin, kontes, – Ayşet üzüntü içinde kontese yanıt verdi, – Peki, babam aramızda barınamayacaksa onu nereye götüreceğiz?!.
– Bunu mu söylemek istiyorsun?.. Evet, evet, sıkıntı içinde isen, gereksiz konuşmamanın daha iyi olacağını şimdi anladım… Zavallı kontu hangi uğursuz yere götürebiliriz ki?.. Tanrının bize yüklediği bu yükü çekeceğiz… – Başörtüsünün köşesiyle gözlerini siler gibi yapıp yakındı. – Aisse, güzel kızım, isteyip de elde edemediğim kız çocuğum yerine Tanrı seni bana gönderdi, seni seviyorum. İstersen başka şey de söyleyeyim: Seni kız kardeşim Claudine’den daha çok seviyorum. Diğer iki çocuğum ise? Onların seni benden daha fazla sevdiklerini görüyorum, gizlemiyorum, bu nedenle onları azarladığım bile oluyor… Sense “kontes” diyor, gözlerini bana karşı şişiriyor, kötü kötü bakıyorsun…
– Marie-Angélique anne, beni bağışla,- Ayşet koca gövdeli kadını kendine doğru çekti ve göğsüne bastırdı, – ben de üzüntülerim nedeniyle boş bulundum, yoksa sana karşı bir sözüm yok.
– Evet, evet, küçük kızım, sen ve ben birbirimizi anlamayacak, birbirimizi kollamayacaksak kimi kollayacağız, sana söylediğim gibi, Claudine’in güzelliği ve kitaplar yazması dışında önemli bir yanı yok. Jeanette-Nicole, zengin sevgili peşindeki Paraber, Deffant gibi markizlere, büyük mülkü olan yeni yetmelere özenme ve onların tuzaklarına düşme. Beni dinlersen ne yapman gerekeceğini ben sana söyleyeyim. Sana bakıyorum, güzelsin, endamlısın ve akıllısın. Niçin tüm Paris’in en imrendiği bir kadın olmayasın? Bunun için biraz zaman gerekiyor, biraz sabret ve bana güven. Claudine beni dinlemiş olsaydı, bu haller başına gelmeyecek, mal mülk içinde yüzüyor olacak, bizi de hiçbir şeye gereksinim duyurmadan, bolluk içinde yaşayıp gününü gün edecekti.
– Marie-Angélique anne… – Kontes Ayşet’in sözünü kesti.
– Aisse, ne diyeceğini biliyorum… – Marie-Angélique yine ağlamaklı gibi gözlerini ovuşturdu, – Claudine güzel, görgülü bir kız, ben söylemesem de bilirsin, yorulmadan sizinle birlikte zaman tüketiyor. Ama gereksiz işler peşinde, kendini düşünmüyor, evlenme yaşını kaçırıyor. Kardinal Dubois kendisi ile ilgilenince dul ve yaşlı diye reddetti. Öyle olduğu da iyi oldu aslında, kardinal içine kapanık ve cimrinin teki. Harcadığın her kuruşun hesabını soracak, evlendiğinde bunu çok görecek ve sana sıkıntılı günler yaşatacaktır…
– Cimri kişileri, anne, erkek ya da kadın olsunlar hiç sevmem, – dedi Ayşet. – Babam öyle değil, eli açık, acıma ve yardım etme yanı olan biri.
– Ben de öyleyim, – Marie-Angélique kendini övdü. – Ama elin biraz sıkı olmazsa mal biriktiremezsin, aksi takdirde Claudine’in yaptığı gibi öylelerini kaçırırsan havanı alırsın. Büyük Kurultay (Zexesığo yın) danışmanı La Fresne mülksüz biri mi? Onun bir araya getirdiği mülk, birikim bizim gibi on Ferriol ailesini ebedi geçindirir diyorlar. Claudine’i o konuda yönlendirmeye çalışıyorum, ama beğenmiyor, bir türlü onu kabul ettiremiyorum.
– İyi yapıyor, – diye Ayşet mırıldandı.
– Niçin?! – Marie-Angélique beklemediği bu durum karşısında sinirlendi.
– Öyle anne, La Fresne diyorsun, görmüyor musun burnunun kaşık sapı gibi ince ve çok çirkin biri olduğunu?
– Sen de sevgili ayırmaya başlamış biri misin yoksa, bilemiyorum.
– Anne, ben henüz öyle şeylere, o yaşa ulaşmış biri değilim, – Ayşet kontesin sözünü kesti ve üzüldüğü şeyi sözlerine ekledi, – en önemli şey babamın sağlığı.
– O konuda, Aisse, ben de kaygılıyım… – Marie-Angélique konuyu hemen değiştirdi ve devam etti. – Onun kanından gelmiş olmasan da, kont, gerçek bir babanın yapmayacağı iyilikleri senin için yaptı, ben de senin için az şey yapmış değilim, bizi anlamış olmana seviniyorum. Yuvadaki yavru kuş, ana ve babasına gereksinim duymadan kanatlarını çalıştırmayı ve yuvadan uçmayı öğrenir. Ama uçma aşamasında ana babası ona göz kulak olur. Evet, Aisse, ben de o şeyi düşünmüyor değilim, söylediğim gibi, ilk adımı atacağında beni dinlersen, seni uzun bir mutluluk ve zenginlik içine götürecek yolları gösteririm ve seni asla yanıltmam. O kadar da kendini yiyip bitirme. Augustin-Antoine’ın dediği gibi, Tanrı yazmışsa o da olur ve biz de kabulleniriz. Orleans Dükü’nün sana gönderdiği hekim Silva Jean-Batiste’in ilaçları umarım konta şifa olur, namaz kılması artık bizi kaygılandırmıyor, evde bağırarak şarkı da söylemiyor. Dr. Jean-Baptiste de, Laroche gibi iki yüzlünün biri, ona aldanma, sakın yüz verme. Kendi zavallılığının farkında olmayan kişi her zaman güzel kadınlara göz diker, dikkatli ol.
– Anne!.. – Ayşet yeniden kontese iyice sarıldı. – Öyle şeyler söylemeni istemiyorum, bana böyle şeyler söyleme.
– Peki, peki, kızım, sana layık olmayanların sözünü sana etmem, – Marie-Angélique işi şakaya vurdurarak Ayşet’i rahatlattı, kendi içinden geçeni ona açıkladı: Orleans Dükü seni beğenirse ne yapacaksın?.. Fransa’nın en güzel kadınları, kim bilir, dikkatini bir çekebilsek diye çırpınıyorlardır. Sadece onlar değil, evli şık hanımlar, asla kuşku duymayacağın tek aşk diyenlerin rüyalarını da o süslüyor… Hele, Aisse, sözümü tamamlayayım. Sen de ben de öyle şeyler yapamayız, şimdiye değin erkek ve kadınların yapmadığı bir şeyi ikimiz yapalım demiyorum…
İki ay boyunca Ayşet’in anlayamadığı şeyleri, Marie-Angélique’in söylediği şeyleri, şimdi Ayşet’i yavaş yavaş düşündürmeye başlamıştı: “Hele, hele… Kontesin söylediği şeylerle Orleans Düknün gönderdiği selamlar arasında bir bağ, bir ilişki olmalı diye aklında bir kuşku doğdu… Ne diye bu ikisi, kontes ile doktoru birlikte dükü bana durmadan övüyorlar, bunun nedeni ne olabilir? Dük olduğu için mi? Aralıksız yeme-içme, zevk sefa peşinde Paris’te gezip tozan biridir dük. Bu övdüğü kişinin bana durmadan selam yolladığını söylesem mi? Bunların o konuda bir düşündükleri olmalı… Claudine bunu biliyor olabilir mi?…”
– Charlotte-Eizabeth Aisse, nerede kaldın, ne dediğimi dinlemiyorsun… – Kontes Marie-Angélique Ayşet’e çıkıştığında, Kont Charles de Ferriol giyinik halde oda kapısında belirdi.
Gümüş bastonu sol omuzuna asılı kont odanın ortasında dikildi, gördüklerine ilgi duyarak ve kendisine de saygı göstererek sordu:
– Niye böyle azsınız, ikiniz dışında haremimde başka kişi yok mu?
– Baba… Ayşet ayağa fırlayıp kontun yanına koştu: – Biziz, Marie-Angélique anne ile ben, ikimiziz, bizi tanıyamadın mı?
– Tanımaz mıyım!.. – Charles de Ferriol kendine gelmiş olmasına sevinerek bir haykırdı ve kendi kendisine kızdı: – Bazen silindir şapkamı giydiğimi unuttuğum durumlar oluyor. – Biraz oturdu, hastalık sonrası, adeti olduğu üzere, kendine ve hastalığına değer biçti: – Bütün bu sorunlar, Fransa için katlandığım onca yükün bir sonucu… Niye oturuyorsunuz? Jeanette-Nicole ile Başpiskopos Pierre’in gelme vakti.
– Baba, onlar bugün değil, yarın gelecekler.
– Yarın mı tiyatroya gideceğiz? – Kont, giyinmiş olmasından pişman halde sordu ve güldü – Güzel giyinmiştim… Bu gümüş bastonu anımsıyor musun, Aisse? Bunu Jeanette-Nicole satın almıştı, ama onu benim için sen seçmiştin.
– Beğeniyor musun, baba?
– Bundan daha sevdiğim bastonum hiç olmadı, her gören imreniyor. Evet öyle… -Kont ağır bir iç çekti. – bu da geçmiş bir dönemin anısı. Yarınki bastonlar yarına göre, daha güzel olacaklardır, ama bunu bana alanların anısına bu gümüş bastonu değiştirmeyeceğim. Kontes, François Voltaire’in iyi bir piyes yazabileceğini düşünüyor musun?.. Sahneleyen de Kont Arjantal de Ferriol değil mi?
– Bilemiyorum, kont…
– Niye, Marie-Angélique anne, niye bilemiyorsun?! – görmediği temsili Ayşet savundu. Arjantal ve Pierre ilk temsili izlediler, ilgi çekici buldular.
– Doğrusu bilemiyorum… Bunlar iyi piyes yazabilir, doğru bir sahne uyarlaması yapabilirler mi?.. Voltaire durmadan bir şeyler, isimler bulur, piyese “Oidipus” adını verdiğini de bilmiyordum.
– Oidipus, kral ismi.
– Kral ismi tabii, – diyerek işin farkındaymış gibi yapıp Marie-Angélique bir iç çekti, – Kral naibi Orleans Dükü beğenmiş olabilir mi diye söylüyorum.
– Kafa ütüleyen Orleans sorun değil, kontes, evet, evet, öyle korkulu gözlerle bana bakmayın, – kendi kötü bilinen kişinin adınının gerisindeki nedeni Charles de Ferriol açıkladı: – O kafa ütüleyici Orleans dükü sorun değil, hepsinden daha önemli olanı, yaşlı Jean-Baptiste Molière, eğer yaşıyor olsaydı, onun temsil için söyleyeceği şey önem taşırdı. Ne olursa olsun, piyesi yazan François Marie Arouet Voltaire ile piyesi sahneleyen Pon de Vel de Ferriol kardeşime “bravo” diyorum. Öyle, kontes, Kont Ferriol’lerin gelini, Guérin de Tencin’lerin kızı, biz yaşlanıyoruz, akıllı gençlerimiz yeni dönemde yeni görevler yükleniyorlar.
– İkimiz de yaşlanmışız diye, kont, gereksiz şeyler söylemeyelim, – diyerek işi şakaya vurdurdu ve kendini övdü: – Kont, yarın akşam kızların seni nasıl karşıladıklarını görürsün, yarın akşam erkeklerin de benim etrafımda pervane olup nasıl döndüklerini…
– Bakarız, kontes, bakarız… – diyerek Charles de Ferriol gülümsedi.
İshak Maşbaş
(Devamı var)
(s. 314-322)
***

Paris’te Bir Çerkes Kızı – 5 (322-332)

VII

Kadınların dünya görüşleri ve aşk anlayışları farklı olur. Bazıları aşk yaşamını daha zenginleştirmek, bu yaşamı kendi yaşamlarına katarak çoğaltmak üzere aileler oluşturur, zorluklarla boğuşarak mutluluklarını sürdürmek isterler. Bazıları da kocaya vardıklarında, umdukları mutluluğu bekleyerek, karı-koca didişerek ve çoluk çocuk diyerek aileyi yaşatmaya uğraşırlar. Üçüncü kesim de, beklediğini bulamadığında, odaya dalıp kaçan minik kuşlar gibi, kendilerini kapı pencere demeden evden dışarı atarlar.

Dördüncü- beşinci kesimlere gelirsek?.. Onlar da Kont Charles de Ferriol’ün yaşamını andırır, henüz kadın, erkek telaşına girmeden ve gerilerine bakmadan yollarına devam ederler. Rast gelmemişse bilemeyeceğin, başına gelmemişse hiç karşılaşmayacağın örnekler de yaşanabilir. Kişi yaşamındaki bu tür farklılıklar olmasaydı, sevinç, zorluk, birbirini anlama ya da anlayamama gibi durumlar oluşmaz, fani, ölümlü dünya denmezdi. Dünyanın birbirinden farklı yörelere ayrıldığı gibi insanlar da farklı farklıdır.

Kralın özel hekimi ile konuştuktan sonra, Ayşet’in kontun iyileşmesi konusunda bir umudu kalmamıştı.

Pon de Vel ile Arjantal Ayşet’e karşı iyi idiler. Sophie dışında, onlar da konta ellerinden gelen desteği yapıyor, Jeanette-Nicole’ün de hastanın durumunu sormadığı gün çıkmıyordu. Maria-Angélique’in de konta kötü davrandığı söylenemezdi. Bazen sesini yükseltiyor olsa da, baba annesinin “inek ayağı buzağısını ezmez” dediği gibi buna katlanıyordu. Claudine-Alexandrine’in “her gün daha da mı güzelleşiyorsun” diye laf atmaları dışında kötü biri olduğu söylenemezdi. Kız arkadaşları de Paraber ve du Deffant markizler? Ya François Voltaire? Charles Montesqieu?..

Ayşet yalnız kaldığında, kendini kınıyordu, kendisine iyilik eden Kont Charles de Ferriol’ün başına geleni, kendi başından geçenlerle karşılaştırdığında, içine düştüğü zor durumu kınamaktan geri kalmıyordu. Böyle bir zor durumla baş başa kaldığında, “ben ne yapacağım, geleceğim ne olacak” diyor, Fransızca ve Çerkesçe Tanrıya soruyor, ona yakarıyor, istavroz (haç işareti) çıkarıyor, kendini tutamıyor, gözyaşları içinde derdini ona anlatıyordu.

İçini boşaltıp kendine geldiğinde, Ayşet kendini sorguluyordu: “Ben kimim?.. Ben bir Fransız mıyım yoksa bir Adıge miyim?.. Bir zamanlar Adıge (Çerkes) idiydim de şimdi Fransız mı olmuşum?.. Her iki dine de bağlı olmam yüzünden mi bu zorluklar başıma geliyor… Öyle ama, küçüklüğümde, kendi ülkemde iken sadece Müslümanlık dinine bağlıydım, annem, babam ve büyük annem sadece o dini kabul ediyorlardı, o dine içten bağlıydık, yine de zorluktan kurtulamadık. Kötülüğü bize kim getirmiş olabilir? Bu kötülüğü bana Müslümanlık dininden kişiler yaptılar. Onlar Türk idiler, ama içlerinde Adıge esir avcıları da var. İşin ilginç yanı, Adıgeler ve beni çalan Türkler, şimdi dil ve din yönünden aralarında yer aldığım Fransızlar değişik insan topluluklarıdır. Dilleri ve dinleri farklı da olsa, acıma duygusu olanlar, zalimler, dikkatli ve dikkatsiz olanlar, kıskanç ve boş vermiş kişiler hepsinde var. Fransızlar İspanyolları alaya alırlar, İngilizlerle Fransızlar ebedi düşmandırlar, birbirlerini çekemezler, Fransızlar Katolik dinini unutmuş durumdalar, İtalyanların tez canlılığı ile alay ediyorlar, Almanlar acayip dilliler, Avusturyalılar ile Polonyalıları takmıyorlar, kar diyarındaki Ruslara da ayı diyorlar. Bunların hepsi farklı Hıristiyan dinlerine mensuplar. Uzak Doğu insanları Budizme (Budacılığa) inanıyorlar. Ne diye dünya böyle bölünmüş?.. Kendimi kınasam bile, onlardan kim beni duyar, kim farklılığımı anlar ve bana hak verir?!.”

Sıkıntı içindeki Ayşet, sorularına yanıt verecek birisi gelmiş gibi düşüncelerinden sıyrılıp odasını gözden geçirdi, dinledi, ardından istavroz çıkarıp Tanrı resminin karşısına geçip dizüstü çöktü: “Bağışla beni, Meryem Anamız. Duyduğun şeyleri kötülük olsun düşüncesiyle söylemedim. Sıkıntılı durumlarımda beynimde oluşan olumsuz duygular nedeniyle beni bağışla. Böylesine düşünceleri terk edemeyeceğimi, küçüklüğümde bana benimsetilen İslam dinini unutamayacağımı da senden gizlemiyorum, bağışla beni, merhametini benden esirgeme. Bana ne denli bir ömür biçilmiş olursa olsun, ne denli bir Fransız kadını olacak olursam olayım, Adıge-Çerkes olduğumu da yadsıyamam…”

Ayşe içeriye giren kişiye yüzünü dönmedi, Marie-Angélique’in yan tarfına geçtiğini gördü. Kontes, duasını tamamlayan gözyaşları içindeki Ayşet’i teselli etti:

– Evet, Aisse, ağlamışsın… Biz de ötelerde kont uyuyor mu, sen de dinleniyor musun diye bekliyor, nefes almaksızın oturuyorduk… Gel de yanıma otur, kontun güzel ve endamlı bir kız olduğunu göreceği bu günlerde zor durumlara düştük. Tamam, kendini tüketme, perişan etme – Marie-Angélique Ayşet’i yanına oturttu ve başını okşadı, – başkalarının başına gelmeyen bir şey bizim başımıza gelmiş değil. Kont, böyle aramızda oturacak ve bizimle geçinecek olursa sorun yok… – Ayşet başını hemen Maria- Angélique’in omuzundan kaldırınca kontes bunun nedenini anlayamadı ve sordu: – Aisse, ne oldu ki?.. – Ayşet’in daha dikkatli kendisine baktığını gören kontes, daha tiz bir sesle sordu. – Niye gözlerini bana diktin, olmayacak bir şey mi söylemişim?!

– Bana ne dediğini sen benden daha iyi bilirsin, kontes, – Ayşet üzüntü içinde kontese yanıt verdi, – Peki, papa aramızda barınamayacaksa onu nereye götüreceğiz?!.

– Bunu mu söylemek istiyorsun?.. Evet, evet, sıkıntı içinde isen, gereksiz konuşmamanın daha iyi olacağını şimdi anladım… Zavallı kontu hangi uğursuz yere götürebiliriz ki?.. Tanrının bize yüklediği bu yükü çekeceğiz… – Başörtüsünün köşesiyle gözlerini siler gibi yapıp yakındı. – Aisse, güzel kızım, isteyip de elde edemediğim kız çocuğum yerine Tanrı seni bana gönderdi, seni seviyorum. İstersen başka şey de söyleyeyim: Seni kız kardeşim Claudine’den daha çok seviyorum. Diğer iki çocuğum ise? Onların seni benden daha fazla sevdiklerini görüyorum, gizlemiyorum, bu nedenle onları azarladığım bile oluyor… Sense “kontes” diyor, gözlerini bana karşı şişiriyor, kötü kötü bakıyorsun…

– Marie-Angélique mama, beni bağışla,- Ayşet koca gövdeli kadını kendine doğru çekti ve göğsüne bastırdı, – ben de üzüntülerim nedeniyle boş bulundum, yoksa sana karşı bir sözüm yok.

– Evet, evet, küçük kızım, sen ve ben birbirimizi anlamayacak, birbirimizi kollamayacaksak, sana söylediğim gibi, Claudine’in güzelliği ve kitaplar yazması dışında önemli bir yanı yok. Jeanette-Nicole, zengin sevgili peşindeki Paraber, Markiz Deffane gibi büyük mülkü olan yeni yetmelere özenme ve onların tuzaklarına düşme. Beni dinlersen ne yapman gerekeceğini ben sana söyleyeyim. Sana bakıyorum, güzelsin, endamlısın ve akıllısın. Niçin tüm Paris’in imrendiği bir kadın olmayasın? Bunun için biraz zaman gerekiyor, biraz sabret ve bana güven. Claudine beni dinlemiş olsaydı, bu haller başına gelmeyecek, mal mülk içinde yüzüyor olacak, bizi de hiçbir şeye gereksinim duyurmadan, bolluk içinde yaşatıp gününü gün edecekti.

– Marie-Angélique mama… – Kontes Ayşet’in sözünü kaptı.

– Aisse, ne diyeceğini biliyorum… – Marie-Angélique yine ağlamaklı gibi gözlerini ovuşturdu, – Claudine güzel, görgülü bir kız, ben söylemesem de bilirsin, yorulmadan sizinle birlikte zaman tüketiyor. Ama gereksiz işler peşinde, kendini düşünmüyor, evlenme yaşını kaçırıyor. Kardinal Dubois kendisi ile ilgilenince dul ve yaşlı diye reddetti. Öyle olduğu da iyi oldu aslında, kardinal içine kapanık ve çok cimri biri. Harcadığın her kuruşun hesabını soracak, evlendiğinde eli titreyecek ve sana sıkıntılı günler yaşatacaktır…

– Cimri kişileri, mama, erkek ya da kadın olsunlar hiç sevmem, – dedi Ayşet. – Babam öyle değil, eli açık, acıma ve yardım etme yanı olan biri.

– Ben de öyleyim, – Marie-Angélique kendini övdü. – Ama elin biraz sıkı olmazsa mal biriktiremezsin, aksi takdirde Claudine’in yaptığı gibi öylelerini kaçırırsan havanı alırsın. Büyük Kurultay (Zexesığo yın) danışmanı La Fresne mülksüz biri mi? Onun bir araya getirdiği birikim bizim gibi on Ferriol ailesini ebedi geçindirir diyorlar. Claudine’i o konuda yönlendirmeye çalışıyorum, ama beğenmiyor, bir türlü onu kabul ettiremiyorum.

– İyi yapıyor, – diye Ayşet mırıldandı.

– Niçin?! – Marie-Angélique beklemediği bu durum karşısında sinirlendi.

– Öyle, mama, La Fresne diyorsun, görmüyor musun burnunun kaşık sapı gibi ince ve çok çirkin biri olduğunu?

– Sen de sevgili ayırmaya başlamış biri misin yoksa, bilemiyorum.

– Mama, ben henüz öyle şeylere, o yaşa ulaşmış biri değilim, – Ayşet kontesin sözünü kesti ve üzüldüğü şeyi sözlerine ekledi, – en önemli şey papanın sağlığı.

– O şeyden, Aisse, ben de endişe ediyorum… – Marie-Angélique konuyu hemen değiştirdi ve devam etti. – Onun kanından gelmiş olmasan da, kont, gerçek bir babanın yapmayacağı iyilikleri senin için yaptı, ben de senin için az şey yapmış değilim, bizi anlamış olmana seviniyorum. Yuvadaki yavru kuş, ana ve babasına gereksinim duymadan kanatlarını çalıştırmayı ve yuvadan uçmayı öğreniyor. Ama uçma aşamasında ana babası ona göz kulak olur. Evet, Aisse, ben de o şeyi düşünmüyor değilim, söylediğim gibi, ilk adımı atacağında beni dinlersen, seni uzun bir mutluluk ve zenginlik yoluna götürecek yolları gösteririm ve seni asla yanıltmam. O kadar da kendini yiyip bitirme. Auguste-Antoin’ın dediği gibi, Tanrı yazmışsa o da olur ve biz de kabulleniriz. Orleans Dükü’nün sana gönderdiği hekim Silva Jean-Batiste’in ilaçları umarım şifa olur, namaz kılması artık bizi kaygılandırmıyor, evde bağırarak şarkı da söylemiyor. Dr. Jean-Baptiste de, Laroche gibi iki yüzlünün biri, ona aldanma, sakın yüz verme. Kendi zavallılığının farkında olmayan kişi her zaman güzel kadınlara göz diker, dikkatli ol.

– Mama!.. – Ayşet yeniden kontese iyice sarıldı. – Öyle şeyler söylemeni istemiyorum, bana böyle şeyler söyleme.

– Peki, peki, kızım, sana layık olmayanların sözünü sana etmem, – Marie-Angélique işi şakaya vurdurarak Ayşet’i rahatlattı, kendi içinden geçeni ona açıkladı: Orleans Dükü seni beğenirse ne yapacaksın?.. Fransa’nın en güzel kadınları, kim bilir onun dikkatini bir çekebilsek diye çırpınıyorlardır. Sadece onlar değil, evli şık hanımlar, asla kuşku duymayacağın tek aşk diyenlerin rüyalarını da o süslüyor… Hele, Aisse, sözümü tamamlayayım. Sen de ben de öyle şeyler yapamayız, şimdiye değin erkek ve kadınların yapmadığı bir şeyi ikimiz yapalım demiyorum…

İki ay boyunca Ayşet’in anlayamadığı şeyleri, Marie-Angélique’in söylediği şeyler, şimdi Ayşet’i yavaş yavaş düşündürmeye başlamıştı: “Hele, hele… Kontesin söylediği şeylerle Orleans Dükünün gönderdiği selamlar arasında bir bağ, bir ilişki olmalı diye aklında bir kuşku doğdu… Ne diye bu ikisi, kontes ile doktoru birlikte dükü bana durmadan övüyorlar, bunun nedeni ne olabilir? Dük olduğu için mi? Aralıksız yeme-içme, zevk sefa peşinde Paris’te gezip tozan biri o. Bu övdüğü kişinin bana durmadan selam yolladığını söylesem mi? Bunların o konuda bir düşündükleri olmalı… Claudine bunu biliyor olabilir mi?…”

– Charlotte-Eizabeth Aisse, nerede kaldın, ne dediğimi dinlemiyorsun… – Kontes Marie-Angélique Ayşet’e çıkıştığında, Kont Charles de Ferriol giyinik halde oda kapısında belirdi.

Gümüş bastonu sol omuzuna asılı kont odanın ortasında dikildi, gördüklerine ilgi duyarak ve kendisine de saygı göstererek sordu:

– Niye böyle azsınız, ikiniz dışında haremimde başka kişi yok mu?

– Papa… Ayşet ayağa fırlayıp kontun yanına koştu: – Biziz, Marie-Angélique mama ile ben, ikimiziz, bizi tanıyamadın mı?

– Tanımaz mıyım!.. – Charles de Ferriol kendine gelmiş olmasına sevinerek bir haykırdı ve kendi kendisine kızdı: – Bazen silindir şapkamı giydiğimi unuttuğum durumlar oluyor. – Biraz oturdu, hastalık sonrası, adeti olduğu üzere, kendine ve hastalığına değer biçti: – Bütün bu sorunlar, Fransa için katlandığım onca zahmetin bir sonucu… Niye oturuyorsunuz? Jeanette-Nicole ile Baş Piskopos Pierre’nin gelme vakti.

– Papa, onlar bugün değil, yarın gelecekler.

– Yarın mı tiyatroya gideceğiz? – Kont, giyinmiş olmasından pişman halde sordu ve güldü – Güzel giyinmiştim… Bu gümüş bastonu anımsıyor musun, Aisse? Bunu bana Jeanette-Nicole almıştı, ama onu benim için sen seçmiştin.

– Beğeniyor musun, papa?

– Bundan daha sevdiğim bastonum hiç olmadı, her gören imreniyor. Evet öyle… – Kont ağır bir iç çekti. – bu da geçmiş bir dönemin anısı. Yarınkiler yarına göre, daha güzel olacaklardır, ama bunu bana alanların anısına bu gümüş bastonu değiştirmeyeceğim. Kontes, Frnçois Voltaire’in iyi bir piyes yazabileceğini düşünüyor musun?.. Sahneleyen de Kont Arjantal de Ferriol değil mi?

– Bilemiyorum, kont…

– Niye, Maria-Angélique mama, niye bilemiyorsun?! – görmediği temsili Ayşet savundu. Arjantal ve Pierre ilk provayı izlediler, ilgi çekici buldular.

– Doğrusu bilemiyorum… Bunlar iyi piyes yazabilir, doğru bir sahne uyarlaması yapabilirler mi?.. Voltaire durmadan bir şeyler bulur, piyese “Oidipus” adını verdiğini de bilmiyordum.

– Oidipus, kral ismi.

– Kral ismi tabii, – diyerek işin farkındaymış gibi yapıp Maria-Angélique bir iç çekti, – Kral naibi Orleans Dükü beğenmiş olabilir mi diye söylüyorum.

– Kafa ütüleyici Orleans sorun değil, kontes, evet, evet, öyle korkulu gözlerle bana bakmayın, – kendi kötü bilinen kişinin adının gerisindekini Charles de Ferriol açıkladı: – O kafa ütüleyici Orleans Dükü sorun değil, hepsinden daha önemlisi, yaşlı Jean-Baptiste Molière, eğer yaşıyor olsaydı, onun temsil için söyleyeceği şey önem taşırdı. Ne olursa olsun, piyesi yazan François Marie Arouet Voltaire, oyunu sahneleyen Pon de Vel de Ferriol kardeşlerime “bravo” diyorum. Böyle, kontes, Kont Ferriol’lerin gelini, Guerin de Tencinelerin kızı, biz yaşlanıyoruz, akıllı gençlerimiz yeni dönemde yeni görevler yükleniyorlar.

– İkimiz de yaşlanmışız diye, kont, gereksiz şeyler söylemeyelim, – diyerek işi şakaya vurdurdu ve kendini övdü: – Kont, yarın akşam kızların seni nasıl karşıladıklarını görürsün, yarın akşam erkeklerin de benim etrafımda pervane olup nasıl döndüklerini görürsün…

– Bakarız, kontes, bakarız… – diyerek Charles de Ferriol gülümsedi.

İshak Maşbaş

(Devamı var)

(s. 314-322) – VII -43

****
Paris’te Bir Çerkes Kızı – 7  (s.332-341) – 45, Tarihi roman
IX
Gece boyunca Ayşet’in gözüne uyku girmedi. Kendisini endişelendiren sorunlarla karşı karşıyaydı. Akşamki temsilin izleyici tarafından nasıl karşılanacağından tutun da Kont Charles de Ferriole’nin tiyatroya gitmekten nasıl alıkonacağına değin her şeyi düşünüyor, içi rahat etmiyordu. Julie Calandrini ile konuşmasında, ona anne demek istemiş, onun da her bir sözcük karşısında istavroz çıkardığını görmüştü.
Tek başına kalır, kont gibi güveneceği bir dayanağı da olmazsa, suyun götürdüğü kuru dala sarılma gibi çaresiz, yalvar yakar durumuna düşersin. Julie Calandrini konusunda Ayşet amacına ulaşmıştı: “Aramızdaki ilişki karşılıklı isteğe dayanmalı. Marie Angélique’e kırgın değilim, benim için çok şey yaptı, ama Julie’nin insanca yanı, davranışı ve sevecenliği bana ninemi anımsatıyor. Varsın Cenevre’de yaşasın, bizim Çerkesiye yöresi gibi uzakta, unuttuğum bir yerde değil, yakın bir yerde. Cenevre’de çoğunluk Fransızca konuşuyor, kendi de kızı Rene’nin yanına Paris’e geliyor, sık sık ona yazarım, danıştığım kişi olur. Yeter ki Marie Angélique kıskanıp bize gücenmesin… Bunu da hallederiz… Temsil akşama sunulacak. İzleyicinin hepsi aynı görüşte olmaz, beğenen de beğenmeyen de olur. Bugün için en önemli sorun baba. Birkaç günden beri tiyatro için hazırlanıyor. Dr. Jean Baptiste ilaç almaya gittiğimde, “Kont toplum içine girmek isterse, tam sırası, sakinlik dönemi, problem yaratmaz, yaratacak olursa, bir tek seni dinliyor, hemen onu oradan uzaklaştır…” demişti. Tiyatroya gitmezsem, sanırım o da gitmek istemez, bir bahane uydurmam gerekir… Voltaire ve arkadaşları durumumu biliyorlar, kusuruma bakmazlar. Temsili başka bir gün, fırsat bulduğumda izlerim…”
Sabah kahvaltısından biraz sonra Ayşet, durumu görmek için kontun odasına girdi. Charles de Ferriole en güzel lacivert elbisesini giymiş oturuyor, okuyordu, sıcak çikolatası soğumuş, karşısında duruyordu.
– Çıkolatanı, baba, soğutmuşsun. Okuduğun da nedir?
– Bu mu? – Charles de Ferriole ciltlenmiş kitap yapraklarını rüzgara karşı sallayarak hemen karşılık verdi. – Bu o bildiğin Voltaire’in piyesi, Oidipus (Эдип) gecesinde izleyeceğimiz piyes. Charlotte-Elizabeth Aisse, ilginç bir piyes, – ayağa kalktı, odada gezinerek sözlerine devam etti, – Voltaire’in krallara karşı böyle bir bakışının bulunduğunu bilmiyordum. İzleyici beğenecek. Sen piyesi okumadın mı? Evet, okudum demiştin, bir gün konuşmuştuk. Orleans dükü ne diye beğenmeyecekmiş?! XIV. Louis sağ olsaydı piyesi beğenirdi, XV. Louis çocuk olmasaydı, o da beğenirdi. François Arois Voltaire, tanıdığımız biri, yazı yazma yeteneği olan biri, büyük bir yazar olacak kişi olarak onu görüyorum, – bazen dalıp giden kont, şimdi dingin ve açık sözlü idi. – Bir gün öyle demiştim, şimdi de yineliyorum.
– Evet, baba, evet, – Ayşet, kontun sevincine katıldı ve şakaya vurduraraktan sordu: – Baba, ikimiz de piyesi okuduk, ne diye tiyatroya gidelim ki?
– Öyle diyorsan, madmazel Aisse,- Charles de Ferriole gülümsedi, ellerini arkasında bitiştirip odada yeniden gezinmeye başladı, – bu konuda görüşümü söyleyeyim. Her ikimizin de okumuş olduğu bu piyes neye benziyor, biliyor musun? Sorduğun şey bu önümdeki çikolata gibi: Görüyorum, sabah kahvaltım olduğunu biliyorum, ama tadını bilmiyorum. – Bahçe penceresine gittiğinde eliyle işaret etti: – Yaprakları dökülmüş, dalları çıplak bu meşe ağacının görüntüsünü görüyor musun? Kağıda yazılmış olan piyes de ona benzer. Roman okur gibi piyes okunmaz, piyes tiyatroda temsil edilir. Piyesteki her sözcüğe oyuncular ruh katar, görüntü kazandırır, sahnede temsil edilen oyuna izleyiciler gözleriyle “bravo” diyerek alkış tutarlar. Piyesi okuduğun için temsili görmek istemiyorsun… Niye, Aisse, ne oldu sana, sana söylediğimi dikkate almadan ne diye bana sevgiyle bakıp duruyorsun?
– Türkiye’den döndüğünden beri böyle bir konuşma yaptığımızı hatırlamıyorum, baba… – Ayşet daha fazla sabredemedi, koşup konta sarıldı. – Ağlamıyorum, kendimi şanslı olarak görüyorum. Bir gün iyileşeceğini biliyordum. En merhametli, en akıllı ve en yakışıklı kişi sensin. Seni tanıdığım gibi, bugünün, yarının, yarınından sonrası günlerin de, Tanrının sana biçtiği ömrün boyunca hep öyle olsun, baba, – Ayşet Charles de Ferriole’ye el sürüp eski yerine oturdu.
– Sağol, benim şifa ve yaşam kaynağım sensin, kızım.
– Sen de öyle düşünüyorsan, baba, kontes Marie Angélique’in “kontun şifa ve yaşam kaynağı sensin” demesinin nedenini anlamış bulunuyorum.
– Marie Angélique bir sürü şey söyler, – diyerek kont gülümsedi, oturduğu yere yeniden oturdu, soğumuş çukolatayı ileriye itip konuşmasını sürdürdü, – onun her dediğine de inanma. Türkler ne derler? “ Tam bildiğin şey bildiğini sandığından daha iyidir” derler. Onun istediği, özlemini çektiği şeyi biliyorum, arasına karıştığın, kendilerinden biri olduğun Fransızlar da şöyle derler: Hasta ya iyileşir ya ölür. İlk sözcüğü iteleyen ve ikincisinde bana şifa kaynağı olan sensin. Charlotte-Elizabeth Aisse, mutluluğunu görmek istiyorum, bana sağlık ve yaşam umudu verecek olan şey budur… Bugünkü tiyatro temsili konusunda kaygılanma, size hiçbir sorun yaşatmam, kim bilir, olmayacak bir durum olursa, gözle ya da bir dirsekle beni uyarırsın.
– Öyle diyoruz, ama ya bir şey olursa…
– “Bir şey olursa” diye aklına getirme, demedim mi sana, Aisse, – Kont Charles de Ferriole rengi solmuş ve kaygı içine düşmüş olan Ayşetî uyardı, yıllardan beri söylemek istediğini şimdi başka bir sesle söyledi: – Doğrusunu söylemem gerekirse, ben başka bir şey istiyordum. Fransa elçisi olarak, Türkiye’den döndüğümüzü, görenlerin şaşıracağı, fısıltılı konuşacakları, doğru-yanlış şeyler söyleyecekleri tiyatroya birlikte gitmeyi çok istemiştim.
– Büyükelçilik görevini bıraktığında, baba, – kontun sözlerindeki gizli anlamı anlamayan Ayşet, – yine sordu, – başardığın başarılar da elinden alınıyor mu?
– Öyle bir gelenek, bir kural yok, ben ne istediğimi sana söyledim, ama bundan ikimizin de mutsuz olmamız gibi bir anlam çıkmaz… – Kont Charles de Ferriole söylediği sözler konusunda Ayşet’in düşünmesine fırsat bırakmadan sözlerine devam etti: – Kontes Charlotte-Elizabeth Aisse, sana ne önereceğimi biliyor musun? Faytonumuz sadece ikimizi tiyatroya götürecek. Niye şaşırıyorsun, ikimiz faytona bineceğiz dediğim için mi?
– Hayır, baba, o değil, sen ve ben birçok kez birlikte faytona bindik, şimdiye değin bana söylemediğin bir söz, kontes dediğin için şaşırdım.
– Niye?
– Bilmiyorum. Marie Angélique ile Claudine-Alexandrine bunu beğenecekler mi… Ayrıca bana uygun olmayan, bana layık olmayan bir isimle beni ilk kez çağırdın…
– Charlotte- Elizabeth Aisse, – kont, yumuşak ve tatlı bir sesle Ayşet’in konuşmasını kesti, – ne diyorsun böyle?! Şöyle bir aynaya bak, sana yaraşmayacak bir şey olabilir mi? Ben temelsiz bir söz etmiş değilim… Faytona sadece ikimiz bineceğiz dememin nedenini de sana anlatayım. Kontes, sen farkında değilsin, evet, evet, yine kontes diye seni çağırıyorum, tiyatroya gelenlerin hepsi sadece sana bakacaklar.
– Bütün bir aile, baba, bir sıra boyu koltuk üzerinde oturacağız, bir arada olacağız.
– İşte onu düşünmedik… – kont başını salladı. – bir zamanlar Opera Tiyatrosunda, Komedi Tiyatrosunda ve İtalyan Tiyatrosunda özel localarım vardı… Sorun değil, paran varsa, her kapı sana açılır. Mal varlığımız her ikimize de ebedi yeter, şimdiden loca ayırtmaya bakacağım.
Ayşet hiçbir zaman düşünmediği bir durumla karşılaştı: “Baba, ne diye “ikimiz- ikimiz” diyor, hangi mülk, hangi locadan söz ediyor… İlk kez bana “Kontes”, “kızım” demiş olmasında olmayacak bir durum yok. Baba iyileşmiş diye seviniyorum, bana dediklerini, sonradan vazgeçtiği sözleri anlayamıyorum. Bu gibi yakışıksız sözcükleri duymak istemiyorum! O zaman Marie Angélique ile Claudine-Alexandrine’in bana dedikleri doğru olmaz mı?.. Baba öyle şeyler yapmaz! Bana karşı kötü davranırsa… kime danışırım, kim bana yardım eder?.. Ne biçim sözler ediyorum!..” – Ayşet düşündüğü şeyi yakışıksız buldu ve kendi kendisini kınadı.
– Peki, Charlotte-Elizabeth Aisse, bir şey söylemiyorsun, yoksa sana olmayacak bir şey mi demişim? – Kont Charles de Ferriole bütün içtenliğiyle Ayşet’e sordu, yeniden sordu: – Bugün Pon de Vel’in ilk çalışmasını kutlayacağımız bir günde aklına olmayacak şeyler getirme, ben sağ olduğum sürece umutsuzluğa kapılma.
– Hayır, baba, aklıma öyle şeyler sokmuyorum, – içinin soğumuş olduğunu belli etmeden Ayşet konta yanıt verdi, – ailemizin sevinci, hepimizin ortak sevinci. – “Bir gün kontesin bana söylediğini konta söylesem mi, söylemesem mi? – Ayşet içinden kendi kendine sordu. – Bu zavallı ile herkes baş edemiyor. Ben de onlardan biriyim. Temsil sonrasında sunulacak büfe bedeli kont tarafından yüklenildi, ama yeterli değil, yine üç yüz livre (lira) gibi bir destek gerekeceğini konta söyle demişti Marie Angélique, buna Claudine-Alexandrine de katılmıştı. Baba bunun için size lazımsa, başka bir çözümünüz yoksa, tek sözcük dahi etmem. Kendi paraları kendilerine az geliyor, kontun parası ise çok, tek livre dahi koparmayı kâr sayıyorlar…”
– Bakıyorum, Charlotte-Elizabeth Aisse, bir şeylere üzülüyorsun, ama söyleyemiyorsun, – Ayşet’in karar veremediği, içinde sakladığı şeyi anlamış gibi kont sordu: – Tiyatroyu izleyecek olanlar içinde seni belli edecek altın-gümüş bir takın yoksa, çekinmeden söyle, hâlâ önümüzde koca bir gün var.
– Unuttun mu, baba, bir gün yeter dediğim halde bana almış olduğun altın takıları? – Ayşet sevgiyle konta gülümsedi, ama üzüldüğü şeyler arasında bunun da bulunduğunu söylemeden edemedi. – Onları takacak olursam Marie Angélique ile Claudine-Alexandrine çatlarlar, bana dünyayı dar ederler.
– Onları tak. – Kont kestirip attı, ardından yumuşak sözcüklerle devam etti: – Öyle yapmazsan sana gücenirim. Güzel bir Çerkes kızını büyüttüğümü o seni kıskananlar değil, bütün bir Paris görsün, ama sana gülen herkese gülerek karşılık vermeni istemediğimi de belirtmek isterim.
– Baba! – Uygunsuz-yakışıksız söylenecek sözlerden utanacağını ses tonuyla belli etti.
– İyi, iyi, Aisse, şaka nedir bilmeyen biri gibisin… – Kont geri adım attı, kendi bildiği gibi sözünü tamamladı: – Siz kadınları tanımayan tek kişi ben miyim?.. Sen kendi işlerinin peşine düş ve tiyatro için hazırlan. Ben resepsiyonda söyleyeceğim şeyi, elçilik dönemimde olduğu gibi yeniden düşüneceğim. Ama senden bir ricam var: Tiyatroya gideceğimi, resepsiyonda konuşacağımı evdekilere söyleme. Pon de Vel ile Voltaire de bunu bilmiyorlar. Onlar ve herkes için sürpriz olsun.
Tiyatro yolculuğu Ayşet için beklenmedik biçimde gerçekleşti. Bugün, yarın ve izleyecek günler için düşünecek-çözecek işleri vardı. Neye yoracağını, nasıl çözeceğini bilemediği iki konu vardı: “Kontun dediği gibi tiyatroya gideceklerini gizler, faytonla oraya gider, temsili izler, resepsiyonda konuşma yapar, seni süzenleri sen de süzmeyebilirdin, ama Ayşet’in çözemediği şey Charles de Ferriole’deki bu iyileşme durumu ve nedeniydi. Sadece bugünlük mü iyileşmişti?.. İyileşme nedeni ne olabilirdi?.. “Mal varlığımız ikimize de yeter” diye Ayşet’e ve kendine moral verişi? “İki kişilik loca” demesi, ansızın kendisini “kontes” diye çağırmış olması, bir kez “kızım”, bir kez de “Charlotte-Elizabeth Aisse diye ayrı ayrı ve bastırarak ismini söylemiş olma nedeni? “İkimizi birlikte görenlerin şaşırmaları, fısıldaşmaları, inanarak – inanmayarak hakkımızda konuşmaları… ” ne biçim sözler bunlar?.. – Ayşete birisi düşük bir sesle seslenmiş gibi geldi, daldığı düşünce dünyasından ayıldı ve başına geleni kendi kendisine sordu: – “Baba, beni hep yanında bulundurmak, beni mutsuz bırakmak mı istiyor?.. Ya da…”
– Sophie, öğle olmak üzere, – Ayşet hiç istemediği soruyu sorarken, sözünü değiştirdi, – kontesler ortalıkta yoklar,
– Saç yaptırmaya gittiler.
– Julie markiz de yanlarında mı?
– Sabah çikolatasını götürdüğümden beri odasında, seni sordu, kontun yanında demiştim.
– Julie’ye ayıp oluyor, – diye Ayşet ayağa fırladı ve odadan çıktı.
Yeni günün sorunlarını bir yana atan Ayşet, anne olarak benimsediği Julie Calandrini’ye sarıldı, geceyi nasıl geçirdiğini ve bir isteği olup olmadığını sordu, şimdiye değin yanına gitmediği için kendisini kınadı.
– Aisse, ben konuğum, siz ev sahibisiniz, – dedi Julie Calandrini, söz ve gülümseyişi uyumlu bir biçimde, – otur derseniz oturuyor, kalk derseniz kalkıyorum.
– Julie, canımın içi, – Ayşet’in gözleri sevinçten parladı, – konuk üzerine söylediğiniz o şeyler bizim yöremizde, Çerkesiye’de de söylenir, ama bir noktayı eksik bıraktın. Konuğun konukluk süresi, Çerkesiye’de üç günü geçti mi, konuk ev sahiplerinden biri olur.
– Onu bilemedim, yerinde bir söz, ama onu bu kez benim için yapamazsın, ikinci gelişim için beni düşünen Jean Louis’nin, bu şey konusunda bana ve size karşı nasıl davranacağına bağlı, – konuk konusunu Julie Calandrini şakaya vurdurup genç kızda gördüğü şeyi kınadı: – Peki, Aisse, tiyatroya gideceksin, ama saçını yaptırmamışsın? Sen de konteslerle birlikte kuaföre gitmeliydin.
– Ben o şeyi, saç için kuaföre gitmeyi sevmiyorum. Benim saç bakım merkezim uzakta değil, evimizde, Sophie’nin iki elinde, benim için en uygunu işte o eller. Ama senin saçını pek beğenmiyorum, Julie, şöyle bir Sophie’ye düzelttirsek diyorum. O takdirde senin Jean Louis de seni tanıyamaz.
– Jean Louis beni tanımayacaksa taranmış gür saçlara ne gerek var? – Julie markiz Ayşet’le şakalaşıp getirdiği, biri diğerinden güzel iki peruğu gösterdi, – ikisi de yeni, Aisse beğendiğini al, sana veriyorum.
Şimdi de Adıge söz ve davranışını andıran bu öneriyi ne yapacağını bilemeden, Ayşet’in karşısında oturan güzel Fransız kadınına daha da yakınlaşarak sevgiyle yüzüne bir baktı ve gülümsedi, ama “o şey sana kısmet oldu” dememesi için fazla üzerinde durmadı, Kont Charles de Ferriole’nin akıl yürütmelerinden giderek, kendisiyle zekice konuşan ve kendisine nazar değmesinden korkan kadına yanıt verdi. Kont, tiyatroya gideceğini kimseye söylememesini istemişti, ama artık gizlemeye gerek görmüyordu.
Ayşet, Julie’ye söylediği iki habere verilecek yanıtı önemsemiyor gibiydi, ama içinden geçeni oturuşu ve düşünüş tarzıyla belli ediyordu, sabredemiyor, yine de dayanmaya çalışıyordu.
– Kont Charles de Ferriole’nin kendine gelişi konusunda konuşmam için, – Julie Calandrini sözlerini uzatmaya başladı, – niçin öyle olduğunu açıklamak için, Aisse, ben bir doktor değilim. Ama yaşamda böyle şeylerle karşılaşıldığını ilk kez duyuyor da değilim. Tanrı’nın kontu duyduğunu ve ona acıdığını umalım, yaşamı boyunca bir daha kötü bir durumla karşılaşmaması için Tanrı’ya yalvaralım. Senin için de, kont için de seviniyorum, Aisse. Doğrusunu söylemem gerekirse, Claudine- Alexandrine ve Marie Angélique kontun durumunun çok ağır olduğunu yazmışlardı, ama kötü bir durumla karşılaşmadım. Bu denli çok çalışmış, birçok güçlüğü yenmiş olan bir devlet adamının kendisini biraz övmesi sorun olmaz, bağışlamak, unutturmaya çalışmak gerekir, karşılık vermemek, onunla iddialaşmamak, olmayacak sözler söylememek gerekir. Tanrı hepinizi esirgesin, kendinize dikkat edin.
– Claudine-Alexandrine ile Marie Angélique sana doğru olmayan bir şey söylemiş değiller, Julie, Ayşet bu iki kız kardeşe arka çıktı, – bu ilkbahar-yaz döneminde, geçtiğimiz yıllarda da babanın durumu kötüydü. Tanrı Orleans Dükü’nden razı olsun, dükün doktorunun gönderdiği karışım iyi gelmiş olmalı. Babamın durumunun iyi olması için Tanrı’ya yalvaracağım.
– Tabii, Aisse, tabii, Tanrı’yı unutma, O’nun iyiliği ve sevgisi sınırsızdır. Bugün tiyatroya gideceğini gizli tutmanı dediyse, sana şu kadarını söyleyebilirim: Öyle diyorsa öyle yap, itiraz etme, birlikte tiyatroya gidin. Bana gelince, durumu hiç belli etmem.
Maşbaş İshak (s.332-341) – 45, Tarihi roman

(s. 341-348)*****
X
Kraliyet Komedi Tiyatrosu gece ışıklarıyla parıldıyordu. Altın ve gümüş yaldızlarla süslenmiş faytonlar gidip geliyordu. Marie Angélique ile Julie Calandrini’nin faytonu uzunca bir süre önce tiyatrodan gitmişti. Claudine Alexandrine yalnız gelmişti, ama geç kalmamıştı.
Şık giyinmiş kadın ve erkeklerden yayılan parfüm kokusu ortalığı kaplamıştı. Fuayede gezinenlerin en güzelleri ve en şık giyimlileri belli etmeden birbirlerine bakıyor, süzüyor, birbirlerine karşı saygılı davranıyor, hal hatır soruyorlardı. Meraklı kadınlar içinde birbirine dudak bükenler de vardı. “Mersi”, “matmazel”, “madam”, “markiz”, “düşes” ve “dük” gibi sözcükler her taraftan duyuluyordu. İzleyiciler ise koltuk numaralarını arayıp oturuyorlardı. Yavaş yavaş localar da doluyordu. Salonda şimdilik sorun yoktu, kadınlar güzel ve renkli yelpazeleriyle yelpazeleniyor, altın ve gümüş suyu içirilmiş dürbünleriyle ortalığı süzüyorlardı. Orleans Dükü’nün kral locası boştu. Gelip gelmeyeceğini merak edenler çoktu.
– Şu localara oturanlardan farklı mıyız, Claudine? – diye Marie Angélique kız kardeşine fısıldadı. – Pahalı diyerek Auguste bilet almaya yanaşmadı, cimriliği tuttu… Hele bir dur, Pierre’lerle geleceğini söyleyen Aisse nerede kaldı ki? İşte Jeanette Nicole, başı kazılmış Pier’in yanında oturuyor, yanlarında Aisse’yi göremiyorum… Aman Tanrım, Aisse’nin ya da cin çarpmış kontun başına bir şey gelmiş olabilir mi, bilemiyorum…
– Telaşlanma, Marie, – Ayşet’den öğrendiği bilgiyi gizleyerek Julie Calandrini kontesin kulağına fısıldadı ve onu sakinleştirdi, – Pon de Vel’in yanına gitmiş olabilir.
– Öyle de olabilir, Julie. Voltaire ve Pon de Vel’in temsilini izleyeceğiz. Ne diye Claudine, onların yanına gitmedin ki?.. Piyesi ilk okuyan ve değerlendiren sendin…
Salondaki ses kalabalığı biraz yatıştı, salondakiler locaya yerleşmeye çalışan Kont Charles de Ferriol ile Charlotte-Elizabeth Aisse’ye bakıyorlardı.
– Bak şunlara, bak şu başımıza gelene… – Marie Angélique’in, gördüğü bu şey karşısında gözleri yerlerinden fırlayacak gibi oldu.
– Marie!.. – Claudine Alexandrine dirseği ile kız kardeşini uyardı.
– Aklını oynattığı söylenen Kont Charles de Ferriol değil mi bu gelen kişi? – diye arka sırada oturan bir kadın kocasına fısıldadı.
– Bu kart herifin gezdirdiği tazenin güzelliğine bir bakın…
– Güzel olmasa, Türkiye’den bu Çerkes kızını getirir miydi?..
– Kontun kızı mı bu?..
– Kızı da olsa onu karı olarak kullandığı söyleniyor… – daha ötede oturan iki kadın da aralarında fısıldaşıyorlardı. – Niye şaşırıyorsun, kontu tanımayan biri miyiz biz?.. Bak hele, Şövalye Albay Blaise Marie d’Edie’nin kıza nasıl baktığına… Onun gözüyle yediği kızın Orleans Dükü’nün sevgilisi olduğunu bilmiyor olmalı…
Salon yeniden hareketlendi. Orleans Dükü Ayşet’lerin bulunduğu locaya karşıt kraliyet locasına yerleşti, aynı sırada insanın içini yakan bir ağıt sesi ile birlikte perde açılmaya başladı. Sahne gerisinde yüksek dağlar, gür ormanlar, dağ eteğinden yayılan çimenlikler ve otlayan hayvan sürüleri görünüyordu. Büyük bir kaya üzerinde duran çobanın kollarında dağda bulduğu bir çocuk vardı, uzaklardaki kral Laï (Laios) ile kraliçe İokaste’nin (Jocaste) oturduğu Thèbes (Thebai) şehri seçiliyordu. Ağıt sesi biraz azalıyor, gördüklerini beğenenler alkış tutuyor, “bravo” diyenler arasından Charles de Ferriol’ün sesi kendini belli ediyordu. Güzel girişi yazan sanki Charlotte Elizabeth Aisse imiş gibi Orleans Dükü de gözünü Aisse’den ayırmadan alkış tutuyordu.
Sahne gerisinden gelen ses salonu üzecek olayı anlatıyordu: “Şu çobanın elindeki bebeğin adı Oidipus (Edip), Thebai kralı Laï (Laios) ile kraliçe İokaste’nin (Yokasta) oğlu, çoban onu Kiferon Dağındaki ormanda buldu. Apollon tapınağı kâhini, Kral Laios’a, çocuğunun kendisini öldüreceğini söylemişti, o da bebeğini dağdaki o ormana attırdı. Çocuk sağ, şimdi yirmi yaşında, onu o çoban büyüttü. Ama yaşam istendiği gibi gitmiyor, onu büyütenler, onun kendi öz çocukları olmadığını sonunda çocuğa söylediler, o da gerçeği öğrenmek üzere Apollon Tapınağı kâhininin yanına giderken, Delfi yol ayırımında güçlü biri ve adamları tarafından yolu kesildi, bunun üzerine Oidipus o güçlü kişiyi ve adamlarını öldürdü. Bu güçlü kişinin kim olduğunu Oidipus bilmiyordu, oysa o kişi kendi babası Laios’tu. Thebai kentine vardığında, karşılaştığı manzarayı ıskalayıp yoluna devam edemezdi. Bir ejderha (sfenks) kaleyi kuşatmış, kimseyi içeri bırakmıyor, kimseyi de dışarı çıkarmıyordu, kent halkı açlık ve hastalık içinde kırılıp gidiyordu…”
Thebai kenti evleri, tablodaki Kiferon Dağının eteğinde görünmekteydi. Erkek ve kadın başları taşıyan ve koca kanatları olan ejderhanın karşısına Oidipus kamasını çekip çıktı:
– Kenara çekil de kente gireyim!
– Bana kafa tutan kişi, sen de kim oluyorsun? – diyerek ejderha Oidipus’a zehirli okunu fırlattı, Oidipus kılıcı ile oku kırdı, ama yenisi gelmeye devam etti…
Kentin ana kapısı önünde süren savaş kale halkını yüreklendirdi, kim olduğunu bilmedikleri bu yabancı gencin yanında yer aldılar. Öldürücü darbe yiyen ejderha, can verirken kendisini öldüren gence dönüp şöyle seslendi:
– Oidipus, senin böylesine yaman biri olduğunu bilmiyordum… bilseydim…
Kent halkı Oidipus’u havaya kaldırdı:
– Ölüm saçan ejderhayı yok eden kişi sensin!
– Oidipus kralımızdır, en güzel kızımızı ona vereceğiz!
– Dul kraliçe Yokasta’dan daha güzeli Thebai’de yoktur!
– Oidipus, Yokasta!.. Oidipus, Yokasta!..- diye kale halkı tempo tuttu…
İlk perdenin ardından ikinci perdede kale içinin resmi sahneye getirilirken, temsili yöneten ses yine duyuldu: “Böylece bekâr savaşçı Oidipus Thebai kenti kralı oluyor, genç dul kraliçe Yokasta’yı da Oidipus’la evlendiriyorlar. Evlenme olayının iç yüzünü Apollon bilicisi (kâhini) ile sizin dışınızda bilen yok (Aynı sırada salon iç sızlatıcı bir ağıtla inliyor, pufluyor), Kral Oidipus (Baron Michel) ve Kraliçe Yokasta (Adrienne Lecouvreur) mutlu bir yaşam sürdürmeye başlıyorlar… – Sahneye ikili üçlü kişiler giriyor, kentteki sorunları konuşuyorlar, birilerini övüyor, birilerini de yeriyorlar. Ne deseler de Kral Oidipus ve Kraliçe Yokasta’dan kötü söz eden biri çıkmıyor, aşklarının sevgi dolu ve mükemmel olduğu her yerde anlatılıyor. Sahneye gelip gidenlerin konuşmalarını, temsili yöneten ses yeniden kesiyor: – “İki taşı birbirine sürtersen kıvılcım çıkar, sürtüşme sırası şimdi Thebai Krallığında. Polinik, Eteokul, Antigone ve İsmene’yi doğuran Yakosta, Oidipus’un kendi oğlu olduğunu öğrendi ve kendini astı, Oidipus da gözlerini kör etti… Sizler, dikkatli olun, kötülük yapmayın, iyilik yapan iyilik bulur…”
İki perdedeki tablolar yavaş yavaş sahneden uzaklaşıyor, ilk perdedeki dağlar yeniden izleyicinin karşısına çıkıyor. Gözleri görmeyen Kral Oidipus, heybesi boynunda, kızı Antigone ile birlikte sahnede yürüyor. Can yakan ağıt sesi yeniden yükseliyor. Kral Oidipus ile Kraliçe Yakosta’nın trajedisini izleyenler temsildeki olaylarla gönül bağı kurmuş oluyorlar, oyuncular – François Arois Voltaire ile Pon de Vel Ferriol’ü sahneye davet ediyor ve hepsi coşkuyla alkışlanıyor, salon “bravo” sesleriyle çınlıyor. Ayşet de gülüyor, Marie Angélique mendiliyle göz yaşlarını siliyor, Claudin Alexandrine oyunu alkışlayıp alkışlamadığını belli etmeden Orleans Dükü ile Kont Charles de Ferriol’ü göz ucuyla süzüyordu…
– Charlotte-Elizabeth Aisse, ne diye dük oyunu alkışlarken durmadan sana bakıyordu?..- diyerek kont Ayşet’e sordu. – Sen de bundan memnun muşsun gibime geldi de…
– Baba, bana öyle şeyler söyleme demiştim ya!..
– Tamam, tamam, hadi gidelim… – Kont Charles de Ferriol, dük ve diğer bakmakta olanların göreceği biçimde kızını koltuğundan tutarak locadan ayrıldı. Kör Kral Oidipus’u kızının gezdiriş biçimi yeniden aklına gelerek Ayşet’in içi sızladı…
Charles de Ferriol locadan ayrıldığında Orleans Dükü ile refakatçilerinin kendilerine doğru geldiklerini görünce Ayşet’e fısıldadı:
– Duygularımızı belli etmeden şu kişiye bir selam verelim. Biraz eğilme ve karşılıklı selamlaşmadan sonra Kral naibi dük konta:
– İyi günler kont, tiyatroda seni gördüğüme memnun oldum. François Arois… Neydi devam eden soy adı? – Gözlerini Ayşet’ten ayırmayan kral naibi yanındakilere sordu. – Evet, evet, Voltaire… François Vorois Voltaire ile Kont Pon de Vel Ferriol’ün piyesini beğendiniz mi?
– Siz, Fransa kralı XV. Louis’nin naibi piyesi beğendiniz mi? – diyerek kontun yanıt vermesine fırsat bırakmadan Ayşet düke sordu.
– Matmazel sizin beğeneceğiniz şeyi biz de beğeniriz… – Ayşet’in adını bilmezmiş gibi Orleans Dükü bir durakladı.
– Kontes Charlotte-Elizabeth Aisse de Ferriol, – dedi kont, kızının adını uzatarak söylemekten zevk duyarak.
– Yüzündeki sevinç ve beğeni ifadesinden, Charlotte-Elizabeth Aisse, temsili sevdiğin anlaşılıyor, – güzel kadın avcısı dük Ayşet’in adını tatlı bir dil tonuyla söyledi, – biz de kontes, temsili beğendik.
– Ben de, dük, o beğendiğin adı kontese veren kişiyim… – kendini övmekte olan kontun sesi birden bire değişmeye başladı.
– Kont, güzel bir kızın olduğunu bir süre önce duymuştum, ama o denli güzel olabileceğini düşünememişim.
– Dük, beğenmekle etkilenmek ayrı şeyler, – Ayşet gülümseyerek dükün yüzüne baktı, – kardeşim Pon de Vel ile arkadaşım François Voltaire’in piyesini, temsilini beğenmiş olduğun için Ferriol’ler adına teşekkür ederim.
– Evet, evet, Charlotte-Eizabeth Aisse Fransa Güneş Kralının naibine teşekkür ederiz, – kont Ayşet’in daha fazla kontla konuşmasını istemedi, onunla konuşturduğu ve görüştürdüğü için de pişman oldu. – Haydi, Aisse, büfe bizi bekliyor.
– Papa, – Ayşet’e öyle demek düşmezdi, ama aldığı terbiye ve uygarlık anlayışı gereği konuştu, – Orleans Dükü’nü büfemize (furşetimize) davet etsen.
Kont Charles de Ferriol’ün bu sözler üzerine gözleri karardıysa da, belli etmedi, kendisini dizginlemesini bildi, zar zor konuştu:
– Kralımızın naibini büfemize çağırırım, ama gelemez… Dük, seni davet ediyorum.
– Teşekkür ederim, büfeniz olduğunu biliyorum, ama gelemem, devlet işlerinden vakit ayırıp tiyatroya geldiğim için pişman değilim. Ben de daha sonra bir kral büfesinde sizi ağırlarım, orada buluşuruz.
– Boş gezen biri olan Orleans Dükü’nü, eski bir tanıdığı imiş gibi, Ayşet’in çağırması kontun hoşuna gitmemişti, – onu davet etmekle ona ne diyecektin ki? Yoksa benim bilgim dışında bir ahbaplığınız mı var?
– Papa, o söylediğin şey ne kadar da yakışıksız şey?! – kontes kontun koltuğundan çıkmak istedi ama kont buna izin vermedi.
Büfeye gidenler Kont ve Ayşet’i gördüklerinde alkışladılar. Charles de Ferriol büfenin başına geçti, Ayşet, Pon de Vel, Arjantel, Voltaire, Montesquieu, Marie Angélique, Calandrini, Claudine Alexandrine, Paraber, Défant ve Parir’den oluşan grubun içine katıldı, davet ettikleri kişiler de ayrı bir yerde duruyorlardı.
– Senyorinalar ve senyörler, – Kont Charles de Ferriol Şarap kadehini kaldırdı, – biraz önce ben ve Kontes Charlotte-Elizabeth Aisse kral naibimiz ile konuştuk, François Voltaire, Pon de Vel Ferriol ve sizler, Baron Michelle, Lecouvreur Adrienne, Kral naibinin de temsilinizi beğendiğini bildirmek isterim, büfemize gelmek istemişti ama devlet işlerinin yoğun olması nedeniyle gelemediği için özür dilediğini söyledi ve size selamlarını yolladı. Yaşasın Fransa! “Oidipus” piyesini yazan, onu sahneleyen ve çalışmalara katılan herkes için üç kez “bravo” diyorum. Kral Oidipus’un başına gelen hiçbir zaman Fransa’mızın başına gelmesin. Kralımız XV. Louis yaşasın, mutlu olsun!
Kontun ardından sırasıyla Claudine Alexandrine ve sevgilisi La Fréne, Marie Angélique ve sevgilisi Nikola Maréchal, Défant, Arjantal ve Ayşet’in tanımadığı Şövalye Blaise Marie d’Edie ve başkaları da konuştular.
– Kim bu konuşan şövalye? – diye Ayşet içini kıpırdatan bu kişinin kim olduğunu Arjantal’e sordu.
– O, Albay Blaise Marie d’Edie, – niçin sorulduğunu önemsemeden Arjantal fısıldayarak karşılık verdi, – Malta şövalyelerinden, Malta nişanı taşıyor, Fransa’yı yiğitçe savunanlardan biri (1).
François Voltaire konuşmasında, sanki sorulmuş imiş gibi piyes ile piyesi sahnelemenin ayrı şeyler olduğunu söyledi.
– Piyesim ile temsilinin farklı olduğunu söyleyecek kişiler olabilir. Ancak, her ikisi de aynı düşünceyi yansıtıyor, sahneleme işi Grek mitolojisine daha yakın tarzda düzenlendi, bunun da farkındayım. Temsilin daha düzenli, daha anlamlı ve daha etkili olması için, arkadaşım Kont Pon de Vel Ferriol’e en içten teşekkürlerimi sunuyorum, sağ olun (2).
Şarap kadehlerini kaldıran ve içenlere aldırmadan Kont Charles de Ferriol Ayşet’in yanına geldi ve herkesin duyacağı biçimde:
– Charlotte-Elizabeth Aisse, beni defterden sildin mi yoksa, benimle hiç ilgilendiğin yok…
Ayşet kontun geciktirilmeden büfeden götürülmesi gerektiğini anladı, kontun koluna girdiğinde, kont itiraz etmedi ve Ayşet’e uydu.
__________________
1. “D’Edie zeki biri”, – diye yazıyor Markiz Défant, – yakışıklı ve temiz kalpli olduğunu söyledi. Bakış ve kavrama yeteneği kimseninkine benzemiyor, düşünce ve sözleri geleceğe yönelik. Sevgi dilini taşıdığına tanık oluyoruz. Aykırı davranışları bağışlayan kişilerden değil. Gerçeğe aykırı davrananlara, kuralları çiğneyenlere karşı, kötü kişilerle kıt akıllılara karşı olan biri. Şövalye De Edie durumunu hemen düzelttiği gibi, davranışlarını da düzeltmesini bilen biri. Böyle olması da kuşkusuz iyi bir şey: Üzgün, boş konuşmayan, bilinçli ve içinde kötülük bulunmayan iyi biri. Yoksul biri olsaydı muhtaç durumlara düşebilirdi”.
2. “Pon de Vel ile Arjantal, Voltaire’in en yakın arkadaşlarıydı, – “Voltaire’in mektupları” adlı yazıda V. S. Lyublinski şöyle diyor, – çalışmasında Voltaire’e elden geldiğince yardımcı oluyorlardı. Voltaire bu iki kişiyi “koruyucu melekleri” olarak görüyordu, onlara güveniyor, görüşlerini almak üzere ilk el yazmalarını onlara okutuyordu”.
İshak Maşbaş (s. 341-348) – Tarihi roman.

****

XI (s. 349-356)  
Komedi tiyatrosu dönüşünden birkaç gün sonra Kontes Marie Angélique Ayşet’e çıkıştı:
– Aisse, sana kırgınım.
– Neden, anne?
– Küçükken daha sevimliydin, şimdi içine kapanık bir kız olup çıktın.
– Niçin böyle konuşuyorsun, kalbim her zaman sana açık.
– Konuşma, konuşma, her şeyi biliyor ve görüyorum. Tiyatroda Orleans Dükü ile ne konuştuğunu bana anlatmadın.
– Bunun gizlisi saklısı yok ki. Baba, kral naibinin gelip bizimle konuştuğunu, hepinize selam gönderdiğini özel resepsiyonunda (furşette) söyledi ya.
– O, babanın, kontun dediği, ben senin gelip olup biteni bana anlatmanı bekliyordum. Anlıyorum, anlıyorum… Kimsenin artık umurunda değilim… Nikolay mareşalime büfede baktım, yaşlılık yüzünden akıyordu… Sen kontu düşünüyorsun, oysa ben şişmanlıyor, kilo alıyorum, ama umurunda bile değil… Görmüyor musun göz kapaklarımı, ayaklarımın şiştiğini?.. – Marie Angélique’in içi bunaldı, önceleri küçük bezlerle gözlerini sildiği gibi bu kez yapmadı, ağlamaya başladı. – Çok su içemiyorum, niçin böyle olduğumu bilemiyorum… Hatırlamıyor musun, Aisse, bir zamanlar narin, ince belli biri olduğumu?.. Siz bilmezsiniz, lafını etsek bile anlamı kalmadı, Nikolay mareşal ve niceleri etrafımda pervane idiler… Tiyatroda kimsenin gözüne çarpmadım, kimse yüzüme bakmadı…
– Marie Angélique anne, – Ayşet yanına oturdu ve onu okşadı, – moralini bozma, Balaryuk ya da Bourbon-Lancy’deki sağlık merkezlerine seni götüreceğim. Oralarının kaplıca suları sana iyi gelecektir.
– Gideriz, ama parayı nereden bulacağız, onu bilemiyorum… Gençlik dönemlerimizde Nikolay benim için harcamaktan kaçınmazdı, şimdi sanki cebinde diken var, eli cebine gitmiyor. Etrafında pervane olduğun konta da, resepsiyonda gereken birkaç yüz livreyi verdiremedik.
– Resepsiyon (furşet) çok mükemmeldi, anne.
– Bizi bırakıp gittikten sonra dönüp bir baksaydın mükemmel mi, değil mi anlardın… Şampanya tükenip konuklar birbirine bakmaya başladığında, gözümü kapayamazdım, şanslıymışım, cebimde biraz para vardı, yeniden 15 şişe şampanya ile yiyecek-meze getirttim. Pişman değilim, sizin için yaptım, lafın gelişi söyledim sadece.
– İyi olmamış, anne, sana nasıl yardım edeceğimi bilemiyorum.
– Konta söyle, – bu fırsatı beklermiş gibi kontes harekete geçti, – yeniden elini cebine atsın… Bu koca beyaz evle bu koca bahçe benim sırtımda, Augustin’in gönderdiği azıcık para ancak o işe yetiyor. Kontun kendisi silkinmiyor, her yük bizim sırtımızda.
– Anne! – Ayşet bu sözler üzerine şaşkınlık geçirdi, gözleri fırlayacak gibi oldu. – Baba hasta, hasta biri için böyle şeyler söylenmez, evin Pazar, alışveriş gideri için diyerek her ay sana para veriyor.
– Onu da mı biliyorsun?
– Biliyorum tabii, evde yaşayan biri değil miyim?
– Öylesin, ama iş o senin bildiğin gibi değil.
– Öyleyse, anne, bana söylememen gereken şeyleri söylemiş olmuyor musun!
– Ben çok şey söylerim, Aisse, her sözüme takılma, – Marie Angélique ustaca söylediği şeyi geri çekerken yine gözlerine ellemeye başladı, – seni nereye koyayım ki, seni büyüttüm, yetiştirdim… Zavallı kız kardeşim Claudine’i azarlasam da, bir şeyler yazıyor, kazandığı parayla geçimini sağlıyor. Sense bir meslek sahibi bile değilsin, her gün seni düşünüyorum, tamam şu olur diye sana uygun olur diyeceğim biri de yok. Bu söylediklerim nedeniyle, Aisse, bana gücenme, ama sana yeniden bir şey sormak istiyorum. Yarın ne olacağını Tanrı’dan başka bilen biri olmaz, kont bugün varsa yarın yok. Tanrı ömrünü uzun etsin, ama başına bir şey gelirse, sen ne yapacaksın, yaşamını sürdürmen için kont sana bir şey bırakmadı mı?
– Bıraktı.
– Ne kadar? – Marie Angélique’in rengi değişti.
– Yıllık dört bin livre almamı garantiledi.
– Fena para değil, geçinmene yeter. Ne zaman bunu yaptı?
– İki ay kadar önce. Hatırlar mısın, babanın iyi olduğu bir dönemdi.
– Evet, hatırlıyorum. Bütün bir gün evde yoktunuz, nereye gittiğinizi bilmediğimiz o gün bunu yapmış olmalısınız. Seni unutmadığı ve düşündüğü için konta teşekkür ederim. Dört bini on iki aya böldüğümüzde 300 üzeri livre eder, – kontes, kayın biraderinin sormadan yaptığı bu şeyden hoşlanmamıştı, ama belli etmedi, Ayşet’ten yana imiş gibi sözlerini sürdürdü: – Dört bin livreye bir o kadar daha ekleseydi yoksul düşmezdi, parası olmayan biri değil. Bunu mühürlenmiş resmi bir belge olarak mı sana verdi?
– Evet, niçin, anne, bana inanmıyor musun? İstiyorsan, göstereyim.
– Hayır, Aisse, birinin parasını kovalama peşinde değilim, sana inanıyorum. Şimdiye değin söylemedin… Söyleseler inanmazdım, gerçekten ağzı sıkı, ketum birisin. Şimdi taktığın altınların ve giydiğin elbiselerin kaynağını öğrenmiş oldum.
– Onlar, Marie Angélique anne, senin için yapmayacağım şey olamaz diyerek, baba bana aldı. Bunları bana aldığı için benden çok o seviniyor. Ne kadar eli açık ve merhametli biri olduğunu bilmez misin?
– Bilirim, bilirim… – Kontes gülümsedi. – Gelin olarak bu eve geldiğimden bu yana içinden gelerek bana bir şey aldığını anımsamıyorum. Kardeşi Augustin de ondan pek de farklı değil, bir kadın olduğumu unutmuş, koca Ferriol ailesini sırtıma yüklemiş bulunuyorlar. Çok iyi, çok iyi, Aisse, kontun sana olan bu tutumundan memnunum. Ondaki varlık bende olsaydı, onun sana yaptığını ben de sana yapardım, ama yok, olmayan için vardır desen kim inanır ki… Bu yıllık gelir, irat dışında, Aisse, kont sana mülkünden bir pay vermedi mı? “Onun bu evde de payı var… – dedi içinden Marie Angélique – Kendi ailesini düşünmeden, malından, mülkünden kalanı öteye beriye dağıtıyor…”
Mülk sorusu üzerine, Ayşet, Marie Angélique’in ne demek istediğini ancak anlamıştı, ayıldı: “Ona rant gelirimi söylememeliydim. Babamın ölümünden sonra, mirastan 30 bin livre almam için babamın yaptığı vasiyetten iyi ki bahsetmemişim… Buna ben değil, babam karar verdi… Babam daha sağken Marie Angélique böyle sorarsa, babam öldükten sonra bana ne yapmaz ki…”
– Bana sorduğun mülk konusunu bilmiyorum, – Yalan söyleme durumuna düştüğünü bilerek Ayşet, kontese yalan söyledi: – Baba daha sağken niçin onun adına konuşuyoruz…
– Doğru diyorsun, Charlotte-Elizabéth Aisse, – Marie Angélique konuyu hemen değiştirdi, – öylesine sordum, yoksa başka bir niyetim yok, dükle karşılaşmış olmanız daha önemli, ona ne dediğinizi, onun size ne dediğini anlatmanı istiyorum… Gece boyunca gözünü senden ayırmadı, temsile değil sana bakıp durdu, sense ona hiç bakmadın…
– Marie Angélique anne, – bu söz üzerine Ayşet’in yanakları kızaracak gibi oldu ve kontese çıkıştı, – bu tür şeyleri bana söylememeni rica etmemiş miydim?
– Fransa’nın birinci kişisi, Orleans Dükü öyle her gördüğü kadınla konuşan biri değil. Bunu niye anlamak istemiyorsun?
– Temiz biri, – birileri naip dükten yakınacak olduğunda söyleyeceği şeyi, kontese tekrarladı.
– Sana yaptığı iyiliğin karşılığını, ben de hasta konta sunuyorum demekle, Aisse, eline bir şey geçmez – Marie Angélique sesini yükseltti, ardından yumuşak sözcüklerle konuşmasını bitirdi: – Dünyanın güzelliklerinden alman gereken payı al, kendini yoksun bırakma.
– Bana gücenme, Marie Angélique anne, ama sormak istiyorum. Bir kız çocuğun olsaydı, bana söylediklerini ona da söyler miydin?
– Aisse, kızım bir yana, senin yerinde olsam, aynı şeyleri kendime de söylerdim… Kraliyet Sarayı gecesine seni de davet edeceğini söylemişti, direnip de o fırsatı kaçırma. Uygun bulursan ben de sana eşlik ederim. Senin o çok beğendiğin Şövalye Blaise-Marie de Edie de, ne ki?.. Şövalye gibi sıradan kişiler her yerde bolca var…
– Marie Angélique anne!
– Tamam, tamam, bana bağırma!..
Marie Angélique ile Ayşet’i yerinden hoplatan yüksek bir şarkı sesi Kont Charles de Ferriole’ün odasından geldi.
– Baba!.. – Ayşet ayağa fırladı.
– “ Proserpina” operasından bir şarkı konağı çınlatıyordu.
– Evet, evet, sen bunun için doğmuşsun… “Baba” diyerek, ömrünü tüketeceksin. Tamam, ilk kez buna tanık olmuyorsun, sen olmasan da Desten ve diğerleri onu yatıştırırlar.
– Uzunca bir süreden beri baba böylesine kötüleşmemişti!.. Ayşet telaş içinde odadan fırladı.
– A-a, Adrienne sen misin?.. – Kont Charles de Ferriol şarkı söylemeye ara verip sordu.
– Baba, benim, ben Aisse’yim, – Ayşet kontun elini tuttu, – tanımadın mı beni?
– “Proserpina” ışığım, Proserpina sevgilim…” – diyerek kont, Ayşet’e bakarak şarkısına devam etti, ardından ve ansızın şarkıyı kesti, gözleri sağa sola oynayarak Ayşet’e sordu: – Aisse, ne diye şarkıma eşlik etmiyorsun?.. – yoksa “Bellerofona” operasını mı daha seviyorsun? – o operadan bir şarkıya başladı: – “Bellerofona, Bellerofona”, sevgilim, neredesin?.. Şöyle beni sıcak kollarınla bir sar, sıcak dudaklarını bir öpeyim…”
– Yeter, baba, sus!.. – Kont Charles de Ferriol’ün kendine doğru çektiği Ayşet ürkmüş halde kontun elinden kurtuldu.
– Korkma, şaka yaptım… – kont hiçbir şey olmamış gibi gidip yumuşak koltuğuna oturdu, öpmek niyetinde olduğu kızına kızdı: – Sana gücendim, Charlotte-Elizabéth Aisse.
– Bugün Marie Angélique ile senin başına ne geldi böyle? – Aşağılanmış bir durumla karşılaştığını geçiştirerek, Ayşet konta sordu, – O bana gücenik, sen de aynısını söylüyorsun, bir anlaşmanız mı var?
Bir süre konuşmadan oturan Charles de Ferriol gülümseyerek yanıt verdi:
– Bana sözünü ettiğin kontes, güvendiğim ve söyleştiğim biri değil. Şimdi soruyorum:
– Markiz Défant’ın salonunda Şövalye Blaise-Marie de Edie ile buluştuğunu ne diye benden gizledin?! – kont elbisesinin kollarını savurarak ayağa fırladı, odanın içinde koşuşturarak bir soru daha sordu: – Orleans Dükü’nün Kraliyet Sarayına gitmeye hazırlanıyorsun, öyle mi?!. Benim bir şeylerden haberim olmadığını sanma, Paris’te benden habersiz kuş uçmaz. Benden habersiz dışarıya bir adım dahi atmamalısın. Anladın mı?
Ayşet bu türden azarlayıcı sözleri ilk kez duyuyor değildi. Bir gün nereden kaynaklandığını bilmediği bu tür sözleri kont kendisine yöneltmişti, ama o sıralar bu gibi sözlerin üzerinde fazla durmamıştı.
Ancak şimdi Kont Charles de Ferriol’ün dedikleri ile yapacağını söylediği şeyler… “Şaka kaldırır şeyler değildi! – Ayşet’in kalbinin içinden bir kartal kanat çırpar gibi oldu. – Baba seni kucaklar, okşar, seni uyarır, azarlar, seni korur, ama gözleri fırlamış biri gibi üstüne gelmez, dudaklarından öpmeye kalkışmaz, çirkin şeyler bunlar… Dahası aklımdan geçmeyen şeylerle beni suçluyor. Şövalye de Edie ile tanışmışsam ne olmuş… Kim bu haberi ona uçuran, kim azdırdı onu?.. Orleans Dükü’nün Kraliyet Sarayı konusunda söylediği şey gülünç… Aynı şeyi bugün bana Marie Angélique de söylememiş miydi? “Konta bağlanmış oturup duracak mısın öyle, de Edie ile tanıştığımızı da konta hemen yetiştiriyorlar… “Evde oturma, evden dışarı çıkma, döndüğümde de seni evde bulmayayım” dendiği gibi… Kim ola ki bu laf taşıyıcılar? Baba ile aramızdaki yakınlıktan hoşlanmayanlardır. Peki ona kızı olduğumu unutturanlar kimler ola?.. Hasta, öyle mi? Hasta olmasaydı?.. İnsanın çaresizliğinden yararlanmaya kalkışmak ayıp ötesi bir şeydir. Ben onu ilk kez Konstantiniyye (İstanbul) esir pazarında gördüm. Şansım varmış ki, baba, beni o gün satın aldı. Ya bir randevu evi sahibine satılsaydım?.. Sana yapılan iyiliği unutmak yakışmaz, şimdi zor gününde babayı itelersem günaha girerim. “Göz ağrısı görülür, kalp ağrısı gizli kalır” derdi babaannem. “Başı ağrıyan eğri ağızlıyı sever” (Шъхьаузым жэгъазэ ик1ас) diye bir deyim de eklerdi sözlerine. Bana yakışıksız davrandı diyerek hasta babamı terk edemem. Marie Angélique yıllarca bana baktı, insan yaşlandıkça çocuklaşır derler, doğru olmalı, beğenmediğim bir şey söylemiş diye onun da kalbini kıramam. Ne de olsa, Pon de Vel ile Arjantal’in hatırı var…
“Sorduğum şeye niçin yanıt vermiyorsun?” der gibi Charles de Ferriol yalvarırmış gibi bir gözle kendisine bakmaya başlayınca, Ayşet ona acıdı ve yumuşadı:
– Evet, baba, anladım. Senden habersiz dışarıya adımımı bile atmam.
– Beni anlaman iyi oldu, Aisse… – Charles de Ferriol çökmüş göz yuvarlarından göz yaşları dökülerek ağladı. – Bu dünyada benim tek neşe kaynağım, tek umudum sensin…
– Baba, umudunu yitirme, – Ayşet gözyaşları içinde kontun karşısında dizüstü çöktü, ellerini tuttu ve öptü, – ben seninleyim, kardeşin Agustin, Pon de Vel ve Arjantal hepimiz senin yanındayız. Sophie, Desten, Laroche ve diğer çalışanlarımız, hepsi senin için ellerinden geleni yapıyorlar. Orleans Dükü’nün adını anmak istememişti, – seni iyi yönlerinle andıklarını duydun, seni tanıyan ya da tanımayan ve seni soran çok kimse var.
– Sağ olsunlar, – kont daha rahatlamış halde sözlerine devam etti: – Amcan Augustin’in durumunu biliyor musun, zor durumda… – Bir süre sonra yeniden sordu. – Charlotte-Elizabéth Aisse, Laroche’un kendileriyle sırdaş olduğunu Guérin de Tencin kız kardeşler bana söylemediler.
– Laroche sana ne dedi ki? – kontun anlatmadığı şeyi, Ayşet, kuşku duymayarak sordu.
– “Bisert” hastanesi… – Kont Charles de Ferriol’ün yeniden göz yaşları dökülmeye başladı.
– Baba, öyle bir şey yok! – Ayşet kararlı bir tonda kestirip attı, sonra yumuşak bir sesle devam etti, – Bu şeyi unut, içini rahat tut.
– Öyle mi kızım? – Baba sevgisi daha da belirginleşmiş halde, korktuğu şeyi yeniden sormadan edemedi, – Ne olur, Aisse, beni bu evde yalnız bırakma…
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 349-356)
****
I
“Göz gördüğü, can gibidir” denir (Нэм к1этыр псэм фэд). Blaise-Marie de Edie ile Ayşet arasında henüz önemli bir gelişme yaşanmamıştı – tanıştıkları daha yarım yıl bile olmamıştı. Ancak “aşk ateş gibidir, bir tutuştuğunda yakar gider, söndürmesi olanaksızdır” derler, iki genç, tek bir bakışla birbirlerine aşık oldular. İki sevgili, aralarında oluşan ateşin hararetiyle ısınıyor, araya girmek isteyenleri yakıp uzaklaştırıyor, gece ve gündüzleri bu duygu içinde sürüp gidiyor, bazıları bu temiz aşka saygı duyuyor, bazıları da saygısız davranıyorlardı. İki genç birbirini sevmekte özgürdü, ama aşklarının gereğini yerine getirme konusunda özgür değildiler.
Kont Charles de Ferriol, Ayşet’e ilişkin herhangi bir aşk beklentisinin olamayacağını anlamıştı, – Ayşet bunu tiyatroda, özel resepsiyonda belli etmişti, ardından bunu evde de yinelemiş, dükü de dışlamıştı. Ancak hasta olmasına karşın, kont, Ayşet’e duyduğu gizli aşkı şarkı söyleme yoluyla ifade etmek istemiş, ama başaramamıştı. Ayşet’in gerçek aşkını öğrendikten sonra kont, yaklaşım biçimini değiştirmiş, Ayşet’in gönlünü alma yoluna gitmişti.
Bu da ne türlü bir yaklaşım ve gönül alma biçimiydi ki? Kont Charles de Ferriol hastalığı nedeniyle korkuyor muydu ya da küçük kızı satın aldığı günkü gizli niyetini, onu elde etme arzusunu yitirmiş miydi? Bu iki konu ve daha başka duygularla sarmaş-dolaş olmuş, kont, beni “Guérin de Tencin kız kardeşlere rezil etme” ricasında bulunma gereğini duymuştu. Diğer konu ise gizli aşkıydı.
Kontun çekindiği iki kız kardeşin derdi ise farklıydı: Akılını oynatmış bu kişi, kont, ölürse ya da kendine bir şey yaparsa, “Çerkes kadınına” irat olarak verilecek yıllık dört ilvre sorun değildi, Marie Angélique kızın paylaşıma katılıp katılmayacağını bilemiyor ve bu durum onun içini kemiriyordu. Claudine-Alexandrine de öfkesini konta kusuyor, duruma göre acıyor-acımıyor gibi yapıyor, Ayşet’e de aynı öfkesini kusuyordu. Birincisi beklenti, ikincisi korku, üçüncüsü de kuşku içindeydi.
“Hey, Paris, Paris!..” diye Kont Charles de Ferriol’ün heyecanlandığı Paris onlar ve başkaları için bir anlam ifade etmiyordu, orası hiç seni duyar mıydı, orada yaşam kaynıyor, işi rast giden mutluluk, rast gitmeyen de keder/ üzüntü içinde yaşıyordu. Çocuk Kral XV. Louis’nin büyütüldüğü Versay, Trianon Sarayı ve Geyik Parkı gece gündüz zevk ve sefa içinde kaynıyordu. Orleans Dükü’nün Palais Royal sarayında da yeme içme ve kahkaha sesleri eksik olmuyordu. Yaşamın kaymağını yiyen bu kişiler para, malk mülk edinme ve sevgili değiştirme dışında bir şey bilmiyorlardı, evleniyor, ayrılıyor, sevgilinin birini bırakıyor, diğerini alıyor, günü gün etmeye ve hayatın tadını çıkarmaya bakıyorlardı.
Ayşet’in genç kızlığı böylesine çalkantılı XIV. Louis ve XV. Louis dönemlerine denk gelmiş, sonunun nasıl biteceğini bilemediği bir aşk ateşinin içine düşmüştü. Ama karşısında tek değil, iki ateş duruyordu: Charlotte-Elizabéth -Aisse, Blaise Marie de Edie ile Charles de Ferriol’ün aşk ateşleri arasında kalmıştı. İlki Ayşet’i ısıtıyor, ikincisi ise kavuruyordu.
Ayşet, Şövalye de Edie’nin bir Malta şövalyesi olduğunu ve evlenme yasağı olduğunu bilmiyor olabilir miydi? Kendi Malta Şövalyeleri kuruluşuna verdiği evlenmeme yeminini unutmuş olabilir miydi? Aşkın soru sormadığını, bir engel tanımadığını, aşkın büyük bir yangın gibi her engeli yakıp geçtiğini bu iki genç canları ve her şeyleri pahasına kanıtlamış oldular. Ama bu kadarı, birbirini sevmek mutluluğuna erişme anlamına gelmiyordu. Aşk uzun veya kısa, ince veya geniş, olumlu veya olumsuz yanları olan bir yol olabilir. Bu iki yoldan hangisini seçeceksin, o yol seni nereye götürecek ve nerelerden geçirip geri getirecek? Aşkın sonsuz sorularını yanıtlamaya kalkışacak olursan, onun yol ayırımlarında şaşırıp kalırsın. İnsanın içine ve ruhuna sığmayan aşkı, para ve mülkle değiştirecek olursan, ömür boyu sürecek bir mutsuzluk yolunu seçmiş olursun.
Üç uzun kış ayını izleyen ilkbahar ayları ne soğuk, ne de sıcak olur. Bir önceki günün ince kar örtüsü erimiş olsa bile, topraktan soğuk yayılmasını sürdürür, ama ağaç dalları bir önceki haftadaki gibi çıplak ve solgun değildir. Dallar esen hafif yelden daha çabuk ve daha ince sallanırlar, batan güneşin kızıllığı güneşi izliyormuş gibidir. Ağaç tepesindeki iki alacalı kuş birbirini gözlüyor, birbirine kur yapıyordu.
Doğu tarafında kararan gökyüzünde ilk yıldız göründü. Ona bakmaya sıra gelmeden Ayşet’in karşısına başka bir yıldız daha çıktı: “Şu ilk yıldız Edie’nin, ikincisi benim. Bak, yine başka başka yıldızlar oradan şuradan sökün etmeye, parıldamaya başladılar. Bunlardan hangileri tanıdığım kişilere ait olabilir?.. Jeanette-Nicole, Pon de Vel ve Arjantal’e ait olabilirler mi?.. Voltaire’in yıldızı hangisi olabilir?.. Marie Angélique ile Claudine Alexandrine’i unutmuşum… Tek bir anadan doğmuşlar, o halde yıldızları ayrı olamaz. Sophie’nin aydınlık yıldızı benimkinin yanında. Paraber ve Deffand markizler, kocalarından boşanmış olsalar da, yıldızsız sayılmazlar, kaç defa söyledim onlara, kocalarından ayrılmamalarını… Ne kadar malın mülkün olursa olsun, yalnız bir kadınsan, seni gören her erkek sana asılır, sana göz koyar, nasıl rahat edeceksin?.. Bu iki kuş bile, özgür oldukları halde, birbirini seviyor, ayrılmıyor, birbirini tamamlıyor…”
Her geçen dakika ilkbahar akşamı daha da kararmaya, yıldızlarla rekabet edercesine evlerde lambalar yakılmaya, Paris akşamı karanlığın içinden sıyrılıp parıldamaya başlamıştı.
– Vaktin bir türlü ilerlememesi Ayşet’i üzüyor, evden çıkma vaktinin uzamasından sıkılıyordu, saatin on olmasına daha iki saat vardı. “O zamana değin evde çok şey olabilir, dünyada da çok şey olabilir, – dedi Ayşet kendi kendine. – Ey ulu Tanrım, o saate değin papaya bir şey olmasın, sağlıklı ve aklı başında kalsın. Gideceğim yerde fazla kalacak değilim, en çok bir saatliğine evden ayrılacağım… Sadece Edie’yi göreyim, bir kez konuşayım ve gülümseyeyim yeter, bu dünyada her şeyden çok onu isterim, faytonuna binip onunla mahallemizde bir tur atayım yeter.
Deffand’ın salonunda birbirimizi iki hafta önce görmüştük. Bu iki haftayı nasıl da zor geçirdim? Durum papaya bildirildiğinde, papa küplere binmiş, hafta boyunca onu yatıştıramamış, söylenmedik söz bırakmamıştı. Dün bana nasıl da laf dokundurmuştu?.. “Birisine karılık yapman için mi seni satın aldım, sana bakar, seni okuturken, ben de senin için bir şeyler düşünmüyor değildim” dediğinde, şansıma orada bu sözleri duyacak başka birileri yoktu. Anlaşılan içindekini sonunda bana kustu. – Aklına gelen bu şey üzerine Ayşet’in kolları ve bacakları titredi, duvar gerisindeki tanrı resmine yanaşıp haç (istavroz) çıkardı, dün yaptığı gibi, yine ona yalvardı: – Beni papanın aklına esen o kötü şeyden koru, o sözleri hasta olduğu için söylemiş olmalı, o konuda hiçbir kuşku duymuyorum. Zor durumumda onun benim için yaptığı iyiliği asla unutamam, beni kızı olarak kabul edip etmemiş olması önemli değil, ben onu babam sayıyorum, üzerime düşeni yapacağım, onu hiçbir şeyden yoksun bırakmayacağım, elimden geldiğince ona bakacağım, ama onun bana ilişkin kötü niyetinden Allah beni korusun, Tanrım, bağışla beni, artık bu yükü kaldıramıyorum…”
Arjantal sevinç içinde odaya girdi, Aisse bunu neye yoracağını bilemedi:
– Charlotte-Elizabéth Aisse, hala hazırlanmamışsın?
– Jan, niye hazırlanacak mışım? – saat onda Şövalye Blaise Marie de Edie’nin faytonunun kendisini almaya geleceğini söylemedi.
– Markiz du Deffand’ın salonuna gideceğiz ya.
– Öyle bir sözüm yoktu, Jan… – dedi Ayşet, Arjantal’ı atlatmayı kendine yakıştıramadı, birini beklediğini açıkladı. – Şövalyenin gelmesini bekliyorum, yarım saat olsun bir görüşelim demiştik.
– Onun için mi böyle hazırlandın?..
– Niye, Jan, beni çirkin mi buldun? – Ayşet şakacıktan gülümsedi, ardından toparlandı: – En hırpani elbiseyi giymiş olsan bile, seni seven kişi seni güzel görür. Yoksa Lecouvreur Adrienne ile sen farklı mı düşünüyorsunuz?..
– Charlotte-Elisabéth Aisse, seni konuşuyoruz, benim öyle bir derdim yok, – Arjantal’in sevinçli gözleri kurnazca parıldadı, – sizin Çerkeslerin yaptığı gibi senden armağan almayı hak ettim, kontun seni serbest bırakmasını sağladım. Nasıl, nasıl olurmuş, – diyerek Arjantal Ayşet’i alaylı taklit etti, – bana güvendiği için seni serbest bıraktı. Hazırlanman için yarım saat süre veriyorum.
– Jan, doğru mu söylüyorsun?.. – Ayşet saçlarına el atıp ayağa fırladı. – Öyle diyorsan, hemen, ama önce papaya iyi geceler dileyeyim…
– Aisse, ona da artık gerek yok. Kitap okuma yoluyla onu dinlendirmiş oldum. – Arjantal odadan ayrılrken, – Görüyorsun süren kısa, bunu unutma.
– Öyleyse Markiz Deffand’a gideceğimizi Marie Angélique mamaya söyleyeyim.
– Kontesi göremezsin, Claudine Alexandrine’i de. Onlar da Deffand’ın salonuna gittiler.
– Niye bana söylememişler?..
– Amcamız kont başlarına ekşimişti de sana bir şey söylemediler. Ben seni alt kattaki konuk odasında bekleyeceğim.
– Öyle ama, Jan, – Ayşet durumu anımsamış olmalı sevinçli konuşmasını kesti, – Edie’nin gelmesine daha bir buçuk saat var. Beklemesem ayıp olmaz mı?.. Ne yapabilirim?..
– Aisse, güzel kız kardeşim, meraklanma, Deffand’a gittiğimizi, kendisinin de oraya gelmesini bahçe kapısındaki bekçilerimize tembih edeceğim.
– Kendisini beklemediğim için gücenip dediğimiz yere gelmezse?..
– Nedir, Aisse, bu başına gelen, bu telaşın niye, seni tanıyamıyorum, – Arjantal bu duyduklarına şaşırdı. – Gelir. Aşk rüzgarına kapılanı hiçbir şey durduramaz, yıldırım, gök gürültüsü bile durduramaz diye kim söylemişti? Adaşım Jean Baptiste Molière ya da Philippe Neriko-Detouch olmalı. Kim demişse demiş, doğru demiş. Böyle olunca Aisse, biz, Adrienne’i sordun, oraya gidelim, onu oradan alıp Deffand’ın salonuna götüreceğiz. Biliyor, biliyor, bizi bekliyor.
– Öyleyse, Jan, ben Edie’yi beklesem daha iyi olur…
– Olmaz, Aisse, Şövalye Blaise Marie de Edie erkek, bize gücenmez. Ona seninle birlikte Adrienne’e uğrayacağımızı çıtlattım.
“Herkes kendisini düşünüyor…” – diye Ayşet gülümsedi, başka şey söylemedi.
Ayşet’in salona şöyle bir bakmasına fırsat bırakmadan Şövalye Edie’nin kendisini karşılamış olmasına çok sevindi, ama belli etmedi, ona sıcak bir selam verdikten sonra Jeanette-Nicole’a sarıldı, onu yanaklarından öptü, salonda göremediği kontesi du Deffand’a sordu:
– Kontes Marie Angélique nerede? Claudine-Alexandrine’i göremiyorum.
– Onlar, Charlotte-Elizabéth Aisse, başka bir yerdeler, – dedi Pierre Guérin de Tencin gülümseyerek, sözünü şakayla sonlandırdı: – Kontes kız kardeşlerim, sana göz kulak olmam için beni görevlendirdiler, ben de bu görevi yerine getireceğim. Anlıyor musun, Şövalye Blaise-Marie de Edie? Sen de matmazel Aisse. Olmayacak sözler etmeyin, olmayacak şeyler de yapmayın.
Ayşet’le Şövalye Edie yan yana durup kendilerini gözetecek başpiskoposu dinleyeceklerini belirtir bir biçimde başlarını eğerek selamladılar, oturanlara da aynı selamı verdiler.
– Ben kız kardeşime dikkat etmeyecek biri miyim? – Arjantal de bu duyduğu söze kırılmış gibi yaparak sordu.
– Sen Adrienne’den ayrılma, Jan, – diyerek Ayşet kardeşine şakacıktan takılarak talimat verdi, – onun dediğinden dışarı çıkma.
Aktris Adrienne bu sözleri beğenmiş olmalı ki alkış tuttu, oturanlar da alkış tuttular.
– Ben salonuma buyurduğum kişilerin ne dediğine, ne diyeceğine karışmam, özgürdürler, – Markiz du Deffand şarap kadehini yukarı kaldırdı, – kadın erkek arası aşk özgürce gelişsin, yaşasın! İçin, neşelenin, evimin her bir bölmeli bölümünde sevişebilirsiniz, sevişmeleriniz ateşli ve müthiş olsun.
– Bravo, du Deffand! – diye haykırarak Markiz Martin de Boileau şarap kadehini aşığının kadehi ile tokuşturdu.
– Bravo! – dedi başka biri ve kadehini kaldırdı, karşılıklı tokuşturdu, haykırarak hep birlikte bunu üçer kez tekrarladılar.
– Serbest aşk diye duyduğun bu şeylerden umutlanma, şövalye, – Ayşet şarap kadehini Edie’nin kadehi ile tokuştururken lafını gediğine koydu. Bir yudumunu bile içmediği kadehini yerine bıraktı, Jeanette-Nicole’e baktı, Arjantal için kaygılandı: – İçkiyi fazla kaçırma, – dedi.
– Üzüme, şaraba lezzet katan Tanrıdır, – dedi Başpiskopos Pierre.
– Evet, evet, – diyerek Jeantte-Nicole Pierre’e katıldı ve eklemede bulundu, – Ama şarabın kırmızı renginin insanın aklını başından alacağını da bize O söyledi.
– Bize neşe ve zevk, güzellik ve tat katan şarap ebediyen var olsun! – Adrienne Lecouvreur elinde şarap kadehi, şarap üzerine şiir okumaya başladı: – “ yere dökülmüş ve sararmış yaprakları hafif ve ılık bir rüzgar hışırdatıyor, güneş aydınlığını yansıtan şarabı beyaz üzümden üretirler. Ardından iyi dileklerle yüzyıllar boyunca mahzende bekletir ve yıllanmasını beklerler. Yaşasın şarap, göğsünüzden boşalan şarap, gençliğiniz heba olup gitmesin. Yaşasın fıçılardan akan şarap, yeryüzüne sürekli mutluluk saçmaya devam et. Barış dileklerimizin yere düşmemesi, ömür boyu sürecek bir yeryüzü sofrası, insanların mutluluğu için kadehimi kaldırıyorum!”.
Şiir sonrasında Adrienne eski bir Fransız şarkısını söylemeye başlayınca, salondakiler gür sesleriyle ona eşlik ettiler. Markiz de Paraber de pek ortaya görünmeden Molière’in “Don Juan” piyesinden bir parçayı okudu ve temsil etti.
– Şimdi de Charlotte-Elizabéth Aisse La Fontaine masallarından birini okusun, – diyerek Arjantal Ayşet’ten ricada bulundu.
– Jan!..- Ayşet utanarak bir şeyler söylemek istedi, ama masal beklentisi içindeki topluluk buna izin vermedi, “Süt sağan kadınla kırılmış güğüm” masalını ince vücudu ve çekici sesiyle uyumlu olarak okudu.
Akşam buluşmasındaki gençler Ayşet’i içten alkışladılar. Adrienne, du Deffand, de Paraber ve matmazel Aisse adına Şövalye Edie de birer teşekkür konuşması (hohu) yaptılar ve birer kadeh şarap içtiler. Çağırılan üç müzisyen parçalar çalmaya başladı, birlikte dansa kalkmış olan çiftler ikişer ikişer ve sessizce salondan kaybolmaya başlamışlardı. Bir süre sonra salonda sadece Başpiskopos Pierre, Şövalye de Edie, Jeanette-Nicole ve Ayşet kalmıştı.
– Marie Angélique ile Claudine Alexandrine salona gelecekti, – gece boyunca kendisini düşündüren şeyi Ayşet sonunda sordu, – niçin gelmediklerini bilemiyorum.
– Kız kardeşlerimi çok özlemiş olmalısın… – diyerek Pierre, Ayşet’le şakalaştı ve yeniden sordu. – Onları o kadar mı özledin? – Ardından eklemede bulundu: – Aisse, kız kardeşlerimin her dediğine inanma.
– Hayır, hayır, Pierre, onlar canımın birer parçası, – Pierre’in şaka yaptığını biliyordu, ama o içindekini söyledi. – Papayı evde yalnız bıraktığımız için kaygılanıyorum, sorun bu. Doğru, buraya gelmeme izin verdi. Bir ara iyi değildi, ama şimdi daha iyi, – kontun durumunu soran olmamıştı, ama Ayşet öyle konuştu.
– Çok iyi, Aisse, çok iyi, – dedi Jeanette-Nicole Ayşet’e gülümsedi, Pierre ve yanındaki Edie’ye döndü, – siz erkekler yerinizde kalın, özel olarak Aisse ile biraz konuşsam iyi olacak, – biraz ileride, bölmeli bir yere oturduklarında Jeanette-Nicole Ayşet’e fısıldadı: – Aisse, kontla olan sorununu biliyorum, moralini bozma. – Sonra kaygılandığı durumu sordu: – Charles de Ferriol’ün senden ona karılık yapmanı istediği doğru mu?
– Sen bunu nereden duydun?.. – Kendisinden başka kimsenin bilmediğini sandığı bu şeyi Jeanette-Nicole’ün sorması Ayşet’in gözlerini yerinden oynattı, ama kontu korumak istedi: – Papa hasta, dediği çok şeyi ciddiye almamak gerekir.
– Konta karşı böyle demen yerinde, ama, yine dikkatli ol, ona fırsat verme, tek başına onunla birlikte evde kalmamaya bak. Şövalye Edie ile ne gibi bir ilişki kurmayı düşünüyorsun?
– Jeanette-Nicole, durum bildiğin gibi, Şövalye de Edie serbest olan biri değil, kısıtlı biri…
– Sen de öylesin, Aisse, kont sana karışabilir.
– Niye?.. –Ayşet’in ince ve güzel yanakları kızardı.
– Kont sana “Kızım” diyor, ama durum farklı. Seni satın aldığında ve sana Katolik kaydı yaptırdığında, seni kızı olarak kendine yazdırmadı. Büyüdüğünde sana istediği gibi davranma hakkını elinde tutmak istedi. Bu nedenle “sana istediğim gibi davranırım” demiş olması da bundandır.
– Hayır, Jeanette-Nicole, papa öyle biri değil, – dedi Ayşet kalbi küt küt atarak, – hasta olmasaydı öyle bir şey demezdi. Ayrıca papanın benim için yaptığı iyilikleri unutmuş değilim, sana iyilik yapanın iyiliğini çiğnemek yakışmaz. Papa hasta, onu kimsesiz ve korumasız bırakamam. Kız evladın yapacağı şeyi ona yapmak bana düşüyor… – Ayşet’in içi karardı, yine konuşmasını kesmedi: – Papa hayatta olmasa bile bana yetecek kadar gelir bıraktı.
– Bunu evden kim biliyor?
– Sadece Marie Angélique biliyor. Sorduğunda bana yıllık dört bin livre yazdırdı dedim. Papa öldüğünde paylaşıma katılmak üzere beni de yazdırdığını söylemedim.
– İyi yaptın. Ama Marie Angélique’in bildiğini Claudine Alexadrine’in bilmediğini sanma.
– İsterse bilsin… – Ayşet’in güzel ve gevşek omuzları hemen dikleşti, – papa ve kardeşlerim beni korurken, sen de yanımda olduğun sürece o iki kız kardeşin bana yapabileceği bir şey olamaz. Benim açımdan en büyük sorun şu Şövalye Edie konusu… Bu başıma gelen nedir, bilemiyorum, görür görmez ona vuruldum…
– Başına gelen şeye, Aisse, – dedi Jeanette-Nicole, – kendin yanıt verdin, ama daha sonra neyle karşılaşacaksınız, işte onu bilmiyorsunuz. – Jeanette-Nicole kaygılı olduğunu belirtir biçimde iç çekti. – Farkındayım, Aisse, farkındayım, biz de aynı sorunla karşı karşıyayız. Bizler din görevlisiyiz, bizim için de yollar kapalı. Şövalye için de evlenme yasağı var, bu nedenle bizden farkı yok.
– Ben de onu söylemek istiyordum… – Ayşet’in beyaz yanakları kızardı ve Jeanette-Nicole ile fısıldaştı: – Bana “Seni seviyorum, benimle evlenmeyi kabul edersen şövalye ocağına verdiğim yeminden vazgeçmeye ve aldığım şeref nişanını geri vermeye hazırım” diyor… Ebediyen evde bekleyecek olsam bile sevdiğim şövalyeye öyle yap diyemem. O zaman aldığı onur nişanını ve Fransa için yaptığı özverileri kirletmiş olur… Bir bak, oturuşu ve duruşu ile onun ne denli onurlu, soylu ve iyi yetişmiş biri olduğu belli oluyor… Çok mu konuşuyorum, bilemiyorum, bağışla beni Jeanette-Nicole…
– Şövalyeden olumlu söz etmiş olması, – Jeanette-Nicole’ü sevindirdi, imrenmesine ve gülümsemesine neden oldu, – onu seviyorsun, Aisse. Aşkın sana mutluluk getirmesini istiyorum. Bir de peşini bırakmayan düzenbaz Orleans Dükü’ne kendini kirlettirme, ona fırsat verme.
– Orleans Dükü konusunda kaygılanma. O konuda Marie Angélique ağzımı yokluyor, ama boşuna. – Ayşet yalancıktan bir gülümsedi, üzüldüğü şeyi söylemeden önce sordu: – Bu sağa sola kaçışan kişiler ne zaman geri dönecekler?.. papayı düşünüyorum, gece yarısı oldu, Jeantte-Nicole, kusuruma bakmazsan eve dönmek istiyorum.
– Onları beklememize gerek yok, – dedi Jeanette-Nicole, bunu söylemek için fırsat bekliyormuş gibi, – bizim de ayrılma saatimiz geldi. Onların sormadan salondan ayrıldıkları gibi biz de yavaş yavaş, İngiliz usulü salondan ayrılalım.
İki sevgili, Şövalye Blaise-Mari de Edie ile Ayşet faytona, yan yana değil karşı karşıya gelecek biçimde oturdular. Her ikisinin yüreğinde oluşmuş olan çarpıntı sesleri faytonun tekerlerinden çıkan seslerden aşağı değildi.
– Edie, canımın içi, – dedi Ayşet, fayton Feriol’lerin konağının önüne vardığında, – arabadan inme, bahçe aydınlık, konak bekçileri de işte kapı önünde bekliyorlar, bir başıma eve gireyim. Yalvarıyorum, papa bizi birlikte görmesin. Olmayacak bir şey söylemesinden korkuyorum. Yabancı biri ile birlikte görünmemi istemiyor…
– Öyleyse, Aisse, olur. Seni seviyorum, – Edie uzatılan sıcak eli bırakmak istemeyerek öptü.
– Ben de seni seviyorum Edie, – diye Ayşet şövalyeye karşılık verdi.
– İzin verirsen, Aisse, Kont Charles de Ferriol’le konuşmak isterim, – diye Şövalye de Edie Ayşet’in arkasından seslendi.
(Devamı var)
İshak Maşbaş, tarihi roman, (s.356-367)

****

Paris’te Bir Çerkes Kızı – 11 (tarihi roman, s.367-373) – *****
II
“İnsanın derisi kalındır, ama canı narindir” diyen kimdir? Kim dediyse demiş, kimse daha doğrusunu söyleyemez. Bu eski deyim gereği Kont Charles de Ferriol’ün yaşamı göz önüne alındığında, buna benzer şeyler söylenebilir. Ama canla başla, her şeyi ile sevdiği yaşamdan eli boş çıktığı, aldandığı, bıkmadan ve aralıksız sürdürdüğü aşk maceralarından kontun hasta düştüğü unutulabilirdi.
Faren yağ damlatıyor, rafından süt taşıyor olsa, sana ait olmayan yere yüz yığın sap yığsan neye yarar? Charles de Ferriol, yüz at bulup yiğitlik taslamaya kalkışsa bile, artık onda öyle bir güç kalmamıştı. Yine de sönmeye yüz tutmuş ateşe odun atmanın peşindeydi, pes etmeyi bir türlü kabullenemiyordu. Ama, sonunda at yorulur, eyeri de yıpranır.
Yeryüzü değişik yollarla döşelidir. Yorulacağın ve tökezleyeceğin yolu ah bir bilsen? Bu sorunun yanıtı Charles de Ferriol için sır değildi. Bu yol ayırımlarından biri onu büyük beyaz evine geri getirmişti, ama ömrünün son demlerini yaşadığını umursamadan aşk dolu yaşam umudunu terk etmek istemiyordu. Niye öyleydi? Umutsuz yılların yarattığı acımasızlığın bir cezasını mi çekiyordu? Yoksa kuru bir ağacın gölge vermeyeceğini bilmesinden mi ileri geliyordu bu tür davranışlarının nedeni?
O zaman Ayşet ile de Edie arasında yeni başlayan temiz aşk ne olacaktı? İkisinin toplam yaşı Charles de Ferriol’ün yarısı ediyordu. Bütün bunlar yaşamın bir oyunu olmalıydı. Ayşet’in başından geçen zorluklar ile şimdiki yaşamı, onu akıllı, sabırlı ve merhametli yapmıştı, ama değişmeyen yanı güzelliğiydi. Düşünecek olursak bunun bir yanı iyi, bir yanı da kötüydü. Doğrusunu söylememiz gerekirse, onca yıkım, güzelliği nedeniyle başına gelmişti, şimdi de o yüzden acımasız ve zorlu bir yaşam sürdürüyordu.
Şövalye Blaise Marie de Edie Kont Charles de Ferriol ile buluşup da konta ne söyleyebilirdi? Ayşet ile onun birbirlerini sevdiklerini Jeanette-Nicole dışında bilen biri yoktu. Claudine-Alexandrine belki kuşkulanmış olabilirdi, onun dışında Ferriol ailesinde durumun farkında olan kimse yoktu. Daha iyi bir fırsat doğmasını umarak Ayşet kendini frenliyordu, kont ile evde yalnız kalmaması ve namusunu koruması gerektiğini de bir an olsun aklından çıkarmıyordu.
Böylesine kritik bir ortamda Ayşet, Şövalye de Edie’nin Kont Charles de Ferriol ile konuşmasını istemiyordu. Ayşet hangi şeyden korkuyor, kimi korumak istiyor olabilirdi? İlk aşkı şövalyeyi mi, babası yerine koyduğu konta duyduğu sevgiyi mi? “Böylesine iki sevgi karşılaştırılamaz! – Bu tür şeyleri düşündüğü için Ayşet kendi kendisini kınadı, ardından istemediği, ama ara sıra aklına gelen üzücü şeyler nedeniyle ürktü: – Ne kadar da şanssız doğmuşum! Katlandığım onca acı yetmezmiş gibi ilk aşkım da umutsuz-umarsız bir aşk çıktı… Edie’nin evlenme yasağı bulunduğunu öğrendiğimde ne diye aşkımı kalbime gömmemişim? Beni kül edecek bir yangına ne diye koşa koşa kendimi attım? Paraber ile Deffand, “Edie için evlenme yasağı varsa ne olmuş, çok mu önemli, böylesine zengin ve yakışıklı birini sakın kaçırma, akıllı ol”, – diyorlardı. Ne kadar da anlayışsız-duyarsız kişiler onlar? Aşk zengin yoksul demez. Gönlün beğendiği kişi önemli olan, sözünü uzun zamandır unutmuş olmalısınız. Edie konumunu unutup beni sevmiş olamaz. Sizin aşıklarınızın kulaklarınıza fısıldadıkları sözler gibi değil Edie’nin bana söylediği, bir gün bana – “Şövalye kurumuna verdiği yeminini aşkı uğruna bozacağını söyledi. Aşkın yaptırmayacağı şey yoktur sözünü Çerkesiye’de ve burada çok kez duydum. Bu bir yiğitçe söz mü ya da kişiyi ölüme götürecek olan bir şey mi?.. Aşkı yok edecek bir sevgiyi istemem. Niye kendi kendime yakınıp duruyorum, onu benden kapan biri mi var?.. ”
Şövalye de Edie geçen ay ve bu ay kontla görüşmeyi umuyordu, ancak Ayşet bahaneler uydurup buluşmayı önledi. Önce Ayşet’in kendisi kontla konuşmak istemişti. Ne diyeceğine ve alacağı karşılığa nasıl yanıt vereceğine hazırlanmıştı. Konuşmak kolaydı, ama onu doğru, yalan ve gözyaşı katarak söylemek gerekiyordu. Ayşet bugüne değin, hayli zamandır aşkını konta söyleyememişti, kendini büyüten kontu geride bırakıp gitmeyi düşünmüyordu. Uygun zamanı kolluyordu. Bir ara onun kendisine sulanmış olduğunu unutmamıştı, bunu yüz kızartıcı bir olay olarak anımsıyor, aklına getirmekten de utanıyordu. Böyle yaparsa, kendini koruyacağını, çekindiği konttan kendisini, namusunu kurtaracağını düşünüyor, kontun kendisini okuttuğunu ve büyüttüğünü biliyor, bir yandan da ondan korunmaya çalışıyordu. Ayşet ne diyeceği, ne yapacağı konusunda hazırlıklıydı, yaz yeli bir hafta boyunca estikten sonra, bir ay daha kontun tedavisi ve idaresi ile ilgilenmiş, onunla konuşma olanağı bulamamıştı. Bunu günler ve haftalar boyu izlemiş, ama Ferriol’lerin konağında bir değişiklik yaşanmamıştı, herkes halinden memnun görünüyordu, ama ailede gizli bir üzüntü vardı.
Sabah uyandığı saatten yattığı saate değin Ayşet gözünü konttan ayırmıyordu: nereden bir ses gelirse kulağını kabartıp dinliyordu. Sorun hasta ile ilişkisiz ise, belli etmeden kendi işinin peşine düşüyordu. Haftalar ve aylar birbirini izliyor, yaşamında şövalyeden başka bir mutluluk kaynağı kalmamıştı. Ayşet haftada bir kez, şövalye ile gece gizlice buluşabiliyordu – konta ilacını içirip kitap okuduktan ve onu uyuttuktan sonra, Edie’nin dış kapı önünde bekleyen faytonuna bir saatliğine biniyordu. Bazen faytonla Paris’i turluyor ya da ikisi yolun bir kenarından yürüyor, fayton da onları izliyordu. Ayşet gece kaçamaklarının sürekli gizlenemeyeceğini, bir gün mutlaka açığa çıkacağını biliyordu, dışarı çıkarken ya da döndüğünde kapıdaki bekçilere kusuruma bakmayın, beni bağışlayın der gibi sevecen gözlerle bakıyor, sert ve kırıcı sözler söylemekten kaçınıyordu.
Bu gibi bir hava içinde, bugün yarın diyerek, kontun bakımı ile ilgileniyor, oyalanıp duruyordu, konta söylemeyi düşündüğü şeyleri erteliyordu. “Soracağım söze vereceği karşılığı biliyorum, nasıl söyleyeyim? Hayır, kendi iyiliğimi, çıkarımı düşünerek hasta papamın kalbini kıramam. Aşk işinde yararlı-yararsız ayırımı düşünülemeyeceğini biliyorum, ama zor durumdayken papaya öyle şeyler söyleyemem, yapamam. Sonbahara doğru Auguste dönecek, yabancım değil, bekler, ona danışır, konuşurum. Böyle diyerek, Edie’nin şövalyelik konusunda yapacağını söylediği şeyi yapmasını istemem uygun olur mu? Böyle yaparsam, kendi mutluluğum için Edie’yi kurban etmiş olmaz mıyım? Papayı nereye bırakacağım? “Kont Charles de Ferriol’e bakacak senden başka akrabası kalmamış mı! – diye birinin söylendiğini duyar gibi oldu, hemen kendi kendini yanıtladı: – Niye yakını olmasın, var. Ama onların ne yapacaklarını bilebilir miyim?!..”
Kont Charles de Ferriol öğle yemeği vaktinin geldiğini anladı ve kendi kendine yemekhaneye indi. Güzel tabaklar, gümüş kaşık ve çatalların, elbezi ve beyaz önlüklerin bulunduğu uzun sofraya, Kontes Marie Angélique ile birlikte oturdu. İçeriye Ayşet girince de konuşmalarını kestiler.
– Charlotte-Elizabéth Aisse, yemek vakti bizi bekletmezdin, – Kontes Marie Angélique, yeni görmüş biriymiş gibi Ayşet’in yüzüne baktı, – senin için güzel bir haberim var.
– Evet, Charlotte-Elizabéth Aisse, ben de o şeyden habersiz biri değilim, – Kont, yengesinin söylediği sözlere destek çıktı, – Orleans Dükü bir elçisini gönderip benden bir ricada bulundu, ben de hayır diyemedim.
Ayşet söylenenleri umursamadan varıp kontu yanaklarından öptü, Kontes Marie Angélique’i de aynı biçimde öptü ve koltuğuna oturdu.
Kont yarım kalan konuşmasını tamamladı:
– Charlotte-Elizabéth Aisse, Orleans Dükü yarın akşam Palais- Royal’de verilecek baloya, seni ve beni birlikte davet etti.
– Orada ne işimiz var?.. – diyerek Ayşet yerinden fırladı.
– Bravo, Aisse! – Bunu beklermiş gibi kont alkış tuttu ve yengesine kurnazca bir göz attı: – Kontes, sana dememiş miydim, Charlotte-Elizabéth Aisse’nin davet, ağırlanma gibi işleri umursamadığını? Bir daha bravo, kızım, ama verdiğim sözü yerine getirdiğimi de bilirsin, daha önce çağrıldığın yerlere gitmediğin gibi yapmayıp, şimdi, yarın akşamki baloya gitmelisin. Sana göz kulak olmasını Kontes Marie Angélique’ten istedim, ona güvenim tam. Sana da güveniyorum, sana yaraşacak bir biçimde davranacağını biliyorum, yine de dikkatli ol diyorum. Biraz rahatsız olmasaydım seninle birlikte gitmek bana düşerdi. Yine kesin olarak söylüyorum: gideceğin yerdeki kişiler varlık içinde baştan çıkmış, zengin, şımarmış, yiyici – içici kişiler. Anımsamıyor musun, tiyatroda başında durduğun, şövalye denen ve sana yiyecekmiş gibi bakan o kalın bıyıklı kişinin yanından seni nasıl çekip aldığımı?..
– Papa, – Ayşet gülümseyerek kontun sözünü kesti, – olmayacak bir kusur işlemişim gibi ne diye artık bana güvenmiyorsun?
– Sana güvenmesem o daveti kabul edip seni oraya gönderir miyim?
– Kaygılanma, papa, – Ayşet acele ederek, – ilacın nerede? dedi.
– Bu uğursuz ilaç olmasaydı, – Charles de Ferriol ilacı ağzına aldı ve üstüne su içti, – Orleans Dükünün davetini hiç kabul eder miydim?..
– Baloya benim yerime Claudine gitse olmaz mı?..- kontu yatıştırmak için Ayşet bir soru yöneltti.
– Aisse, – dedi Marie Angélique, şaşırmış halde, – Claudine’in hamile olduğunu unutmuş musun?..
– Doğacak bebeğin babası bildiğimiz biri mi? – Charles de Ferriol umursamıyormuş gibi sordu.
– Kont, niye bunu kafana takıyorsun, neyine gerek?.. – Marie Angélique kız kardeşi üzerine duyduğu bu şeyden hoşlanmamıştı, ama işi şakaya, tatlıya bağlamak istedi. – Sır değil, sorduğun için söyleyeyim, babası ne halt ettiği, nerede yatıp kalktığı bilinmeyen Şövalye Deschamps (Deşan).
– Duydun mu, Charlotte-Elizabéth Aisse, şövalyelerin ne menem kişiler olduklarını… – şaka mı ciddi mi söylediği anlaşılmayacak biçimde kont konuştu ve gülümsedi, – ardından yavaş yavaş sözleri ağzından dökülmeye başladı: – iyi ki o çocuğun benden peydahlandığını söylemiyorlar… Doğarsa o çocuk da bir kapı bulur elbette… – kont artık şaşırmadığını belli ederek sözünü kesti ve yemeğini yarıda bırakıp masadan kalktı: – Bahçede biraz dolaşacağım, yediğiniz yettiyse, siz de ardımdan gelebilirsiniz.
Ayşet kaygılandı, Marie-Angélique’i sofrada bırakıp kontun peşinden gitti. Bahçede fazla bir süre kalmadılar. Öğle yemeği sonrasında Charles de Ferriol’ün bir saatliğine dinlenme gibi bir alışkanlığı vardı, kendisine kitap okuması için Ayşet’i yanında odasına götürdü. Ancak, kont, başını yastığa koyar koymaz uyudu.
(Devamı var)
İshak Maşbaş (tarihi roman, s.367-373) – II

****

Tarihi roman- III (s. 373-380).
Ayşet pek belli etmiyordu ama Palais-Royal’deki baloya gitmeyi hiç istemiyordu. Charles de Ferriol’den farklı olarak durumun farkındaydı. Anlayamadığı şey Ayşet’in baloya katılmasını kontun nasıl kabul etmiş olduğuydu. Bunu iki kez dükten davetiye getiren doktor Jean Baptiste (Jan Batist) dışında kimse bilmiyordu. Ayşet Şövalye Edie’yi üzmemek için baloya katılacağını ona söylememişti. Kont, Ayşet’in vereceği kararın dışına çıkamayacağını biliyordu. Zor ve karışık bu durumu Edie’ye nasıl anlatabilirdi ki? Edie ile buluşmalarına daha üç gün vardı: “Ne yapacağım, işin içinden nasıl çıkacağım ki?.. Baloyu konta söyleyen, ortalığı karıştıran da Kontes Marie Angélique’ti. Beni Palais-Royal’e götürmekten mamanın ne gibi bir çıkarı olabilir? “Mama” (anne) demiyorum diye bana kızıyor… Edie ile görüştüğümü papaya söylesem mi?.. Öyle yaparsam canına okumuş olurum. İşi bu noktaya varmışsa, Palais-Royal’e gitmeniz için değil bir, yüz ricacı gelse bile kabul etmem, tek bir adım atmanıza izin vermem!.. ” derdi.
Bu son yıllarda, Kont Charles de Ferriol’ün Türkiye’den geri getirilmesi sonrasında, artık aklına gelmeyen Fahri, sıkıntılı günlerinde Ayşet’in aklına gelmeye başlamıştı. Deniz kıyısında, denize yassı taşlar fırlatıp yüzdürdüğü çocukluk günlerini anımsamaya, uzak denizlerden gelen dalga seslerini duyar gibi olmaya başlamıştı: “Karadeniz kıyılarından mı geliyor bu dalga sesleri, Türk kıyılarından mı, yoksa Adıgey (Çerkesiye) kıyılarından mı?.. – Ürkmüş halde, Ayşet kendi kendine bunu soruyor, ardından ilk çocukluğunun geçtiği yöreler gözlerinde bir beliriyor, bir kayboluyor, ansızın karla kaplı ve testere gibi sivri dişleri bulunan ulu dağlar gözleri önünde canlanıyor, kahramanlık ve aşk duygularını yansıtan eski şarkılar rüzgarda uçuşarak kulağına çarpıyordu. – Kimin sesiydi bu ses?.. Annemin ya da ninemin sesi olamazdı.. Kimin sesi olursa olsun benim unutmuş olduğum dilde o şarkıları söylüyorlar. Niye dilimi unutmuşum?! – Ayşet kendi kendisine kızıyor, çocukluğunda ninesinin kendisine öğretmiş olduğu tekerlemelerden (urıupç) birini söylemeye başlıyor, ama unutmuş olduğu için sözcüklere takılıp kalıyordu. Kedi üzerine söylenen bir çocuk şiirini söylemek istiyor ama şiirdeki sözcüklere dili dönmüyor, karşılaştığı bu durum Ayşet’in için burkuluyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. – Papa Türkçe öğreneceğine keşke Adıgece öğrenmiş olsaydı, ben de anadilimi yitirmemiş olurdum. “Her bir birey, ait olduğu ulusun içinde yaşamalı, ama istemeyerek ayrı düştüğünde ya da kendisi isteyerek başka bir toplumun içine girdiğinde ve dilini unuttuğunda köksüz kalır” demişti Fahri, şu an ben de o duruma düştüm… Fahri ile Orhan çocukluklarında benim gibi zor bir duruma düştüler, ama Türkçelerini korudular, ayrıca Adıgece ve Fransızca da öğrendiler, bundan bir yarar elde etmemişlerse bile, bir zararını da görmediler…”
Neşe içinde Sophie Ayşet’in odasına geldiğinde, Ayşet’i daldığı derin düşüncelerden uyandırdı:
– Ne oldu, Aisse, birilerine mi üzüldün?
– Hayır, kendi kendime söyleniyorum.
– Niye? – Sophie bu yanıtı anlayamadı, göğsünde sakladığı mektubu da unutmuş halde Ayşet’e sordu.
– Tamam, Sophie, tasalanma, kendi kendime durumumu düşündüm, başka şey yok. Beni anlayabileceksen sana bir soru sormak isterim.
– Seni anlayamadığım bir durumum oldu mu hiç, Aisse, seni dinliyorum, – “Beni anlayabileceksen” sözünden incinmiş olduğu Sophie’nin yüzünden belli olmuyordu, ama sesinden, konuşma biçiminden anlaşılıyordu.
– Teşekkür ederim, Sophie. Sana soracağım şey seninle ilgili değil. Bana vereceğin yanıtla, bana yol göstermiş olacaksın. Benim düştüğüm duruma düşer, Çerkesler arasında yaşamak zorunda kalsaydın Fransızcan ne olurdu?
– Ne demek istediğini anladım, – Sophie gülümsedi. – Çerkesler de benim gibi birer insan, buraya nasıl uyum gösterdiysen ben de onlara uyum gösterirdim. Acı ve sevinçlerini paylaşırsan, insanlar seni anlar. Sen ve kardeşlerin beni anlamıyor olsalardı, Ferriol’lerin evinde tek bir gün bile kalmazdım.
– Beni de Ferriol’lerden mi sayıyorsun? – diye Ayşet Sophie’ye takıldı.
– Sen Ferriol’lerden biri değil misin?! – diye içindekini ağzıyla doğruladı.
“ Gideceğim bir yerim olsaydı, durmazdım…” – dedi Ayşet içinden, ama böyle dediği için de pişman oldu: – Niye gideceğim bir yerim yokmuş ki!.. Fahri ile Orhan iş edinip yanıma kadar geldiler, keşke onları dinlemiş olsaydım… Onlar şimdi ne yapıyor olabilirler? Onları bir gün papaya sorduğumda kuşkulu bir gözle bana bakmıştı… Ninemin dediği gibi “atın başı geçtikten sonra kuyruğuna yapışmışsan” işe yarar mı?.. olan olmuş…” – Ayşet düşüncelerinden sıyrılıp Sophie’nin yanıtına karşılık verdi:
– Sophie, Ferriol’lerden ayrılsam bile benim gideceğim bir yerim yok. Ama sana sorduğum şeyin yanıtını alamadım. Benim Çerkeslerim arasına düşseydin senin o Fransızcan ne olurdu?
– Çerkesler arasında Fransızca bilen biri ile karşılaşmasaydım, ne yapacağımı bilir miydin? Kendi kendimle konuşurdum. Çünkü su, ekmek, güneş ve gökyüzü seni anlar.
– O senin dediğini Jeanette-Nicole de bana söylemişti… – Ayşet kendisine söylenenler ve anımsadıkları için bir iç çektiyse de, söyleyeceği şey konusunda sevindi: – Öyleyse, Sophie, günün birinde Edie’nin bana söylediği ilginç bir şeyi sana da bildireyim: Bir gün beni Çerkesiye’ye götürmek ve oraları gezdirmek istediğini söyledi.
– Seni sevdiği için öyle demiştir… – Sophie koynuna elledi ve unuttuğu mektubu çıkardı. – Şövalye de Edie’ye ayıp etmişim, al bu mektubu, yanıtını bekliyor.
– Ayşet aceleyle mektubu açıp okudu: “Sevgilim Charlotte-Elizabéth Aisse, seni ne denli sevdiğimi ve özlediğimi böyle bir sayfayla anlatamam. Tanrı ve gök kubbe bana tanık olsun, senden daha çok sevdiğim bir kimse yeryüzünde yoktur. Bunu kendi kendime söylüyorum, sana da söylüyorum. Seni özlüyorum, haftalık görüşme saatini iple çekiyorum. Ama yarın akşam görüşebileceğimiz haberini bildirmek istedim: Orleans dükü beni de Palais-Royal’deki balosuna davet etti, benimle birlikte oraya gelmeni istiyorum. Oraya birçok kez davet edildiğini, ama kabul etmediğini biliyorum. Balo bizim için verilmiyor, ama buluşmamız için bir fırsat, bir yolunu bulup kontu razı et ve birlikte baloya gidelim. Yanıtını dört gözle bekliyorum. Seni seven Edie”.
Ayşet mektubu okuyunca pencereye koşup dışarıya baktı, ardından yerine geçti. Elindeki yazıya bakıp kendi de bir mektup yazdı: “Kalp ve gönül (gure psere) birbirini anlar derler, doğruymuş, Edie. Sen hep kalbimdeydin, özlemimi sana nasıl ileteceğimi düşünüp duruyordum. Palais-Royal’e gitmeyi istemiyordum, ama Orleans dükü babama elçi gönderip davet edince, kıramadı, Marie Angélique’le birlikte gitmemi buyurdu. Yine hasta olduğumu söylemeyi düşünüyordum. Fakat durum değiştiği için ben de Palais-Royal’e geleceğim. Aisse”.
Orleans dükü Palais-Royal’de iki haftada bir verdiği balolara elli kişi çağırıyordu, bu akşam davetli sayısını iki katına çıkarmıştı. Yiyecek ve içecek sınırsızdı. Orkestra dur durak bilmeden çalıyor, bir dans havasını diğeri izliyordu. Kahkaha sesleri, en çok da kadın sesleri ortalığı çınlatıyordu. Geniş dans salonu dışında oda kapıları da açıktı: Bazı odalar aydınlık, bazıları loştu. Hafif yiyecek ve içeceklerle dolu tekerlekli masalar dışında, garsonlar tepsiler üzerinde dizili süslü kâseler içinde şampanyalar dolaştırıyorlardı. Orleans dükü bakınıyor, ama uğruna balo verdiği Ayşet’i göremiyordu. Geleceğini dün bugün söylemişlerdi, ama ortalıkta görünmüyordu. Hayır, işte, kızı karşılaması için görevlendirdiği kişi eli ile işaretini verdi – geliyor.
“Baloyu erken başlatmış olmakla iyi etmişim…” – dedi Orlesns dükü kendi kendine. Ancak Adıge kızının gelmesiyle balonun durakladığını sanır gibi oldu, bu arada gördüğü şeyin farkında değilmiş gibi davranarak, etrafındaki kadınların kadehleriyle kendi kadehini tokuşturarak, her bir kadına güzel olduğunu ve kendisini sevdiğini söyleyerek ilerliyor, ama gözünü Ayşet’den de ayırmıyordu: “Kontes Ferriol şampanyasını eline aldı, Çerkes kızı ise uzatılan şampanyayı almadı. İçmediğinden mi öyle yapıyordu?.. Fransa’da yetişmiş birinin şampanya içmemesi olacak şey miydi… Kim o, başını öne eğip Ayşet’in elini öpmekte olan kişi kimdi?.. Şövalye Blaise Marie de Edie… Çerkes kızının peşinde dolanıyor diye duymuştum, ama inanmamıştım, şimdi gözlerimle görmüş oldum…” – kadın avcısı dükün keyfi kaçtı. Ayşet’in yanına varmak istedi, ama onu karşılamayı kendine uygun bulmadı. Kadehini tokuştura tokuştura ilerledi, Ayşet’in bulunduğu yere geldiğinde, onu yeni görmüş gibi yapıp kızın yanına gitti.
– Kontes Marie Angélique, Charlotte-Elizabéth Aisse, baloma gelmekle beni onurlandırdınız. Carlotte-Elizabéth Aisse, şampanyan yok, getirmemişler mi yoksa?
– Şampanya içmiyorum, Fransa’nın ışığı.
– O halde şarap getirsinler, kırmızı mı beyaz şarap mı olsun?
– Hayır, doğrusunu söylemedim, – Ayşet’i daha da güzelleştiren utangaç tavrıyla sözünü tamamladı, – ömrüm boyunca içki içmiş biri değilim.
– Öyle mi?.. – Dük şaşırmış halde Marie Angélique’e baktı, fazla önemsememiş gibi yapıp, sorduğu sorunun yanıtını kendi verdi. – Kadınların içki içmesi geleneği henüz yayılmamış, bunu bir eksiklik sayamayız. Öyle değil mi Şövalye Blaise-Marie de Edie? Bana katılıyorsan kadehlerimizi bu iki bayan için kaldıralım. Hep güzel kalmaları, tatlı olmaları ve bu şampanya gibi ateşli olmaları için.
– Ben de sizin adınıza, – şampanya içinceye değin – Kontes Marie Angélique içten konuştu, – ateşli erkekler onuruna kadehimi kaldırıyorum.
Kontes Marie Angélique şampanyasını içtikten sonra, Orleans dükü içindeki niyetini açığa çıkardı:
– Şampanyanın tadını bilmiyor olsan da Charlotte-Eliabéth Aisse dans etmeyi bilmiyor olabilir misin?
– Fransa’nın ışığı, Charlotte-Elizabéth Aisse dans etmeyi bilmiyor olabilir mi?.. – dedi aceleyle Marie Angélique.
– Öyleyse Charlotte-Elizabéth Aisse birlikte dans edelim, – diyerek Orleans dükü başını eğerek Ayşet’e saygılı biçimde öneride bulundu.
– Önerini kabul etmem için, Fransa’nın ışığı, – diyerek Ayşet gizli aşkını – Kontes Marie Angélique ile Orleans dükünün önünde açık etti, – yavuklum (pseluh) Şövalye Blaise Marie de Edie izin verirse seninle dans edebilirim.
– Şövalye, sevgilinle dans etmeme izin ver, – dedi Orleans dükü şövalyeye dönerek.
Ayşet’in elini tutarak Orleans dükünün dans pistine doğru ilerlediğini gören salon görevlisi orkestrayı durdurdu ve danslara ara verdi, ardından topluluğa seslendi:
– Fransa’nın ışığı, Kral naibi, Orleans dükü, şimdi, Kont Charles de Ferriol’ün uzaklardaki Çerkesiye’den, Kafkasya’dan getirdiği ve büyüttüğü Charlotte-Elizabéth Aisse ile dans edecek!
Her türlü dansta usta olan Orleans dükü hayli ilerlemiş yaşına karşın, “ince belini ve narin bedenini koruyor, dik omuzlarıma bakabilirsiniz” der gibi bir edayla el ve ayaklarını çarpmadan, yumuşak ve kibar bir tarzda kızla dans ediyor, bir yandan da kaçmak gözlerle Ayşet’i süzüyordu. Güzel ve çekici bir kız olduğunun farkında olan Ayşet de, ince ve hafif sırtı ile uyumlu dansa eşlik ediyor, rüzgar gibi hızlı dönüşler yapıyor, dans partnerini beğenmese de, ona saygılı davranıyor, ama onun umutlanması için bir açık kapı da bırakmıyordu.
“Yaş farklılıklarından beklenmeyecek biçimde bu iki çift ne kadar da uyumlu, birbirine yakışmış…”, “birbirlerine uygun değiller…”, “Çerkes kızı dans sonunda dükün ağına düşecek”… Ayşet’se kimin ne dediği, kimin ne yaptığı, partnerinin nasıl davrandığı ya da davranacağı ile ilgilenmiyordu. Dikkat ettiği, gönlünden koparamadığı tek kişi Kontes Marie Angélique’in yanında duran sevgilisi Edie idi.
Dans sonrası Orleans dükü koluna girerek Ayşet’i aldığı yere geri getirdi ve takdir etti:
– Matmazel Aisse, çok güzel dans ediyorsun.
– Teşekkür ederim, Fransa’nın ışığı. Böyle demekle beni onurlandırıyorsun. Dans konusunda senin kadar yetenekli biri değilim, sadece sana ayak uydurmaya çalıştım.
– Matmazel Aisse, bu içtenlikli sözlerin beni çok sevindirdi. İstersen Kontes Ferriol, ilginç bir resim sergi salonum var, sana gösterebilirim.
Ayşet beklemediği bu sözleri duyunca, bir iç burkulması geçirdi ama belli etmedi, kendini götürme konusunda aceleci olmayan düke döndüi:
– Teşekkür ederim. Beni yanından aldığın şövalyenin yanına getirdin, şövalyeyi ve Marie Angélique’i de benimle birlikte çağırırsan, resimlere hep birlikte bakarız.
– Matmazel Aisse, sen ne dersen öyle olsun, bu akşam senin için kabul etmeyeceğim, yapmayacağım bir şey yok. – Dük, Ayşet’in önerisini kabul etti, kesintiye uğrayan konuşmasını sürdürdü: – Kontes, görüyorum ki, şövalyeyi çok sevmişsin… İnanamıyorum bu gördüğüm şeye… Size imreniyor ve sizi kıskanıyorum… Fransa’da ikiniz gibi birilerini bulmak artık çok zor, var olup olmadığını bile bilmiyorum…
– Öyle diyorsan, Fransa’nın güneşi, – Ayşet gülümsedi, – teşekkür ederim.
“Sevdiğin kişinin bir şövalye olduğunu bilmiyor musun, güzelim… – Yanından aldığı şövalyeye geri götürürken öyle demeyi aklından geçirdi ama “senin şövalyen gibi nice şövalyelerin aşıklarını, sevgililerini elinden geçirmiş biriyim… Gün gelir sen de bunu öğrenirsin…” diyerek, niyetini açıklamayı sonraki günlere bıraktı, ama resim sergi salonunu gezerlerken, kimsenin duyamayacağı bir anda Marie Angélique’e fısıldadı:
– Bu şövalyeyi ne diye peşinize taktınız ki?
– Bizimle gelmedi, burada karşılaştık.
Resimleri gördükten sonra, Ayşet daha fazla bir süre sarayda kalmak istemedi. Kendisini davet ettiği için düke teşekkür etti, şövalyeye de iyi akşamlar dileyerek, gece yarısı olmadan Marie Angélique ile birlikte Palais-Royal’den ayrıldı. Eve dönerlerken, erken ayrılmış olmaktan hoşlanmayan Marie Angélique yorulmuş gibi yapıp Ayşet’e sordu.
– Akşamki baloyu beğenmedin mi, Aisse? Orleans dükünü nasıl buldun?
– Her şey güzel ve ilginçti… Ama düke kırgınım.
– Niçin, yoksa sana kötü bir söz mü etti?..
– Hayır, zavallı papayı hiç sormadı.
– Öyle mi?..- “Öyleyse sorun değil” diye içinden söylenerek gülümsedi.
(Devamı var)
İshak Maşbaş, Tarihi roman- III (s. 373-380).

****

 

 

Tarihi roman (s.380-388) –

IV

Günün birinde Ferriol ailesinde patlak vermesi beklenen olay, Ferriol’lerin Neuve Saint Augustin caddesindeki kocaman beyaz konağında kendini gösterdi. Olay, Şövalye Blaise Marie de Edie yüzünden patlak vermişti.

Bir 1 kişi yakın çekimi olabilir

“Aşk için danışman gerekmez” (Şuleğum vıpçejeğu yıep) derler, doğrudur. Şövalye Blaise Marie de Edie bunu anlamış ve geri adım atmamaya karar vermişti. Ayşet’in kendi de aşkını sorgulayacak durumda değildi. Sabrediyordu, ama aşkının sonunun ne olacağını bilemiyor, için için kendini yiyordu. Bunaldıkça Sophie’nin’nin yanına koşup soluk almaya çalışıyor, ama çekiniyor, sırrını ona da açamıyordu.
İki sevgili birbirini delicesine seviyor ve geri adım atmıyordu. Edie de Ayşet de gençti, birbirlerini sevme konusunda özgürdüler, ama karşılarında aşmaları gereken zorlu engeller vardı. Şövalye Edie’nin Malta Şövalyesi olarak verdiği bir bağlayıcı yemini vardı. Yine de kişi verdiği yemini bozabilirdi. Şövalye Edie aldığı Malta Şövalyesi nişanı ve verdiği yemin gereği Fransa’nın birçok yerinde görev yapmıştı, ama ilk aşkı ile birlikte tökezlemiş, “aşkın yaptırmayacağı şey yoktur” sözünü doğrulayacak biçimde, verdiği sözden dönme kararı almıştı. Ya Ayşet? Eğer özgür biri olsaydı duraksamadan şövalye ile evlenebilirdi. Evlenmeye kalkışırsa Charles de Ferriol ne derdi? Kont, Ayşet’i satın alıp büyüttüğünü, hâlâ kendisine bağlı olduğunu bir gün başına kakmıştı. Sözlerine kattığı bir şey de Ayşet’i şaşırtmıştı: “Aşkın eskisi, yenisi olmaz, olduğu gibi kabullenip öyle yaşayacaksın…”. Bunu Ayşet’e ilk kez söylemiş de değildi. Fazla gürültüye vermeden kont kendisini serbest bıraksa, en iyisi bu olurdu. Marie Angélique’i düşündüren dört bin livre yıllık gelir payı (irat) ve kontun Ayşet’e bıraktığından kuşkulandığı büyük mülk evde konuşulan konulardan biriydi.
Evdeki herkesin kendi sorununu kendisinin çözmesi en iyisi olurdu, ama ilk aşk, içine aracı katıldığında artık saf aşk olmaktan çıkar. Palais-Royal sonrasında Ayşet, Şövalye Edie’yi kontla görüştürmemekle isabetli hareket etmişti. Görüştürmek için kontun iyi gününü kolluyor, bugün yarın derken günler geçip gidiyordu. Ayşet’in üzüntülerinden biri de Orleans dükü idi, lafın gelişi konuşuyormuş gibi yapıp konuyu sık sık dile getiren Marie Angélique de kendisini düşündürüyordu. Bu nedenle Ayşet kontesten kaçmaya çalışıyordu. Marie Angélique de bunun farkındaydı ve dikkatli hareket ediyordu. Öte yandan kontun içtiği karışımı haftada bir getiren Hekim Silva Jean Baptiste susmak nedir bilmiyordu. Hekimin kont için hazırladığı karışım Ayşet’in tek umut, tek şifa kaynağıydı. Ayşet’i yola getirme konusunda bu karışım Marie Angélique’in yedekte tuttuğu bir silahıydı: Kontes ile kral hekimi karışımın gelişini bir gün geciktirmeye ve ilacı yarı yarıya azaltmaya karar verdiler.
Dün ilacın bir gün geciktirilmiş olması Ayşet için fazla sorun olmamıştı. Bugün de geciktirmeye ses çıkarmadı, işin sonunu bekledi, ama durumu Marie Angélique’e çıtlatmadan da edemedi:
– Laroche hâlâ dönmedi, dün olduğu gibi yine ilacı getirmeden döner mi?
– Aisse, öyle şeyleri kafana takma, – bu söz Ayşet’i yatıştırmak bir yana, daha da öfkelendirdi. – Orleans düküne güveniyorum. Görmüyor musun kontun emekliliği sorununu hemen nasıl çözdüğünü, bize yaptığı iyiliği? Böyle konuşuyorum, ama onların ne yapacağını kim bilir.
– Kardinal Hercule André’nin iyiliğini de unutmamalıyız, – peşinden ayrılmayan dükü aşarak kardinalin adını söyledi.
– Evet, evet, ricamızı kırmadı, kendisine teşekkür borçluyuz. Ama bizim ve onun ricası Orleans dükü tarafından yerine getirilmedi mi? Bizi sevmiyor, beni tanımıyor, seni de tanımıyor olsaydı… unuttun mu Paris’in en şık, en güzel kadınları arasından seni seçtiğini ve Palais-Royal’de seninle dans ettiğini? Seni bunun için Palais-Royal’e götürdüm, dans bir yana yüzünü görmek için kadınların can attığı ünlü dükün yanına seni ben götürdüm…Sense şövalye gibi kişilerle onu değiştirmeye kalkışıyorsun…
Kontes Marie Angélique Ayşet’i dük için ayarlamaya çalışıyordu, ama kontun gereksindiği karışım için, yanıtını, bir zamanlar büyük annesinin söylemiş olduğu bir atasözü ile verdi:
– “Göreceğin yarardan önce, sana getireceği zararı düşün”, mama, demek istediğin bu mu?..
– Hadi be sen de, Aisse, – aldığı bu yanıt karşısında sinirlendi, – Sözlerin hep iğneleyici!.. Ben senin iyiliğin dışında bir şey düşünmüyorum, iyi olman ancak beni sevindirir! İyi, iyi, kont kabul edecekse, şövalyeni sevmeye devam et, ama Orleans dükünün seni istediğini, ben söylemesem de anlamışsındır… Bu çok normal, işler böyle dönüyor.
– Mama!.. – kişiliğine dokunan, kendisini küçülten bir şey duyduğunda yaptığı gibi Ayşet harekete geçti, ama ilaç getirmekten dönen Laroche’un içeri girmesi üzerine sustu:
– İlacı getirdim, endişelenecek bir şey yok, Aisse, – dedi Laroche, Ayşet’in farkında olmadığı, ama bildiği şeyi kontese söyledi: – Benim yerime ilaç almaya sadece Aisse’nin gitmesini hekim Jean Baptiste bana tembih etti.
– Niye? – bildiği durumdan kaygılanırmış gibi Marie Angélique sordu ve bunu beğenmediğini ilave etti: – Senden başka kimsem kalmamış olsa bile seni o düzenbaz kişinin yanına göndermem. Ben onların ne arsız kişiler olduklarını bilirim, seninle birlikte giderim!
– Öyle diyorsun ama, kontes, hekim Charlotte-Elizabéth Aisse’in yalnız gelmesini istiyor.
– Öyleyse, bu dediğini düke söyleriz. Verilen talimatı niçin yerine getirmiyor?! Bilmek istiyorsan, Aisse, fayda ve zarar dediğin şeyin kaynağı işte orası…
– Ben bana söyleneni size ilettim, kendim bir şey katmış değilim, – kendisinden kuşkulanılmış gibi Laroche telaşlandı, – Bu durumu beğenmediğimi kendisini uzman sayan o hekime söyleyemedim.
– Sana itimat etmediğimizden değil, Laroche, – Ayşet, daha önce onu azarlamış olduğunu anımsadı ve alttan aldı, – sen elinden geleni yaptın, teşekkür ederim.
– Evet, evet, Aisse, – Marie Angélique bu duyduğu şeye sevindi, – Bazen ona güvenmesek de Laroche elinden geleni yaptı, kraliyet hekiminden daha az bilgili biri değil.
– Hayır, hayır, kontes, – dedi Laroche Ayşet’in hoşuna gidecek biçimde ve Marie Angélique’in övgü dolu sözünü kesti, – hak etmediğim övgüyü duymak istemem. Her hekim kendi istediği branşı seçer: Silva Jean Baptiste ilaç hazırlama konusunda uzman biri, ben de o ilaçlarla hastaları iyileştiriyorum. Benden istediğiniz bir şey yoksa, gidip işimin başına döneyim, – ayrılmak için sabırsızlanan Laroche izin alıp ayağa kalktı.
Kontes Marie Angélique’in davranışını düşünen Ayşet, onun tutumunun çocukluğuna göre daha kötüleştiğini anladı. Bu durum bu son bir iki yıl içinde, söz ve davranışlarından anlaşılıyordu. Bu durum daha bilinçlendiği ya da fazla kuşkucu olduğu için mi öyleydi? Sorunun bu iki şeyden hangisinden kaynaklandığını bilemiyor, ilk gençlik günlerinin üzüntülerini böyle geçiştiriyordu: “Hoşuma gitmediğini bildiği halde, ne diye her konuşmamızda Orleans dükünden söz ediyor?.. En şaşırdığım şey de “kont kabul edecekse şövalyeni sevmeye devam et, dükün seni istediğini anlamış olmalısın… Bunda şaşacak şey yok, yaşadığımız dünya böyle bir dünya…” diyor bana. Olana bakalım, dükün bilgisi dahilinde, Doktor Jean Baptiste papanın ilacını vermemeye, kısmaya başladı. Buna nasıl yeltenebiliyor? Claudine dürüst biri değil, arkamdan bazı işler çeviriyor olabilir. Bizim ilişkimiz konusunda papaya bir şey demelerinden önce, benim papayla konuşmam zorunlu oldu”.
O gün Ayşet ile Marie Angélique, düşüncelerini birbirlerinden gizleyerek konuştuktan sonra, Marie Angélique Claudine Alexandrine’in yanına gitti. Claudine’in odasına gireyim derken gördüğü manzara karşısında şaşırıp kaldı:
– Claudine, delirdin mi sen?!
– Gel, gel, Marie, – diyerek ince uzun beli ile Claudine Alexandrine ablasını karşıladı, – sorduğun şeyi üç günden beri unutmuşum.
– Bebeği ne yaptın?
– Bir ara sana söylediğim gibi yetimhaneye verdim.
– Kız mı, oğlan mı?.. Kız olsa büyütmeyi düşünüyordum…, – dedi Marie Angélique.
– Gözün aydın, oğlan.
– Evet, talihsiz bir yavrucuk…
– Tamam, Marie, – Claudine Alexandrine ablasının başlattığı konuşmayı kestirdi, – sizin Ferriol haberleri daha ilginç olmalı, bilmek isterim.
– İyi bir haberimiz yok. Aklını yitirmiş kont yetmezmiş gibi, o senin tanıdığın şövalye de Aisse’nin aklına girmiş, bize rahat vermiyor. Şövalyenin evlenme yasağı var, bunu unutmuş olamaz, yine de bizi rahatsız ediyor. Evet, Claudine, durum bu, sakın şaşırma…
– Marie, sen bu işi nasıl görüyorsun? Size rahat yüzü göstermeyen o kişiyi Aisse istiyor mu?
– İstemekle kalsa iyi…
– Engelleme, evlendir, senin açından daha iyi olur.
– Ben bu işte iyi bir şey göremiyorum.
– Evlenirse gider, mal paylaşımında sorun yaratmaz, anlamıyor musun?
– Bunu düşünememiştim…
– İyilik yapmadan önce, bazen de düşünmek gerekir. İçinizde iken kont ölürse bütün mülk o Çerkes kadınına kalır. Sorduğumda bana verilen yanıt, işte böyle.
– Onu bilmiyordum… Aramızda kal, evlenme diye zorluyordum… Arapların dediği gibi “peynir gösterip taş yutturacak bize”, öyle mi? O zaman ona ne yapacağımı, Claudine, ben bilirim! O zaman içi boş güğümün içine kafasını sokar evlendiririm, içimizden defolup gidinceye kadar zavallı kaynım kontun ölmesine izin vermem: Üfürür, okşar, kontun üzerine sinek bile kondurmam.
Marie Angélique kız kardeşinin bu sözleri üzerine alelacele kendini odasına attı, Ayşet’in kontu yatırdıktan sonra, adet olmadığı üzere kendisinin de yatıp uyuduğunu gördü. “Böyle olması daha iyi, sinirli durumum geçmiş olur, ona söyleyeceğim şeye daha iyi hazırlanırım” diyerek, kontes kendi yatağına döndü. Sabah kahvaltısından sonra, konuyu dolandırmadan Ayşet’le açtı:
– Dün konuştuğumuz şeyi, senden sonra yeniden düşündüm, Aisse, nikah kıyamayacak diye gözlerimi kapamış değilim. Şövalyeye ilişkin sözlerim uygun değildi, sana sert davranmışım. Her anne kız çocuğu için titrer, kaygılı olur, beni anla, beni bağışla. Şu an sevgin konusunda sana katılıyorum, evlenme yaşını kaçırma, kendi mutluluğunu kendin yarat.
– Teşekkür ederim, Marie Angélique mama, – Ayşet bu beklenmedik sözler karşısında sevindi, yanakları pembeleşti, ama sesi kısılmış halde sözlerini tamamladı, – sen öyle diyorsun, ama papanın ne diyeceğini bilemiyorum.
– Ne diyecek, – isteğini elde etmiş olmanın verdiği güçle kontes sözlerini sürdürdü, – Seni ömür boyu evde tutacak değil ya? Kontla konuşmaktan çekiniyorsan seninle birlikte gelirim. Durumu nasıl, şu sıralar seni anlayacak durumda mı?
– Kahvaltıda gördüğün gibi, oldukça iyi sayılır. İlacını kendi içti.
– Gidip konuşalım öyleyse. Ne diye oturuyorsun ki?
– Hemen mi?.. – diye sorduysa da, sevinerek ayağa kalktı.
Ayşet’le Marie Angélique kontun odasına vardıklarında, sırtında yeşil büyük rob dö şambrı, sırtı dönük oturan Charles de Ferriol geriye bakmadı, yazısını bitirdikten sonra gerisine döndü. Ayşet ile hizmetçi kız dışında kimsenin girmediği odasında yengesini görünce şaşırdı:
– Siz misiniz?.. Ne var, kontes, odama gelen biri değildin, neyin peşindesin? – gülümseyerek sordu ve buyur etti: – Oturun.
– Kont, sana, sevineceğin bir haber getirdik.
– Çoktadır sevineceğim bir haber duymamıştım, sizi dinliyorum.
– Söyle, Charlotte-Elizabéth Aisse.
– Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum…
– Aisse’nin söyleyemediği konuda ben seni bilgilendireyim. Aisse, evlenecek yaşa girdi, yetişkin güzel bir kız oldu, izin verirsen evlenmek istiyor.
– Ne diyorsun?!. – beklediği bu haber üzerine kont ayağa fırladı, rob döşambrını sırtından attı, tekmelemeye, hırsını ondan almaya, odayı arşınlamaya başladı, her iki kadını da azarladı: – Evlendirmek üzere kız büyütmüş biri değilim ben!.. Şövalyenin bana oranla üstünlüğü neymiş!.. Daha genç olması mı?.. Seni satın aldığımda ben de gençtim…
– Papa!.. – Ayşet telaş içinde kontun yanına koştu. – Telaşlanma, öyle sözler de söyleme…
– Yıkılın karşımdan! – Marie Angélique’e kızdı. – İkinizi de görmek istemiyorum! – odadan ayrılmakta olan Ayşet’in arkasından seslendi: – Charlotte Elizabéth Aisse, sen kal! – Bir başına kaldıklarında kont Ayşet’in karşısında diz çöktü, iki elini tutup öpmeye ve ağlamaya başladı. – Genç kız olduğunda, sana olan duygumu anlayacağını umuyordum… Beni hiç anlamadın… Yaşıma aldırma, kalben hâlâ çocuk gibiyim…
– Papa, yeter artık!.. – Kont elleriyle Ayşet’i sıkıca yakalayınca, nasıl yaptığını bilemeden kendini kurtarıp odadan kaçtı.
Bir saat sonra kont, hiçbir şey olmamış gibi Ayşet’in yanına geldi, yumuşak bir sesle sarılıp ona bir yazı uzattı:
– Bunu oku, sonra konuşacağız, dedi.
Charles de Ferriol odadan ayrıldıktan sonra, katlanmış yazı elinde bir süre oturdu, ardından parmakları titreyerek yazıyı açıp okudu: “Seni satın aldığımda böylesine üzücü durumlarla karşılaşacağımı ve mutsuz olacağımı hiç düşünmemiştim. Alnımda yazılı olanı öncesinden bilemezdim, seni kızım yapmayı ya da sevmeyi istemiştim. Bu şey ikimizin de başına geldi. İçimde doğan sıcak aşkı kız evlat sevgisine benzetemeyeceğim. Kaderine razı ol, gök yüzü bizi bir araya getirdi, ayrılmamıza neden olma…” – Bu okuduğu şey üzerine Ayşet’in gözleri döndü, yazı da elinden düştü.
(Devamı var)
İshak Maşbaş, Tarihi roman (s.380-388) – IV

****

(s.388-394) – V

 

Ayşet, bir iğne deliğinden iki iplik geçirilerek dikiş dikilemeyeceğini biliyor, çok şeyi düşünüyor, kendisine yapılan iyilikleri unutmuyor, kendisine kalmış olan tek şeyi, onurunu canı pahasına kimseye çiğnettirmiyordu.

 

Bu durumda Ayşet ne yapabilirdi? Kendisine tatlı dil dökenlere bağlanmıyor, onlara dayanmıyor, saygısız kişiler arasında da onurunu korumaya çalışıyordu. Uymaya çalıştığı Fransız toplumunda, çoğu kişi onu anlayamıyordu: Anlamayanlar laf dokunduruyor, anlayanlar da anlam veremiyor, şaşırıyorlardı. Ayşet Fransızların gelenek ve göreneklerini benimsememiş, onlara uyum sağlamamış biri değildi. Yaşı ilerledikçe Adıge özelliklerini yitiriyor, Fransız özelliğinin kendinde ağır bastığını algılıyor, hissediyordu, kadın onuru, ona kendini bırakma, yanlış yola sapma diyordu.
Büyük annesinin, “Sen bir yabancı isen, keskin gözlü olsan da kör sayılırsın” diyen sözleri şimdi doğrulanmış oluyordu. Bu bilgece sözlerin yararını da zararını da görüyordu. İçine düştüğün insanlara ayak uydurduğunda, içinden çıktığın ulusla olan bağın zayıflar. Ulusal anılarından kopmuş olsaydı, Ayşet gerçek bir Fransız olur, diğer Fransız kadınlarının içinde erir, çoluk çocuğa karışıp giderdi. Ama Ayşet diğerlerine benzemiyordu, güzelliği ve insanca yanı onu farklı kılıyordu: Erkekler onu arzuluyor, kadınlarsa kıskanıyor, kendisini satın alan ve büyüten kontun ona karşı duyduğu arzuysa, ağza alınacak gibi değildi. “Papanın bana karşı duyduğu şeyleri… beni öpmeye kalkıştığını Edie’ye söyler, verdiği mektubu ona okutursam, bana hangi gözle bakar, her zaman o kirli sahne aklına gelmez mi?.. O zaman hemen kararını ver, beni bu çirkin kişilerin içinden çekip al, beni babamdan koru diye yalvaran biri konumuna düşmüş olurum. Bu mektup olmasaydı diğer davranışlarını hastalığına verir, bağışlar ve unutabilirdim… Ama bunu yazan kişiye asla laf anlatılamaz. “Yazdığımı oku, sonra konuşacağız” demişti. Ama çekingen hareket ettiğimi sezmiş olabilir mi, bilemiyorum. Karşımda diz çökmesi ve bana bu mektubu yazdığı için utanıyor ve pişmanlık duyuyor olabilir mi, bilemiyorum, bir şey de demiyor. Öyle olması daha iyi. Aynı kanı taşımıyor olsak da, beni kızı olarak çağırıyor, değer veriyor, ben de ona “papa” (baba) diyorum, beni şimdiye değin büyüttü, beni hiçbir şeyden yoksun bırakmadı…”
Ansızın ortaya çıkan sert rüzgar ağaç dallarını birbirine çarptı, rüzgar pencere aralıklarından öterek sızmaya, kapıyı sarsmaya başladı. Bütün gün sesi çıkmamış olan kont için Ayşet telaşlandı: “Bu rüzgar papaya yaramaz, – diyerek ayağa fırladı, – ilacını içirmek, teselli etmek ve yumuşatmak gerekir, yalnız bırakmaya gelmez. – dedi, ancak Ayşet, nasıl ayağa fırladıysa o biçim kendini dizginledi. – Hayır, hayır, papa odasında yalnız… – Kapıyı açtığında, Sophie’nin koşarak geldiğini gördü, kontun seslendiği odaya doğru Desten ile Laroche’un gittiklerini de gördü. – Yalnız olmayacaksam, sorun çıkmaz…”
– Gidelim, Sophie, papa bizi çağırıyor… – Ayşet’in morali yerine geldi.
– Duymuyor musun, seni değil Laroche’u çağırıyor.
– Şu an Laroche’tan önce, onun yanında ben olmalıyım.
Ayşet’le Sophie, kontun odasına girdiklerinde, kontun yorgan altına girdiğini, iki kişiyi azarlamakta olduğunu gördüler:
– Türk şeytanlar, ne diye başıma üşüştünüz?.. Yıkılın karşımdan… Siz de, iblisler, huysuz Claudine Alexandrine ve Marie Angélique, ne derseniz deyin, ne yaparsanız yapın, Charlotte-Elizabéth Aisse’mi başı boş gezen şövalye ile evlendiremem, yüzsüz Orleans dükünün de onunla oynamasına izin veremem. Aisse, benim herşeyim, şimdi nerede?! Seni benden kapmak istiyorlar… Seni kimselere bırakamam!..
– Papa, kimse beni senden kapıyor değil, – Ayşet göz yaşları içinde konta yanaştı, – işte yanındayım, Sophie, Laroche, Destan da yanındalar. Şeytan da yok, İblis de, şu yorganı üstünden atıp ilacını iç.
Charles de Ferriol sakınarak yorganın altından başını uzatıp baktı, odadakileri tanıdı ve seslendi:
– Sizler misiniz?.. Ben başka birilerini görüyordum… Ne diye karşımda dikiliyorsunuz?.. Kaybolun. Ayşet, getir ilacımı. Sen içirirsen yararını görürüm. – İlacı içtikten sonra biraz yattı, ardından konuştu: – Sizler, Laroche, ne diye hala buradasınız, işlerinizin başına dönün. Sen de, Sophie. Biz, Aisse ile baş başa oturacağız ve konuşacağız.
– Hayır, hayır, Sophie, sen kal, – Ayşet telaşlandı.
– Laroche’la Desten’in gülümseyerek odadan çıkmaları üzerine, kont, Sophie’ye aldırmadan sordu:
– Ne oldu, Aisse, bana artık güvenmiyor musun?
– Beni kızın sayıyorsan, papa, sana güvenirim, ama bunun dışında söylemiş olduklarını ve bana yazdığın yazıyı sana yakıştıramıyorum. Bunları unutursan, eskisi gibi beni kendi kızın sayarsan, ben de seni babam olarak görür, beraber yaşarız, senin bana yaptığın iyilikleri unutacak biri değilim.
– Duydun mu, Sophie, senin kontesinin neler söylediğini? – Charles de Ferriol gülümsedi, gözleri fırlayacak gibi bir halde sözlerini bağladı: – Sana yaptığım iyilikleri anlamamışsan, sana yazdığım yazıyı ve ne demek istediğimi de anlamamışsın demektir. Beni yaşlı, aklını yitirmiş biri gibi görüyorsan, sonra pişman olur ve beni kaybedersin! – Kendinden geçmiş gibi kontun gözleri dışarı fırladı. – Sophie, buradan gitmen sana söylenmedi mi?!
Charles de Ferriol, yanında oturan Ayşet’i, kalkmaya kalkıştığında uzanıp kolundan yakaladı.
– Papa, daha ileri gitme, kendine gel! – Ayşet, kontun elinden kurtulup kapıya doğru koştu, kapıya varınca korku ve gözyaşı içinde geriye dönüp konuştu:
– Bağışla beni, kalbini kırmak istemedim.
– Aisse, Charlotte- Elizabéth Aisse, dur.
– Hayır, papa, şu an bana bir şey söyleme… – kızgın ve uğradığı aşağılanmanın üzüntüsü içinde Ayşet, elini kalbine bastırarak kontu “papa” (baba) diye çağırdı, ardından daha yumuşak bir sesle fısıldadı: – Sana yakışmayan ve sana yakıştıramadığım bu tür davranışların için bir daha düşün.
Ayşet ateşler içinde odasına doğru koşuyordu, yine de kızgınlık içindeki kontun oda kapısına doğru bakmaktan da geri kalmıyordu.
– Gidelim, Aisse, haydi… – diyerek Sophie, Ayşet’in koluna girdi ve onu odasına götürdü.
Ayşet Sophie’nin kolundan çıktı, göz yaşları dökerek ağladı, kendine gelince konuştu:
– Kimsesiz biriysen böyle şeyler başına gelebilir… – kontun odasına doğru baktı ve dinledi, sonra sözünü tamamladı: – Yine papaya kızıyor değilim… Şaşırma, Sophie, hasta birini suçlayamam…
– Öyle diyerek, – Sophie, Ayşet’in sözünü kesti, – onu şımarttınız!.. Hasta ise, hastalığını bilsin… İstediği her şeyi yerine getirerek, onu iyice şımarttınız.
Ayşet duyduklarına şaşırdı, üzüntüsünü unutarak Sophie’ye gülümsedi:
– Sophie, senin bu denli katı biri olduğunu bilmiyordum…
– Kontun isteyip de elde edemediği ne var ki!.. Sen “papa” diyerek, öz kızının bile ona yapmayacağı hizmeti ona yaptın, etrafında pervane gibi dönüyorsun, yine de sana sulanıyor… Ölüm döşeğinde sayılır, yine azgın, hiç doymuyor… Öyleyse ben, ne olduğunu bilmediğin ve senden gizlenen bir şeyi sana söyleyeyim. Laroche’un her dediğine inanma. Fırtınalı, gök gürlemeli günlerde Laroche konta kadın getiriyor. Gördüğüm şeyi söylüyorum, gerisini bilmem, yanılıyor da olabilirim…
– Kendini suçlama, Sophie, – İçi yanıyor olsa da Ayşet gülümsedi, – ben de biliyorum, istersen adını da söyleyeyim. Adı Lulu. Daha önce Laroche’un sevgilisiydi.
– Aisse! – Sophie’nin yüzü kızardı, sesi yükseldi, – bu söylediğini duymasaydım keşke. Kont bu durumlara düşecek biri miydi? Sana bugün söylediği sözler bile yeter…
– Papa, hasta dedim ya sana, Sophie, ona kızma, – Konta olmayacak suçlamalar yapılıyormuş gibi Ayşet telaşlandı. – Bana ne derse desin, nasıl davranırsa davransın, Tanrı bunu alnıma yazmış, bana olan iyiliğini ölçüye vuramam, onu bağışlayacağım. – Bir iç çekti, kısa bir aradan sonra sözünü tamamladı: – Eğer bir çocuğu olsaydı bağışlamayabilirdim…
– Elbette öyle… – Sophie kendisine katıldı, Ayşet’in beklediği şeyi söyledi: – Ya sana saldırmaya kalkışırsa?.. Bu gibi bir kişinin ne yapacağı belli olmaz… Seni mahveder!
Rengi kaçmış halde Ayşet bir süre oturdu, ardından konuştu:
– Ben de o şeyden korkuyorum, Sophie… Ama senden bir ricam var: Bugün gördüklerini kimseye söyleme.
– Laroche ile Desten’in ağızlarını kapatabilirsen benden laf çıkmaz, – üzülerek bu sözü söyledi ve Ayşet’i kınadı: – Sen de iyi yapmıyorsun. Ne diye bir deliye bakmaya kalkışıyorsun? Bir zamanlar acıyıp ve biraz da para verip seni satın almışsa, çok mu önemli. Yaşam boyu ona kul köle olmak zorunda mısın?
Zor duruma düştüğünde, Ayşet’in ailesinin yok edilmesi, kendisinin çalınması, satılması, başka bir dine sokulması, karşı çıkarak Adıgece adını kabul ettirmesi, katıldığı yeni topluma ayak uydurmaya özel önem vermesi, kendisini çekemeyenlerin kendisi için “yabanıl Çerkes” demeleri, Adıgecesini unutmamak için kendi kendisiyle Adıgece konuşmalar yapması, bu gibi uzak ya da yakın geçmişi gözlerinin önünden geçiyor, gözyaşlarını siliyordu.
– Dediklerin doğru olsa da, Sophie, bir noktada sana katılmıyorum: Tanrıya hesap vermek var, hesap kolay verilemez, O’nun takdiri, bilgisi dışında bir şey başıma gelmiş olamaz. Ama Tanrının bana bağışladığı temizliği, aynı Tanrı benden istemiş olsa bile, Tanrı beni anlasın ve bağışlasın kimselere veremem. – Ayşet istavroz çıkarmaya başlayınca, Sophie onun demek istediğini anladı. – Ölümü onursuzluğa yeğlerim! Yoksa, Sophie, senin başka bir görüşün mü var?
– Hayır, Aisse… – Sophie çözüldü. – Daha on beş yaşıma basmışken üvey babam bana tecavüz etti, beni kirletti… Onun bana yaptığı bu şeyi annem kaldıramadı… Erkek gördükçe hala tüylerim diken diken oluyor, senden başka güvendiğim, dayanağım olan biri yok, böyle yaşıyorum. – Ayşet Sophie’ye sarıldı, bir süre öyle oturduktan sonra Sophie konuşmasının devamını getirdi. – Aisse, benim başıma gelenin senin de başına gelmesini istemem… Senin bir çıkış yolun var.
– Ne gibi bir çıkış yolu?
– Şövalye Edie ile evleneceksin!
– Sophie, sevgili kız kardeşim, canımın içi, – Ayşet duyduğu şeyden memnun kalmıştı, ama azarlarmış gibi davrandı, – teşekkür ederim, ben başka bir şey söylemeni bekliyordum… Hayır, hayır, Sophie, şövalyeyle ilişkim henüz dediğin aşamaya varmadı… De Edie’nin üzerinde evlenme yasağı var, bunu bilmiyor musun? Baştan şanssızmışız. Ayrıca hasta papayı bir başına da bırakamam.
– Böyle diye diye kont yüzünden mahvolup gideceksin!
– Sophie, Allah’tan kork, gereksiz şeyler söyleme… – Sophie’nin söylediklerinde gerçek payı bulunduğunu biliyordu, yine de dediklerine katılmadı.
(Devamı var)
İshak Maşbaş (Tarihi roman) (s.388-394) – V
*****
 (Tarihi roman, s. 394-395)
VI
Gök gürlemelerinin yoğunlaştığı bir gün, akşam üzeri, Laroche, Kont Charles de Ferriol’e Lulu’yu getirdi, bunu Ayşet’e söylemişti. Daha önce kont, Laroche’a “Bana Charlotte-Elizabéth Aisse’yi getir de, yaşlanmadığımı, daha birçok kadınla baş edecek güçte olduğumu ona göstereyim” dediğinde, Laroche “Aisse gelemez, Aisse şu an Arjantal ile birlikte tiyatroda” dediğini Ayşet’e fısıldamışti. Ayşet’ten habersiz ortalık Sophie yüzünden karıştı. Sophie Lulu’nun eve getirildiği haberini Marie Angélique’e söyledi, kontes de bunu fırsat bilip kaynı kontun odasına koştu ve büyük bir fırtına kopardı:
– Ne diye Ferriol’lerin evini randevu (kahpe) evine dönüştürüyorsun?! Kont, utanma, arlanma denen bir şey kalmamış mı sen de? Sen de, utanmaz kadın, kalçalarını kırdırmadan hemen defol!
– Şuna bakın, şuna bakın… – Charles de Ferriol, duyduğu bu sözler üzerine ayağa kalktı, – kendinin kim olduğunu bilmeyen bu kadın bize ahlak dersi vermeye kalkışıyor…
– Kont, yeter artık! – Marie Angélique konta bağırdı. – Daha ileriye gidersen seni bağlatır tımarhaneye attırırım!
Ayşet telaş içinde odaya geldi:
– Marie Angélique mama, papaya o tür sözler söyleme!..
– Aisse, Charlotte- Elizabéth Aisse, – Kont Charles de Ferriol yanındakileri uzaklaştırarak Ayşet’e sarılıp ağladı, – Kızım, sığınabileceğim bir tek sen kaldın, bütün bunların hepsi şeytan, beni onlardan koru… Sen de, Lulu, sen de kara bir şeytansın… Ne diye sana yaptığım onca iyiliği ve yardımı unutmuş karşımda sırıtıp duruyorsun?..
– Söyleneni duymadın mı?! – Sophie Laroche’a sert bir kaş çatıp Lulu’nun üzerine yürüdü.
– Bakın şunlara, bakın şunlara… – diye kontun alaycı sözlerini tekrarlayarak ve yuvarlak iri kalçalarını sallayarak Lulu evden ayrıldı
İshak Maşbaş, Tarihi roman (s. 394-395). –VI
(Devamı var)
****

Ayşet – 54 (s. 395 – 405)

 

“Doğada gece ve gündüzün birbirini izlediği gibi, insan yaşamında da sevinç ve acı, düğün sevinci ve cenaze acısı birbirini izler. Bu iki şeyden biri ötekini bastıramaz: Yaşam içindeki bu çelişkili durum olmasaydı, karanlık da, aydınlık da olmayabilirdi… – Bu sözler Voltaire, Montesquieu ya da Ayşet’e mi  aittir? Kime ait olursa olsun, bu gibi şeyler Ayşet’in kafasından çıkmıyordu. – “Kafamdaki bu gereksiz şeylere ne diye takılı kalıyorum? Bu gibi şeyler nedeniyle   kaygı içinde yaşıyorum…” – demiş ve kendisini sorgulamıştı.

Ayşet genç kızlık kalıbına girdikten sonra kendi kendisini ve geleceğini düşünmeye başlamıştı. Çocukluk dönemi kolay geçmemişti, birinin seni esirgemesi, seni gözetmesiyle, kendi kendine başının çaresine bakma durumuna düşmek aynı şey değil. İnsan yaşamı değişik sorunlarla iç içe ve karmaşık ise, yaşam tarzın da buna bağlı seyreder. Kişi hata işledikçe ders alır, akıllanır derlerse de hata işlememek en iyisi. Ama herkes bunu başaramaz, Ayşet de onlardan biriydi.

Ayşet’in güvendiği, soru sorduğu kimsesi yok değildi. Başı ağrıdığında, bunaldığında derdini açtığı beş kişi vardı Paris’te: Sophie, Pon de Vel, Arjantal, Jeanette Nicole ve de Edie. Sophie durumun farkındaydı, amcalarının Ayşet’e yaptığı davranışı Pon de Vel ile Arjantal’ın öğrenmelerini uygun bulmamıştı. Jeanette Nicole durumun biraz olsun farkındaydı, ama son olaylardan habersizdi. Hiçbir şeyin farkında olmayan da Şövalye Blaise Mari de Edie idi. O başka bir şeyden ötürü kaygılıydı: Orleans Dükünün Ayşet’e kanca takmış olması. Bunu kimseye duyurmadan çözmenin yolunu arıyordu. Ayşet kontun utanmazca davranışını hiçbir şeyin farkında olmayan ilk aşkı şövalyeye açıklamayı uygun bulmamıştı, bunu kendine de yediremiyordu. Yapabileceği tek şey, ne denli ağır olursa olsun, kendine kalmış olan sırrını taşımaya devam etmekti. Taşıyabilir miydi?.. Bir soru başka bir soruyu doğuruyordu. Sırrını kendinde sakladığında kimse seni duymaz, kimse de görmezdi.

Zorluk, felaket, çekişme ve iğrençlik  fark etmez, eski yeni hepsi aynıdır. Zorluk seni ölçer, yiyip bitirir, baş edemeyeni devirir, felaket seni yıkarsa da, daha sonra kendine gelebilirsin, aile içinde çekişme baş gösterdiğinde, birbirini sevenleri birbirine düşürür, iğrençlik yeryüzü aydınlığını unutturur, yok eder.

Ayşet kendisini üzen çok sayıda zorlukla karşılaşmıştı, ancak bunların sayısı eksilmiyor, aksine artıyordu. Onun yaşam ağacının dallarını kıracak, ağacı kökünden söküp atacak fırtınalarla karşılaşıyordu. Karşısındaki kötü gelişimden kurtulmaya fırsat bulamadan, güvendiği tek kişi de akıl hastalığına yakalanmıştı, onunla uyum içinde iken, hiç beklemediği bir sorunla karşılaşmıştı. Sorun bir yabancıdan kaynaklanıyor olsa önemli olmazdı.

Ferriol ailesindeki hır gür yanında, şimdi de bir söylenti ortaya çıkmıştı.

Kontun “Bisert” akıl hastanesine gönderilmesine Ayşet’in  izin vermeyeceğini bildikleri halde, her şeyi düşünen Marie Angélique, o konuda Ayşet’i yola getirmenin peşindeydi ve ilkin onunla konuştu:

  • Charlotte-Elizabéth Aisse, babanın yapacağı yanlış bir davranış yüzünden mahvoluncaya değin birbirimize bakıp oturacak mıyız?..Nasıl söylesem bilmiyorum, senin için düşündüğü şeye razı gelecek misin?.. Bütün aile olarak hepimizi dert sahibi yaptı… Lulu gibi hayat kadınları senin adını lekeliyorlar. Sana nasıl yardımcı olacağımı ah bir bilsem…
  • Marie Angélique mama, ne demek istediğini anlıyorum, – Ayşet kendisini güçlükle tutarak yanıt verdi, – yapamayacağım bir konuda  benimle konuşuyorsun, bağışla beni, söylediğin şey içime sinmiyor. Amcam Augustin- Antoine’ın bilgisi dışında bu işi konuşmayalım.
  • O sözünü ettiğin kişinin nasıl biri olduğunu bilmiyor musun? – Marie Angélique gülümsedi, kendinden emin bir tavırla sözünü tamamladı: – Amcan sözümün dışına çıkmaz.
  • Augustin- Antoine kabul ederse, o zaman ne olacak bilemem… – Ayşet bir iç çekti.
  • Şu yeryüzünde bilmediğimiz onca şey yaşanır… Ben senin başına gelebilecek şeylerden kaygı duyuyorum, küçük kızım. Bizim ne önemimiz var, Augustin de ben de yaşayacağımız kadar yaşadık, dertsiz bir yaşlılık geçirelim, başka şey istemeyiz. Görmüyor musun halimizi?..
  • “Bazen Marie Angélique’i anlayamıyorum, – kontesin üzüldüğü şeyleri dinlerken, kendi içinden söylendi. Her şeyi bir yana bırakmış benimle uğraşıyor, yetişme çağındaki iki oğlunun derdi ile ilgilenmiyor. Claudine ise vurdumduymaz bir kız. Biz bir aileyiz, sevinci ve üzüntüyü birlikte paylaşmalıyız. Aksi halde, büyük annemin dediği gibi, biri seni yemezse, birbirinizden koparsınız. Marie Angélique’in bunu da düşünmediğini söyleyemeyiz, ama hangi işi ele alırsa alsın, öncelikle kendi çıkarını düşünür. Çıkarını gizlemesini de başaramıyor… Böyle diyorum ama Claudine’in bebeğini yetimhaneye verdiğinden hiç söz ediyor mu?.. Bana geleceğe ilişkin öğütlerde bulunuyor, ama hiç istemediği Edie konusunda hızlı bir dönüş yaptı, Şövalyenin yakışıklı, eğitimli ve zengin biri olduğunu söylüyor, Orleans Dükünden ne diye vaz geçtiğini bir türlü anlayamıyorum. Beni Edie ile evlendirip Ferriol’lerin arasından çıkarmak mı istiyor?. Papa hasta olmasaydı, o şeyi sensiz de yapabilirdim. Sizin ne düşündüğünüzü biliyorum, beni evlendirip papayı akıl hastanesine göndermek istiyorsunuz, ama ben sağ olduğum sürece onu size yaptırmam. Böyle bir yetkim var mı? Ben onun kızı sayılmaz mıyım! Evet, evet, durumun farkındayım. O zavallının bana göz koymuş olmasını bir bahane olarak öne sürüyor… Sen Marie Angélique, onun sana yaptığı yardımlar, bana yaptığından az değil. Bunu unuttuğumu ya da unutacağımı sanma, ne yapacağım ya da yapmayacağım konusunda beni zorlama. Ferriol’lerle kan bağım yoksa da, bağlantılarım var…”
  • Aisse, bilmeden kalbini kırmış olabilir miyim, bir şey demiyorsun? – konuşmaları bitmek üzereyken Marie Angélique yeniden söze başladı.
  • Hayır, – Ayşet daldığı düşünceden ayıldı, – Ne olacağımı söyledin diyerek hiç kalbim kırılır mı?.. – Biraz bekledi, ardından içindekini aynen ona söyledi: – Papanın hastaneye kaldırılması konusunda daha fazla konuşmak istemiyorum, başka şeyler konuşalım.
  • Bilemiyorum, böyle kestirip attıktan sonra neyi konuşuruz ki… – Marie Angélique sesini alçaltarak kayınbiraderini ne denli sevdiğini anlatmaya başladı: – Bütün aile zor bir durumda kaldık, kont için kaygı duyuyoruz, yoksa ona ilişkin konuşacak durumda değiliz. O ne denli yaman bir devlet adamıydı! Hastalığı bütün bir Paris’i düşündürüyor, Orleans Dükü durmadan onu soruyor. Kafanı yana çevirme, Aisse, Palais-Royal’deki baloda papayı sormayarak kalbini kırdığını hekimi Jean-Batiste’e söylettim, unuttuğu için üzüldüğünü sana iletti.
  • Peşinde imişiz gibi, – Ayşet bu beğenmediği şey karşısında sinirlendi, – bunu ona ulaştırmana gerek yoktu.
  • Peşine düşmek mi, – kontes yapmacık tavrını unutmuş halde, Ayşet’i kınadı, – Kont Charles de Ferriol’in nasıl bir devlet adamı olduğunu Orleans Düküne anımsatmış olduk. Kimseye bir şey söylemiş değilim, Aisse, sana daha önemli bir şey söyleyeyim: Orleans Dükü hasta ziyareti için bize gelmeye hazırlanıyor.
  • Sanki çok gerekliydi! – kızgınlıkla söylediği bu söz nedeniyle pişmanlık duymuş gibi Ayşet kendisine bir çeki düzen verdi: – Bilemiyorum, papaya bir yararı olacaksa gelebilir tabii… Ne zaman gelecek? – diye hemen sordu.
  • Bilmiyorum, bana söyleneni senden gizliyor değilim. Bunu sana söylemeyeceksem kime söyleyeyim ki? Güven duyabileceğim tek kişi olarak sen kaldın. Claudine’e ne oldu, bilemiyorum, var mıyım, yok muyum umurunda değil. İki oğluma gelince, onlara güvenerek ne yapabilirsin, kız peşine düştüler, kendilerinde değiller. Aisse, ne diye gülüyorsun ki? Anne sevgisi olmayan çocuklarım için susmam mı gerekir?.. Anne olduğunda sen de bunu anlarsın. Şikayet ediyor değilim, Tanrı beni anladı, Aisse, seni bana getirdi, kimseye özeniyor değilim. Seni benden ayırırlar ya da sana yaraşmayan bir davranışta bulunurlarsa diye korkuyorum, bunun için üzerinde titriyor, seni her şeyden sakınıyorum… Sana söylediklerimi dinlersen mutlu olur, mal mülke ve altına kavuşursun. – Biraz ara verdi, ardından bir şaka yaptı: – Yaşlılığımızda bize de bazı yardımlarda bulunursun…
  • Öyle ama, Marie-Angélique mama, beni evlendirmek istediğin Blaise-Marie de Edie’de öyle bir mal varlığı yok, – Ayşet de yapmacık bir tavır takınarak kontese şakayla karışık bir yanıt verdi, – Edie zengin biri sayılmaz.
  • Kim demiş? – Marie-Angélique bu yanıta inanmamış olsa da, sorma gereği duydu. – Armand Vikontu ile Marie de Saint-Oler’in oğlu mülksüz mü sayılır? Bütün Perigord kenti onların mülkü sayılır. Onlar için yoksullar dediğini kimse duymasın, seninle dalga geçerler. Bunu kendi mi söyledi ya da öyle mi sanıyorsun?
  • Sevdiğin kişinin zengin ya da yoksul olması fark etmez.
  • Peki şövalyeyi bir görüşte sevdin mi?.. – Yapmacıklı bir görüntüye bürünerek kontes Ayşet’e baktı ve onu övdü: – Sen durumun farkında değilsin, ama senin güzelliğin ve çekiciliğin çok sayıda talipliyi (pselıho) peşine düşürecek. Evlenmek isteyenler yanında, bu güzelliğinle evli birçok erkeğin de başını döndüreceksin, etrafında pervane olacaklar.
  • O “başı dönenler” içinde vazgeçenler olmayacak mı? – diyerek Ayşet de, aynı tonda kontes ile şakalaştı.
  • Olacak elbette! – niyetini uygulama olanağını yakalamış gibi, Marie-Angélique ağzını açtı, kendisine söylenen şeyin kaynağını fark edince yeniden sordu: – Niçin?
  • Bilmem… – Ayşet’in rengi attı, ama hemen kendine geldi: – Söylediğin şey ilgimi çekti de ondan.
  • Benim yaşıma gelirsen, Aisse, daha ilginç şeyler de duyabilirsin. Kimi seversen sev, kim seni severse sevsin, kim etrafında pervane olursa olsun, kiminle gönül eğlendirirsen eğlendir, aşk ruh ve yürek ister, aşk ile aklı birlikte götürürsen bütün arzularına kavuşursun. Doğru değil mi? Ben olması gerekeni söylüyorum, kendisi gülüyor.
  • Hayır, Marie-Angélique mama, gülümsememi kendine yorma. Bir zamanlar büyük annemin söylemiş olduğu sözleri bana anımsatmış olduğun için gülümsedim.
  • Şimdi de ne söyleyeceğini Tanrı bilir… – diye Marie-Angélique homurdandı, duyacağı şeyi bekleyerek iyi bir gözle Ayşet’e baktı.
  • Duyduğumu söylüyorum, senden benden kaynaklanmış bir şey yok. Kim bilir, insan isek, o şey bizim için de söylenmiş olabilir. “rüzgarın peşine düşme – yakalayamazsın, gölgenizin peşinden koşmayın – geçemezsiniz”.

“Bak hele bu kızın dediklerine!.. – Marie-Angélique içinden feryat etti. – Ben onu yaşama hazırlıyor, sevme ve sevilmenin yolunu öğretiyor, o da beni büyük annesinin sözleri ile terbiye etmeye çalışıyor. Bana laf mı atıyor ya da etrafımdan mı dolanıyor. İkisi de aynı şey… Biz bilmiyoruz, bu Çerkesler gerçekten ilginç insanlar olmalılar. Görmüyor musun bu kızın ince uzun boyu ile nasıl gösterişli hareket ettiğini, ilk kez beni görüyormuş gibi karşımda durduğunu? Oysa onu bugün ya dün tanımış değilim, yıllar boyunca, küçüklüğünden yetişkin kız olana değin, konuşma, yemek yeme, gülümseme, yürüyüş biçimlerinde hiçbir hatalı bir durumunu görebilmiş değilim. Dahası sevinç ve üzüntüye, mutluluğa farklı bir yaklaşım biçimi var. Bu özellik sadece bu kıza özgü mü, yoksa bütün bir Çerkes ulusu da o gibi değerlere sahip mi? Oturuyorsa, genç yaşlı ayırmadan her gelene saygı göstererek ayağa kalktığı görülmüyor mu? Öyle olduğu halde, kendi ulusal özelliklerini abartmadan Fransız yaşam biçimine uyum sağladı, ters düşmedi. Ne mutlu ona, imrenilecek biri. Yeter artık, ben boyuna, iyi kötü demeden “amalara” eklemeler yapıyorum…” – Marie-Angélique kendi kendisine içerledi, Ayşet’le  seslendi:

  • Oh be, Aisse, beni boyuna bir şeyler düşünmek zorunda bırakıyorsun… Bu kadar çok şeyi nerede öğrendin ki?.. Bazen beni korkutuyorsun, bazen de canımdan bezdiriyorsun… Evet, evet, çok akıllı bir ninen varmış, hangi gruptan olduğunu, tarihini bilmediğimiz bir ulustan çıkmışsın. Ama bir kadın olarak fazla akıllı olmak da iyi bir şey değil. Kendi deneyimimden bilirim, erkekler fazla akıllı kadınları sevmezler.
  • Şövalye Blaise-Marie de Edie öyle erkeklerden değildir.
  • Şövalye ve sen, ikiniz de evlenme konusunda zor durumlar yaşıyor olmalısınız… – anlayamadığın bir konuda seni uyarayım anlamında, oldukça yumuşak bir ses tonuyla konuştu kontes.
  • O şey de işin içinde olabilir, – Ayşet kendisi hakkında söylenenleri beğenip beğenmediğini belli etmeyen bir biçimde gülümsedi, – “Sevdiğin kişiyle yediğin yiyecek ekşi olsa bile bal gibi gelir” dedikleri doğru olmalı.
  • Sevdiğin kişi için söylenmiş daha özlü bir söz duymuş değilim, – dedi Marie-Angélique ve Ayşet’i uyardı: – Aisse, Çerkes dilini unuttuğunu söylüyorsun ve arada bir yakınıyorsun, ama ağzından dökülen bilgece sözler sınırsız.
  • Öyle ama, Marie-Angélique mama, o şeyleri Fransızca söylüyorum, Çerkesçe değil, – diye Ayşet kısa bir yanıt verdi, yakındı ve üzücü bir ses tonuyla söylediği şeye açıklık getirdi: – Başka bir dili benimsetsen, başka bir elbise giydirsen, içine girdiği insanlara benzer hale getirsen bile, herkeste çıktığı kendi ulusundan bir parça kalır… Bu şeyleri zavallı ninem hep söylerdi.
  • Evet, evet, Aisse, şanslısın, akıllı ve bilge bir ninen varmış… Kusuruma bakma, kızım, eski yaralarını deşmek istememiştim… “Sevdiğinle yediğin ekşi yiyecek bal tadında olur”. İstemem, Tanrı yazmışsa bozsun, Edie ile ikinizin arasına asla girmem. Daha önce söylemiştim, yine söylüyorum: Kız evlenmeye karar verdiğinde, annesine sorması gelenektendir, zavallı kontun ne diyeceğine bakmam, beni annen yerine sayıyorsan, ben de Blaise-Marie de Edie’nin iyi bir seçim olduğunu söylemek isterim. Onu o denli seviyorsan, hayırlı olsun diyebilirim. Ama, Aisse, bunu Orleans Dükünün Charles de Ferriol’ü ziyareti sonrasına ertele.
  • Ne zaman gelecek? – Ayşet yine aceleci davrandı. – Bunu papaya hemen  bildirmemiz gerekmiyor, heyecanlanır ve üzülür.
  • Onun ne zaman geleceği konusu bize bağlı, – “ağzını arayarak, yumuşatarak, onu yola getirdim” dedi Marie-Angélique, kendisini överek, sevinerek ve kolayca işi bağladığını belirterek şunları söyledi: – Aisse, sana hiç ricada bulunmadığım ölçüde bir ricada bulunacağım: Orleans Düküne Palais-Royal’deki gibi soğuk davranma, hayat zor, yarın ne olup olmayacağını, işimizin düşüp düşmeyeceğini bilemeyiz… Söylemesem de bunu bilirsin, en iyi konuk karşılama yeteneği zaten senin kanında var. “Yalancının gözü daima yaşlı olur” (Thağepṡım yıne ṡıne zepıt) deyimini doğrulayan Marie-Angélique küçük mendili ile gözlerini sildi, Ayşet’i övdü ve gönlünü hoş etti. – Öbür sorduğun konuda, ilk önce hangisini konta söyleyelim, beklemediği bir biçimde zavallıyı sevindirsek.

Geçtiğimiz bir iki yılın gürültü patırtısı yetmezmiş gibi, şimdi de Ayşet düşündürücü ve üzücü durumlarla karşılaşmıştı. “Orleans Dükünün papaya (babama) bir yardımı olacaksa evimize buyursun. Sıkıntı çekmeyen sevincin değerini bilmez denen kişilerden değilim, kimse bana o gözle bakmasın. Kontesin niyetinin ne olduğunu anlamayacak kadar saf biri değilim, zor durumda olmamdan yararlanmak için bana yakınlık gösteriyorsa, sonra pişman olabilir, ama çocukluğumda bana yaptığı iyilikler sonucu onu günahlarından korumaya çalışırım”.

Ayşet düşündüğü şeyin ağır bastığını bilmesine karşın, bunu kontese belli etmiyor, onun ricasını fazla önemsemediğini belli ederek yanıtını verdi:

  • O konuda, Marie-Angélique mama, için rahat olsun. Ama konuk iyi niyetli olursa başım üzerine, hasta ziyaretine gelmişse onu pişman etmeyiz.
  • Öyle tabii, kızım, bize gelecek olan çok önemli bir konuk, büyük bir insan, o kişiyi herkesin ayağına giden, herkese yakınlık gösteren biri olarak mı görüyorsun?
  • Ziyaretine geleceği kişi de kont, küçük ve sıradan biri değil, – Ayşet de kontesi onaylıyor gibi idiyse de, beğenemeyeceği noktaları belirtmekten geri kalmıyordu, – Papanın Fransa için yaptığı işler ve hizmetler, üzerinde pek durmuyoruz ama sıradan işler değil, çok büyük işler, ülke tarihinde yer alacak işler.
  • Evet, evet, Aisse, – “bak bunun dediklerine, bu avare kişinin karşımızda yaptığı ayıp şeyleri bildiği halde, bu dediklerine de bir bakın…” Marie-Angélique duyduklarına şaşırmıştı, ama hedefine ulaşacağını düşünerek Ayşet’i övdü ve dediklerine katıldı, – Övünmeni istememiştim ama, Aisse, sana söyleyeyim: Ne kadar da iyi ve merhametli birisin, Tanrının sevdiği kulusun, seni dinledikçe iyinin ve güzelin tadını, yumuşaklığını bana sunuyorsun, dünyayı bambaşka bir gözle görmemi sağlıyorsun. Tabii öyle, Charlotte-Elizabéth Aisse, kont baban hasta olmasaydı, bazen kızdığımda, o zavallı için söylediğim, ağzımdan kaçırdığım sözleri büyütme, içinde saklı kalsın, güneş kralımızdan sonra onun adı bütün bir Fransa’da anılıyordu, o denli büyük işler yapıyordu – dış hizmetleri yürüten biri küçük sayılamaz, Başbakan bile olacaktı.

 

Marie-Angélique’in sinsi konuşmalarını Ayşet destek verir gibi başını sallayarak dinliyordu, ama düşündüğü ve niyetlendiği şey farklıydı: “… O bana getireceğin kişi, büyük annemin dediği gibi, bize altın ambar mı getirecek yoksa bizde olmayanı bizde bulacak mı, gelsin, ama benden sakladığınız şeyi başaramayacaksınız, geldiği gibi geri gider. Benim sevdiğim, sevgilim olan kişi tek kişi, onunla bir tutacağım bir kişi daha bu dünyada yoktur. Bunu siz nasıl bilir, nasıl anlayabilirsiniz! Şu an benim için en kötü olan durum papanın durumu ve davranış biçimi: Daha önceki davranışlarından, söylediği şeylerden sonraları pişmanlık duyardı, şimdi bu şey de kalmadı, bana bakıyor, beni arzuluyor. Papa hastadır diye geçiştiriyor, bağışlıyordum, “bu kişinin sağı solu belli olmaz, sana saldırırsa, seni mahvederse” diye Sophie’nin dediği şey başıma gelirse?.. Bu tür utanç verici bir hakareti, seveyim sevmeyeyim, zorla bana yapmaya kalkışırsa kaldıramam, o yüzden canımdan olurum!..”

  • Her şey, Aisse, iyi olacak, – Ayşet’in düşündüğü şeyi anlamış gibi Marie-Angélique konuştu, – dükün bize geldiğinin haberi, bizi sevenleri sevindirecek, sevmeyenlerin de ciğerini dağlayacak biçimde bütün bir Paris’e yayılacaktır. Bu şey Ferriol’ler olarak bizi büyütür, asla küçültmez, amcan Kont Augustin-Antoine Paris’e döndüğünde, işsiz, makamsız kalmaz. Jeanette-Nicole’ün sevgilisi kardeşim piskopos Pierre Guerin de Tancin’in başpiskopos olmasında da yardımcı olur. Ya kardeşlerin? Onlar da toplum yaşamına henüz ayak basma aşamasındalar. Kafanı ağrıtmış mıyım, ne diye rengin soldu?
  • Hayır, – Duyduğu her şeye katlanamayacağını gizleyerek, konuştu, – baş ağrısı hastalığım yok, bu gece pek uyuyamadım, ondan olacak.
  • Uyuyamazsın tabii, konttan başka derdin kalmamış, gece gündüz onunla ilgileniyorsan ve kendini yiyip bitiriyorsan… Desten dersen bir grubun yapacağı işi sen yapıyorsun, boşuna dünyanın parasını onlara ödüyoruz. Bana gelince? Ayaklarım beni taşıyamayacak duruma geldiler. Kont için meraklanma, Desten ve yardımcılarının onunla ilgilenmelerini sıkı sıkı tembih edeceğim.

 

(Devamı gelecek)

 

İshak Maşbaş, Tarihi roman, VII, s.395-405.

****

Ayşet -55 (s. 405-408)

 

İnsanın içi kararırsa sesi kısılır, içi ağlarsa gözü de ağlar dedikleri gibi, Ayşet, uyku nedir bilmeden pencere önünde duruyordu. Birileri çağırmış gibi ayrılıyor, ardından pencere önüne yeniden gidiyordu. İçi soğuk ya da sıcak olmayan ilkbahar gibiydi: Karabulutlar gökyüzünde görünüyor, ardından parçalanıyor, yeniden birleşiyorlardı, kopan bir iki küçük parça da yolunu şaşırmış halde asılı duruyordu. Bu parçalardan dökülen yağmur damlaları pencereye vuruyor, camlardan eğri büğrü aşağıya süzülüyordu. Ayşet’in solgun yüzünde de aynı görüntü vardı – bunalmış, içi ağlıyordu, gözyaşları ise ona nefes alma olanağı sağlıyordu.

Çocukluğundan bu yana yaşamış olduğu olaylar şimdi gözlerinin önünden geçiyordu. Kendisine yapılanlar bir yana bırakırsak, kendisinin neden olduğu ve utanacağı hiçbir şeyi yoktu ve aklında öyle şeyler geçmiyordu. “Bilmeden birilerinin kalbini kırmış olabilirim, – dedi Ayşet kendi kendine, – zor durumum beni kırılgan biri yapmış, söylenmeyecek bir şeyi söylememe neden olmuş olabilir, ağzımdan kötü sözler çıkmış olabilir. Baba annemin “Yoksula götürülen onun payı olur” (Thamıćem fahırer yiah), dediği gibi, şimdiye değin zavallılığım nedeniyle mi böyle yaşamışım? Şimdiye değin beni yaşatmış ve yaşatacak olan şey yavaş yavaş uzaklaşmakta olduğum halkımın Adıge geleneğidir. Onun bana sunduğu ve yaşamıma kattığı değerler sayesinde onurlu olmaya, uygarca hareket etmeye ve insanca ilişkiler kurmaya başladım, bu şeyler benim için en önemli değerlerdir. Adıgeliğe bağlıyım, onu yaşıyorum ve onu yitirmek istemiyorum der, bununla övünür ve gurur duyarken, bana yapılacak olan saygısızlıklara boyun eğecek miyim?.. – kontun yeni ve yersiz davranışları Ayşet’in aklına geldi. – Ne yapmalıyım?..  Ne yapabilirim?.. Jeanette-Nicole “yanıma gel, benimle kal, o arada Edie ile olan aşkınız bir yerlere varır” diyor. Öyle yaparsam, kendisini büyüten kontu bir yana atıp kendi çıkarının peşine düştü derler, tanıyan tanımayan kişilerin diline düşerim, ayıp etmiş olurum… Peki, kendimi ve onurumu nasıl koruyacağım? Zavallı büyük annem, beni duyuyor musun, ne yapmalıyım?.. Bağışla beni, anne, bir çıkış yolu var, biliyorum, ama kendime saygısızlıkta bulunmak istemiyorum. Sevdiğim ve seni seven kişi için saygısızlık söz konusu olabilir mi? Olur! Tabii boyun eğersen… Hayır, hayır, onursuzluk olur bu, onu asla kabul edemem…”

Beynindeki zorlu çatışma nedeniyle çalkantı içinde olan Ayşet, öğle yemeği için aşağıya, sofraya inmeyen konta yemek götürüldüğünü gördü ve ona acıdı. Ona düzenli ilaç verildiğini biliyordu, ama gün boyunca kendisini çağırmamış olması da kuşkulanmasına neden oluyordu. Kontun odasına kapanmış olmasına da anlam veremiyordu. Bir başına yanına gitmekten de korkuyordu.

  • Sophie, nerelerdeydin? – içeri girer girmez Ayşet Sophie’ye sormuştu.
  • Kontun yıkanması için su götürmekle meşguldüm.
  • Bu koca evde o işi yapacak başka kişi kalmamış mı? – Ayşet sinirlenip kaygılandığı şeyi sordu: – Papanın durumu nedir?
  • Ne olabilir ki, nöbeti yaklaşmış olmalı, ne dediği anlaşılmıyor, söylenip duruyor, banyo günü gelmiş gibi üstünü başını düzeltiyor. Adlarımızı karıştırarak sorular sordu.
  • Öyleyse o, bugün ilaç içmemiş, – Ayşet endişe içinde ayağa kalktı, – ilacı nerede?
  • Merak etme, Charlotte-Elizabéth Aisse, – içinden acıyarak Ayşet’e fısıldadı, – her bir şeyden tedirgin oluyorsun, içinde yürek diye bir şey kalmamış. Laroche ile Desten konta ilacını içirdiler.
  • Gördün mü?
  • Gördüm, Aisse, gördüm.
  • İyi değil, Sophie, o iyi değil. – Ayşet kontun ilacını kaptı, – gidelim. Papaya ya çok ilaç içirildi ya da ilacını içmedi .
  • Görmek istiyorsan gidelim, – Sophie isteksizce konuştu, ardından sözünü değiştirdi, – istersen durumu Desten’e sorayım.
  • Hayır, gidelim! – Ayşet önce kesin konuştu, ardından duruma açıklık getirdi: – Gün boyu papayı görmedim, bana içerlemiş olabilir.

Ayşet ile Sophie kontun odasına gittiklerinde Charles de Ferriol’un en değerli elbiselerini giydiğini, fötr şapkası başında, yumuşak koltuğuna kurulduğunu, güzel ve renkli bir yelpaze ile serinlenmekte olduğunu gördüler. Önündeki alçak sehpada açılmamış kırmızı bir Bordo şarap şişesi, yanında boş iki şarap bardağı ve bir tabakta da üzüm ve iyi cins armut duruyordu.

Ayşet kontun yine Lulu’yu beklediğini sandı, giyinmiş oturan konta sordu:

  • Böyle tam giyinmiş kimi bekliyorsun?
  • Seni bekliyorum, Charlotte-Elizabéth Aisse, – dedi Kont Charles de Ferriol ayağa kalktı ve başını eğerek, Sophie’nin orada olmasına aldırmadan Ayşet’i selamladı, – Otur, seni bekliyordum. Akşama evleneceğiz. Yetmez mi, güzelim, yıllardan beri senin özleminle bekleyip durduğum?  Gelecek hafta kiliseye gidip nikahımızı kıydıracağız.
  • Papa!..- Ayşet bu sözler üzerine kendinden geçerek bağırdı. – Ne kadar da çirkin şeyler söylüyorsun?!
  • Bugün, bu dakikadan başlayarak bana papa (baba) deme! – Kont geri adım atmadı. – Tanrının bilgisi ve izni dahilinde Kont Charles de Ferriol senin kocan olacak. Bu gümüş asayı görüyor musun?! – Kont gözleri kan çanağına dönmüş halde sordu ve kendi kendine gülümsedi. – İstersem kırar, istersem de değer veririm. Dediğimi yapmazsan sana da onu yaparım. Anladın mı? – Ürkek ve yanıt vermeden odadan kaçmakta olan Ayşet’e kont arkasından sert bir sesle  bağırdı: – Geri dön! Geri dönmezsen bu gece zorla seni yanıma getirtirim!

Charles de Ferriol’ün bağırma sesine koşmakta olan Desten Ayşet’le karşılaştı, Ayşet ona yapacağını hemen söyledi:

  • Papayla başa çıkamıyoruz, yatıştırın. Al bu karışımı, her zamankinin iki katını, daha da fazlasını içirin…
  • Sophie, Ayşet’in bugünkünden daha fazla yüzünün kızardığını görmemişti. Bir şey demeden odasına çekildi ve elbiselerini değiştirdi. Beklenmedik bu durum karşısında şok geçiren Sophie’ye sarıldı:
  • Soranlar olursa tiyatroya gitti dersin, senden saklyacak değilim, Edie’nin yanına gidiyorum… – diyerek yere çöktü ve ağladı. Üzülme, geri geleceğim…

Ayşet -405 -408

Yorum Yap