Çerkesler: 21 Mayıs 1864’ten Günümüze – (4)
Uluslararası hukuk ve federasyon
Uluslararası hukuka göre, bir etnik topluluk üzerinde özel yasaklamalar, örneğin dil yasağı gibi baskılar uygulanamaz, bu tür uygulamalar hukuk dışı sayılıyor ve bir ülkenin bir iç sorun olarak görülmüyor. Aksine bir davranış kültürel soykırım tanımına giriyor ve hukuk dışı sayılıyor. Bütün ülkelerin hukuk kurallarına uymaları isteniyor. Bununla birlikte Türkiye’de Türkçe dışındaki dillere baskı uygulanıyor, örneğin Çerkesçe anadilinde eğitim halen sürdürülebilir değil, ama Rusya ve İsrail’de sınırlı da olsa, Çerkesçe bir eğitim sistemi var, Yugoslavya’da da Adıgey’e dönüş, 1998 yılı öncesinde Adıgece/Çerkesçe devlet okulunda okutuluyordu. Türkiye tek değildi. Geçmişte de Sovyetler, İspanya, Romanya, Bulgaristan’da, vb azınlıkların dil ve kültürlerine baskılar uygulanmıştı. Dillere ve etnik haklara ilişkin değişik tür ve düzeyde baskılar hala birçok ülkede sürüyor.
Örneğin, birlik ve federasyon yapılanmasına karşın, Sovyetler’in Rusça’yı Rus olmayanlara dayatması gibi olumsuz dil ve kültür politikaları vardı. Ayrıca, Rus etnik nüfusu, Rus olmayan etnik yörelere devlet eliyle taşıyıp yerleştirme politikaları uygulanıyordu. Kolonizasyon, Stalin, özellikle de Kruşçev döneminde yoğunlaştırılmıştı. Bir Ruslaştırma ve Rus üstünlüğünü savunma politikası vardı. Ruslar kendilerini üstün, ağabey ulus olarak görüyorlardı, öyle yönlendiriliyorlardı. Bu politika Sovyetleri – Rusları amaca vardırmadı, aksine dağılmaya yol açtı. Sovyetlerin kurucu önderi Lenin‘in (1870-1924) önerdiği politika dil ve ulusların (milliyetlerin) eşitliği temeline dayalıydı. Dahası, büyük küçük tüm diller için alfabeler hazırlanmış, tüm azınlıklara kendi toprakları üzerinde özerklikler verilmişti. Büyük ile küçük arasındaki dengeyi gözetmek, korumak için, Lenin küçüğe daha fazla, büyüğün aleyhine haklar vermek gerektiğini savunuyor ve bunu yaşama geçiriyordu. Şimdilerde ise, o görüşten sapıldı. Küçük halkların dilleri yok olmak üzere.
Örneğin, Rusya’da, 2018 yılında, Rusya Federasyonu okullarındaki öğrencilerin cumhuriyetlerin devlet dillerini öğrenmemelerine izin veren bir federal yasa kabul edildi. İsteyen öğrenci kendi anadilini öğrenebilecek, istemeyen anadili dersini almayacak, ama her öğrenci Rusça öğrenmek zorunda olacak. Antidemokratik bir yasa. Federal merkez (Moskova) böylece, yerel yönetimlerin elde kalan son savunma yetkilerini de ellerinden almış bulunuyor.
Bulgaristan’da Todor Jivkov’un Müslüman/Türk adlarını ve Bulgar olmayanları Bulgarlaştırma, Türkçe konuşmayı yasaklama kampanyası, Müslüman nüfusu Türkiye’ye toplu göçe yöneltmiş, Bulgaristan gibi küçük bir ülkeden 300 bin gibi bir sığınmacı kitle Türkiye’ye gelmişti. Bunun bir sonucu olarak Bulgar tarımı büyük bir yara almıştı. Bulgaristan hala toparlanamıyor. Rumen diktatör Çavuşesku’nun azınlıkları asimile etme girişimi, Sırp lider Slobodan Miloşeviç’in ‘Büyük Sırbistan’ politikası, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’te yaptırdığı katliamlar, NATO müdahalesi ile son verilen Kosova’dan Arnavutları toplu halde sürme (deportasyon) politikası, günümüzün en iyi bilinen suç oluşturan örneklerindendir. Dış müdahaleler sonucu bazı soykırım girişimleri durdurulmuştur. Miloşeviç ve soykırım suçlularından bazıları tutuklanıp La Haye Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından yargılanıp cezalandırılmışlardır.
Günümüzdeki en kanlı soykırım örneklerinden biri de, çoğu Tutsi, daha azı Hutu 800 bin insanın öldürüldüğü Afrika Ruanda Soykırımı’dır. Başlatanların Fransız desteğiyle Hutular olduğu biliniyor. Fransa emperyalist elini Afrika’dan çekmiş değil. Oraları hala sömürüyor ve karıştırıyor.
19’uncu yüzyılda, 1860’larda ise, modern tarihin ilk soykırımı, yani Çerkes Soykırımı Rus İmparatorluk rejimince uygulandı, Dr. Richmond‘un Tiflis’teki Rus askeri arşiv belgelerinden saptadığına göre, 1860-1864 yılları arasında 625,000 Adıge-Çerkes öldürüldü. Çerkes soykırımı diğer uğursuz soykırımlara model olmuş, ardından Ermeni ve Yahudi soykırımları gelmiş, çoluk çocuk on milyonlarca sivil insan, sırf başka bir ırk ya da din mensubu olduğu için katledilmiştir. Bu arada Endonezya örneğindeki gibi büyük boyutlu faşist, antikomünist bir katliamı da unutmamak gerekir.
Geçmişte ve günümüzde durum
Günümüzde bir etnik topluluğun dil ve kültürünü kullanması ve geliştirmesi, yukarıda değindiğimiz gibi, uluslararası hukuk tarafından savunulan ve desteklenen demokratik bir haktır, bu hakkı engelleme, ortadan kaldırma amaçlı yasalar çıkarılamaz. Uluslararası hukuk, süreci böyle görüyor. Ama engeller aşılabilmiş değil. Özellikle Müslüman ülkelerin hemen hepsi (eski Sovyet cumhuriyetleri dışında) antidemokratik sistemlerle (şeriatla) yönetiliyor.
Türkiye’de de ABD ve devlet (asker ve adliye) desteğiyle dinci örgütlenmeler güçlenmiş bulunuyor.
Türk ‘milliyetçilerinin’, ırkçı ve tutucuların görmek istemediği, ama çağımızın bir gerçeği de budur. İlave olarak, bizim ‘milliyetçilerimiz’ içinde, 1930’larda yapıldığı gibi, hâlâ katliâmlar yapılabileceğini sanan ve uygulanmasını öneren tehlikeli kişiler de vardır. CHP eski Genel Başkan yardımcısı Onur Öymen de öyle dememiş miydi Meclis’te, ‘Dersim Katliâmınına’ okey diyerek?.. İnönü‘nün torunu CHP milletvekili Gülsün Bilgehan da, “Ne olmuş yani, birçok [Kürt] kız bitlerinden temizlendi ve iyi evlilikler yaptı” demişti. İş bu kadar basitti. Bazı Rus aileler, 1864’te Karadeniz kıyılarına yığılmış yüz binlerce Çerkes arasından bazı öksüz ve yetimleri acıyarak evlat edinmiş, bunların bazıları iyi evlilikler yapmış, bazıları da belediye başkanlığı gibi önemli görevlere gelmişti. Bu durum 625 bin ölü Çerkes’i ve yüz binlerce sürülmüş kişiyi geri getirmeye yeter mi, bir ülke ve ulusun yok edilmesi olayını, acısını dindirir mi?
1930’larda kitleler, topluluklar sessizce ortadan kaldırılabiliyordu. Daha da acı olan şey, o gibi olaylar ülkelerin bir iç sorunu imiş gibi algılanabiliyordu. 1938’de ırkçı ve faşist Hitler’e göz yumulmuştu, sonuç on milyonlarca ölü. Örneğin, 1864’te de Çerkes Soykırımı ve deportasyonu seyredilmiş, 3-4 ay içinde koca bir ülkenin, Çerkesya’nın kimliği değiştirilmiş, koca Adıge ülkesi bir Rus ülkesine (Novorossiya) dönüştürülmüştü, olay Rusya’nın bir iç sorunu sayılıp geçiştirilmişti. Oysa İngiliz istihbaratının uçan kuştan bile haberi vardı, neyin ne olduğunu biliyorlardı. İngiliz hükümeti bunun bir soykırım, etnik temizlik ve dış sürgün olayı olduğunu biliyordu. Osmanlı’nın da bunu bilmemesi olanaksızdı. İngiliz, Fransız ve Osmanlı, Çerkes’i, Kırım Savaşı sonunda kurbanlık koyun gibi Rus’un önüne atmıştı. Çerkeslerin bilisizliği de kuşkusuz bir diğer etkendi.
Türk, bütün cephelerde yenilmişti, ezikti, ama Müttefik gölgesine sığınarak durumunu kurtarmaya çalışıyordu. Çerkesleri savunabilirdi, ama savunmadı, daha ileriye gitmekten çekindi. Yine de, 1856 yılı sonrasında ve el altından Çerkesleri Ruslara karşı kışkırtmaya ve birbirleriyle çatıştırmaya devam etti. Çıkarcı ve kötü niyetliydi. Emperyalist ve sömürgeci büyük devletler öncelikle kendi çıkarlarını düşünüyorlardı.
Çerkeslerin hataları
Peki, Çerkeslerin hiç hataları yok muydu? Elbette vardı, haklı olduklarını söyleyerek başkalarından yardım ve adalet beklemek, yardım önerildiğinde de, bilisiz önderler eliyle sırt çevirmek, uzlaşma yollarını kapamak, muhalif görüşlere izin vermemek, Natuhay’da olduğu gibi muhalifleri sessizce ortadan kaldırmak [http://www.cherkessia.net/makale_detay.php?id=3283], dünya gerçeklerini, politika ve diplomasiyi bilmemek en büyük hataydı. Örneğin, “1834’te çok sayıda Çerkes lider [General] Velyaminov ile kalıcı bir anlaşmaya oldukça yakındı fakat [İngiliz gezgin/ajan] Bell ve diğerleri bu liderlerin çabalarını sabote ettiler” (W. Richmond, “Çerkes Soykırımı”, s.70). Kırım Savaşı sırasında da, “Yazın İngilizler Anapa kalesini işgal etmeyi önerdiklerinde, Çerkes tarihindeki düşüncesizliklerin en büyüklerinden birisi olarak, Zanıko kendi halkını son uluslararası destekten de mahrum bıraktı. Eylül ayında ve yine Aralık ayında, kendisi saldırı düzenlemeye kalkışmışsa da, her iki seferinde de geri püskürtüldü” (age, s. 82).
Böylece, kısır görüşlü, eski Rus subayı, Xeğak’e (Hegake) kabilesi (*) eski beyi ve yeni Osmanlı paşası ve Çerkesya askeri valisi Zaneko Seferbıy, Çerkes sorununu Rusya’nın bir ‘iç sorunu’ olmaktan çıkarıp uluslararası bir sorun, Müttefik devletlerin sorunu haline getirme fırsatını kaçırmış oldu. Cehalet (bilisizlik) ve apolitik olmak işte böyle bir şey.
Uluslararası mahkemeler, yaptırımlar ve hak ihlalleri
Şimdi bir uluslararası hukuk, iletişim, demokratik kamuoyu, önleyici yasalar, kuruluşlar ve yaptırımlar var. Bosna Savaşı suçlusu Sırplar ve diğerleri tutuklandılar, La Haye’deki Uluslararası Ceza Mahkemesinde (UCM) yargılandılar ve suçlu görülenler cezalandırıldılar. 2003 yılından beri böyle bir mahkeme var ve insanlığa karşı işlenmiş olan suçlara bakıyor ve suç işlemiş bireyleri cezalandırıyor. Ayrıca, Strasbourg’da da bireysel ve siyasal hak ihlallerine bakan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bulunuyor. Türkiye’nin ve Rusya’nın AİHM ile başı dertte, sık sık tazminat ödemek zorunda kalıyorlar. Ayrıca BMÖ yan kuruluşu niteliğinde merkezi Hollanda La Haye’de Uluslararası Adalet Divanı (UAD) bulunuyor, sadece başvurucu devletler arasındaki uyuşmazlıkları çözmeye çalışıyor. Bu gibi örgütlerin yaptırım güçleri sınırlı kalabiliyor.
Yine de kıskaç kötülerin aleyhine gittikçe daralıyor.
Şu an birçok ülkede, uluslar arası suçlar işlenmeye devam ediliyor ve maalesef birçoğu kovuşturulamıyor. Çünkü BM ve AB gibi uluslararası kuruluşların izleme ve yaptırım gücü, kadro ve bütçe olanakları sınırlı. Öncelikle büyük devletlerin harekete geçmeleri gerekiyor. Küçükler fazla etkili olamıyorlar. AİHM Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden gelen başvurulara bakmıyor, yetkili değil. ABD, RF ve Çin gibi güçlü ülkeler bazı önemli demokratik öneri ve girişimleri BM Güvenlik Konseyi‘nde veto ediyor, veto etme yetkileri var, karar alınmasını engelliyorlar. Beş ülkenin (ABD, RF, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa) toplu ya da tek tek veto yetkisi var.
Aynı biçimde anadilinde eğitim de uluslararası anlamda tanınmış ve kabul görmüş demokratik haklardan, ancak bu hakkın uluslararası bir denetimi ve yaptırımı yok. Bu gibi nedenlerle sorunlar devam ediyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı yasa düzenlemelerine ve haksızlıklara karşı Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuru yolu da var, ancak süreci işletmek için dava açmak ve sürdürmek gerekiyor, bu da zor, uzun ve pahalı bir süreç. Üstelik, 2003 yılında Kıbrıs’ta anlaşma fırsatı, Türk tarafınca kaçırıldığı için Türkçe AB’nin resmi dillerinden biri olamadı. Yabancı dil işlemi görüyor. Bu konuda Türk medyası da doğruları çarpıtabiliyor, yazarlar arasında milliyetçi çarpıtmalar yaygın. Türk medyası, maalesef pek güvenilir değildir. Bak. https://mefenef.com/kibris-ve-mehmet-ali-guler-1009.html
Ayrıca, Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), La Haye’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) gibi tutuklama kararı alamıyor, hapis cezası veremiyor, tazminat dışı cezai yaptırım uygulayamıyor. Ancak, yeniden yargılama kararı verebiliyor. Bu da bir kazanım. Ayrıca üye ülkeler mahkemeleri tarafından verilen kararların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) uygunluğunu inceliyor ve karara bağlıyor, aykırı olanların iptalini ya da yeniden yargılama yapılmasını istiyor. Sözleşme bağlayıcı, ama ihlal edilebiliyor.
Ağır aksak da işlese, geçmişe göre bunlar çok önemli gelişmeler. Geçmişte, 1860’larda 625 bin Çerkes katledilirken, bebekler süngülenirken bunların hiçbiri yoktu.
Demokratik süreci geliştirmek, daha geniş bir boyuta yaymak ve sorunları Birleşmiş Milletler (BM) platformuna taşımak isteyenler çoğalıyor. Uluslararası duyarlılık güçleniyor. Bu amaçla kurulmuş çok sayıda uluslararası örgüt ve kuruluş var.
Örneğin Rusya’ya, Kırım’ı ilhak etmesi nedeniyle ABD ve AB tarafından ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulanıyor. Uygurlara, Sincan’daki azınlıklara ve Müslümanlara baskı uyguladığı suçlamalarıyla Çin Hükümeti kınanıyor, Çin’e karşı genel bir nefret oluşuyor, parlamenterler arasında yaptırım önerileri konuşuluyor. Çin, suçlamaları reddediyor. Çin hükümetinin elbette Sincan Uygur Özerk Yöresi halklarına ve hiçbir halka baskı yapma, onların iç işlerine karışma yetkisi olmamalı. Önleyici yeni düzenlemeler yapılması gerekiyor.
Devletlerin çoğunda azınlıklar yararına tanınmış haklar Sovyetler, RF ve Çin örneklerinde görüldüğü gibi, konjonktüre göre kısıtlanıyor ve ihlal ediliyor. Bu da, bu gibi ülkeler anayasal sistemlerinin İsviçre ve ABD sistemleri gibi oturmuş olmadığını, anayasal hakların ihlal edildiğini, egemen ulus milliyetçiliği politikalarının varlığını gösteriyor. Çağ dışı Orta Doğu ülkelerini ise söz konusu bile etmiyoruz. O gibi berbat ülkeler emperyalist ülkelerin arpalıkları.
Demokratik devletlere düşen görevler
Bu arada, azınlıktaki topluluğun örgütlenme, diğer ülkelerdeki soydaşları ile iletişim ve ilişki kurma ve dayanışma içine girme gibi demokratik haklarının bulunduğunu da söylemeliyiz. Bunu söylediği için Adıge yazarı Murat Özden (Habraço) 12 Eylül 1980 askeri darbe rejimi tarafından hapse konmuş, cezalandırılmış, gözdağı verilmek istenmişti. Azınlığın yerel ve ülke düzeyinde kendisini yönetmesi ya da merkezi yönetime katılması da tanınmış çağdaş demokratik norm ve haklar arasındadır. Bu tür haklar da engellenemez, yasaklanamaz. Bu tür haklar anayasalarda ve özel yasalarda belirtilmeli ve uygulanmalı.
Devletler bu gibi konularda, uluslararası sözleşmeler gereği, kendi azınlıklarını baskı altına almakla değil, desteklemekle, gelişmelerine yardımcı olmakla yükümlüler.
Ne yazık ki, bu ve benzeri haklar, başta Türkiye olmak üzere, birçok dünya, özellikle de Orta Doğu ülkesinde hâlâ kâğıt üzerinde. Ancak bu hep böyle süremez. Uluslararası hukuk ve dayanışma mutlaka başarıya ulaşacaktır. Buna inanmamak teslimiyeti baştan kabul etmek anlamına gelir.
Bir yerde, bir süreç sonunda gün ağaracak ve zulüm sona erecektir. Gelişim o yönde.
Sınırlı çözüm örnekleri
Olumsuz yanlarına karşın, azınlık hakları ve bu arada azınlık dilleri sorunu, Irak, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Filipinler, Çin ve daha birçok Doğu ülkesinde, değişik düzeylerde de olsa bir çözüm çizgisine ulaşmıştır, diyebiliriz. RF’yi bu ülkelere katamıyoruz. Bu ülkeler batılı değerlerle az çok tanışmış ülkeler. Ancak çözülmesi gereken daha çok sayıda sorun var.
Batılı demokrasileri söz konusu etmiyorum. Onlar asgari hakları tanımış bulunuyorlar. Ama yeterli değil.
Çözüme karşı olanlar, yani gerici kişi sayısı çok. Geçmişin kötü tortuları hala güçlü. Değişik ülkelerde azınlıklara tanınan hakları çok bulan ve asimilasyon politikalarını savunan, ırkçı ve yabancı düşmanı gerici güçler (partiler, örgüt ve çevreler) bulunuyor.
Buna karşın, bütün gelişmiş ve demokratik ülkeler, daha doğrusu yeryüzü ülkelerinin çok büyük bir çoğunluğu, kendi azınlıklarını ve azınlık dillerini koruma altına almış, o dillere kağıt üzerinde de olsa, resmi dil statüleri vermiş bulunuyorlar. Azınlık dili karşıtı politikalar giderek zayıflıyor ve artık açıktan sürdürülemiyor. Bunun geriye dönüşü olamaz, geriye dönüş, tarihsel evrim yasalarına aykırı düşer (Motorlu araçlar yerine, at ve at arabasına dönülemeyeceği gibi). Bir hak kazanıldı mı kitleselleşir.
Dünyadaki gelişmeler; kazanımları koruma, geliştirme ve haksızlıklara bir son verme doğrultusunda ilerliyor. 50 yıl önce, birkaçı dışında Afrika ülkelerinin hemen hepsi sömürgeydi, 1991 yılında 14 Sovyet cumhuriyeti Rus, 7 Yugoslav cumhuriyeti (yöresi) de Sırp zulmü altında inliyordu, şimdi hepsi bağımsız. Irak’ta da Kürtlere gaz atılıyor, katlediliyor, yüz binler kaçışıyor, sığınacak bir liman arıyordu. Şimdi Irak bir federasyon ve Irak Kürdistan’ı da onun bir parçası, azınlıktaki Türkmence, Asurice ve Ermenice de yöresel resmi dillerden.
Avrupa’da da Bask, Katalan, Galiç, İskoç, Gal, vb topluluklar toparlanma süreçleri içinde. Cornwal (Cornish) ve Manx dilleri yaşama iade edilmek isteniyor. Şili’de de tükenmekte olan Kawésqar gibi birkaç konuşanı kalmış küçücük diller bile canlandırılmak isteniyor, bu iş için Şili bütçesinden para ayrılıyor. Bu gibi sorunları ele alan uluslararası sözleşmeler bulunuyor. Aç gözlü, ırkçı ve asimilasyoncu iktidarlar daha önce bu türden programlara para ayırır mıydı? Milliyetçi (kötü) Anayasa Mahkemesi engeline karşın Fransa’da da bölgesel diller yeniden değer kazanıyor. Irkçılık ve aşağılık duyguları zayıflıyor, sayıları azalıyor. BM öncesinde ırkçılık daha yaygındı, demokratikleşmede Sovyetlerin katkıları önemli olmuştu.
Böylesine bir küresel gelişim süreci içine girmiş bulunuyoruz.
Süreç, bir yönüyle daha iyiye ve daha güzele doğru ilerliyor.
Ama bazıları, bazı diller bu gelişim süreci tamamlanana değin ayakta kalabilecekler mi?..
Bizler sürecin neresindeyiz ve ne yapıyoruz?.. İsrail dışında Adıge çocukları kendi ulusuna yabancılaşma süreci içinde. RF’deki cumhuriyetlerde anadilleri için ölüm çanları çalmak üzere. Diri kalmak için, ulusun önlem alma yetkisinin bulunması gerekiyor. Ama şimdi o yetki yok, Lenin döneminde vardı. Önce o yetki alınmalı.
Yeni anayasa
Yeni Türkiye anayasası çağdaş gelişmeler ve normlar (değerler) ışığında hazırlanmalı, ama ortada onu gerçekleştirecek koşullar, irade ve güç yok. Gerici AKP+MHP ortaklığıyla bu iş olmaz. Yeni anayasa üst kimlik olarak, yineleyelim, ülke (Türkiye Cumhuriyeti) yurttaşlığını esas almalı, alt kimlikler olarak da milliyetleri, din ve mezhep gruplarını benimsemeli. Alt kimliklerin hukuksal eşitliği esas olmalı. Demokratik normlar bunu gerektirir.
Ülkeye güven esasına dayanan bir demokrasi gelmeli. Irk, milliyet, sınıf ve zümre üstünlüğü (vesayeti) reddedilmeli.
Böyle bir anayasayı halk kabul edebilir, ama bunu CHP, AKP ve MHP gibi Türk milliyetçi politik partilere kabul ettirmek zor olur. İç ve uluslararası koşulların zorlaması gerekir. İslamcı/Türkçü AKP, Türk ırkçısı MHP ve Türkçü CHP’ye göre üst kimlik Türk milliyeti/ulusu olmalı, Kürt, Laz, Arap, Çerkes ve diğerleri Türk üst kimliğinin tamamlayıcı parçaları ve alt (hemşehri) kimlikler olarak kalmalı, diyorlar. Kürd’ün ve Laz’ın Türk etnik kimliği ile ne gibi bir etnik birliği olabilir? Türk, Laz’ın alt kimliği sayılır mı? Gülünç olmaz mı?.. Sosyoloji bilimine aykırı bir yaklaşım söz konusu. Böyle bir yaklaşımın bilimsel bir temeli yoktur. Tamamen politik ve ideolojik bir yaklaşım. Sonuç olarak, demokratik çözümsüzlüğü getirir. CHP’nin sol ve demokrat bir kanadı var, zayıf, gelişebilir mi, parti ileride demokratik normları benimseyebilir mi? Bilemiyoruz. Sabıkalı bir parti. Geçmişin kötü uygulamalarını sahiplenen, ırkçı nefret yayan ve hedef gösteren kişiler var CHP’de. CHP’li eski bir bayan milletvekili “Çerkesler kentlileştiler, Türkiye’nin kaymağını yiyorlar” diyor ve ırkçı nefret yayıyordu. Gecekondu semtlerindeki yoksul Çerkes ailleleri de kaymak mı yiyorlar? Faşizm işte böylesine şeytani bir şey. Kürt ve Türk solu tabanlı HDP ve diğer sol (emekçi) partiler ise, ileri demokratik bir anayasayı öteden beri savunuyorlar.
Çağımızda, etnik sorunlar silâhla değil, barışçı yöntemlerle, görüşmeler ve uzlaşmalar yoluyla, tüm gruplara evrensel demokratik hakların tanınması ve demokratikleşmeyle çözülüyor.
Demokratik bir anayasa ve demokratik çözümler konusunda AKP-MHP iktidarı son derece isteksiz. Bu nedenle başarı şansı şu sıralar yok gibi.
Öte yandan anayasalar her görüşün temsil edildiği hükümet ve kurucu meclisler tarafından hazırlanır ve öncelikle kamuoyu tartışmasına açılır, ardından halk oyuna sunulur. Örneğin, sosyalist görüşler hiçbir zaman hükümet ve kurucu meclis bağlamında temsil edilmediler, aksine anayasa hazırlanırken susturuldular, tutuklandılar. Oysa anayasanın, geniş bir özgürlük ve tartışma ortamında, her görüşün temsil edildiği hükümet ve kurucu meclisler tarafından hazırlanması gerekirdi. Böyle bir süreç, bir mutabakat (anlaşma) izlenmemiş, asker, daha doğrusu ABD güdümlü faşist cunta neyi önermişse, tartışmasız o şey kabul ettirilmiştir. ‘Kurucu meclis’ denen şeyleri de, halk değil askerler belirlemiştir.
CHP’nin tutumu
Türkiye’deki ırkçı geçmiş, önce İttihat – Terakki, ardından CHP kaynaklı. Onlar topluma çok acı çektirdiler. Bütün gelmiş geçmiş parti ve iktidarlar aynı ırkçı kökene bağlı olarak günümüze gelmişlerdir. Hala egemenler. Diğerlerine gelişme fırsatı tanınmamıştır. Halk bir umut olarak ve ortanın solu diyerek, 1973’te Ecevit’e büyük bir oy verdi ve CHP’yi birinci parti yaptı (% 33). İdare edemedi, oportünist siyasete yöneldi, Erbakan’la kurduğu koalisyonu bir düşüncesizlik örneği olarak bozdu, Demirel önderliğindeki milliyetçi cephe hükümetlerini ülkenin başına sardı, faşizmin taban yapmasına yol açtı. 1977’de seçmen yine Ecevit dedi, yüzde 41 üzeri oy verdi ve 213 milletvekili çıkardı, iktidar için 13 milletvekili daha gerekiyordu. Sabırsız Ecevit, “Ülkenin beklemeye tahammülü yok” diyerek, aceleci davrandı, 13 eksiği Süleyman Demirel’in Adalet partisinden devşirdi. Ayrıca, kendisine destek veren sol ve gençlik kesimi için de “Gölge etmesinler, başka ihsan istemez” dedi, şımarık, faşizanca ve itici bir tutum takındı. Bindiği dala balta salladı. Çökmüş bir ekonomi, bölünmüş ve patlamaya hazır bir Türkiye devraldı. Sol kesimi eliyle itmiş oldu.
1978’de, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir piyango, son bir kurtuluş akçesi gibi Ecevit’e Yunanistan ile birlikte AB’den üyelik daveti geldi, Ecevit, her ne hikmetse bunu kavrayamadı, yine bir düşüncesizlik etti, fırsatı ayağıyla tepti, bindiği dalı kesti, Amerikancılara ve onların darbeci generallerine yolu açmış oldu. Bu da iyi bir hatip ve demagog olmasına karşın, aslında sığ görüşlü ve cahil (bilisiz) biri olduğunu kanıtlıyor.
1979’da Demirel de, dinci Erbakan‘ın engeli yüzünden AB üyeliği fırsatını kaçırdı. Ecevit ve Demirel’in uluslararası gelişmeleri okuyamadıkları, çapsız, oportünist kişiler oldukları anlaşılıyor.
Şimdi bu sığ politikaların acısı çekiliyor. Gerisi 12 Eylül Amerikancı askeri darbe ve faşizm oldu.
Şimdi, bu sığ anlayışlar aşılmış olabilir mi? 2003’te Kıbrıs’ta çözüm, Kıbrıs Türk kesiminin AB üyeliği fırsatı aynı milliyetçi, gerici düşüncesizliğiyle tepildi. Acısı halen çekiliyor. Bak. https://mefenef.com/kibris-ve-mehmet-ali-guler-1009.html
Üretimi olmayan bir ülke ABD, AB ve Çin gibi devlerle aşık atabilir mi?..
CHP ve demokrasi
CHP’nin kendisine gelirsek, sosyolojik anlamda olsun etnik grupların varlığını kabul etmiyor. Tarihi ve sosyolojik gerçekleri yadsıyor. Türk üst kimliğini, milliyetçi ayrımcılığı, ırkçılığı savunuyor, o konuda ısrarcı. Oysa o kimlikler tarihi kimlikler, Osmanlı’dan miras, devralınma. Bir zenginlik ve güç kaynağı. Kurtuluş Savaşı o kimliklerin yardımıyla başarıya ulaştı. Aksi takdirde ufalanmış, ABD tarafından Türkler lehine revize edilmiş olmasına karşın, bir bölümü Yunanistan’a kaptırılmış bir Türkiye geride kalırdı. CHP, diğer sağ partiler gibi, sadece, her ne demekse, bireysel anlamda kültürel çalışmalara izin verilmeli, diyor. Eski Genelkurmay Başkanı General İlker Başbuğ da öyle konuşuyordu. Ama, Alevilere Cemevi konusunda destek (tanıma ve tahsisat sağlama) açıklamaları yapılıyor. Dinsel eşitlik anlayışına evet, etnik eşitliğe hayır, etnik gruplar yoktur diyorlar (Kılıçdaroğlu şimdi Kürt sorunu vardır, çözüm adresi meclistir, diyor. Demek ki bir ilerleme var) . Ortaya Türk tekeli (üst kimliği) sürülüyor. Elbette cemevlerine destek verilmeli, bir eşitsizlik, bir haksızlık durumu giderilmeli. Ama eşitlik birine değil hepsine, tüm topluluklara verilmeli. Romanya bütün azınlıkları anayasal olarak tanıdı ve destek veriyor. Söylendiğine göre Romanya’da devlet yardımı alan bir Çerkes derneği de bulunuyor. CHP, çözümü bireysel haklarla sınırlı tutma yanlısı, faşizan bir tutum. Bu tutum şu anlama geliyor: Kendisine Çerkes diyen birileri var, kabul, bunlar dans edebilir, düğün dernek toplanabilir, bahar şenlikleri, festivaller düzenleyebilirler, bu kadar, fazlası olmaz, Türk varlığı zedelenir, çünkü Türkiye’de topluluk olarak Çerkesler, Kürtler ya da daha başka adlarla anılan topluluklar yoktur, yaşamıyorlar, yaşamaları da kabul edilemez. Çünkü ülkede sadece Türk ulusu (milliyeti) vardır. Halk bir ölçüde ve bu ideolojik görüşle (ırkçılıkla) zehirlenmiş. Böyle bir demokrasi anlayışı olabilir mi? Franco’ya, faşizme göre olabilir. Şeflik, Atatürk ve İnönü, Celal Bayar, tek parti dönemlerinden kalma çağ dışı bir görüştür bu. CHP bu takıntıdan kurtulamıyor. Kılıçdaroğlu ve bazı CHP’liler zorunlu olarak demokratik arayışlar içindeler. Irkçı CHP görüşü, dünya, uluslararası hukuk ve AB normlarına da uygun düşmüyor ve sürdürülemez de. Çünkü bireyleri kimliğini yadsımaya zorluyor. Ahlaki de değil.
HDP 2015’te yüzde 10 barajını aşarak (% 13,1) AKP’nin anayasayı değiştirme yetkisi almasını engelledi.
Selahattin Demirtaş‘ın sağ duyusu, Kürt ve sol oylar sayesinde, milliyetçi-demokrat Millet İttifakı, 2019’da büyük şehirlerin çoğunu AKP’den geri aldı. Böylece, demokrat yeni yöneticiler işbaşı yapmış oldu. Bu da demokrasi adına önemli bir kazanımdır.
CHP ve diğer sağ partiler karşı ama, dönülür dolaşılır, yine grup hakları kabul edilir, demokratik çözüme gidilir. Başkaca bir çıkar yol da görünmüyor. Sadece zaman kaybı ve acı yaşanır.
Kılıçdaroğlu ve ekibinden bazı ‘olumlu’ sinyaller
Kemal Kılıçdaroğlu önderliğindeki yeni CHP kadrosunda, zikzaklı da olsa bir ‘kıpırtı’, bir arayış var. Kılıçdaroğlu dürüst bir eski bürokrat. Ancak CHP’de çok sayıda ırkçı, kaşarlanmış ve yiyici kişi var. Bu kişiler ‘ilerici’ ve ‘sosyal demokrat’ görünmek isterler, ama ne denli demokratlar? CHP’de cılız da olsa, bir kıpırdanma var: Örneğin, CHP’nin geçmişteki Türkçü Genel Başkan yardımcısı ve Anayasa Hazırlık Komisyonu üyesi Gürcü kökenli Prof. Dr. Süheyl Batum, anadillerinin okullarda okutulmasına ‘karşı değiliz’ dedi, ama gerisini getirmedi. Sanki bir lütufta, bir bağışlamada bulunmuştu. İktidar, “günaydın” diye karşılık verdi. CHP’nin “bağışlayacağını” söylediği o “hakları”, biz çoktan verdik ve yürürlükte diyerek AKP sözcüleri Batum’la dalga geçmişti . Anlaşılan, o ki, CHP etnik konulara duyarsız, ilgisiz, olup bitenden haberi bile yok, CHP’li birçok oportünist kişi söz konusu. Bu gibi kişilerle atılım yapılabilir mi?..
Bir başka kişi, o da CHP Genel Başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, “Üç kırmızı çizgi de dahil, her şeyi ön yargısız masada görüşmeye hazırız” diyor, olumlu bir sinyal veriyordu. Kendine güvenmenin örneğini veriyordu. Ama CHP, İyi Parti ya da Millet İttifakı buna hazır mı? Her iki partideki aşırı milliyetçiler, sabıkalı ve kaşarlanmış kişiler özgürlüklere karşılar ve onlar zehirlenmiş geri bir tabanı yansıtıyorlar. Tanrıkulu demokrat biri. Ama CHP de gerçekten demokrat mı? Kuşkulu, tarafını belli etmiyor, edemiyor. 2015’te partisinden izinsiz Erdoğan’la politik anlamda görüşen eski gerici başkan Deniz Baykal, partisinden hemen ihraç edileceğine üst üste milletvekili yapıldı. Baykal, CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu takmamıştı bile. Kendisini CHP’nin patronu gibi görüyor olmalıydı. CHP hem İsa’ya, hem Musa’ya yaranmaya çalışıyor. Geçmişte “Ortanın Solu” denmişti, ama İnönü’nün oluruyla CHP’li Nihat Erim 12 Mart faşizminin başbakanı yapılmış, o da ilk fırsatta solun başına balyoz indirmişti. CHP sabıkalı bir parti. Yine de bu kıpırtılar, Erdoğan’ın karanlık ve boğucu atmosferinde olumlu sinyaller. Umarız gerisi gelir. Ancak ikircikli örnekler de az değil: Daha önce Kılıçdaroğlu, ‘AB normlarında yeni bir anayasaya destek vereceklerini’ ve demokratik düzenlemelere katkıda bulunacaklarını söylemişti. ‘Ancak’, diye eklemişti aynı Kılıçdaroğlu: ‘Anayasanın ilk üç maddesi, kırmızı çizgilerimiz’. Anlaşılan başkan ‘kırmızı çizgi’ diye ısrar ediyor, yardımcısı ise ‘esnetilebilir, masaya konulup görüşülebilir‘ diyor.
Kılıçdaroğlu, ‘demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti’ ilkeleri demek istiyorsa, olumlu. Ama belirtmiyor. Aksi takdirde 12 Eylül’ün pekiştirdiği kırmızı çizgilere takılı kalmış olmuyor mu? Bu da kabul edilemez. Problem devam eder.
Anayasa nasıl hazırlanmalı?
Peki anayasanın bu ilk üç maddesinde neler yazılı?
Birinci maddede devletin cumhuriyet olduğu yazılı. Kimse aksini savunmuyor, geçin bunu.
İkinci madde, bir çorba, yarısı tek yanlı ideolojik dayatma: Devletin ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti’ olduğu yazılı. “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti”, istenmesi gereken bu.
‘Atatürk milliyetçiliği’ de ne demek? Hukuki değil, ideolojik bir deyim, kişiye göre değişir. Anayasa öznel ve ideolojik görüşlere yer vermemeli. Özellikle ideolojik tekel kurmamalı. ‘Atatürk milliyetçiliği’ faşist 12 Eylül’ün ideolojik referansı, dayatması. Kişiye göre anlam kazanır. Çok ve değişik anlamlı.
Generaller Atatürk dediler de ne oldu? Devlet daireleri, yargı ve asker şeriatçılarla dolduruldu? Generallerin üçte biri Fetöcü ve şeriatçı/darbeci olma iddialarıyla yakalanıp hapse kondu.
Atatürk tarihi bir kişilik. Herkes gibi bir insan, cumhuriyetin kurucu önderi. Peygamber değil, ne dediğini anlamaya ve ders çıkarmaya çalışılması doğal. Atatürk sevgisi ile ideolojik tekleştirme ve dayatma karıştırılmamalı.
Demokratik devletin referansı demokratik normlar ve değerler olabilir, ideolojiler değil. İdeoloji ve hukuk ayrı şeyler. Demokratik değerlere ters düşen ideolojiler ile mücadele edilmeli.
Peki, anayasada, ‘başlangıçta belirtilen temel ilkeler’ de ne ola ki? Başlangıçta milliyetçi ve ideolojik bir ‘ bombardıman’ var.
Böylesine ideolojik ifadeler, toplumun bütün kesimlerini kucaklayabilir mi, ideolojik dayatmaların, ayrımcılığın demokratik bir anayasada yeri olabilir mi?
Üçüncü maddede, ‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir’ diyen bir kısım var, o da sorun. ‘Bölünmez millet’ deyimi ideolojik, faşizan bir deyim. Bununla Türk milleti mi korunmak isteniyor? Kimden ve kime karşı? Var mı öyle ulusu (Türkleri) bölecek bir güç, bir tehlike, kim ya da kimlerdir ülkeyi bölmek isteyenler? Bu kaygı niye? Ayrıca, devletin dili değil, resmi dili ya da dilleri olur ya da hiç olmaz. İnsanın ve toplumların dili olur (Çin’de 50 üzeri, RF ve Hindistan’da 30 üzeri, 3 milyonluk küçücük Dağıstan’da bile 14 resmi dil var, ABD, Avustralya ve daha birçok ülkede ise resmi dil yok ya da eyaletlerin bazılarının resmi dilleri var, ABD’nin Alaska eyaletinde bir dizi yerli dili de resmi dil; bu ülkeler bölünmüş, ortadan kalkmış mı oluyorlar ya da o ülkeler, kendi yurttaşları açısından daha mı az değerliler?)
Anayasa’nın 66’ncı maddesi ‘Türk’ün tanımını yapıyor, Türk tanımı da ideolojik ve siyasal bir dayatma, T.C. yurttaşı herkes Türk imiş, ama nedense, üst kimlik olarak T.C. ya da Türkiye yurttaşlığı yeterli bulunmuyor, Türk dışı kimlikler sakıncalı görülüyor; Türk olmak bir “lütuf”, bir “ayrıcalık”, bir “üstünlük” imiş sayılıyor, diğerleri ise yok sayılıyor. Aziz Nesin’in “Yaşar, Ne Yaşar, Ne Yaşamaz”ı gibi bir durum. Bireysel iradelere yer yok, yasak. Kişileri kimliğini yadsımaya zorluyor, bu da bir demokrasi ayıbı, ihlali:
“Herkes Türk” ama bazı “Türkler” daha az Türk. Gayri Müslimler, Kürtler ve Aleviler…
Türk tanımı anayasa yerine, tarih ya da sosyoloji derslerinin konusu olmalı.
Yeni bir anayasa kabul edilmek isteniyorsa, masaya kırmızı çizgiler konmamalı. Konacaksa, ‘o kırmızı çizgiler’, özgürlükleri yok edecek değil, koruma altına alacak, uluslararası demokratik normlara (değerlere) uygun düşecek, o normların ve Türkiye’nin önünü açacak nitelikte kırmızı çizgiler olmalı. Sorunlar özgürce tartışılmalı.
Dil konusu
Dil sorunu 1789 Fransız devriminden sonra uluslararası gündeme geldi. Devrimden önce kimse kimsenin diline karışmıyordu. Daha sonra resmi dil kavramı doğdu, siyasi ve ideolojik bir sorun, bir politik baskı unsuru oldu.
Devrim sonrasında ulus devletler doğdu, bu devletler ülkede konuşulan dillerden birini resmi dil yapmaya, diğer dilleri bastırmaya başladılar. Ülke pazarını büyütmek için herkesin konuşacağı ortak bir dil gerekiyor, dediler. Bu da baskıyı ve ırkçılığı beraberinde getirdi. En baskıcı uygulamayı, faşist ülkeler yaptılar. Örneğin, İspanya İspanyolca, Türkiye’de Türkçe dışındaki dilleri baskı altına aldı ve yasaklandılar. ‘Sosyalist’ Sovyetler Birliği de, sosyalist görüntü altında dilde baskı ve asimilasyona yönelmişti, battı.
Günümüzde, “Ethnologue: Languages of the World“a göre, dünyada 7 bin 117 dil var, dillerin yarıya yakını, yüzde 41.71’i tehlikede, yüzde 51.23’ü de tehlike sınırında, yüzde 8,06’sı ya da 573 dil güvende. En çok dili olan ülke, 851 dil ile Papua Yeni Gine. Adıgece ve Kabardeyce de (tüm Kuzey Kafkas Dilleri) tehlikede. Her iki haftada bir, bir dil ölüyor. Son yüzyılda en az 1,000 dil ölmüş, süreç, küreselleşme sonucu hızlanmış durumda. Bu nedenle BM, uluslararası kuruluşlar ve bilim insanları, doğanın, bitki ve hayvan varlığının korunması çağrıları yanında, dil ve kültürlerin de korunması çağrısında bulunuyorlar.
Türkiye’de özellikle yerel yönetimlerde yerel dillerin kullanılmaları ilerici-demokrat çevrelerce savunuluyor. Türkiye’de Kürtçe ve başka dilleri konuşan belediyelerde Kürtçe, Zazaca, Arapça ve Süryanice yazılar, tanıtım levhaları hazırlanmış ve kullanılmaya başlanmıştı. Erdoğan yönetimi tarafından belediyelere atanan kayyumlar bu yazı ve levhaları kaldırdılar.
Anayasada nelere yer verilmeli, nelere yer verilmemeli
Demokratik ülkelerde dil, din ve etnik topluluklar bir zenginlik kaynağı olarak kabul ediliyor ve destekleniyorlar. Faşist devletler ise bunlardan birini seçiyor, diğerlerini bastırıyor, elinden gelirse yasaklıyor, eritiyor. En baskıcı, en gerici ve en yasakçı zümre, genellikle askerler (generaller) oluyor. Örneğin, General Franco İspanyolca dışındaki, General Kenan Evren de Türkçe dışındaki dilleri yasaklatmıştı. Uluslararası demokratik gelişme ve baskılar nedeniyle faşist uygulamalar şimdilerde zayıflıyor. Bir ülke, diğer ülkelerle köprüleri atarak varlığını sürdüremez. Bu da demokratikleşme yararına bir gelişme.
İsviçre modeli
Şurası unutulmamalı, en küçük toplulukları ve birimleri gözeten, dikkate alan ve ona göre yasal ve anayasal düzenlemeler yapan bir demokrasi, en gelişmiş demokrasi demektir. Üçü federal düzeyde resmi 4 dili olan İsviçre’de köy ya da bucak yönetimi [Gemeinde ] bile kendi köy okulunda okutulacak dili, dilleri ve dersleri belirliyor, kararlar alıyor. İsviçre’de bir kantonun ya da bucağın tek bir resmi dili varsa, bu resmi dilin üzerine başka bir resmi dil bindirilmiyor. Örneğin, Cenevre Kantonu‘nun resmi dili Fransızca, başka bir resmi dili ya da ikinci bir resmi dili yok. Ama bu durum federal dilleri ortadan kaldırmıyor, onları da dikkate alıyor. Örneğinin, kantonlar ya da bucaklar okullarında komşu kantonun dilini de zorunlu ders dilleri olarak öğretiyorlar, Cenevre Kantonu okullarında Fransızca yanında zorunlu olarak bir İsviçre dili daha, örneğin Almanca ya da İtalyanca okutuluyor. İsviçre’de etnik köy ya da bucak yönetimleri var, federal ya da kanton yönetimi o gibi özerk köy birimlerini (belediyeleri) engelleyici düzenlemeler yapamıyor, iç işlerine karışamıyor, yetkilerini kısıtlayamıyor, kısıtlarsa yargı onu iptal ediyor. İsviçre’de 2,800 dolayında özerk köy/ bucak birimi [Gemeinde] var. İsviçre’nin etnik, geleneksel ve yöresel kültürleri, dini bileşimi (Katolik ya da Protestan din yapısı) bu yolla korunuyor, Sovyetler döneminde yapıldığı gibi, çoğunluktaki ulustan nüfusun devlet tarafından ve asimilasyon amacıyla taşınıp başka bir etnik yöreye yerleştirilmesi gibi kötü uygulamalara izin yok, yasak. Ekonomik yönden zayıflayan yöreler İsviçre merkezi yönetiminden destek alıyor ve korunuyor. Bir kantondan diğerine çalışma amaçlı gidilebiliyor, ama etnik bileşimi, etnik oran ve dengeyi bozacak etnik nüfus hareketlerine, yerleşmelere izin verilmiyor. Bu gibi nedenlerle, İsviçre, yüzyıllardan beri bir barış adası olarak özelliğini koruyor ve varlığını sürdürüyor.
Irkçı ulusalcılar ne diyor?
Ulusalcılar, [milliyetçi ‘proflar’, ulusalcı ‘aydın’, ‘diplomat’, kimi ’emekli generaller’, ‘yazar’, “bürokrat, vb] şöyle diyorlar: ‘Kürt, Laz, Çerkes ve diğerleri kendi anadillerinde öğrenim görecek olurlarsa, bu gruplar birbirlerinden kopar, uzaklaşır, birbirlerini anlayamaz olurlar, sonunda ülke parçalanır’. Bu bir gerici, faşist propaganda… İletişim çağında böyle bir şey olabilir mi? Büyük dil okulda öğretilmeyecek mi? Küçük dil büyüğü ile yarışabilir mi? Ulusal diller bile uluslararası düzeyde İngilizce ile yarışabiliyor mu? Büyük nüfus büyük üretim demek. Dünün 1,4 milyar nüfuslu perişan Çin’ini görüyorsunuz, laik bir devlet olarak şimdi dünya devleri olan ABD ve AB’yi sarsıyor.
Bu gibi iddiaları ileri süren kişiler geçmişe, İmparatorluk dönemi tarihine, o da ters yönden takılı kalmış kişiler, öyle eğitilmişler. Ama o imparatorluklar artık yoklar. Diriltebileceklerini mi sanıyorlar?..
Ulus- etnik topluluk adı mı, ülke adı mı?
Bir demagoji de şöyle: “Batı anayasalarında ‘İspanyol’, ‘Amerikalı’, ‘Alman’ gibi ifadeler var, niye Türk ifadesi olmasın?” diyorlar. Bu da kocaman bir yalan. Örnek olarak verdikleri adlar, etnik anlamda değil, ülke (toprak) adı içerikli adlar, yani ‘Türkiye’, ‘Türkiye ülkesi’ gibi kavramların karşılıklarıdır. Farklı şeylerdir. Sözgelişi, Adıgelerde, ‘Adıge’ sözcüğü, duruma göre, hem ‘ülke’ (Adıge ülkesi/Çerkesya) ve hem de o ülkede (Adıge ülkesinde) yaşayan ‘insan topluluğu’ (yani ‘Çerkes insanı, Çerkesyalı’) anlamlarını içeriyor: ‘Adıge’m sıqoşt=Adıge ülkesine/Çerkesya’ya gideceğim’; ‘Se sı Adıg=Ben bir Çerkes’im/Ben bir Adıge ülkesi insanıyım’…
Amerikalı deyimi de, Türk, Türk ulusundan biri sözcüğünün sinonimi, anlamdaşı değil, ABD yurttaşı ya da Amerikan kıtasından olan biri anlamlarına gelir. Etnik anlam içermez. Toprak, kıta, ülke ve o ülkeden, o kıtadan kişi anlamını içerir. Örneğin, Türk benzeri, Amerikalı adını taşıyan ve özel dili olan bir etnik topluluk, ulus var mı? Amerikalı deyimi bir ulusu ifade etmiyor.
Ama bile bile yalan söyleyenler eksik değil. Güçlenmeyi asimilasyon yoluyla sayıyı artırmada görüyorlar. Peki, Çin’i bir yana bırakalım, sayı olarak Pakistan, Endonezya ve Nijerya sayısına ulaşmakla güçlenme gerçekleşiyor mu?
1960 darbesi öncesinde DP milletvekilleri “40 milyona ulaştığımızda görün Türkiye’yi?” diyorlardı. İki katını geçtik, dünya bizi görüyor ve titriyor mu?..
‘Türk’ sözcüğü de bir ülkeyi, toprağı değil, bir ulusal (etnik) topluluğu ya da topluluklarını tanımlıyor, yani ülke karşılığı değil, insan topluluğu ya da toplulukları anlamına geliyor. Arap, Araplar gibi. Bu bakımdan, çok etnikli bir ülkede, mevcut kimliklerden birinin, devletin bir üst kimliği olarak seçilmesi ve diğerlerinin yok sayılması, doğru ve demokratik bir tutum olamaz, yeni yeni sorunlar doğurur, en uygunu ülke adı olabilir: Türkiye (TC yurttaşlığı). Çünkü, Türkiyeli Türk var, Kıbrıslı Türk var, Romanya, Kuzey Makedonya, Bosna Hersek ve Kosovalı Türkler vardır. Türk, bunlardan hangisi? Bu denli Türk ismi saplantısı da doğru bir tutum olabilir mi? Bütün bu Türkler birbirinden farklı devlet ve coğrafyalarda yaşıyorlar. Artısı da var: Özbek, Türkmen, Azeri, Kazak, Kırgız, Uygur, Tatar, Başkır, vb… Türkçe bütün bu sayılan ülkelerde değişik statülerde resmi dil. Ayrıca Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak’ta, daha birçok ülkede tanınmış Türk azınlıkları var. Türk birden çok etnik kimliğin ortak adı, Araplar gibi, Türkiye deyimi ise tek bir ülke kimliğini ve Türkiye ülkesinin Türkçe olan resmi dilini tanımlıyor.
Bütün bunları bilmek, ondan sonra karar vermek gerekir, diye düşünüyorum.
(*) – Xeğak’e kabilesi (ХэгъакIьэ, Heğake) – Anapa yerinde oturan bir küçük kabile idi, 20. yüzyl başlarında diğer Çerkesler arasına dağılıp eridi. – hcy