Paris’te Bir Çerkes Kızı -21

Bir 1 kişi görseli olabilir
IV
Fayton sesini duyunca Marie-Angélique pencereye koştu, Kont Augustin-Antoine’ın arabadan indiğini görünce gülümsedi:
– Şu arabadan inen ve sallanan adama da bir bakın, Tanrının gazabına uğrayan kişi benim, o da kendisine bakmam için bana dönüyor… Ah bu Ferrioller… İşe yaramaz aile, şu koşuşturmalara da bir bakın, bu külfet ne diye alnıma yazılmış ki!.. Bak, bak, şu uzun bacaklı ve insan kafesleyici Aisse’ye, babasına yapmadığı gibi koşarak onu karşılıyor… Sanki kendine bakan ve büyütenler onlarmış gibi, oğullarımın koşuşturmalarına bir bakın. Küçük ve çarpık bacaklı Sophie de neyin peşinde?.. Bu koca evde sadece kuru Laroche kalmış gibi, bu evde ve Paris’te tıkılıp kalmış olan benim… Ama bu geri gelenin benden daha seveceği biri yok… – Kontes Marie-Angélique ayna karşısında hızla üst başını düzeltip kocasını karşıladı: – Hoş geldin, kont, buyur, yolunu çok gözledik, uzun yol seni çok yormuş olmalı. Zavallı ağabeyin de seni bekliyor… Yoldan ayrılıp nereye gidiyorsun böyle?
– Kontes, nedir bu telaşın, nedir bu sıraladığın sözler… – Augustin-Antoine karısına bakmadan geçip gitti.
– Öyle tabii, biricik ağabeyini özlemiş olmalısın… – Marie-Angélique ayı gibi sallanarak kontun peşinden giderken, “bu kişi uzaklarda iken beni birine yem etmiştir” diyerek kocasının peşine düştü.
– Charles de Ferriol kardeşini görünce, kendini tutamadı, gözyaşları yanaklarına döküldü.
– Papa, ağlama… – Ayşet, bu gördüğü durum karşısında üzüldü, ama konta moral verdi, göz yaşlarını mendiliyle sildi, sonra yüzüne gülümseyerek konuştu: – Augustin-Antoine kesin dönüş yaptı, hep yanımızda olacak.
– Öyle mi, “Charlotte-Elizabéth Aisse”, öyle mi, – Kont Charles de Ferriol durulmuş halde konuştu, – şimdi sen ve ben yalnız sayılmayız.
– Niye, kont, bağışla beni, kalbini kırmak istemem, – duyduğu bu söz üzerine Marie-Angélique’in rengi attı, kızgınlığını bastıran sesiyle konuştu, – siz ikiniz niçin yalnız kalmışsınız ki, bu koca evde ikinizden başka kimse yok mu?
– Kontes, sen niye onların arasında yer alıyorsun ki? – hiçbir şeyi yokmuş, hasta değilmiş gibi Charles de Ferriol rahat bir tavırla konuştu ve gülümsedi. – Benimle ilgilenen, benim için bu evde kaygı duyan ve ilgilenen Charlotte-Elizabéth Aisse dışında kim varmış ki?
– Papa!.. – diye Ayşet’in sesi yükseldi.
– Niye, Aisse, canımın içi, eltin kontes için kötü bir şey mi söyledim? Sen, kardeşim, duyduğun bu söze ne diye şaşırıyorsun? Durum öyle değil mi, Aisse?.. – Ayşet utanıp kıpkırmızı kesildi, ayağa kalkıp odadan ayrılmak üzere iken, kaygılı bir biçimde kont arkasından seslendi: – Aisse, kızım, nereye gidiyorsun, dur. Beni bir başıma bu iki kişiyle baş başa bırakma. Bilmiyorsanız, söyleyeyim: Ferriol ailesinin başkanı, yaşadığım sürece benim, daha çok yaşayacağım, sözümün dışına çıkamazsınız. Anladınız mı?
– Anladık tabii, – gözlerinden yaşlar dökülen kaynını rahlatmak istedi, – sen, biz Ferriollerin dayanağı ve koruyucususun.
– Tabii benim, Charles de Ferriol’ün omuzları bu övgü üzerine havaya kalktı, – Orleans dükünü göndererek kralın sorduğu kişiler siz misiniz? Duydun mu, Auguste?.. Ne gelmiş ki başına göz yaşları içindesin?.. Benim gibi sen de yumuşak kalplisin. Gel de sana bir sarılayım, görüyor musun bu kişinin yumuşak ve iyi huylu biri olduğunu, – göz işaretiyle odadan ayrılmaya karar veren Marie-Angélique ile Ayşet’i durdurdu. – Tamam, Auguste, kadınların yanında birbirimizin ellerini okşayacak değiliz… Benden sonra Ferriollerin başına sen geçeceksin, git yerine otur. Sana söylüyor ve kesin olarak bildiriyorum: Charlotte-Elizabéth Aisse ile Kontes Marie-Angélique’in kalplerini kırma. Akşam eğlentilerini seven eşin kontes bazen bana sormadan dışarılara çıkıyor, onun dışında kendisinden şikayetçi değilim. Ama Charlotte-Elizabéth Aisse bana bildirmeden ve izin almadan hiçbir yere gitmiyor.
“Evet, evet “eltim” diye övdüğün kişi, – diye Marie-Angélique içinden gülümsedi, – şövalyenin peşinden dolanıp durduğunu nereden bilecek ki… Bu karşında oturan kardeşine bunu söylesen de inanmaz. Gözleriyle görür, karşı karşıya gelirse ne der bilemem. Aisse’yi bugün görmüş değilim, “eltim” diye üzdüğü için değil, bunu ilk kez mi duymuş, eskiden övdüğü gibi artık güzel de değil. Bu delibozuk kontun verdiği yıllık dört bin livre dışında, bizim beklediğimiz mülkü ona verip yapacağını yapmış olabilir mi? Bunu vurulduğu ve kendini bir şey sanan Şövalye Blaise-Marie de Edie öğrenecek olursa ne olur bilemem… İçini tam bilemediğimiz bu düzenbaz Çerkes kadını ne yapar, bilemeyiz…Tanrı buna fırsat vermesin, o zaman biz köksüz, mal mülksüz kalırız! Bu iki salak kardeş de sonsuza değin yaşayacak değiller ya, yaşlı başımla, bu köksüz “eltimin” elinde kalırsam… Ortalıkta bir şey yokken bu eğri büğrüyü ne diye elti diye peşime takıyor? Bu ikisinin arasında bir şeyler yaşanmış olmalı… Görmüyor musun burun ve dudağının değiştiğini, renginin sararıp tatsızlaştığını… Rengi Claudine’in gebe düştüğü günleri andırıyor. Bunların arasındaki ilişkiyi bilirse Sophie bilir. Ama onun dilini nasıl çözebilirim? Eline biraz para sıkıştırsam, kim sevmez ki parayı, her şeyi belki öğrenebilirim…”
Marie-Angélique daldığı düşlerden uyanınca bahanesini buldu:
– Gidelim, Charlotte-Elizabéth Aisse, iki kardeşi baş başa bırakalım da hasret gidersinler.
– Biz iki kardeş, kontes, birbirimiz görüp kucaklaştığımızda, diyeceğimizi dedik, Augustin-Antoine uzak bir yoldan geldi, yorgundur, dinlensin. Bunun akşamı, yarını ve sonrası var, gün, ay ve yıllar gelecek. Yorulmadıysan, Aisse, dün bana okuduğun İsviçre tarihine devam edelim. Yakınımız Julie Calandrini de Cenevre’de değil mi? İyi bir kent, donanımlı bir ülke. Yanılmıyorsam dostum Madlen oğlan çocuğunu Fransa’dan alıp İsviçre’ye götürmemiş miydi? Ne yapıyor olabilirler? Auguste, o kadını anımsıyor musun? Henri de Farge’ye hapishaneden bıraktırdığım kadın oydu.
– – O adını söylediğin kadın tanıdığım biri değil, – şimdiye değin ağzından laf çıkmayan, bir kadın gibi sessizce oturan Kont Augustin-Antoine yanıt verdi, – o kadının kocası Harman Renoit’yı biraz tanırdım, yiğit bir askerdi, henüz çocuğu doğmuşken Protestanlar tarafından öldürüldü.
– Bravo, Augustin! – Charles de Ferriol kendi kendisini alkışladı. – İkimizin de bilmeden duyduğumuz bir konuda beni alt ettin. Duydun mu, Kontes Marie-Angélique, bunu Claudine-Alexandrine duymamalı!. İnsanı nasıl suçlar ve cezalandırırlar, görüyorsunuz… Duymuş olduğum bu kötü haber nedeniyle kendimi savunuyor değilim, öyle bir oğlum olsaydı, Charlotte-Elizabéth Aisse için kaygılı olmazdım…
– Papa, – Ayşet hemen itiraz etti, – benim Pon de Vel ve Arjantal gibi kardeşlerim var ya. Öyle değil mi, Marie-Angélique mama?
– Evet, evet, – kocasını odadan çıkarmak isteyen , Marie-Angélique hemen yanıt verdi, – sadece bu ikisi değil, Claudine-Alexandrine de kız kardeşin. Öyle değil mi, Auguste? – Yanıt verilmesini beklemedi: – Gidelim, kont, yol yorgunusun, biraz dinlen, önümüzde uzun bir gece duruyor. – “Bu cin çarpmış hasta kardeşini görünce kendine mi geldi yoksa, ne kadar da yerinde konuşuyor?..” , Marie-Angélique kendi kendine konuşurken kapıya vardığında duraklama durumunda kaldı.
– Kontes, Charles de Ferriol, yengesine seslendi, – ne zaman Charlotte-Elizabéth Aisse ile sen uzak bahçemize, Pon de Vel’in yanına gideceksiniz? Bugün, yarın derken, güzel sonbahar günlerini kaçırıyorsunuz. Augustin-Antoine Paris’e döndüğüne göre yalnız başıma kalmayacağım, artık oraya gidebilirsiniz. Sana söylediğim gibi, Madlen ile küçük oğlu ne durumda öğren ve beni meraktan kurtar. Öte yandan, kont, Augustin- Antoine, ben bir şey söylemişim diye Kontes Marie-Angélique’in kalbini kırma. Sen de az değilsin, ama kader ikinizi bir araya getirdi, dikkatli olun, katlanmasını bilin. Tanrı’nın huzuruna vardığımızda, yaptığımız kötü davranışların hesabını sorar. Ne dedin, Charlotte-Elizabéth Aisse, – köksüz, birilerine dayanmayan biri dediğin, Charles de Ferriol’ün rengi hemen değişti, gözleri fırlayacak gibi sordu, – bana Türk Sultanlığını bağışlayan Sultanın adı neydi?..
– İşte, papa, ilacını hemen iç, sonra söyleyeceğim… – Bu söz üzerine Augustin-Antoine durakladı.
– Ayşet ona: – Git, kont, merak etme, ben papanın sorduğu şeyin yanıtını veririm.
Augustin-Antoine ile Marie-Angélique aynı düşünce içinde uzun koridor boyunca hiç konuşmadan yürüdüler, ama adamın ağır ayak seslerine katlanamayan kontes konuştu:
– Kont, yıllardır çektiğimiz şey işte bu… Söylesen bile, görmeyen anlamaz…- Augustine-Antoine bir yanıt vermedi, ama ayak seslerini artırdığını karısı fark etti ve sordu: – Evine daha ayak basmadan, kont, ne diye bana karşı sağır kesildin?.. Ne gibi bir kusur işledim, ağabeyinin bana karşı özenli olmanı söylediğini duymadın mı? Yoksa bulunduğu yerde seni büyüleyip bana mı saldılar?
– Kontes, boş boş konuşma, yorgunum.
– Yorgunsan, seni o bulunduğun yerden çıkarmış oldum… – Kont şimdi hırçınlaşmış ayı gibi yeri eşemeye başlayınca, adamı dinleyip oturan kişi o değilmiş gibi Marie-Angélique hemen çark etti: – Öyle Auguste, canım sıkılıyor, gereksiz şeyler söylüyorum, bağışla. Önce banyonu al, o arada ben de senin için hazırlanırım, bana olan kırgınlığın tümden geçmiş, unutturmuş olurum. Yemekhaneye inmezsin, sofrayı senin için buraya getirtir, birlikte yeriz, yaşlılığımızda olsun bizler de biraz rahat edelim…
– Kontes, – ayının sevindiğinde ayağa kalkması gibi yürümekte olan Augustin-Antoine durakladı, – o kadar mı yaşlandın?
– Bunu anlamamız için, kont, – Marie-Angélique yalancıktan bir gülümsemeyle kocasına baktı, – yatağa bir uzanmamız yeter… Öyle ama, durumunu biliyorum, utanıp durursan, tatlı yanımızın zevkini çıkaramayız…
– Aklına öyle şeyler getirme, seni hâlâ arzuluyorum…
Marie-Angélique istediği şeyi tam elde edememiş olsa da, bu zavallıyı kuşkulandırmayayım diyerek, konta yumuşak bir dil döktü:
– Tanrı adına, Auguste, gençliğimizi yeniden yaşattın, beni mutlu ettin… arkanı dön de şöyle bir kalkayım, canımın içi.
– Nedir bu başına gelen, ışığım, – pembe bornozu omuzunda kont gülümsedi, – birbirimizden utanmamamız gerektiğini söyleyen sen değil misin?
– Yatakta yaşadığımız bir parça utanmayı, bu bir arada bulunduğumuz sürede unutalım, evet, birbirimizden gördüğümüzü düşünüp durursak gerisini getiremeyiz, yatak zevkinin, doğrusunu söylersem, değişik pozisyonları var… – Adamın acele etmeden giyindiğini görünce, seslendi: – Seni övüp dururken, peki sen ne yapıyorsun?
– Biz zevk peşindeyiz, ama ne yaptığımızı bilmeyen ağabeyim beni bekliyordur.
“Onun elinden geçirdiği onca kadın ona yeter… Türkiye’ye gitmeden, sen burada yokken, ikimizin yaşadığımız yeter… Kadın değiştirmek kişinin başını alıp gitmiyorsa, işte o bir adamdır… Aman Allahım, salyaları akan birinin yatağına düşmeyi Tanrı bana nasip etmesin… Uzun bacaklı eğri büğrü Aisse de iyi değil, biraz mal mülk göster, yüz vermeyeceği erkek olmaz… “ – Marie-Angélique içinden söylenerek kocasının dediklerine katıldı.
– Dediğin doğru, Auguste, o zavallı seni bekler… Onun sayıp dökeceği şeylerle başın ağrımasın, biraz yanında otur, sonra buraya dön, zar zor kapıdan geçen şişman-tıknaz adama bakıp “bu kişinin sana sayıp dökeceği şeylerle kafanı şişirme, biraz yanında otur, sonra buraya gel, zar zor kapıdan geçen şişman-tıknaz bakıp “bu kişi sana bir zevk verir mi” diyerek, arkasından söylendi, – yatağını sıcak tutacağımı aklından çıkarma…
Augustin-Antoine gittiği yerde yarım saat bile kalmadı. Beklendiği odaya döndüğünde, el ve ayağı öteye beriye uzamış halde Marie-Angélique’in hafiften horlayarak yatakta yattığını gördü, yorganının bir ucu yerdeydi, saç telleri yastığına yayılmıştı, iki beyaz göğsü geceliğinden taşıyordu. Ağabeyinin durumundan umudu kırılan Augustin-Antoine karısına bir baktığında, içinde bir arzu belirmişti, ama mutlu biçimde uyuyan karısının uykusunu bölmek istemedi ve kendisini frenledi. Yere yayılmış olan yorgan ucunu kaldırmak isterken kontes uyandı:
– Sen misin, Auguste?.. – Marie-Angélique kızıl saç tellerini yüzünden süpürerek sordu.
– Benim, benim, rahat ol.
– Öyle tabii, adamı beklerden mahvolursun dedikleri gibi, ben de seni beklerken dalmışım. Kontun yanında biraz kaldın mı?
– Daha oturmaya fırsat kalmadan uyuklamaya başladı, ben de onu rahat bırakıp geri geldim.
– Canını sıkmadı mı?..
– Hayır… – isteksizce bir gülümsedi dedi Agustin-Antoine,- önce sen kimsin diye sordu, sonra da tanıdı.
– Kızıp gürültü patırtı çıkartmadıysa, sevin… Auguste, ne diye yatağa gelmiyorsun?
– Yorganı üstüne örtüp odama çekilmeyi düşünüyordum.
– Bu koca yatak ikimize yetmez mi? Kocam var mı, yok mu bilemeden geçirdiğim onca yıl yetmez mi?.. Yoksa, – kurnazca bir gülümseme yöneltti, – istemediğin bir şey için seni zorlayacağımdan mı korkuyorsun?.. Şaka yapıyorum, sevgilim, bana yaşattığın mutlu yıllar, ömür boyu bana yeter, hadi gel, benim yakışıklı kontum. – Kontes sorun etmeden yavaş yavaş soyunup yatağa giren kocasına sordu: – Aisse, ağabeyine ilişkin bir şey sormadı mı?
– Hayır, Aisse ne diyecekmiş bana?
– Bilemiyorum… İkimiz de konta bağlanmış oturuyoruz… Ablon’a, Pon de Vel’in yanına gidemiyoruz, oraları unutulmuş diyarlardan oldular. Pon de Vel’in yanına gitmek için bütün bir yaz boyu seni bekledik… Sen de gözlerinle gördün, zavallı kont her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Ona daha iyi bir bakım için hastane mi, huzurevi mi, Aisse ile sana bunu sormayı düşünüyorduk…,
– Kontes! – Augustin-Antoine yorganı kaldırıp yatağa oturdu. – Ne ayıp şey bu düşündüğünüz şey! Siz olmasanız bile, ben bir başıma ona bakarım.
-Evet, evet, Auguste, -Marie-Angélique kocasına sarıldı, – tabii bakarsın, o zavallının senden daha yakını var mı, her yıl bize para veren, geçimimizi sağlayan kontu biz de sevmiyor değiliz, bu ağır yükü senin üzerine yıkmak istemediğimiz için böyle konuşmuştuk. Kadın, demezsen biz o yükü kaldıramayacak birileri değiliz. Kaygılanma, biricik kocacığım, bir şey demiyoruz, sen de bir şey duymamış ol. Kardeşini bu durumunda bile bir saatliğine görmeyecek olursak, onu özlüyoruz, onu o denli seviyoruz. Çok yardımsever ve merhametli biridir o, bütün bir Paris onu soruyor.
Karısının bu sözleriyle yatışan Augustin-Antoine de Ferriol yanıt verdi:
– Kontes, beni anladığın için teşekkür ederim. Ablon ve Pon de Vel için de haklısın, onlardan elini çekersen gözlerden ırak olurlar. Pon de Vel’in yanına gidin, sonbahar oralarda güzel geçer, dinlenirsiniz.
– Hayır, hayır, Auguste, daha ayağının tozuyla gelmişsin, seni hasta kardeşinle baş başa bırakıp gidemem. Sağ olursak, önümüzdeki yılın yazı ve sonbaharı da var.
– Evet öyle, ama bu sonbaharda da dinlenmenizi istiyorum. Kontu merak etmeyin, biz ona bakarız… O benim gördüğümün fazla zamanı kalmadı, – onun için o kadarını yapmayacaksam, başka ne yapabilirim ki…
– Evet öyle, Auguste… – Marie-Angélique kocasını okşayarak, göğsüne yaslandı, – Benim de o zavallı için içim yanıyor… O zaman, öyle diyor ve bize izin veriyorsan, sizi de, bizi de Tanrı korusun, yola koyuluruz… – Biraz bekleyip istediğini söyledi: – Uzun bir yol mu, Pon de Vel’in yanında ne yaparım, tansiyonum sık sık çıkıyor, Doktor Laroche da bizimle gelse iyi olurdu.
– Onu ben de düşündüm. Laroche’u götürün, biz burada hastalıktan daha anlayan birini ararız, – Augustin-Antoine ister istemez karısının isteğini kabul etti.
Ama Marie-Angélique biraz düşündükten sonra, Laroche’un söylentilere yol açacağını düşünerek, fikrini hemen değiştirdi:
– Kontun alıştığı doktoru götürmeyeyim, zararım dokunmasın, gittiğimiz yerde başka bir hekim bulabiliriz…
(Devamı gelecek)
İshak Maşbaş, Tarihi Roman (s. 438-447)
Yorum Yap