Paris’te Bir Çerkes Kızı – 32
III
“Değirmen taşı dönüyor, ama un vermiyor” dedikleri gibi miydi benim yaşamım ve aşkım? – bu şey nereden aklına gelmiş bilmeden Ayşet kendi kendisiyle alay etti, gülümsedi ve kendi sorusuna kendi yanıt verdi: – Benim yuvarlak, geniş ve boşuna dönen taşlarım, dedikodumu yapanların seslerine doymuş olmalılar…”
– Aisse, niye gülümsedin böyle? – diye sordu, uyanık Sophie.
– Kendi kendime bir soru sordum, onun için gülmüştüm, – onu da mı fark ettin” der gibi Ayşet, kendisi için kaygılanan Sophie’ye gülümsedi, – senin de böyle gülümsediğin anlar olmuyor mu?
– Yalnız olduğumda. Gülümsemem içimi daraltmıyor, aksine beni rahatlatıyor. Bana sorarsan, kendini Paris’e kapattığın süre yeter. Marie Angélique üçüncü kez haber yollamadan, temiz bir hava almaya Ablon’a git. – Sophie, sözüne ara verdi ve Ayşet’i uyardı: – Bakıyorum, betin benzin atmış. Şövalye için canını ortaya koyuyorsun, o halde dinlenmesi için onu Perigor’a, ana babasının yanına gönder.
– De Edie’nin hasta olduğunu bildiğin halde, ne diye öyle konuşabiliyorsun?
– Konuşuyorum, çünkü o seni düşünmüyor!.. – Sophie, içini boşaltmak istedi ve daha yumuşak bir sesle sordu: – Sen de hasta değil misin, öksürmüyor musun?
– Ben de halsizim, ama erkeğe kadın desteği gerekir… – dedi Ayşet, hemen sözünü değiştirdi… – Sophie, sen de Ablon’a gelmeyecek misin?
– Sormana gerek var mı? – Sophie gülümsedi, ardından yüzünü ekşilterek konuştu: – Kontes seni yalnız olarak yola çıkarmayacağımı bilmiyor musun?
– Biliyorum, şimdiye değin sorun çıkmadığına göre, bundan sonrası için kendimizi kurban verecek değiliz, – Her ikisi de güldü ve şakalaştı. – Marie Angélique mama gelip geçici öfkelense de iyi biri. Bir ayı geçkin süreden beri onu görmedim, özledim, o da bizleri özlemiştir. Hemen gidelim dersen ben hazırım, bir günlük yol. – Ayşet iç çekti. – Sadece onu değil, küçük köpeğim Pati’yi de özledim. Sen de onu özlemedin mi, Sophie?
– Özlemez olur muyum!.. Götürme, kontes, Pati sana rahat vermez dedim, Ayşet’i bana anımsatır diyerek götürdü.
Aynı anda Ayşet, küçük bir kız çocuğu olarak Ferriollerin bahçesine geldiği ilk günü, bütün bir ailenin kendisini nasıl karşıladığını, yüksek merdivenden koşarak inen küçük Pon de Vel’in elini tutarak yanında durduğunu ve Marie Angélique’in kendisini göğsüne bastırarak başını okşadığını ve kokladığını anımsadı, Laroche’u, bahçe ve ev içi hizmetçileri içinden Sophie’yi en fazla niçin beğenmiş olduğunu bilemeden, bütün bir geçmiş gözlerinin önünde yeniden canlandı.
Bu olay sanki daha dün olmuş gibi görünüyordu ona, oysa Ayşet’in Fransa yaşamında başından geçen olaylar sayılmayacak kadar çoktu: “Ülke, devlet benim, ben yoksam ülke de yok, isterse batsın” diyen Güneş Kral XIV. Louis artık yaşamıyordu, onun oğlu XV. Louis’yi büyüten, kadın düşkünü Orleans Dükü de ölmüştü. Onlardan ve sayısız bakanlarından artık kimse söz etmiyordu. Konstantinopol (İstanbul) esir pazarından satın alıp getirdiği Ayşet’i Katolik dinine kaydettiren ve onu bir Fransız olarak yetiştiren Kont Charles de Ferriol de artık hayatta değildi, kardeşi Kont Augustin Antoine ve eşi Marie Angélique de yaşlanmışlardı ve beklenmedik hastalıklarla boğuşur olmuşlardı. Tanınmış bir yazar olan Claudine Alexandrine de Guérin Tansen ise kendisi ve başkaları yüzünden birçok zorlukla boğuşmuş, kardeşi Pierre ise başpiskopos olmuş, kardinalliğe doğru yürüyordu. Arjantal’in doğduğu günü de bugün imiş gibi anımsıyordu. Pon de Vel ve Arjantal sanat ve politika dünyasının tanınmış kişileri olmuşlardı. Voltaire ile Montesquieu de Fransa’nın en tanınmış yazarları arasında yer alıyorlardı. Ayşet’in bu son dönemde tanıştığı genç Denis Diderot da onların ardından parıldıyordu.
“Ben neyim?.. – Ayşet anılarını sorguladı ve gülümsedi: – “Güzel olmam” talihsizlik dışında bana bir şey kazandırmadı, artık bir yabancı ülkede yaşıyorum… Bağışla beni Tanrım, üzüntülerimin farkındasın, beni anlayacağını umuyorum. Fransa’da başıma gelen bu üzücü olayda benim de bir sorumluluğum olduğunun farkındayım. Böyle dememden papanın benden istediği şeyi kabul etmem gerektiği gibi bir anlam çıkmıyor. Bunu yapsaydım sonsuza değin kurtulamayacağım, temizleyemeyeceğim bir leke ve büyük bir sıkıntı içine düşmüş olurdum… Peki kadınlığım ve zayıflığım sonucu işlemiş olduğum günahlara ne demeliyim?.. Bu tür davranışlar, evlilik dışı doğum, Fransa’da sıradan bir olay, kimse üzerinde durmuyor, ama bizim taraflarda, Çerkesiye’de bu gibi şeyler hiç unutulmayacak, sonsuza değin temizlenemeyecek bir leke olarak kalır. Bu konuda Fransızları suçluyor değilim. “Aşkınıza sahip çıkmıyor, ihanet ediyor ve çiğniyorsunuz diyecek bir liderleri de yok. Böyle yaşayacaksak, bu yüzden Fransa’nın yok olmasından korkulur. Böyle şeyler uzaklardaki Çerkesiye bir yana, İsviçre’de, Calandrinilerin yaşadığı Cenevre’de bile var mıdır?
– Niye oturup duruyorsun, Aisse, Ablon’a gitmeyecek miyiz? – diye Sophie sordu ve Ayşet’i uyardı: – Ne düşündüğünü Tanrı bilir… Ferrioller olmalı senin bir yana bırakamadıkların…
– Ferriolleri bir yana atarsak, Sophie, ikimiz de işsiz ve çaresiz kalırız, – diye Ayşet, Sophie ile şakalaştı. – Bunları ve başka şeyleri düşünüyordum.
– “Başka şeyler” demekle ne demek istediğini bilemem, ama elimden gelirse, Ferriolleri düşündüğün için başının ağrımasını istemem. Kontes Marie Angélique’in bulunmadığı bu son ayda yazdığın şeyi Ablon’da yazma fırsatını bulamayacağını anladığında bana hak verir, durumun farkına varırsın.
– Öyleyse oraya gitmek için ne diye acele ediyorsun? – diyerek Ayşet, şaka ile karışık Sophie’ye sordu.
– Ben mi acele ediyorum?.. Sıkı tembih edildiği için söylüyorum.
– Böyle diyorsak, yol boyundaki pazara uğrar, alışveriş yapar, oradan da Ablon’a geçeriz, – dedi Ayşet, ardından kontesi anlatmaya başladı: – Marie Angélique, ne olursa olsun, kötü biri değil. Sen de bilirsin.
– İnsan yaşlanınca, yeni huylar edinir demek mi istiyorsun? – Sophie kulaklarına inanamadı.
– Kuşkusuz, o kişi her zaman için altın gibi biriydi demek istemiyorum, ama kindar ve önyargılı biri olduğunu söyleyemem. Onun yufka yürekli ve art niyetsiz biri olduğunu biliyorum. Beni azarlamış, bana çok defalar kızmış olsa bile, zavallı annem, ninem sağ olsalardı, beni nasıl yetiştirecek idiyseler öyle yetiştirdi, bana kimsesizlik çektirmedi, kendi öz çocuklarından ayırmadı. Küçük Seleni’ye ilgisini de görüyorsun, birçok kez onu görmeye gitti. İzin verilirse Sans’tan alıp kendi büyütür.
– Doğru söylüyorsun, kontes temiz kalpli, içtenlikli biri, sözlerinde yapmacıklı ve sinsi davranışlar yok, o konuda sana katılırım, – dedi Sophie düşünmeden. – Evsiz ve işsiz olarak yolum Paris’e düştüğünde, ilk başvurduğum kişi Kontes Marie Angélique oldu, beni anladı ve işe aldı. Ama Jacques’la senin için yaptıkları bir konuşmaya da tanık oldum…
– İhtiyar bana ilişkin ne biliyor ki?! – Ayşet kendini frenleyemedi, Sophie’nin sözünü kesti, ardından daha sinirlenmiş halde konuştu: – Zavallı papam Jacques’tan olumlu söz ederdi ve hoşuma giderdi, sorduğu şeye verdiğim yanıt onun da hoşuna gitmişti.
– Anladım, – Sophie Ayşet’e hemen yanıt verdi, – Kontun mirasının üçte birinin sana bırakıldığını konuşuyorlardı. Evde baş başa kaldıklarında, “bizden ve kardeşinden habersiz kont öyle bir işe kalkışmamalıydı” diyerek, Marie-Angélique’in bağırmasının nedenini şimdi anladım. Ablon’a yola çıkarken, gelir gelmez seni Ablon’a göndermemi istemesi de bu nedenle olmalı…
Ayşet kutusundan bir belge aldı ve onu Sophie’ye gösterdi, belgeyi öte berisini koyduğu yeni torbasına koydu.
– Bu kağıt yaprağı benim ve başkaları için gizli değil. Geçinmen için hasta kont sana para bırakmış mı diye mama bana sormuştu, ben de her yıl için geçimlik bir paranın bırakıldığını söylemiştim. Mülk paylaşımı konusu benim de bilgim dışındaydı. Papa ölümünden birkaç gün önce sözü edilen bu belgeyi bana verdi. Ama sözü edilmediği için ben de belge konusu üzerinde durmamıştım… Şimdi gün geçtikçe durumumun zorlaştığını, kimsenin umurunda olmadığımı daha iyi anlamaya başladım…- Ayşet, içini kemiren üzüntünün nedenini bilemiyor, anlam vermekte güçlük çektiği bu tür üzüntüleri giderek artıyordu, bu üzüntüler gözyaşlarının dökülmesine yol açınca, her zaman yaptığı gibi kendi uzun ve güzel başına danışarak kendi kendisini topladı. – Ne diye oturup durursun, haydi Ablon’a gidelim.
Bu söz üzerine Sophie başını kaldırdı:
– Durum öyleyse, kontesin yatışmasına değin Ablon’a gitmeyelim.
– Üçüncü haberciyi göndermesini bekleyelim, öyle mi demek istiyorsun? Hayır, hemen gideceğiz. Mal derdi beklemez (Bılımıpsem şığeğupşej yiep). Ama mama gizli iş yürüteceğine bana sorsa daha iyi ederdi ve onu rahatlatırdım.
– Ne diyecektin ona?
– Ablon’da duyarsın.
– Öyle diyerek, Aisse, olmayacak bir hata yapma, kendini düşün, Selini’yi de unutma. Onlar kontun sana bıraktığı o küçük paya kalmış değiller.
Ayşet kendisi için kaygılanan Sophie’ye gücenmedi, aksine ona sevgiyle baktı.
Ayşet ile Sophie öğleden sonra, dinlenme vakti Ablon’a vardılar. Yaz mevsiminin sıcak ve güzel ilk ayıydı. Ferriollerin çiftliğinde iç açıcı bir yel esiyor, çiçek kokuları ve kuş sesleri bahçeyi kaplamıştı.
Ön bahçede, kapı önündeki ağacın gölgesinde Marie Angélique fal bakıyordu. Ev tarafından gönüllere işleyen bir şarkı ezgisi Laroche’nun kemanından yayılıyordu. Kontesin iki hizmetçisinden biri elbiseleri ütülüyordu. Bahçedeki ibibik horozu ise bahçe avlusuna tünemiş gelenler olduğunu haber verir gibi ötüyordu.
Fayton sesini duyar duymaz, Marie Angélique başını kaldırdı, faytondan Aisse ile Sophie’nin indiğini görünce, önemsememiş gibi fasulye falına döndü.
– Kontes, Charlotte Elizabéth Aisse geldi! – diyerek hizmetçi kız onları karşıladı. Sevinçten çılgına dönen köpekçik Pati de havlayarak Ayşet’e doğru koştu ve onun kucağına atladı.
– Marie Angélique mama, hiçbir şey demiyorsun, – Paris’te konuştuklarını unutmuş olmalı, kontese doğru eğildi, – sana bir sarılayım, seni öpmeme izin ver, seni özledim.
– Git, git, – Marie Angélique baktığı faldan başını kaldırmadan Ayşet’i azarladı, – beni özlemiş olsaydın iki aydan beri kendini Paris’e kitlemezdin… Pati’yi buraya getirmiş olmasaydım meraktan çatlardım… Gel, gönlümü al, bugün geleceğini fasulye falım söylüyordu. Öksürüyorsun, keyifsizsin dedikleri için Paris’e dönmeye hazırlanıyordum. Aisse, şu an nasılsın?.. Buraya bu kadar süre gelmemiş olman Paris’te tedavi görmüş olduğun için miydi?.. Solgunsun, zayıflamışsın. Küçük Selini ne durumda?.. Bunca acı ve sıkıntı içinde elbette güçsüz ve zayıf düşersin, nasıl ayakta kaldığını bilse bilse birTanrı bilir… Pati sevgilini yalamayı bırak da, onunla doğru düzgün bir konuşayım.
– Hayır, mama, o konuşmamıza engel olmaz, – Ayşet’i çok özlemiş olan köpeğini okşayıp sordu, – öyle değil mi, Pati?
– Bak şuna da, göğsünü ne kadar da geri çekmiş?.. Beni artık gözden çıkardın öyle mi, seni gidi küçük köpek seni! Seni memnun etmek için küçük Şarman’ımı içeriye kapatmıştım… Acıkmış olmalısınız, hadi sofrayı hazırlayın. Doktor Laroche Aisse’nin geldiğini bilmiyor olmalı, kemanı kulağımızı sağır etti, buraya gelsin.
– Mama, bilemiyorum, sordukların içinden önce hangisini yanıtlayacağımı?, – “görüyor ve duyuyor musun kontesin günahını aldığımı” der gibi Ayşet gözüyle Sophie’ye bir bakıp Marie Angélique’i yatıştırdı: – Hepsi iyi, hepsinin selamları var. Sen nasılsın, diz ağrıların ne durumda, rahatsızlık veriyorlar mı? Balaruc suyunu içiyor musun?
– İdare ediyorum, o suyu içiyorum, ayaklarım da idare eder, ama ava çıkacak durumda değilim. Bana bakma, bana bakma, boşuna av tüfeğini getirmişsin, iyileşmediğin sürece ava gitmene izin veremem, öksürüyorsun. Peki, sen ne diye hiçbir şey söylemiyorsun, Sophie?
– Her dediğin yerinde ve doğru, kontes, sana aynen katılıyorum, – Ayşet’e ilişkin kaygılarını duyduğu için Sophie memnun olmuştu, gülümsedi. – Sorun sadece öksürmesi değil, vücudunun her tarafı, kemiklerine varana dek sızlıyor.
– Bilmediğim şeyin sözünü etmem, – Marie Angélique biraz övünme payı bırakarak sözüne devam etti: – İsterseniz sofra hazırlanıncaya değin falınıza bakayım.
– Hayır, hayır, – diye kestirdi, ardından ekledi, – fala inanmıyorum.
İçeriden salınan küçük siyah köpeğin havlayarak dışarı koştuğunu gören Marie Angélique söylediğini, söyleneni de unutarak finoya seslendi:
– Buradayım, Şarman, – kucağına sıçrayan tüylü, kocaman gözlü finoyu okşayıp yatıştırıyor, bir yandan da azarlıyordu, – soluyarak, havlayarak kendini yitirip bitirmen gerekmezdi. Benimle şakalaşmayan bu Pati’ye yüz vermişliğim de yetti, şimdi artık seninle hep beraber olacağız, – Kontesin kimi kast ettiğini anlayan Şarman hemen Pati’ye havlamaya başlayınca çıkıştı: – Yeter, küçük aptal, o havladığın fino da bizim, gelenleri karşılasan daha iyi edersin.
Ayşet’in Ablon’a geldiği haftasını geçmişti, Marie Angélique açmak istediği mal paylaşımı konusuna henüz değinememişti. Günler günleri kovalayıp geçiyordu. Sıcak havayı serin hava, yaz mevsimini yağışlı hava ve gök gürültüsü izliyordu. Ayşet kontesin kendisine soracağı şeyi unutmuş durumdaydı. Sophie de, uzun süreden beri susmuş, kabuğuna çekilmişti. Şarman ile Pati de barışmış bahçede beraber oynamaya başlamışlardı. Marie Angélique ile Ayşet oyalanacak şeyler buluyorlardı: Kitap okuyor, kağıt oynuyor ve bahçede dolaşıyor, bahçe dışı yakın çevrelerde de geziniyorlardı. Akşam çayı sonrası Laroche’a keman çaldırıyorlardı, beğendikleri şarkılara düşük tempolarla eşlik ediyorlardı.
Görünüşe göre lüks bir yaşamları vardı, oysa Marie Angélique ile Ayşet, aslında üzgündüler: Her ikisi de üzüntülerini gizleyerek dolaşıyordu. Ayşet Paris’ten beraberinde getirdiği belgeden kaygılanmıyor değildi, ama en çok iki kişi, Selini ve Edie için kaygılanıyordu. Küçük kızı ile ayrı düştüğü, yaşamı ve mutluluğu paylaşmadığı için üzgündü, yoksa çocuk doyuruluyor, giydiriliyor, bakılıyor ve hiçbir şeyi eksik bırakılmıyordu, Bolingbroklar affa uğramış, İngiltere’ye dönme iznini elde etmişlerdi, çocuğu İngiltere’ye götürmek ve orada büyütmek için gerekli belgeleri hazırlatmaya başlamışlardı. “Sağlığı bozulmasın tek, Selini’den hiçbir şey esirgenmez, – diyerek kendisini avutuyordu Ayşet. Edie ile ben, işleri yoluna koyar kıymaz onu yanımıza alırız. Ama ben keyifsizim, kemiklerim sızlıyor derken Edie benden de beter çıktı. Ben onun hastalığına yardımcı olur, ilaç bulurum? Ama en iyi ilaç bile onu etkilemiyor. Fransa için savaşırken aldığı yaralar yüzünden kötü durumda, soluyamıyor, verem olmadığı halde öksürmekten boğuluyor. Ey benim Tanrım, Edie konusunda bana yardım et, onu iyileştir, işlerimizi yoluna koy. Bu dünyada ondan daha sevdiğim biri yok. Selini’yi de tabii…”
Kontes Marie Angélique de rahat ve dinginlik içinde değildi. Eski güzelliğini yitirmiş ve yaşlanmıştı. Kont Charles de Ferriol’ün vefatından beri aile gelirinin azaldığını, hayat pahalılığının giderek yükseldiğini, Augustin Antoine’ın bir köşeye çekildiğini, birkaç ev hizmetçisine ödenen paranın arttığını… bu gibi şeyler onu düşündürüyordu. Ama Ayşet’in Ferrollerin mal paylaşımına katılacak olması onu en çok düşündüren konuydu. Bu durumda, büyüttüğü, eğittiği, sevdiği Ayşet’in mal paylaşımı konusunda kendilerine dava açmaması için, onun Ayşet’e yapmayacağı bir iyilik düşünülemezdi.
“Doğru, doğru, oğullarımla birlikte büyüttüğüm, emek verdiğim uğursuz Aisse’yi ne yapayım, – Marie Angélique kendi kendine söylendi, – ancak paylaşıma katılma hakkı olduğuna ilişkin belgesinin bulunduğunu benden ve Ferriollerden ne diye sakladı ki… Öyle diyorum, ama zavallı Aisse’nin bir suçu olabilir mi, o konuda suçlu olan ne yaptığını bilmeden aramızdan ayrılmış olan konttur… Ama benden gizlediği bu şeyi bana açıklamadan onu Ablon’dan dışarıya adım bile attırmam!”.
Gece boyunca gök gürültüsü içinde yağan soğuk yağmurun getirdiği soğuk bir sabaha uyanmışlardı, nem ve ıslaklık her yeri kaplıyordu. Oda sıcaklığının düşmemesi, kemiklerini ısıtması için kontes şöminenin yakılmasını buyurmuş, şömineye odun attırmıştı.
– Günaydın, mama, – dedikten sonra Ayşet Kontes Marie Angélique’e sordu: – Bu geceki gök gürültüsünden rahatsız oldun mu, seni uyutmamış olmalı?
– Uyumamış olmam sorun değil, kemik ağrılarımı yeniden tetikledi. Ya sen, sen korkmadın mı?
– Ben mi?.. – Ayşet şaşırmıştı. – Unuttun mu, gök gürültüsü ile gelen yağmuru sevdiğimi? Kulak vererek, yıldırım düşmesini ve gök gürlemesi seslerini sayarak uykuya daldım.
– Evet, evet, gök gürlerken beni yatıştırdığını ne diye unutmuşum ki… Bu kez yanıma gelmedin, benden bıkmış olmalısın…
– Hiçbir zaman, mama, seni sevmediğim durumum olmadı, günahımı alıyorsun.
– Bilemiyorum… Benim senden bir kuşkum var… Daha önce de söylemiştim, benden bazı şeyleri gizliyorsun.
– Neyi gizliyor muşum, mama?! – Ayşet söylenen bu asılsız suçlama karşısında bağırdı, unuttuğu şeyi hemen anımsadı, odasına koşup miras paylaşım belgesini getirdi ve kontese gösterdi: – Bunu mu demek istiyorsun?
– Nedir o?.. – Kontes bilmiyormuş gibi davrandı.
– Yaşlı Jacques’ın sana sözünü ettiği belge. Bu şey senin, benim ve birileri için gizli olan bir şey mi, mama?
– Gizli değilse, bunu o laf taşıyıcı yaşlı faytoncudan önce bana söyleseydin?
– Mama, bu belgede yazılı olandan çok daha fazlasını sen bana verdin, bu nedenle sözünü etmeye değer bulmadım. Ben bir Ferriol’üm, Marie Angélique mama, kendi kendimle mal paylaşımı yapacak değilim! Seni, amcam Kont Augustin Antoine’ı, kardeşlerim Pon de Vel ve Arjantal’i o konuda üzecek biri olamam. Bu belgeyi yok sayalım, – Ayşet kağıdı yırtıp ateşe attı.
– Ne yaptın sen?! – diye Kontes Marie Angélique bağırdı ve ağlamaklı biçimde demir maşayla kağıda uzandı, ama Ferriol ailesini düşündüren belge göz açıp kapayıncaya değin kül olup gitti. – Aisse, ne kadar da talihsizsin, küçük Selini ve sen bundan sonra ne yapacaksınız?..
– Siz ne yaparsanız, Marie Angéliqu mama, biz de onu yaparız… – Ayşet, kontesi teselli ederek eli ile okşadı, yanına oturdu ve ona sarıldı.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 529-538)