Ayşet – s. 408 –

 

 

ALTINCI BÖLÜM (s. 408-419) Not: S. 576’ya kadar düzeltme yapıldı.

I

Yağmur yağması, rüzgâr esmesi ve kar yağması insan yaşamını andırır. Uyum sağlarsan yaşamla uzlaşır, aksi takdirde dışlanırsın. İnsanoğlu aidiyetini, bir toplumun üyesi olmayı yitirdiğinde, düşünemez olur. Düşünce sonsuz bir arama ve başarı aracı, sevinç ve üzüntü üzeri bir bilinçlenme aracıdır. İçinde mutluluk ve ıstırap vardır, başarıyı ve üzüntüyü beraberinde getirebilir. Bunların hepsi kişinin algılama ve bilinç yeteneği, yaşamın tatlı ve zor yanlarıdır. Gücü yeten yukarıya tırmanır, yetmeyen de yukarıya bakar.

Özgürlüğünü yitirir, başka bir toplumun içine düştüğünde, istesen de istemesen de uyum göstermen gerektiğini anlarsın, nitekim Ayşet de Fransızlara uyum sağlamıştı. Beğenmediği yanlarına da alışmış durumdaydı, ama Adıgeliği ve onur anlayışı ağır basıyordu.

Ayşet karşılaştığı bu tür çirkin davranışlara katlanacak biri miydi? Dahası bu davranış onursuzca bir davranış mıydı yoksa içinden gelen kendine özgü bir davranış mıydı? Bu şey farklı yanlara çekilebilir, ama sevgi duygusunu suçlamamak daha iyi olur – tatlısı ve acısı ile günaha yol açabilir. “… Başıma gelenden utanıyorum, ama yaptığımdan pişman değilim, – gün boyu odasından çıkmayan Ayşet, kendi kendisine böyle konuştu durdu, – zor duruma düşmemiş olsaydım, kadın zaafı beni alt edemezdi diyebilirim”, – kalp çarpıntıları yeniden başlamıştı, ama kendisini yatıştıracak bir gözyaşı damlası da kalmamıştı. Aynı anda duyduğu kapı sesi ile kendine geldi ve gelenleri sevinçle karşıladı:

– Gelin, gelin, Pon de Vel ve Arjantal.

– Dünden beri seni görmemiştik, biraz rahatsız olduğunu söylediler de Aisse, biz de yanına böyle damladık, – diyerek Pon de Vel Ayşet’e sarıldı, Arjantal da sarıldı. – Nasılsın? Solgun ve keyifsiz görünüyorsun. Kendini harap etme, her şey düzelecek.

– Evet, evet, Aisse, her şey güzel olacak, – dedi Arjantal de. Pon de Vel’in söylemek istemediğini gizlemedi:

– Biraz önce kontla konuştuk, bundan böyle seni üzmeyeceğini söyledi.

– Onu mu söylemek istiyordunuz… “Her şey güzel olacak” sözünden çıkarılacak anlamı bilemeyen Ayşet, getirilen haberi yeniden öğrenmiş oldu, “öyleyse sorun yok” diyerek fısıldadı: – Papanın hasta olduğunu biliyorsunuz, kalbini kırmamalıydınız, ona kırgın değilim. François Voltaire’in başına gelen şey beni daha çok üzdü. Özgür şiir ve düşünceler konusunda dikkatli ol derken, kendini ülkeden kovdurdu.

– Bastil hapishanesinde yatmaktansa, İngiltere’de, Londra’da yaşamak daha iyidir, – dedi Pon de Vel, – daha özgürce yazı yazar, yazıları üzerinde de çalışır.

– Doğru diyorsun, – Ayşet bir iç çekti, – ama el ülkesi kendi ülkene benzemez. Orleans Dükü Voltaire konusunda genç krala dediğini yaptırdı. Siz de dikkatli olun, papanın sizi uyardığı gibi gelişigüzel konuşmaktan kaçının. Julie Calandrini de sizden onu istiyor ve selamlarını size gönderiyor.

– Julie’ye teşekkürlerimizi ilet, kaygılanmasın, – diyerek Pon de Vel gülümsedi. – Sen de kaygılanma, Aisse. Öyle davranışlar içinde olmadığımızı biliyorsun. Voltaire’e yapılanı, Orleans Dükü ve Kral da dahil, doğru bulmuyorum. Onlar özgür düşünceye, insana değil, serbest ilişkiye, aşk ilişkilerine, sevişmeye önem veriyorlar.

– “Öyle şeyler içinde değiliz” diyorsun, Pon de Vel, ama dediklerin farklı şeyler, – dedi Arjantal, ağabeyini uyardı, ardından ona sevgiyle baktı ve sözlerinin devamını getirdi: – Anlayamıyorum, artık Kral Naibi olmaktan çıkan Orleans Dükü ne diye bize gelecekmiş?

Ayşet gün boyu ilk kez gülümsedi:

– Kral henüz on altı yaşında iken evlendirildi, bu durumda Orleans Dükü’nün kral naipliğinin son bulduğunu sanma. Gülme, Jan, ne demek istediğinin farkındayım: Dük benim için değil, hasta ziyareti için papanın yanına gelecek.

– Annemiz de öyle dedi, – Pon de Vel yine gülümsedi, – ama dükün bizim için iyi  niyetli biri  olacağını sanmıyorum.

– Niye?.. – ansızın Arjantal’de oluşan kuşku onun yüzünü kızarttı, ardından yanakları pembeleşti ve yanıtını verdi: – Mamaya söylediğimde kabul etmemişti, ama kontu ziyaret bahanesiyle, Aisse, dük senin için gelecek. O sallapati yalancı dük, Adrienne’le benim aramı bozdu, şimdi sıra kimde.

– Artist Lecouveur Adrienne’in sana karşı dürüst olmadığını söylemiştim, şimdi bu yaptıkları nedeniyle akıllanmış olabilir misin? – bunu bekliyormuş gibi Pon de Vel kardeşine çıkıştı.

– Adrienne’in bir suçu yok… – Arjantal düşük bir ses tonuyla yanıt verdi ve daha alçak bir sesle konuştu: – Bütün suç Orleans Dükü’nde! Palais-Royal’de şarkı söyletti, üzerine altın paralar saçarak onu tuzağa düşürdü.

– Kont Arjantal Ferriol, çocukluk günlerine artık bir son ver! – Pon de Vel kardeşinden duyduğu bu sözlere hem gücendi ve hem de kızdı.

– Sen, sen son ver, Pon…

– Yeter, kesin artık birbirinizle didişmeyi, – Ayşet hemen müdahale etti ve Arjantal’in sözünü kesti, – birbirimize güvenelim, gereksiz konular üzerinde durmayalım. Ne dersek, ne yaparsak, doğru ya da yalan söylesek de yaşadığımız sürece insanlar bizi görürler. Şimdi ikinizden bir ricam var: Bolingbrokların evine gidelim, sizi bilmiyorum, ben bir süreden beri Henry Saint-John ile Marie-Claire Deschamps’ı görmedim. Şövalye de Edie Paris’te onlarla karşılaştı, ikinizi ve beni sordu, söylediklerine göre iki hafta kadar Paris’te kalacaklar.

Bana katıl der gibi Pon de Vel kardeşine baktı, duyduğu habere şaşırdı:

– Aisse, nasıl da içimizdekini okumuşsun? Biz de aynı şeyi sana söylemeyi düşünüyorduk.

– Evet, evet, Pon de Vel, kız kardeşimiz hazırız derse biz de hazırız.

Ayşet kardeşlerin ortak kararından kuşku duymuyordu, Pon de Vel ile Arjantal’e bir sevgi bakışı yöneltti ve onlarla şakalaştı.

– İçinizdekini bilmeyeceksem boşuna kardeşlerim olabilir misiniz? Böyle durumlarda aralarından ayrıldığım Çerkeslerin ne dediğini size söyleyeyim: “Kalp ve ruh birbirini anlar” (gure psere zereşşe). Canım kardeşlerim, siz hazırsanız ben de hazırım. Üçü de sevgiyle birbirlerine gülümsediler. Ayşet konukları ziyarete hazırlandı ve kardeşlerine seslendi: – O halde nereye gideceğimizi papaya söyleyelim, aksi takdirde gücenir.

– Olur, Aisse, – Arjantal öneriyi beğenmeyerek mırıldanmıştı, – gideceği yer için ondan izin alacak küçük bir kız çocuğu musun hâlâ?

– Hayır, Jan, üçümüz birlikte yanına gidersek daha iyi olur.

Kont Charles de Ferriol gözü pencerde yumuşak koltuğuna kurulmuş oturuyordu. Bir zamanlar gurur duyduğu dik sırtı artık yoktu: Şişmanlamıştı, kamburlaşmış, gıgıları sarkmış, dudak kenarlarından salyaları damlıyordu, dik omuzları düşmüş, ütüsüz elbisesi arkasında yığılıydı, çorapları bileklerine inmiş, sürekli taralı beyaz saçları darmadağınık durumdaydı.

– Papa, bizi tanımadın mı? – Ayşet kontun hiç görmediği bu perişan hali karşısında şaşırdı, ağlamaklı oldu ve ona çıkıştı. – Nedir bu başına gelen, bu hallere hiç düşmemiştin.

– A, siz misiniz?.. – kont vurdumduymaz bir bakış yöneltti, ardından gülümsedi ve konuştu: – Yeni elbiselerinizi giymişsiniz, yoksa maskeli baloya mı gidiyorsunuz?.. Charlotte-Elizabéth Aisse, senin Cenevre’de Markiz Julie Caladrini’nin yanına gittiğin söylenmişti…

– Hiçbir yere gitmedim, papa, – Ayşet gözyaşlarını tutamadı, küçük mendiliyle kontun dudaklarını sildi, çoraplarını yukarı kaldırdı, düzeltti, elbisesini giydirdi, dağılmış saçlarını taradı. – Desten nerede? Ne oldu, Desten, papayla ilgilenmen gerekmiyor mu, yoksa beni mi bekliyordun?!

– Hayır, Matmazel Charlotte-Elizabéth Aisse, sorumluluğumu unutmuş değilim, kont hiçbir şeyi kabul etmiyor. Dün öğleden beri su içmek dışında hiçbir şey de yemedi.

– Desten’e kızma, Aisse, kötü biri değil o, ama benimle birlikte namaz kılmıyor.

– Papa, canımın içi, bu Türklük yanını unut, sen su katılmamış bir Fransızsın.

– Evet, Aisse, sen de ben de gerçek birer Fransızız. Seni dinleyeceğim, kalbini kırmayacağım, Desten’i de dinleyeceğim, yemek verdiğinizde yiyeceğim, bana biraz şarap içirtin. Gizli değilse niçin böyle giyindiğinizi söyler misiniz? Dur, Arjantal, sana soruyor değilim.

– Lord Henry Saint-John ile Marie-Claire Deschamps Bolingbroklar Paris’e geldiler, onları görmek istiyoruz, onları yarın ya da yarından sonra da görebiliriz, – dedi Ayşet.

Pon de Vel ile Arjantal bu duyduklarına anlam veremeyerek bakıştılar, ama kont bu iki kardeşe konuşma fırsatı tanımadı:

– Bolingbrok lordunun yanına gidecekseniz, niçin yarını, sonrasını bekliyorsunuz, hemen gidin! İngiltere’de başa geçen Walpole kafasızın yerine, Utrecht Barışını sağlayan Henry Saint-John Bolingbrok İngilizlerin içinden çıkmış tek adam. Eğitimli biri, selamımı söyleyin. Beni görmek isterse karşılamaya hazırım, kendisine yardımcı olmaya çalışırım, – dedi kont ve bir ah çekti, biraz bekledikten sonra sözlerine devam etti: – Kimseye yararlı bir yanın kalmadığında başına gelecek olanı budur… Ama, – ansızın yumruğunu göstererek konuşmasını bitirdi, – Kont Charles de Ferriol gibi kişiler teslim olmazlar! Anladınız mı kardeş Ferrioller? Sen de Charlotte-Elizabéth Aisse. Gidiniz, bana haber verip izin istediğiniz için teşekkür ederim. Merak etmeyin, Desten ile ben felsefi konularda görüş alışverişinde bulunuruz. Paris’te bir manyak belirdi, dikkatli olun, – dedi odadan çıkarlarken arkalarından.

Kont Charles de Ferriol’ün dediği gibi, Lord Henry Saint-John Bolingbrok İngiltere’deki en büyük devlet adamlarından biridir, bir filozof, bir tarihçi ve büyük bir bilim insanıdır, kırk beş yaşında, üç yıl boyunca Avrupa’yı turladı, dolaştı, çok sayıda dil biliyor. 1701 yılında İngiliz Avam Kamarasında yer aldı, izleyen birkaç yıl boyunca oranın başkanlığını yaptı ve orasının beyni konumundaydı. Dört yıl ordu bakanlığı yaptı, ardından ülke sekreteri oldu. Walpole Robert iktidara gelince Fransa’ya sığınmak zorunda kaldı, Orléans kenti yakınındaki La Sorce çiftliğinde yaşıyor. Paris’te de güzel bir evi var. Ayşet ve kardeşleri işte bu eve gideceklerdi.

– Bolingbroklar evdeler!.. – dedi hemen Arjantal, pencereden ışık geldiğini görünce, ardından düzeltme yaptı: – Evde olmayabilirler diye endişelenmiştim. Evde olmayıp da nerede olabilirler, bizim annemiz gibi sokak gezgini değiller ya.

– Arjantal, sana kaç kez söyledim, annene böylesine yüklenme diyerek!

– Haklısın, Aisse, haklısın, – dedi her zaman yaptığı gibi Arjantal kendini kınadı, – Pon de Vel tanığım olsun, bir daha böyle şeyler duymayacaksın. Öylesine dedim, yoksa annemi kötülüyor değilim, – ardından gülümsedi ve kendisini eleştirdi, – doğru değil mi, Pon de Vel?

– Sana ne söylenmişse aklında onu tut, bu tür sorulara yanıt vermiyorum.

– İyi, iyi, o denli akıllı iseniz sizi dinlerim.

Bolingbroklar güleryüzle, kucaklayarak konuklarını karşıladılar: Kont Charles de Ferriol’ün sağlık durumunu sordular, Marie-Angélique, Auguste- Antoin, Claudine-Alexandrine’i, Pierre’i, Sophie ve Laroche’u da sordular. Bu konuşmalar sırasında Pon de Vel Arjantal’e fısıldadı:

– Bir bahaneyle aramızdan ayrıl, de Edie’yi getir.

Henry Saint-John Bloginbrok hemen Ferriol kardeşlere fısıldadı:

– Merak etmeyin, o da bize gelecek.

Bir diğer odadan ince beyaz bir yazma ile başını örtmüş ve uzun bir siyah elbise giymiş, göğüs hizasında küçük bir haç taşıyan yirmi beş, yirmi altı yaşlarında uzun boylu bir kadın çıktı. Pon de Vel ile Arjantal ayağa kalkıp başlarıyla kadını selamladılar. Ayşet de Bolingbrokların sözünü ettikleri ve tanımadıkları din görevlisi kızlarını karşıladı, eskiden beri tanıyormuş gibi ona sarıldı.

Markiz Bolingbrok Marie Claire kadını tanıttı:

– Kızım Isabelle Louise Le Valois de Villette, Sans kentindeki manastırın yöneticisi. Adındaki de Villette ekinin nedenini de söyleyeyim: ilk eşim Markiz Villette’nin soy adı. Geçmişimde kalmış bir anı, – dedi ve kocasına gülümsedi, – artık onu söz konusu etmiyoruz. Bunlar, – kızına bakarak, – Isabel Louise, bunlar kendilerinden söz ettiğim kişiler: Bu, matmazel Charlotte-Elizabéth Aisse, Kont Charles de Ferriol’ün kızı. Bu ikisi de Kont Pon de Vel ve Arjantal kardeşler. Kimin adını söylememişim? – şakacı pozunda Marie Claire kocasına bakıp gülümsedi ve sözünü tamamladı: – Bizlere gelince, İngiltere’den kaçıp Fransa’ya sığındığımız birkaç yıldan beri zaten tanışıyoruz.

Konuklar ile ev sahipleri bir süre konuşup otururlarken hizmetçi kız geldi:

– Markiz, akşam çayı hazır.

O sırada bir fayton sesi duyuldu ve Bolingbrokların bahçe kapısının önünde durdu, faytondan inecek kişiyi bekleyen lord kendi kendine konuştu: – Büyük bir konuğumuz var anlaşılan.

Teşrifatçı eve gelen konuğun adını söyledi:

– Şövalye Blaise-Marie de Edie!

Ansızın takdim edilen bu isim Ayşet’i hafiften ürpertti, ama gelen kişiyle gizli bir bağı varmış gibi ona baktı.

– İyi bir grup oluşturmuşsunuz! – dedi Şövalye Blaise-Marie de Edie, beklemediği ve ummadığı sevgilisine sevinçli bir göz attı, Markiz Marie-Claire’i selamlamakla işe başladı, sıra Ayşet’e geldiğinde, ona yumuşak ve sevecen bir bakış yöneltti:

– Sen de, Aisse, buradasın, hiç beklemiyordum.

Birbirini tanıyan ve seven kişiler söz konusu olduğunda, sofradaki yiyecekler daha lezzetli olur, bunu çay partisi de izlediğinde söyleşi daha koyu, daha güzel ve çekici olur. Akşam çayındakiler birinin dediğine diğeri eklemde bulunarak değişik konuları ele aldılar: Bolingbrokları incitmeyecek biçimde İngiltere ve Fransa’nın iç ve dış sorunlarını konuştular. François Voltaire’in Fransa’dan sürülmesini hep birlikte kınadılar. Sıra komşu ülkelerin yaşam biçimlerine geldiğinde, İsviçre ve Cenevre’den söz edilirken, Arjantal söze karıştı:

– İsviçre’de biliyor olmalısınız akrabamız Markiz Julie Calandrini bulunuyor, Cenevre’de oturuyor. Her konuda, aşk konularında, yaşamın orada en iyi olduğunu söylüyor. Öyle değil mi, Aisse ? Sen orada kaldın.

Aşk konusunu vurgulayarak Ayşet’e soru sormuş olması Pon de Vel’in hoşuna gitmedi ve kardeşini gizlice dürttü.

– Aşk Fransa’da yaşanır, İsviçre’de saygı görür, – diyerek Ayşet’e sorulan soruyu İsabelle Louise yanıtladı, ama kadına verilen değeri düşürenler XIV. Louis ile kral naibi Orleans Dükü’dür.

– İsabelle… – diye Marie Claire acele söze karıştı.

– Anne, ne demek istediğini anlıyorum, ama doğru davranmıyorsun.

“Din adamları ne kadar da zeki, ne kadar da birbirlerine benziyorlar?! – İsabelle –Louise’in dediğini dinlerken, bir aydan uzun süreden beri görmediği Jeanette-Nicole gözünün önünde canlandı. – İsabelle-Sophie-Louise ile Jeanette-Nicole dost ve tanışıyor olabilirler mi? Manastır yöneticileri mutlaka birbirlerini tanırlar. Pierre’i de tanıyor olabilir… Sorsam mı?.. Şimdi olmaz, daha sonra, daha sonra..”

– Sana katılıyorum, İsabelle-Louise, – dedi yüzü solmuş olan Blaise-Marie de Edie, hiçbir şey yapmadık dercesine Ayşet’e bakarak, – ülke sevgimiz böyle, şimdi bizi sevindirici olacak şeylerden söz edelim. Örneğin, Pon de Vel ile Matmazel Charlotte-Elizabéth Aisse’nin iyi bildikleri tiyatrolarda sahnelenen temsil ve operalardan söz etsek yerinde olur. Pon de Vel, şu sıralar ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

– Oyun yazarlarımız yazı yazmayı bırakmışlar gibi, artık bize iyi piyesler getirmiyorlar. Seni seviyorum, sen de beni seviyorsun diyecek gibi aşk ve macera konulu güldürü (vodvil) türü, hiçbir sanatsal değeri olmayan basit piyes ve temsiller sahneliyoruz, bıkkınlık vermiş durumda.

– Bunun sorumluları kimler, biliyor musunuz diye Louise sordu, sorusunun yanıtını beklemeden kendi verdi: – Yaşam sorunları konusunda yeni düşünceler içerecek piyeslerin yazılıp sahnelenmelerine izin vermeyen kişi Orleans Düküdür. İşte, anne, ben işin gerçeğini söylüyorum, uyduruyor değilim.

– Söylemek istediğimi, İsabelle-Louise, – Pon de Vel omuzlarını birleştirirek, ellerini oynatarak İsabelle’e gülümsedi, – sen söylemiş oldun. Markiz Marie-Claire boşuna üzülüyorsun, İsabelle-Louise’nin dediklerinde ben sakıncalı bir taraf görmüyorum. Bu nedenle oyun yazarlarımız yeni piyesler yazamıyorlar. Bu nedenle François Marie Arouet Voltaire de Fransa’yı terk etmek zorunda kaldı.

– Sığındığım Fransa’nın kendi çözemediği sorunlarını çözmek bana düşmez, – dedi Lord Bolingbrok Saint-John, – ama gerçeği söylemek gerekirse, Fransa’da politik sorunlar böyle yürüyor, sadece burada değil, İngiltere’de de aynı durum var. Her ülkede demir yumruklar halkın tepesinde… Görüyor musunuz, istesek de istemesek de politik konulara dönmüş bulunuyoruz. Politika iyileştirilemeyen bir hastalık, bu hastalığa yakalanan kişinin tedavisi zordur… İzlediniz mi bilmiyorum, – lord sözlerini hemen değiştirdi, ben “Pyram ile Tisbar” operasını beğendim. Kim yazdı onu?

– O operayı Franker, Rebel ve Lazer birlikte yazdılar, – tiyatro sanatı konusunda bilgili olduğunu belirtir biçimde Kont Arjantal konuştu.

– Ben de onu, Markiz Calandrini ile birlikte izledim, beğendim, düşündürücü yanları var, – Ayşet de operaya ilişkin görüşünü belirtti.

– Markiz Julie Calandrini örnek, akıllı bir kadın, – Calandrini adını Ayşet’in söylemesi Lord Bolingbrok’u memnun etmişti, – ben onu iyi tanırım, şimdi aramızdan ayrılan üvey annemin kız kardeşi. Bu nedenle operayı her ikimiz de beğenmiş olmalıyız, – lord işi şakaya vurdurarak konuşmasını sonlandırdı.

Birbirini seven, aynı sofrada oturan, içlerinden geldiği gibi konuşamayan iki kişiden daha zor durumda olan birileri olamaz. Bolingbrok ve Ferroller bunu anlamış olmalılar, birer bahane uydurup Edie ile Ayşet’i sofrada bir başlarına bırakıp salona geçtiler.

– Aisse, biricik sevgilim, seni gördüğüm için sevinç içindeyim, buluşma günümüzün saatini iple çekiyordum… – aralarında sofra durduğu için iki sevgili ellerini buluşturdular, – nasıl buraya geldin? Bolingbroklar bilerek mi bizleri bir araya getirdiler?

– Hayır, Edie, kardeşlerim habersiz beni buraya getirdiler.

– Aisse, biricik sevgilim, seni çok seviyorum.

– Ben de seni Edie. Benim senden saklı şeyim yok. Ama bunu başkalarının öğrenmelerini henüz istemiyorum.

– Olur, olur, Aisse. İlk aşk dedikleri de bu. Ebedi bir aşkla yuva kurma konusunda sana güveniyorum, kabul edersen, hemen şimdi, Bolingbrokların ve kardeşlerinin tanıklığıyla üstümdeki yemini, evlenme engelini atarım.

– Hayır, Edie, şimdi değil, daha sonra… biraz süre geçsin, daha sonra onu konuşuruz… Hadi salona geçelim, burada yalnız oturursak ayıp olur…

(Devamı gelecek)

İshak Maşbaş (tarihi roman, s. 408-419).

****

(s. 419-429)

Marie-Angélique Orleans Dükü’nün Feriol’lere geleceği günü gizlice Laroche’a söylemişti, öğleden sonra, şimdi onu bekliyordu, çok beklemedi. Önde iki atlı, gerisinde de iki atlı eşliğinde Kraliyet faytonu Saint Augustin caddesine çıktığında, hiçbir olağandışılık yokmuş gibi Laroche içeriden bahçeye koşup haberi kontese yetiştirdi:

– Konuk geliyor

– Aisse nerede?

– Desten’in gözetiminde konta kitap okuyor.

– Konta iki doz ilaç içirmişsin, dükle konuşurken uyuyup kalmasın sakın.

– Merak etme, kontes, bunu öncesinden düşünerek gerekli ayarlamayı yaptım.

– Jean-Batiste’in hazırladığı öbür ilacı Aisse’nin çayına kattığımızda onu uysal birine çevirebilir miyiz?

– Orleans Dükü’nün kadınlar için hazırlattığı bu tür ilaçların işe yaradığı uzun zamandan beri biliniyor.

– Bilmiyorum, bilmiyorum… – Marie-Angéliqu ansızın inildedi, – öyle diyerek fazla ilaç katma sakın, kızcağızın günahına girmek istemem… Her neyse Tanrının dediği olur, bizim de başımızdan öyle şeyler geçmemiş değil.

Marie-Angélique kuşku uyandırıcı bir gözle Laroche’a baktı, yetmedi, asıl niyetini belli etmeyecek biçimde gülümsedi.

“Bil bakalım, şimdi bunun gerçek niyetini?” – doktor içinden kendine sordu. – Söylüyor – sonra vazgeçiyor – pişmanlık duyuyor.

Yıllar boyunca kontesin neye acıyıp acımadığını anlayabilmiş değilim, ikisini de oynuyor: Bir iyilik yapıyor, derken geri kapıyor. Aisse’yi sevmediği, sorunları ile ilgilenmediği için değil. Kaçırdığı gençlik günlerini anımsadığında, yapacağı şeyleri düşleyerek yaşıyor. Peki, Aisse onun doğurduğu kızı olsaydı, Aisse’ye bunu yapar mıydı? Claudine-Alexandrine kız kardeşi değil mi, aynı kanı taşımıyor mu? Kız kardeşinin yaptıklarını, aynı haltları birlikte yediklerini bilmeyen biri olabilir mi..”

– Laroche ne diye bekleyip duruyorsun? –doktorun vurdumduymazlığı Marie-Angélique’i şaşırtmıştı, bir çıkışta bulundu. – Kontu karşılayıp konuk odasına getirin. Aisse de, bir türlü can vermeyen birinin başında, perişan oldu, çok önemli bir konuğumuzun geldiğini söyleyin de üst başına bir baksın.

Bir konuk geldiğini Ayşet’e söylemeye gerek yoktu – konuk odasından gelen keyifli sesler durumu belli ediyordu. Aynı sesler Kont Charles de Ferriol’e de ulaştı, kont başını kaldırdı, Ayşet’in okuduğu parçayı dinlemekten vazgeçip Desten’e seslendi:

– Yahu, Desten, ne diye oturup duruyorsun? Gidip ne olduğunu öğren. Bugün yarın diye birkaç aydan beri yolunu gözlediğim kardeşim Augustin-Antoine döndü mü yoksa?

– Hayır, kont, – Laroche geleni söyledi, – gelen kişi kont kardeşin değil, onu da bekliyoruz, şimdi gelen büyük bir konuk, Orleans Dükü senin için geçmiş olsuna geldi.

– O mu konuğumuz?.. – duyduğunu önemsememiş gibi sorup kızmış halde oturdu, biraz bekledikten sonra yeniden sinirlendi: – Hasta ziyaretine gelmesi için hasta olduğumu ona kim söylemiş!.. – Şimdi daha yüksek bir sesle haykırdı. – Ayakta duramayan yatağa düşmüş olan biri miyim ben?!

– Papa, hasta değilsin, rahat ol, – Ayşet kontun elini okşayarak tuttu, “dük senin için değil benim için getirildi” dedi kendi kendine, ardından kontu yatıştırmaya çalıştı: – Dük boşuna sana gelmiş, en güzel elbiseni giy de evimize gelen birine insanca bir karşılama yapalım.

– Tabii, Charlotte-Elizabéth Aisse, evimize gelen birine insanca davranacağız. – Kont, Ayşet’in “evimize gelen” sözünü beğendi ve güldü: – Desten, diplomat takımımı hemen getir, sen de Aisse, en güzel elbiseni giy, neye benzediğimizi düke gösterelim. Keşke dük geleceğine Kral XIV. Louis’nin kendi geleydi, ona çok şeyi söylerdim. Acelemiz yok, bir gün o da gelir bize. Doğru değil mi, Aisse, canımın içi?

– – Öyle, papa, – “Sakinleştiğini sanmıştım, ama bana duyduğu şeyi unutmamış” diye içinden geçirerek ve “papa” sözcüğünün üstünü bastırarak konuştu: – Konukla konuştuğunda dikkatli bir dil kullan, çok değil, az konuşanın daha akıllı olacağını ona belli et.

– Aisse, sana öğrettiğim şeyleri unutmamış olmana seviniyorum.

Orleans Dükü’nün alındığı konuk odasının iki büyük kapısı Desten denir denmez açıldı, Marie-Angélique gördüğü ve duyduğu şeyi bildirir şekilde konuştu:

– Kont Charles de Ferriol ve Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse!

Ayşet’in güzelliği dükü ayağa kaldırdı, ayağa kalkma adeti olmayan Marie-Angélique de yerinde oturamadı.

– Büyük bir konuğumuz var, – dedi Kont Charles de Ferriol başıyla konuğu selamlarken, ardından sözlerine devam etti: – Geleceğin bana bildirilmedi, ama değer verip ziyaretime geldiğin için, bu eksikliği bağışlıyorum. Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse’yi tanıyorsun, seninle tanıştırmam gerekmiyor. Peki, Kontes Marie-Angélique, konuğumuzu boş sofraya mı buyuruyorsun? – Kontun demesi üzerine sofradaki meyve ve tatlılara uygun düşecek şarap ve çay da bitişik odadan konuk odasına getirildi. – Dük, hangi şarabı beğeniyorsunuz?

– Benim beğendiğim şarap, kont, evinizde içilen şaraptır, – içinden “fazla gevezelik ediyorsun” diyerek dük, konta gülümsedi, – senin de bunu beğendiğini şimdi öğrenmiş bulunuyorum.

– Dük, yanılmamışsın. Kırmızı Burbon şarabıyla güzel kadınlara hep değer vermişimdir. Kadehlerimizi yeryüzündeki bütün güzel kadınlar için kaldıralım, bu şarabı sevdiğimiz gibi, erkekler de onları sevsinler!

– Papa… – dedi alçak sesle Ayşet, ardından gülümsedi.

– Evet, Aisse, evet, kontes ne demek istediğini anladım… Ama, ne olacaksa olsun, güzel kadınların şerefine bu kadehi içeceğim.

– Öyleyse, kont, – dedi dük, kurnazca Marie-Angélique ile Ayşet’e de göz ataraktan konuştu, – izin verirsen sözlerine şu eklemede bulunmak isterim: – Soframızda bizimle birlikte oturan bu iki kadın yeryüzündeki en güzel kadınlardandır, onların onuruna bu kadehlerimizi ayağa kalkarak içelim.

– Öyle diyorsan, benim de onlar için yapmayacağım şey olamaz, senin altında kalmam, – dedi Charles de Ferriol, güçsüz ve dermansız olduğunu unutarak kalkmaya çalışırken şarap kadehinin yarısı üzerine döküldü, ardından koltuğuna yığıldı, bardakta kalanı içti, biraz oturduktan sonra konuştu: – İşte böyle, yiğitlik taslamak istesek de, artık yaşlandık… Sen de benden fazla geride kalmıyorsun, dük, kadınlar konusunda ne düşünüyorsun?.. Yaşlanıyorum diye sakın o işi savsaklama… Değerli konuğumuzun karşısında uyku mu bastırıyor beni… Neredesin, Aisse?..

– Papaya şarap yaramamış… – Ayşet ayağa fırladı ve kontun başını göğsüne yasladı, – uyuma ve dinlenme vaktin geldi… Papayı mazur görün, Fransa’nın ışığı, beni de bağışla, onu yatırmam ve dinlendirmem gerekiyor.

– Ülkenin en önde kişisi bize konuk geldi, mahcup düştük, Charlotte-Elizabéth Aisse, fazla oyalanmadan geri gel diye seslendi Ayşet’in arkasından, – yeter artık katlandığın onca zorluk, şöyle bir hava al. İşte durum böyle, sayın dük, kime anlatırsan anlat, gözleriyle görmedikten sonra, insan, Feriol’lerin kont yüzünden bu başına geleni kimseye anlatamazsın… Üstelik Kont Auguste-Antoine Ferriol uzakta, iyi bir işi olup Paris’te bulunsa çok iyi olmaz mıydı? İki aileye bölünmüş olduk, kazancı bize yetmiyor. Gördüğün bu zavallı kontun başına geleni kim öngörebilirdi ki, üstelik evlenme çağına girmiş bir kız da başımıza kaldı. “Evlenme çağındaki kız” dememe şaşırma, dük, “papa” dediği kişinin durumunu gördün, hangi uğursuza yem olur o kız, kendini övme yerine başının çaresine baksa daha iyi olurdu. Kendisine baktığımız bu Çerkes kızının beklediği özgürlüğü (azatlığı) ona verse bile, kontu terk etmez, kendisine yapılan iyiliğe karşılık vererek, ebediyen, yaşlı bir nine olana, kont ölüne dek başucunda bekleyip duracak. Bu kız senin gördüğün ve tanıdığın kızlardan değil.

– Doğru söylüyorsun, kontes, – dük gülümsedi ve kapıdan yana baktı, ardından içindekini kontesten gizlemedi. – Bu yıl onunla karşılaşmış olmasaydım, sözünü bile etmezdim.

– Ağzına almadığın şeyin tadını bilmezsin, dük, onu çok mu arzuluyorsun?..- Marie-Angélique karşısında oturan kişinin kral naibi bir dük olduğunu unutmuş, utanma arlanmayı bir yana atmış, sert bir bakışla ona bakarak sordu.

Düzenbaz dük de kontesle dalgasını geçti.

– Kontes, o denli kaygılanma, sana doğrusunu söyleyeyim: İyi bir dönemindesin.

– İnanmam! – Marie-Angélique duymak istediği şeyi duymuştu, yine kestirip attı, ardından kıkırdayarak içindekini söyledi: – Öyle diyorsan ne diye yokmuşum gibi daha ötelere bakıyor, öpüşmesini bile bilmeyen birini arzulayıp duruyorsun? İneğe göre buzağısı daha güzel görünür diye mi? – diyerek şakalaştı. 

– Kapıya bakmaktan yorulmadın mı? – Marie-Angélique şaka mı ciddi mi anlaşılmayacak biçimde konuşarak dükü rahatlattı: – Kaygılanma, Charlotte- Elizabéth Aisse’nin evimizden çıkıp gideceği bir yeri yoktur, sonunda geri gelir, ama Şövalye Blaise-Marie de Edie’yi ona unutturabilecek misin, işte onu bilemem… – kontes Laroche dışında kimsenin bilmediği durumu yavaş yavaş ve şakaya vurdurarak düke duyurdu.

– François Voltaire’i ülke dışına sürdüğümüze, onun arkadaşı Lord Bolingbrok İngiltere’den buraya sürüldüğüne göre, biz de Şövalye de Edie için yapacak bir şey buluruz, – dük sorulan soruya düşünmeden yanıt verdi.

“Bu kişi, damat adayımız olma ötesinde, aşk peşinde koşan bu kart kişi amma da zalim biriymiş dedi içinden… – Marie- Angélique duyduğu bu sözler karşısında irkildi. – Tanrı kimseyi bu kişi gibi birinin yatağına düşürmesin!.. Onun gibi birinin hakkından, ancak benim gibi biri gelebilir, Aisse gibi çaresiz biri gelemez… Hey gidi hey, benim gibi hakkından gelebilecek birinin eline düşseydin dük görürdün gününü, iflahını keser, kadın denen kişileri görmekten köşe bucak kaçardın… Öyle ama, yüzümüze gülen, bizimle şakalaşan bu kişi için gereksinim duyulacak biri olabilir miyiz?.. “ Bir zamanlar içi kabarıp taşan kontes içinden kendi kendine konuştu, geçmiş ve bugünkü durumu karşılaştırdı,  anlam vermediğinden içinin bunaldığı bir sırada Ayşet misafir odasına döndü.

Durum Orleans Dükü ile Kontes Marie-Angélique’in umduğu gibi gelişmedi: Odaya gelen Ayşet yüz hatlarıyla bir şeye üzülmüşse de fazlaca üzülmüş gibi de görünmüyordu, konuğun önünde ekşi bir surat takınmaması yönündeki Marie-Angélique’in ricasına uyarak, ayrıldığı sofraya yeniden oturdu ve konuşmaya başladı:

– Papayı rahatlattım, artık bir kaygı duymuyorum.

– Yaşlılıkta, bir de hastaysan çok şeyle karşılaşılır (değuabe xeĺ) dedikleri bu olmalı… – “onu rahatlatacak olan biz miyiz” Marie-Angélique kendisini överek, ona acıdığını Ayşet’e hissettirecek biçimde inildedi, ardından yakınlaşmaya başladığı konuktan çekinmeden uyarıda bulundu: – Yahu böyle birbirimize bakıp duracak mıyız, Fransa’nın ışığı, bir konuşma (hohu) yap da içelim.

– Konuşurum tabii, ama Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse ağzına içki koymuyor.

– O benim kusurum, dük, – yanakları kıpkırmızı olmuş olan Kontes Marie-Angélique uygun bir biçimde sorumluluğu üzerine aldı, içki denen şeyden uzak tutarak ve onlara göz kulak olarak Aisse ile oğullarımı büyüttüm. Tamam, Aisse, izin veriyorum, babanızın sevdiği bu iyi cins şaraptan biraz iç, için açılır, kont yüzünden çektiğin sıkıntıyı biraz olsun unutursun.

– Marie-Angélique mama, – Ayşet sesini yükseltmeden gülümsedi ve konuşmasını kestirip attı, – şimdiye değin sözünden dışarı çıkmadım, seni hep dinledim, ama şimdi bu dediğini yerine getiremeyeceğim.

– İşte, – Kontes Mari-Angélique yakışıksız biçimde bir iç çekti ve kendini övdü, – Charlotte-Elizabéth Aisse’yi dük duydun ve gördün.

– Bravo, Charlotte-Elizabéth Aisse, – dedi dük, yapmacık ve yalancıktan tavrını belli etmeden şarap dolu bardağını kaldırdı, – yine iyi bir gözle sana bakmamı sağladın. Bu bardağı senin adına, senin temiz ve güzel bir kadın olman adına kaldırıyorum.

– Beni de unutma, bardağımı seninle birlikte kaldırıyorum, – Marie-Angélique konuğun söylediklerinden kendine pay çıkardı, şarabını içtikten sonra kırmızı dudaklarını silerken, dükün ne diyeceğine aldırmadan homurdandı: – Anası dururken kızı için kadeh kaldırmanın ne demek olduğunu bilmiyorum… – Ardından mezelerden atıştırıp hizmetçi kıza seslendi: – Aisse’nin çayını değiştirin, soğudu!

Aisse, Kontes Marie-Angélique’in konuğun karşısında kendini saldığını fark etmişti, ama bunu neye yoracağını bilemiyordu: – “Ne diye kontes bugün kendine değer vermiyor? Hiçbir zaman böyle yapmamıştı? İçkiden desem, daha çok içtiğini de gördüm, ama konuşmasına dikkat etmediği, yakışmayacak sözler ettiğini hiç görmedim. “Orleans Dükü geldiğinde yüzünü ekşiltme” diye bana akıl veriyordu, konuşmak için ondan bana sıra gelmiyor… Benim için çağırdığı konuk da bunu anlamış olmalı… Papa konuşurken sofrada uyukladı, onu kınayamayız. Hasta, kocamış olmalı, hemen yoruldu. Marie-Angélique mamada görmediğim davranışlar belirmeye başladı, neşe içinde, düke ilgi duyuyor, güzel görünmeye çalışıyor… Pon de Vel ile Arjantal’in Paris dışında oldukları bir sırada ne diye dükü bize getirdi ki?..”

– Şimdi sen ve ben, ikimiz, Fransa’nın ışığı, bu kadehleri kendi şerefimize kaldırıp içelim…

– Mama!.. – ne dediğine ve ne yaptığına dikkat et der gibi Ayşet kontese bir göz attı.

– Aisse, sen bize aldırma, çayını içmene bak… – Marie-Angélique Ayşet’e çayını işaret etti.

– Senin şerefine, kontes, bir değil, daha çok kadeh içerim, – “ilacımı sanırım kızın çayına katmış olmalılar” dedi dük içinden, kuşkulandığı şeye gülümsedi, -gücenmeyeceksen, benim başka bir konuşmam (hohum) olacak: Kont Ckarles de Ferriol adına bu kadehi kaldırıyorum. Hohu (konuşma) yaparken, içkisini içerken, düşündüğü şeyi söyledi: – Yeterince oturduk, ziyaretine geldiğim Kont Charles de Ferriol ile fazla görüşemedim, ama sağlık durumunu öğrendim, Kontes Marie-Angélique’i uzunca bir süreden beri tanıyorum, ama ilk kez sofrasına oturdum, sana gelince, Charlotte-Elizabéth Aisse, seni daha yakından tanıma fırsatım oldu, yine karşılaşır ve görüşürüz, birbirimizi daha yakından tanırız. Ayrılma vaktim geldi, konta iyi dileklerimi yollarım, ben, – sıcak ve umut dolu bir gözle Ayşet’e baktı, – yeniden bir araya geleceğimiz günü iple çekerek kalkıyorum, çayınız, şarabınız ve her şeyiniz benim için çok mükemmeldi.

Dükün kraliyet faytonu cadde dönemecine sapınca sesi duyulmaz olunca, Marie-Angélique içtiği şaraba bir göz attı ve yelpazelenirken konuştu:

– Evet, Aisse, Orleans Dükü bizde fazla kalmadı, evimize geldiğini gördük, parıldayan faytonu kapımızın önünde bekledi, bu kadarı bile her şeye değer. Bütün bir Paris bize imrenecek, kıskananlar da az olmayacak, gözleri kalacak, isterlerse dillerini ısırsınlar, hiçbir şeyleri umurumuzda değil! Bugün, Aisse, kendimden ve senden memnun kaldım, büyük konuğumuzu güler yüzle karşıladın, yakınlık verdin, beni mahcup etmedin. Doğru konuş, Aisse, dük büyük bir kişi olarak uygun biri değil mi? Şakalaşması, konuşmaları, şarap bardağını tutuşu, gözlerinin berraklığı, dişlerinin bembeyaz parıldayışı, sırtının dik duruşu… hepsi mükemmel değil mi, Aisse?

– Bilemiyorum, senin gibi bakmamış olabilirim… – Ayşet beğenmediği bu şeyleri kontese geri attı.

– Bakamazsın tabii, kafanda şövalye var!.. – kızmamış, ama yorgun bir yüzle Marie-Angélique Ayşet’e çıkıştı. – Hey gidi, senin gibi bir genç kız olsaydım, düke düklüğünü unutturur, onu baştan çıkarırdım…

– Marie_Angélique mama, yaşım diye kendini yiyip bitirme, – “mamanın içindekini dökmesine fırsat vereyim” diyerek Ayşet, kontesi övmeye başladı, – sofrada bizimle otururken Orleans Dükü’nün seni unuttuğunu, bir kenara koyduğunu görmedim.

– Öyle mi?! – diye Marie-Angélique sevindi, gençlik günlerini anımsamış olmalıydı, yanakları kızardı, pembeleşti, solgun gözleri yeniden parıldadı, – Öyle mi, Aisse?.. Şaka mı yapıyorsun?..

– Şaka yapıyor değilim, – kontesi daha da inandırmak için Ayşet dediklerini pekiştirdi, – gördüğümü söylüyorum, sadece.

– Evet, Aisse, – Marie-Angélique insanın içini acıtacak biçimde bir ah çekti, – iki oğlan çocuğunu doğurup kenara çekildi diyorlar benim için… Erkeklerin dikkatini çekecek bir tarafımın kaldığını unutalı uzun bir zaman oldu… İşte, söylemesem de görüyorsun, içimde uyanan ateş yeniden beni yakıyor… Tamam, dediklerime kulak asma, bugün ne kadar da geveze biri olmuşum… Git, Aisse, sen de dinlen. Orleans Dükü, bize ne yapmış, ikimizi de etkilemiş ve yormuş anlaşılan…

Ayşet ayrılır ayrılmaz Laroche odaya damladı, hararetini soğumuş çayla söndürmeye çalışan kontese baygın ve yakıcı bir gözle baktı:

– Bakıyorum, kontes, çok güzelsin… – içinden “Aisse, seni dolduruşa getirmiş, ama yalancılığın asıl daniskası bende” diyerek Laroche kontese gülümsedi.

– Güzel isem, güzel olmamı sağlayan şey, temiz ve yakışıklı bir erkeğin yanında oturmuş olmam nedeniyle…

– Yanında oturduğun kişi kadar yakışıklı olmasam da, ondan daha fazla körelmiş biri değilim…

– Kendini övme, biraz ara verip yanıma geldiğinde bu dediğinin doğru olup olmadığını öğreniriz…

Marie-Angélique’in dediği gibi, Orleans Dükü’nün Ferriol’lere ziyareti bir ay boyunca Paris’te anlatılıp durdu, ama bunu unutturacak bir olay, bir akşam Markiz Deffan’ın salonunda yaşandı.

Markiz otuzuncu yaş karşılamasını sessizce kutlamak istediğinden, en sevdiği yirmi kadar dostunu kutlamaya davet etmişti. İtalya’da bulunduğu için aralarında olmayan Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin yokluğunda Ayşet de kutlamaya gelmişti. Üç aydan beri görüşmemiş olan Claudine-Alexandrine ile Ayşet’in sohbet edip oturdukları bir sırada du Deffan’ın teşrifatçısının yüksek sesi duyuldu:

– Orleans Dükü, Fransa’nın ışığı, teşrif ediyorlar!

Şaşkına uğrayan markiz ve konukları, ne diyeceklerini bilemeden bakışıp kaldılar, kapıdan içeri giren davetsiz konuğa isteksizce ayağa kalktılar. Kafası iyi olan dük karşısındakileri fazla bekletmeden konuştu:

– Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse de Ferriol burada olacağını bana söylediği için aranıza katılmaya geldim.

– Dük, sana bir şey söylemiş değilim! – diyerek Ayşet yanaklarından ateş saçar gibi sert bir sesle düke karşılık verdi. – Ne diye bana iftira atıyor, ne diye bana karşı saygısızlık yapıyorsun?! Onurlu biriysen peşimden düş, bunu yapmazsan söyleyeyim: Saçımı kazıtır bir manastıra kapanırım! Deffan, canımın içi, bu beni aşağılayan kişiyi daha fazla görmek istemiyorum, beni evime gönder.

– Hayır, Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse, bir başına dönmene izin veremem, – Orleans Dükü’ne kızgınlığını belli eder biçimde Claudine-Alexandrine ayağa kalktı, – ben seni evinize, de Ferriollerin evine ulaştıracağım. Gidelim, Le, – dedi Fransa Büyük Meclisi danışmanına, döneceğim anlamında bakarak, Le Frêne’ye söyledi, – Sen de bizimle gel.

(Devamı var)

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 419-429)

 

****

(s. 429-438)  

III

Acı insanı yer bitirir, acıyı aşmayı başarırsan yeni umutlara yönelebilirsin, ama herkes öyle yapamaz, her istediğini gerçekleştiremez.

Bu şey, talihsizlik Orleans Dükü yüzünden Ayşet’in başına gelmişti: Yıllardır sözünü dinlettiği aşk atının bu kez kolanını (kemerini) gevşek bırakmış oldu ya da başka şekilde söylersek, “durmasını bilmeyen biri, kendisini durduracak biri ile karşılaşmıştı” (mıvçurer kivıçuç’ oç’e). Markiz Deffan’ın doğum günü partisinde Orleans Dükü’nün düştüğü durum, Paris’te günün konusu olmuştu, dillerde dolaşıp duruyordu. Ama Ayşet bunu unutturacak bir durumla karşılaşmıştı. Ayşet’te hamile bir kadının aşermeleri belirmişti, yeterli bilgisi olmasa da, Ayşet’i bir kuşku ve korku sarmıştı, gülme yerine ağlamaklı birkaç gün geçirmişti. Sonunda durumu Sophie’ye açtı:

– Sophie, ne yapacağımı bilemiyorum, ne olduğunu bilemediğim bir durumdayım?..

– Bir durumlarda mısın yoksa sana öyle mi geliyor? – diyerek Sophie Ayşet’e sordu ve devam etti: – Şövalye bu durumu biliyor mu?

– Bilmiyor… – Ayşet sorguya çekiliyormuş gibi ürperdi. – Ne diyecektim, söylemeli miydim?..

– Söyleyecektin, söyleyeceksin! – dedi Sophie daha yüksek bir ses tonuyla, ardından oda kapısını kapattı. – Bebek sadece senin ürünün değil, bunun böyle olduğunu bilmiyor musun? Sıkıntıyı seninle paylaşsın,- şimdi daha sert ifadelerle konuşmasını bağladı.

– Kendim isteyerek yaptığım bir şeyden Edie’yi sorumlu mu tutayım?!

– Bu işi ikiniz birlikte yaptınız, başkalarının diline düşmemeniz için seninle evlenmeli!.. – Sophie’nin sözleri Ayşet’in canını daha da sıktı: – Claudine’in yaptığını senin de yapmanı istemem…Orleans Dükü’ne haddini bildirdiğini duyanlar, bu şeyi sana yakıştıramazlar.

– Hayır, Sophie, gizleyecek değilim, de Edie’yi seviyorum, bu başıma gelen işte onun bir suçu yok. Yine söylüyorum: Evlenme yasağı olan şövalyeyi bilerek bu işe bulaştıran benim, onu kınayamam.

– Sen o gün arzulu olarak onun yanına gitmiştin, peki şövalye, kendi üzerinde bulunan evlenme yasağını bilmiyor muydu! – Sophie, dediklerinden geri adım atacak gibi değildi. – Aisse, Edie’nin seninle evlenmek istediğini sana söylediğini biliyorum, ama böyle bir ilişkiye girmeden önce seninle evlenmeliydi. Kadını zor duruma düşürmemek, öncelikle erkeğe düşer. Erkek işin içinden sıyrıldı, ama seni zora soktu… – Sophie içini boşaltana dek sayıp döktürdü, ardından Ayşet’e sarılıp ağladı.

Üzüntü ve sevincini belli etmeyen bir kişi olan Ayşet, daha fazla dayanamadı, ama ardından hızla toparlandı.

– Tamam, Sophie, dövünüp durmayalım. Tanrı öyle yazmış olmalı, başıma gelene katlanırım, bunu Şövalye de Edie’den gizleyecek değilim. Ama o senin dediğin şeyi yapmam, benimle evlen dese de kabul etmem. Düştüğüm durumu anla diyerek onun yaşamını alt üst edemem. Tek çıkış yolumdan söz etmesem bile ne yapacağımı biliyorum…

Üzüntü içine dalmış olan Sophie, gözleri fırlayacak biçimde Ayşet’in sözünü kesti:

– O şeyi aklına getirme, Tanrıdan kork!

– Evet, Sophie, Tanrı tek dayanağım, tek umudum. O’nun dediği gibi yaşarım, şövalye de O’nun sözünden çıkmaz… – Ayşet, Sophie’yi yatıştırmaya çalışırken kapı tıklatıldı. – Ses çıkarma, gider… – Ayşet elini dudağına götürdü, içinden “şu an de Edie dışında kimseyi görmek istemiyorum” dedi, biraz sonra Sophie’ye fısıldadı: – Kapıyı aç, saçlarıma şekil veriyormuşsun gibi yap, kapıyı çalışından o kişinin yeniden döneceğini anlıyorum.

Kapı çalma alışkanlığı olmayan Marie-Angélique kızgın ifadeler saçarak içeri girdi:

– Claudine’in geldiği bu günde, siz ikiniz içeriye kapanmış ne diye böyle çene çalıp  oturuyorsunuz, haber gönderiyorum, duymuyorsunuz. Sophie, Aisse’nin saçını güzel biçimlendirdin mi! Bu akşam Orleans Dükü’nün Plais-Royal’de vereceği partiye Claudine’le çağrılıyım. Kaygılanma, davetiyeleri getirenler senin adını söylemediler. Kraliyet naibine haddini bildirdiğin haberi bütün bir Paris’e yayıldı, bu yüzden Feriol’lere sert bir karşılık verileceğinden korkmuştum, ama olgun biri gibi davranmayı seçti.

– Edepsizliğini anlamış olmalı… – diye Ayşet kontese çıkıştı.

– Tanrının sevgili kulu, Aisse, sende bir çekiç ustasından daha fazla, daha katı bir taş sabrı var!.. Peki Sophie, saçım için bir şey demiyorsun?

– Kontes, saçını çok güzel yaptırmışsın, – Sophie gördüğü şeyi övmeden edemedi, – Onu düzeltme bir yana, dokunmaya bile gelmez.

– Öyle mi?.. – Marie-Angélique aynaya yaklaştı, “ona dokunacak, koklayacak erkeği görürseniz” diyerek kendisine baktı, yaptığı şey için övündü: – Bir avuç para döktüğüm şey elbette güzel olur!.. Partiye katılacağım, Sophie, saçlarımı Aisse’ninkinden daha güzel yaparsın.

– Kimseye laf söyletmem, elimden gelen özeni gösteririm.

– Bize yetmeyen paradan para almaya kalkışma, o zaman anlaşırız, sana verilen kadarı yeter… – kontes işi şakaya vurdurur gibi konuştu. – Sorun değil. Palais-Royal’e gitmemize daha bir saat var, aşağı bir in. Claudine-Alexandrine seni görmek istiyor.

– Bunun için mi üst kata çıktın? Birini göndersen yeterdi. – Ayşet, şişman kadınların sevdiği kokular sürünmüş olarak odadan çıkmakta olan kontese, seslendi.

Marie-Angélique kapı eşiğinde durdu, şakacı bir tavırla yanıt verdi:

– Yakışıklı kont kaynımın odasına güzel kokular yaymak istemiş, onun için gelmiştim..

Ne durumda o zavallı, onu en son dün ya da önceki gün mü ne görmüştüm?..

– Papayı sorduğun için teşekkür ederim, Marie-Angélique mama, – güçlükle kendini tutarak konuştu Ayşet. – Şimdilik başına elleyebiliyor, bildiğin gibi, ne dediğini bilmeden bir ileri, bir geri konuştuğu oluyor.

– Seni de mi tanımıyor?

– Beni tanıyor, Desten’lere küskün.

– Sana askıntı olmasın da tek, seni tanıması iyi… – kontes alışık olduğu gibi Ayşet’e bir iğneleme yapmadan edemedi. – Bunca yaşa geldikten sonra hep sağlıklı kalmayı bekleyemezsin, yaşlılık istemeden başa gelir, hastalık da kişiyi yiyip bitirir. Kont Auguste-Antoine’ı bugün yarın bekliyorum, geldiğinde zavallı baban için ne yapabileceğimizi daha ayrıntılı konuşuruz, Aisse. Öyle kötü gözle bana bakma, küçük kızım, senin düşündüğün şeyi düşünmüyor değilim, uzatmadan alt kata gel, zamanımız kalmadı.

– Bağışla beni, Aisse, bu kadını anlayamıyorum, – Sophie, odadan ayrılan kadının arkasından mırıldandı, – içindeki ile dudağındaki şeyin mesafesi, benimle olan mesafesinden fazla. Dediklerine inanma. Güzel kokusunu ne amaçla süründüğünü bilmediğimizi sanmasın, Laroche için süründü. Genç geçinen bu kadın kimin umurunda?! – Sophie pencereyi açmak üzere iken, Ayşet kusacak gibi oldu, bitişik odaya koştu. – Bu durumda iki cadı kız kardeşle nasıl baş edersin… Giyin, ona düşkün biri gibi görünme, dikkatli ol. Ben dışarı bir gideyim, sana iyi gelecek bir ilaç arayayım.

Sophie’nin dediği gibi Aisse giyindi ve süslendi, Palais-Royal’e gidecek olanlar için aşağı kata indi.

– Charlotte-Elizabéth Aisse, sen de bizimle gelecek misin, son derece güzel giyinmişsin de? – gözleri sevinç pırıltısı içinde sordu Marie-Angélique.

– Aisse yanımızda olursa, daha havalı oluruz, – göz kamaştırıcı güzellikteki Claudine-Alexandrine’i Ayşet’i övdü, onu kıskanıyormuş gibi davrandığı için pişmanlık duydu, – biraz solgunsun, rahatsız mısın?

– Hayır, Claudine, – Ayşet gülümsedi, – öyle bir durumum yok.

– Rengi iyi olamaz zaten, – Marie-Angélique, Ayşet için her zamanki gibi konuştu, – kendi dışında kimsenin kontu düşünmediğini sanıyor, başucundan ayrılmıyor, o yüzden perişan oluyor.

– Aisse, ne yapıyorsun böyle?!. – Bir akşam Ayşet, Orleans Dükü’ne haddini bildirdiğinde, içindeki ile dudağındaki farklı biçimde Claudine-Alexandrine, söylemiş olduğu sözleri yeniledi. – Hep genç ve güzel kalacak mısın, ne diye ciddi ve katı davranıp fırsatları kaçırıyor, dünya nimetlerinden kendini yoksun bırakıyorsun? Yaşa, keyfine bak, mutlu ol, yaşamdan alabileceğin her şeyi almaya bak.

– Tabii öyle, Claudine, – Marie-Angélique kız kardeşine arka çıktı.

– Bunu ancak gençlik günlerini yitirdiğinde anlarsın, – Calaudine-Alexandrine kesintiye uğratılan konuşmasını tamamladı. – Yaşlandığında durumu anlarsın.

– Öyle, öyle, Claudine, zavallı kont kaynımın başına gelen de budur.

– Marie-Angélique mama, sana da diyorum, Claudine, papadan söz edilmesini istemiyorum!.. – Ayşet’in yanaklarından ateş saçıldı. – Mutlu olacağım, zevk alacağım diyerek, Tanrı’nın bağışladığı gençliğime saygısızlık edemem, herkes kendi kalbine ve kendi onur anlayışına göre yaşasın. Söylemek istediğiniz şey buysa…

– Hayır, Aisse, – Claudine-Alexandrine kız kardeşine bir göz atıp Ayşet’in konuşmasını kesti, – bu bir başlangıç noktası oldu, iç açıcı olmayan bir haber, duymamış olabilirsin, sana söylemek istiyoruz.

– Ne gibi bir haber?!. – Ayşet duyduğu bu haber karşısında haykırdı.

– Beni mi çağırdın, Charlotte-Elizabéth Aisse?.. – İlaç getirmekte olan Sophie, Ayşet’in yüksek sesi üzerine odaya koştu.

– Hayır, Sophie, seni çağırmadım, – Ayşet yeniden sakinleşti, – biz burada bir şey konuşuyorduk.

– Evet, biz burada bir aile sorununu görüşüyoruz, – dedi Marie-Angélique yumuşak bir sesle Ayşet’i destekleyerek, – sen git, kendi işlerinle ilgilen.

– Dinliyorum, Claudine, – Ayşet kontese soğuk bir bakış yöneltti.

– Öyleyse, Ayşet, sen haberi duymamış olmalısın… Biz de yeni duyduk. Şövalye Blaise-Marie de Edie senin için Orleans Dükü ile düello edecek.

– Öyle şey olamaz… – Ayşet duyduğu bu söz üzerine irkildi, sesini alçalttı. – Bilgim dışında Edie öyle şey yapmaz.

– Yapar yapmaz, ortalıkta dolaşan söylenti bu… – Claudine-Alexandrine Ayşet’ten beklediği yanıtı almış ve insanın içine işleyen yumuşak bir sesle yanıtını vermişti.

– Öyleyse erkeklerin yalancılığını öğrenene değin bekleyip dur!.. – Marie-Angélique erkeklerden artık eskisi gibi yüz bulamamanın hüznüyle içini boşaltmış, erkekleri suçlamıştı. – Erkeklerin hepsi aynı ağacın tepesinden dökülmüş tohumlar gibiler. Ben mi bilmeyeceğim onları! Hele onları bir elde et, onları peş peşe parmağında oynatırsın… Evet öyle, Aisse, Charlotte-Elizabéth Aisse, – Ayşet’in Fransızca adını bastırarak konuşmasını sürdürdü, – Şövalyeyi öyle tehlikeli bir işe sokmaman gerekirdi. Böyle bir işten zarar görmesek bile, bir yarar da görmeyiz. Böyle bir kötü işe Ferriol’lerin, Tencinlerin kalkıştıklarını hiç duymadım. Kraliyet ailesinden olumlu söz edilir, onlar düelloya davet edilmez.

– Sana hakaret etseler bile bir şey demeyecek misin?!. – Ayşet zor bir duruma düşmüş olsa da, taşıdığı bebeği unutmuş, geri adım atmıyordu. – Kadına haksız iftira atıp onu küçük düşürse bile bir şey demeyecek misin, öyle mi?!. Claudine, unuttun mu, toplum içinde bana nasıl saygısızlık ettiğini?

– Unutmadım, – Claudine-Alexandrine o akşam Ayşet’i eve getirdikten sonra, Le Frêne’yi geri göndermiş, Orleans Dükü ile gece nasıl bir olay yaşandığını unutarak, daha şatafatlı bir sesle durumu değiştirdi, – ben de dükten öyle bir şey beklememiştim, kokteyldekiler de onun davranışını yerinde bulmadılar. Ama Fransa’da tanınan bu iki ünlü kişinin arasında seninle ilgili olarak patlak veren bu hoş olmayan işten çıkmanın bir yolu var. Hele bir izin ver, Aisse, konuşmamı tamamlayayım. Bizimle birlikte Palais-Royal’e gelir, kral naibi dük seninle konuşur ve seni ağırladığını da görürlerse, başkaları bunu barıştığınıza yorarlar.

– Evet, evet, Aisse, – Marie-Angélique yine kız kardeşinin görüşüne arka çıktı, – öyle tabii, Kral Naibi Orleans Dükü’nü düelloya çağırmakla Fransa’ya savaş açmak aynı anlama gelir.

– Bu dedikleriniz sizlere mi ait, yoksa Orleans Dükü’ne mi ait? – Ayşet gülümseyip sorduğu sorunun yanıtını kendi verdi: – Dük bana hakaret ettiğini toplum önünde kabul edecek ve özür dileyecekse sizinle gelirim.

– Biz ne istediğimizi, Charlotte-Elizabéth Aisse, sana söyledik, – içinden “bunun ne dediğine, ne istediğine bakın” diyerek Claudine-Alexandrine lafını değiştirdi, – Kimse bize öyle bir görev vermedi.

– Öyleyse boşuna konuşmuş olduk.

– Nasıl istiyorsan öyle yap, Aisse. Biz şövalye ile senin durumunu iyileştirmeye çalışıyorduk, – gülümseyerek Claudine-Alexandrine Ayşet’e yanıt verdi, – öyle diyorsan, ikinize şans dileyelim, umalım bir çıkış yolu bulursunuz.

Büyük bir üzüntüye kapılan Ayşet üst kattaki odasına dönene değin çok şeyi aklından geçirdi. En şaşırdığı ve üzüldüğü şey Şövalye de Edie’nin yaptığı söylenen eylemden haberinin olmamasıydı. “Hayır, hayır, benim yüzümden Edie’nin Orleans Dükü ile düello yapmasına izin veremem. Marie-Angélique’in dediğinin gerçekçi yanı da var. Ne yapmalıyım?.. Kim bana yardımcı olabilir? Onurumu ve kendimi koruyorum derken başıma bu belayı sardım… Tek sevdiğim ve kadınlık onurumu teslim ettiğim kişiyi kendi kendime ateş içine atmış oldum… Edie’nin başına kötü bir şey gelirse, Tanrı esirgesin, ben ve karnımdaki bebeğin sonu ne olur? Claudine ve kız kardeşine inanmayıp sözlerini kesmiş olmam doğru mu olmuş, bilmiyorum… Hayır, o tür bir davranış biçimi, doğru ve adil olmasa da anlaşılır bir şeydir, kendime yakıştıramam. Jeanette-Nicole’ü de epeydir görmedim… “

– Aisse, niye rengin uçmuş, sana ne dediler? – diyerek Sophie Ayşet’i karşıladı.

– Kendi çıkarları dışında bir şey düşünmeyen bu iki kız kardeş düzgün bir haber verir mi…

– Kendine dikkat et, Aisse, karnındaki bebeği de düşün. Bak, senin için güzel bir ilaç buldum, bunaltıları geçirmen ve sağlığın için iyi gelecek.

– Teşekkür ederim, Sophie, bu iki kontes o dediğin şeyi bana unutturmuştu. De Edie ile Orleans Dükü arasında düello yapılacakmış.

– Neyi paylaşamıyorlar ki?

– Beni… Orleans Dükü’nün bana hakaret etmesini de Edie kabullenemedi.

– Vah, vah! – Sophie kendi kendine el çırptı. – İşin böyle olacağını, Aisse, sana söylemiyordum ama biliyordum. Yiğitlik denen şey işte budur, bizi koruyacak bir erkek olmalı!

– Niye gülüyorsun, Sophie, bu işin sonunun kötü olacağını anlamıyor musun?

– Anlıyorum!

– Ben de onu diyorum. Gidelim, de Edie’yi görmem gerekiyor.

– Size zarar vermeyeceksem…

– İkimizin bilmediği bir gizli saklımız mı kaldı? – Ayşet Sophie’ye gülümseyip kontun odasına kulak kabarttı, kendi kendisini kınadı: – Bu kez nereye gideceğimi papama söylemesem de, Tanrı beni anlar ve bağışlar.

– Evet, Aisse. Buraya gelmeden biraz önce konta bakmıştım, uyuyor. Desten de yanında, uyukluyor.

Şövalye Blaise-Marie de Edie sevinçle, canının bir parçası olan Ayşet’i karşıladı, iki elini öptü, utanmakta olan Sophie’yi selamladı, ikisini de evine buyur etmek istedi.

– Hayır, Edie, eve girmeyeceğiz, – Ayşet işi uzatmadan niçin gelmiş olduğunu söyledi, – güzel bir sonbahar günü, iki sorunumuz var, bu yerde söyleyelim.

– Öyleyse bahçeye geçelim, batmak üzere olan güneşin yumuşaklığını- dinginliğini yaşayalım, temiz bir hava alalım… – Şövalye de Edie bunları söylerken bir yandan da sordu: – Bana getirdiğiniz haberler iyi mi, kötü mü?

– Biri iyi, diğeri kötü, – diyerek Sophie araya girdi.

– Öyleyse önce kötü olandan başlayalım, iyi olanla bitirelim, – diyerek, üzüntülerden bir türlü başını alamayan şövalye espri yaptı.

– Edie, – Ayşet sevdiği kişinin adını tatlı telaffuz etmiş olsa da, üzgün olduğunu belli eden bir biçimde sordu, – Orleans Dükü ile düello edeceğin söyleniyor, doğru mu?

– Hayır, Bolingbrok Lordu ile Kral XV. Louis işin o noktaya varmasını engellediler.

– Niye bana söylemedin?..

– Bu bir kadın işi değildi, onun için, – Şövalye de Edie kendisine ilişkin hiçbir övgüye yer vermeden sözlerine devam etti, – bildiğim bir şeyi sizden gizleyemem: Orleans Dükü daha fazla karşına çıkmayacak ve seni üzmeyecek. Şimdi öbür iyi haberi bekliyorum.

– Bu şey, Edie, senin için de benim için de düşündürücü, öyle bir şey de böyle bir yerde, ulu orta konuşulmaz… – Ayşet gün boyu yaşamış olduğu sıkıntıyı yeniden yaşadı ve sesi titreşti…

(Devamı var)

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 429-438)  

 

****

(s. 438-447)

IV

Fayton sesini duyunca Marie-Angélique pencereye koştu, Kont Augustin-Antoine’ın arabasından indiğini görünce gülümsedi:

– Şu arabadan inen sallapati adama da bir bakın, Tanrının gazabına uğramışım, kendisine bakmam için o da bana dönüyor… Ah bu Ferriol’ler… İşe yaramaz kişiler, şu koşuşturanlara da bir bakın, bu külfet ne diye benim alnıma yazılmış!.. Bak, bak, şu uzun bacaklı ve insan kafesleyicisi Aisse’ye, babasına yapmadığı gibi koşarak onu karşılıyor… Sanki kendine bakan ve büyütenler onlarmış gibi, oğullarımın da koşuşturmalarına bir bakın. Küçük ve çarpık bacaklı Sophie de neyin peşinde?.. Bu koca evde sadece kuru Laroche kalmış gibi, oysa  bu evde ve Paris’te tıkılıp kalmış olan benim… Ama bu geri gelenin benden daha seveceği biri yok… – Kontes Marie-Angélique ayna karşısında hızla üst başını düzeltip kocasını karşıladı: – Hoş geldin, kont, buyur, yolunu çok gözledik, uzun yol seni yormuş olmalı. Zavallı ağabeyin de seni bekliyor… Yoldan ayrılıp nereye gidiyorsun böyle?

– Kontes, nedir bu telaşın, nedir bu sıraladığın sözler… – Augustin-Antoine karısına bakmadan geçip gitti.

– Öyle tabii, biricik ağabeyini özlemiş olmalısın… – Marie-Angélique ayı gibi sallanarak kontun peşinden giderken, “bu kişi uzaklarda iken beni birine yem etmiştir” diyerek kocasının peşine düştü.

– Charles de Ferriol kardeşini görünce, kendini tutamadı, gözyaşları yanaklarına döküldü.

– Papa, ağlama… – Ayşet, bu gördüğü durum karşısında üzüldü, ama konta moral verdi, göz yaşlarını mendiliyle sildi, sonra yüzüne gülümseyerek konuştu: – Augustin-Antoine kesin dönüş yaptı, hep yanımızda olacak.

– Öyle mi, “Charlotte-Elizabéth Aisse”, öyle mi, – Kont Charles de Ferriol durulmuş halde konuştu, – şimdi sen ve ben yalnız sayılmayız.

– Niye, kont, bağışla beni, kalbini kırmak istemem, – duyduğu bu söz üzerine Marie-Angélique’in rengi attı, kızgınlığını bastıran sesiyle konuştu, – siz ikiniz niçin yalnız kalmışsınız ki, bu koca evde ikinizden başka kimse yok mu?

– Kontes, sen niye onların arasında yer alıyorsun ki? – hiçbir şeyi yokmuş, hasta değilmiş gibi Charles de Ferriol rahat bir tavırla konuştu ve gülümsedi. – Benimle ilgilenen, benim için bu evde kaygı duyan ve ilgilenen Charlotte-Elizabéth Aisse dışında kim varmış?

– Papa!.. – diye Ayşet’in sesi yükseldi.

– Niye, Aisse, canımın içi, eltin kontes için kötü bir şey mi söyledim? Sen, kardeşim, duyduğun bu söze ne diye şaşırıyorsun? Durum öyle değil mi, Aisse?.. – Ayşet utanıp kıpkırmızı kesildi, ayağa kalkıp odadan ayrılmak üzere iken, kaygılı bir biçimde kont arkasından seslendi: – Aisse, kızım, nereye gidiyorsun, dur. Beni bir başıma bu iki kişiyle baş başa bırakma. Bilmiyorsanız, söyleyeyim: Ferriol ailesinin başkanı, yaşadığım sürece benim, daha çok yaşayacağım, sözümün dışına çıkamazsınız. Anladınız mı?

– Anladık tabii, – gözlerinden yaşlar dökülen kaynını rahlatmak istedi, – sen, biz Ferriol’lerin dayanağı ve koruyucususun.

– Tabii benim, Charles de Ferriol’ün omuzları bu övgü üzerine havaya kalktı, – Orleans Dükü’nü göndererek kralın sorduğu kişiler siz misiniz? Duydun mu, Auguste?.. Ne gelmiş ki başına göz yaşları içindesin?.. Benim gibi sen de yumuşak kalplisin. Gel de sana bir sarılayım, görüyor musun bu kişinin yumuşak ve iyi huylu biri olduğunu, – göz işaretiyle odadan ayrılmaya karar veren Marie-Angélique ile Ayşet’i durdurdu. – Tamam, Auguste, kadınların yanında birbirimizin ellerini okşayacak değiliz… Benden sonra Ferriol’lerin başına sen geçeceksin, git yerine otur. Sana söylüyor ve kesin olarak bildiriyorum: Charlotte-Elizabéth Aisse ile Kontes Marie-Angélique’in kalplerini kırma. Akşam eğlentilerini seven eşin kontes bazen bana sormadan dışarılara çıkıyor, onun dışında kendisinden bir şikayetim yok. Ama Charlotte-Elizabéth Aisse bana bildirmeden ve izin almadan hiçbir yere gitmiyor.

“Evet, evet “eltim” diye övdüğün kişi, – diye Marie-Angélique içinden gülümsedi, – şövalyenin peşinden dolanıp durduğunu nereden bilecek ki… Bu karşında oturan kardeşine bunu söylesen de inanmaz. Gözleriyle görür, karşı karşıya gelirse ne der bilemem. Aisse’yi bugün görmüş değilim, “eltim” diye üzdüğü için değil, bunu ilk kez mi duymuş, eskiden övdüğü gibi artık güzel de değil. Bu delibozuk kontun verdiği yıllık dört bin livre dışında, bizim beklediğimiz mülkü ona verip yapacağını yapmış olabilir mi? Bunu vurulduğu ve kendini bir şey sanan Şövalye Blaise-Marie de Edie öğrenecek olursa ne olur bilemem… İçini tam bilemediğimiz bu düzenbaz Çerkes kadını ne yapar, bilemeyiz…Tanrı buna fırsat vermesin, o zaman biz köksüz, mal mülksüz kalırız! Bu iki salak kardeş de sonsuza değin yaşayacak değiller ya, yaşlı başımla, bu köksüz “eltimin” elinde kalırsam… Ortalıkta bir şey yokken bu eğri büğrüyü ne diye elti diye peşime takıyor? Bu ikisinin arasında bir şeyler yaşanmış olmalı… Görmüyor musun burun ve dudağının değiştiğini, renginin sararıp tatsızlaştığını… Rengi Claudine’in gebe düştüğü günleri andırıyor. Bunların arasındaki ilişkiyi bilirse Sophie bilir. Ama onun dilini nasıl çözebilirim? Eline biraz para sıkıştırsam, kim sevmez ki parayı, her şeyi belki öğrenebilirim…”

Marie-Angélique daldığı düşlerden uyanınca bahanesini buldu:

– Gidelim, Charlotte-Elizabéth Aisse, iki kardeşi baş başa bırakalım da hasret gidersinler.

– Biz iki kardeş, kontes, birbirimiz görüp kucaklaştığımızda, diyeceğimizi dedik, Augustin-Antoine uzak bir yoldan geldi, yorgundur, dinlensin. Bunun akşamı, yarını ve sonrası var, gün, ay ve yıllar gelecek. Yorulmadıysan, Aisse, dün bana okuduğun İsviçre tarihine devam edelim. Yakınımız Julie Calandrini de Cenevre’de değil mi? Güzel bir kent, donanımlı bir ülke. Yanılmıyorsam dostum Madlen oğlan çocuğunu Fransa’dan alıp İsviçre’ye götürmemiş miydi? Ne yapıyor olabilirler? Auguste, o kadını anımsıyor musun? Henri de Farge’ye hapishaneden bıraktırdığım kadın oydu.

– – O adını söylediğin kadın tanıdığım biri değil, – şimdiye değin ağzından laf çıkmayan, bir kadın gibi sessizce oturan Kont Augustin-Antoine yanıt verdi, – o kadının kocası Harman Renoit’yı biraz tanırdım, yiğit bir askerdi, henüz çocuğu doğmuşken Protestan teröristler tarafından öldürüldü.

– Bravo, Augustin! – Charles de Ferriol kendi kendisini alkışladı. – İkimizin de bilmeden duyduğumuz bir konuda beni alt ettin. Duydun mu, Kontes Marie-Angélique, bunu Claudine-Alexandrine duymamalı!. İnsanı nasıl suçlar ve cezalandırırlar, görüyorsunuz… Duymuş olduğum bu kötü haber nedeniyle kendimi savunuyor değilim, öyle bir oğlum olsaydı, Charlotte-Elizabéth Aisse için kaygılı olmazdım…

– Papa, – Ayşet hemen itiraz etti, – benim Pon de Vel ve Arjantal gibi kardeşlerim var ya. Öyle değil mi, Marie-Angélique mama?

– Evet, evet, – kocasını odadan çıkarmak isteyen , Marie-Angélique hemen yanıt verdi, – sadece bu ikisi değil, Claudine-Alexandrine de kız kardeşin. Öyle değil mi, Auguste? – Yanıt verilmesini beklemedi: – Gidelim, kont, yol yorgunusun, biraz dinlen, önümüzde uzun bir gece duruyor. – “Bu cin çarpmış hasta kardeşin seni görünce kendine mi geldi, ne kadar da yerinde konuşuyor?..” , Marie-Angélique kendi kendine konuşurken kapıya vardığında duraklama durumunda kaldı.

– Kontes, Charles de Ferriol, yengesine seslendi, – ne zaman Charlotte-Elizabéth Aisse ile sen uzak bahçemize, Pon de Vel’in yanına gideceksiniz? Bugün, yarın derken, güzel sonbahar günlerini kaçırıyorsunuz. Augustin-Antoine Paris’e döndüğüne göre yalnız başıma kalmayacağım, artık oraya gidebilirsiniz. Sana söylediğim gibi, Madlen ile küçük oğlu ne durumda öğren ve beni meraktan kurtar. Öte yandan, kont, Augustin- Antoine, ben bir şey söylemişim diye Kontes Marie-Angélique’in kalbini kırma. Sen de az değilsin, ama kader ikinizi bir araya getirdi, dikkatli olun, katlanmasını bilin. Tanrı’nın huzuruna vardığımızda, yaptığımız kötü davranışların hesabını sorar. Ne dedin, Charlotte-Elizabéth Aisse, – köksüz, birilerine dayanmayan biri dediğin, Charles de Ferriol’ün rengi hemen değişti, gözleri fırlayacak gibi sordu, – bana Türk Sultanlığını bağışlayan Sultanın adı neydi?..

– İşte, papa, ilacını hemen iç, sonra söyleyeceğim… – Bu söz üzerine Augustin-Antoine durakladı.

– Ayşet ona: – Git, kont, merak etme, ben papanın sorduğu şeyin yanıtını veririm.

Augustin-Antoine ile Marie-Angélique aynı düşünce içinde uzun koridor boyunca hiç konuşmadan yürüdüler, ama adamın ağır ayak seslerine katlanamayan kontes konuştu:

– Kont, yıllardır çektiğimiz şey işte bu… Söylesen bile, görmeyen inanmaz…- Augustine-Antoine bir yanıt vermedi, ama ayak seslerini artırdığını karısı fark etti ve sordu: – Evine daha ayak basmadan, kont, ne diye bana karşı sağır kesildin?.. Ne gibi bir kusur işledim, ağabeyinin bana karşı özenli olmanı söylediğini duymadın mı? Yoksa bulunduğu yerde seni büyüleyip bana mı saldılar?

– Kontes, boş boş konuşma, yorgunum. 

– Yorgunsan, seni o bulunduğun yerden çıkarmış oldum… – Kont şimdi hırçınlaşmış ayı gibi yeri eşemeye başlayınca, adamı dinleyip oturan kişi o değilmiş gibi Marie-Angélique hemen çark etti: – Öyle Auguste, canım sıkılıyor, gereksiz şeyler söylüyorum, bağışla. Önce banyonu al, o arada ben de senin için hazırlanırım, bana olan kırgınlığın tümden geçmiş, unutturmuş olurum. Yemekhaneye inmezsin, sofrayı senin için buraya getirtir, birlikte yeriz, yaşlılığımızda olsun bizler de biraz rahat edelim…

– Kontes, – ayının sevindiğinde ayağa kalkması gibi yürümekte olan Augustin-Antoine durakladı, – o kadar mı yaşlandın?

– Bunu anlamamız için, kont, – Marie-Angélique yalancıktan bir gülümsemeyle kocasına baktı, – yatağa bir uzanmamız yeter… Öyle ama, durumunu biliyorum, utanıp durursan, tatlı yanımızın zevkini çıkaramayız…

– Aklına öyle şeyler getirme, seni hâlâ arzuluyorum…

Marie-Angélique istediği şeyi tam elde edememiş olsa da, bu zavallıyı kuşkulandırmayayım diyerek, konta yumuşak bir dil döktü:

– Tanrı adına, Auguste, gençliğimizi yeniden yaşattın, beni mutlu ettin… arkanı dön de şöyle bir kalkayım, canımın içi.

– Nedir bu başına gelen, ışığım, – pembe bornozu omuzunda kont gülümsedi, – birbirimizden utanmamamız gerektiğini söyleyen sen değil misin?

– Yatakta yaşadığımız bir parça utanmayı, bu bir arada bulunduğumuz sürede unutalım, evet, birbirimizden gördüğümüzü düşünüp durursak gerisini getiremeyiz, yatak zevkinin, doğrusunu söylersem, değişik pozisyonları var… – Adamın acele etmeden giyindiğini görünce, seslendi: – Seni övüp dururken, peki sen ne yapıyorsun?

– Biz zevk peşindeyiz, ama ne yaptığımızı bilmeyen ağabeyim beni bekliyordur.

“Onun elinden geçirdiği onca kadın ona yeter… Türkiye’ye gitmeden, sen burada yokken, ikimizin yaşadığımız yeter… Kadın değiştirmek kişinin başını alıp gitmiyorsa, işte o bir adamdır… Aman Allahım, salyaları akan birinin yatağına düşmeyi Tanrı bana nasip etmesin… Uzun bacaklı eğri büğrü Aisse de iyi değil, biraz mal mülk göster, yüz vermeyeceği erkek olmaz… “ – Marie-Angélique içinden söylenerek kocasının dediklerine katıldı.

– Dediğin doğru, Auguste, o zavallı seni bekler… Onun sayıp dökeceği şeylerle başın ağrımasın, biraz yanında otur, sonra buraya dön, zar zor kapıdan geçen şişman-tıknaz adama bakıp “bu kişinin sana sayıp dökeceği şeylerle kafanı şişirme, biraz yanında otur, sonra buraya gel, zar zor kapıdan geçen şişman-tıknaz bakıp “bu kişi sana bir zevk verir mi” diyerek, arkasından söylendi, – yatağını sıcak tutacağımı aklından çıkarma…

Augustin-Antoine gittiği yerde yarım saat bile kalmadı. Beklendiği odaya döndüğünde, el ve ayağı öteye beriye uzamış halde Marie-Angélique’in hafiften horlayarak yatakta yattığını gördü, yorganının bir ucu yerdeydi, saç telleri yastığına yayılmıştı, iki beyaz göğsü geceliğinden taşıyordu. Ağabeyinin durumundan umudu kırılan Augustin-Antoine karısına bir baktığında, içinde bir arzu belirmişti, ama mutlu biçimde uyuyan karısının uykusunu bölmek istemedi ve kendisini frenledi. Yere yayılmış olan yorgan ucunu kaldırmak isterken kontes uyandı:

– Sen misin, Auguste?.. – Marie-Angélique kızıl saç tellerini yüzünden süpürerek sordu.

– Benim, benim, rahat ol.

– Öyle tabii, adamı beklerden mahvolursun dedikleri gibi, ben de seni beklerken dalmışım. Kontun yanında biraz kaldın mı?

– Daha oturmaya fırsat kalmadan uyuklamaya başladı, ben de onu rahat bırakıp geri geldim.

– Canını sıkmadı mı?..

– Hayır… – isteksizce bir gülümsedi dedi Agustin-Antoine,- önce sen kimsin diye sordu, sonra da tanıdı.

– Kızıp gürültü patırtı çıkartmadıysa, sevin… Auguste, ne diye yatağa gelmiyorsun?

– Yorganı üstüne örtüp odama çekilmeyi düşünüyordum.

– Bu koca yatak ikimize yetmez mi? Kocam var mı, yok mu bilemeden geçirdiğim onca yıl yetmez mi?.. Yoksa, – kurnazca bir gülümseme yöneltti, – istemediğin bir şey için seni zorlayacağımdan mı korkuyorsun?.. Şaka yapıyorum, sevgilim, bana yaşattığın mutlu yıllar, ömür boyu bana yeter, hadi gel, benim yakışıklı kontum. – Kontes sorun etmeden yavaş yavaş soyunup yatağa giren kocasına sordu: – Aisse, ağabeyine ilişkin bir şey sormadı mı?

– Hayır, Aisse ne diyecekmiş bana?

– Bilemiyorum… İkimiz de konta bağlanmış oturuyoruz… Ablon’a, Pon de Vel’in yanına gidemiyoruz, oraları unutulmuş diyarlardan oldular. Pon de Vel’in yanına gitmek için bütün bir yaz boyu seni bekledik… Sen de gözlerinle gördün, zavallı kont her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Ona daha iyi bir bakım için hastane mi, huzurevi mi, Aisse ile sana bunu sormayı düşünüyorduk…,

– Kontes! – Augustin-Antoine yorganı kaldırıp yatağa oturdu. – Ne ayıp şey bu düşündüğünüz şey! Siz olmasanız bile, ben bir başıma ona bakarım.

-Evet, evet, Auguste, -Marie-Angélique kocasına sarıldı, – tabii bakarsın, o zavallının senden daha yakını var mı, her yıl bize para veren, geçimimizi sağlayan kontu biz de sevmiyor değiliz, bu ağır yükü senin üzerine yıkmak istemediğimiz için böyle konuşmuştuk. Kadın, demezsen biz o yükü kaldıramayacak birileri değiliz. Kaygılanma, biricik kocacığım, bir şey demiyoruz, sen de bir şey duymamış ol. Kardeşini bu durumunda bile bir saatliğine görmeyecek olursak, onu özlüyoruz, onu o denli seviyoruz. Çok yardımsever ve merhametli biridir o, bütün bir Paris onu soruyor.

Karısının bu sözleriyle yatışan Augustin-Antoine de Ferriol yanıt verdi:

– Kontes, beni anladığın için teşekkür ederim. Ablon ve Pon de Vel için de haklısın, onlardan elini çekersen gözlerden ırak olurlar. Pon de Vel’in yanına gidin, sonbahar oralarda güzel geçer, dinlenirsiniz.

– Hayır, hayır, Auguste, daha ayağının tozuyla gelmişsin, seni hasta kardeşinle baş başa bırakıp gidemem. Sağ olursak, önümüzdeki yılın yazı ve sonbaharı da var.

– Evet öyle, ama bu sonbaharda da dinlenmenizi istiyorum. Kontu merak etmeyin, biz ona bakarız… O benim gördüğümün fazla zamanı kalmadı, – onun için o kadarını yapmayacaksam, başka ne yapabilirim ki…

– Evet öyle, Auguste… – Marie-Angélique kocasını okşayarak, göğsüne yaslandı, – Benim de o zavallı için içim yanıyor… O zaman, öyle diyor ve bize izin veriyorsan, sizi de, bizi de Tanrı korusun, yola koyuluruz… – Biraz bekleyip istediğini söyledi: – Uzun bir yol mu, Pon de Vel’in yanında ne yaparım, tansiyonum sık sık çıkıyor, Doktor Laroche da bizimle gelse iyi olurdu.

– Onu ben de düşündüm. Laroche’u götürün, biz burada kontun hastalığını daha iyi bilen  birini ararız, – Augustin-Antoine ister istemez karısının isteğini kabul etti.

Ama Marie-Angélique biraz düşündükten sonra, Laroche’un söylentilere yol açacağını düşünerek, fikrini hemen değiştirdi:

– Kontun alıştığı doktoru götürmeyeyim, zararım dokunmasın, gittiğimiz yerde başka bir hekim bulabiliriz…

(Devamı gelecek)

İshak Maşbaş, Tarihi Roman (s. 438-447)

****

V (s. 447 – 455) 

“Yol için uzun süre hazırlanırlar, ama ardından hemen yola koyulurlar” dendiği gibi, Marie-Angélique’lerin Pon de Vel’in yazlığına gitmek üzere yola koyulmaları kesinleşmişti: Hazırlıkların üçüncü günü faytonları Ferriol’lerin ana kapısı önünden hareket etti.

“Küçük ve güzel yazlığımızı, çayır ve çimenli bahçemizi görür, temiz hava alır ve dinleniriz” diyen Marie-Angélique’ten çok, bu yolculuğa Ayşet de belli etmeksizin sevinmekteydi. Sevinci, sulanıp kendisini utandıran, yine de acıdığı Kont Charles de Ferriol’den uzaklaşacağı, Pon de Vel ve Arjantal ile vedalaşamadığı ya da gideceği yeri Jeanette-Nicole’e bildiremediği için değildi. Yola çıkacağı gece bunları da düşündü, ama son çare kendini kurtarmak dendiği gibi, karnına kuşak sararak hamileliğini ve sırrını Ferriol’lerin evinden ve duyarsız Paris’ten sorunsuz çıkarmayı ve bir nefes almayı düşündüğü içindi.

Bu şey ne olabilir, mutluluk ya da bir şanssızlık olabilir miydi?

Sabaha karşı Paris’i terk edip, batı yönünde, İsviçre sınırına uzak olmayan bir yerde Pon de Vel’in yazlığına doğru koşar adım gitmekte olan faytonda üç kadın vardı: Kontes Marie-Angélique, Ayşet ve Sophie. Bu üç kadın tekerlek ve atların uyumlu nal seslerini dinliyor, bir yandan da kırları, koruları ve dağ sırtlarının farklı görünümlerini izliyor ve gülümsüyorlardı, ama gördüklerinin benzeşmemesi gibi, içlerindeki düşünceler de farklıydı.

Marie-Angélique koca Ferriol ailesinin ağır yükünü taşıdığını düşünüyor ve bundan kendi payına bir övünç çıkarıyor, ama Pon de Vel’in karşısındaki zorlukları düşünüyor, Laroche’u ne diye yanına almadığına da biraz üzülüyordu.

Ayşet, kuşku duyduğu şeyin gerçek olup olmadığı kaygısı içindeydi. Bunu nasıl öğrenebileceğini düşünüyordu: “Örtmeye çalışsa bile, küçük karnı fark edilecek biçimde kendini belli ediyordu, ne diyecekti, ne yapacaktı?.. Erkeklerin uğruna kurban oldukları kadını, Tanrı zavallı olarak yaratmıştı – isteyerek-istemeyerek aldığı bu yükü kadın ömrü boyunca taşıyacaktı… Bebeği nedeniyle Claudine’in başına gelen şeyi belli etmemeye çalışıyordu, ama içinden neler geçtiğini kim bilebilirdi ki… Kaç kez ilaç iç, önlem al diye uyardım!.. Dine aykırı, Tanrı beni bağışlamaz diyerek, kardeşimiz Başpiskopos Pierre’in dediğine uydu, sözümü dinlemedi. Bu kuşkularım Aisse’nin de başına gelmiş olabilir mi… Öyleyse ne diye bu uzun yolculuğa kalkışmış ki? Pon de Vel’in yanına vardığımızda durumu öğrenebilir miyim? Bana açılmazsa kime açılır ki? Çocuk kimden olabilir: Konttan mı şövalyeden mi?..”

Karnı sıkı bir kuşakla sarılı olan Ayşet’in tasalanacağı çok şeyi vardı, ama faytonun penceresinden gördükleri bunları unutturuyordu.

– Bak, Marie-Angélique mama, sırttaki şu sonbahar korusunun güzelliğine, – Ayşet gördüğü manzaradan etkilenmişti, – ağaçlar değişik renkte yapraklarla bezeliydi.

– Evet, Aisse, güzelliğime doyamadım. Hey gidi hey, her güzelliğin bir çağı var, gelip geçiyor, – Marie-Angélique bir ah çekti, bir süre bekledi, ardından konuşmasını sürdürdü: – Bir ay gibi bir süre içinde soğuk rüzgarlar o yaprakları yere indirir, ağaçları çıplak bırakırlar…

– Öyle ama, – Ayşet dediğinden dönmüyordu, – önümüzdeki ilkbahar o ağaçlar yeşil yapraklarla yeniden bezenecekler.

– Bir ömrün içinde yarı yıl az değildir, – Marie-Angélique artık ah çekmemişti, “bunu daha sonra fark edersiniz” diyerek gülümsedi.

– Bir zamanlar güzel olan bir kadında güzellikten bir eser kalır, – diyerek Sophie Kontes Marie-Angélique’e moral verdi: – Bakıyorum, kontes, tanıdığımdan bu yana hiç değişmemişsin, hâlâ güzelsin.

– Teşekkür ederim, Sophie, – Mari-Angélique’in sevinci yüzünden anlaşılıyordu, – beni böylesine bir gözle algıladığın için. Evet, evet, iki oğul doğurdum, yine formumu korudum, kendime dikkat ettim, kendime baktım, hâlâ güzel sayılırım (sıdexoşx, sıdexof). Doğum yapan kadın daha da güzelleşir dedikleri doğrudur. Bir bakın, siz de görüyorsunuz, Claudine bebek yapınca daha da güzelleşti. Beni genç kız olduğumda bir görmeliydiniz, kız kardeşimden çok daha güzeldim, ama Aisse’den daha güzeldim dersem yalan olur. Aisse bu dediğime takılıp kendini güzel görmeye kalkışma, – diyerek Marie-Angélique Ayşet ile şakalaştı, merak ettiği şeyi sordu: – Bu son üç dört ayda başına ne geldi, bilemiyorum, çökmüşsün, ilgisiz, boş vermiş bir halin var. Evet, Aisse, evet, benim küçük kızım, anlıyorum, hasta kontu idare etmek kolay değil, ne yaparsın, seni yormuş, sadece seni değil, seninle birlikte hepimizi yordu. Biz önemli değiliz, ne yapalım, artık bıktık diye homurdandıklarında endişe ediyor, Desten ve diğer bakıcıların maaşlarına zam yapıyorum.

– Ne yani? – Sophie, bu duydukları üzerine boşaldı, – Kont, Desten’e satranç öğrettiği, hasta ile uyku kestirdiği için mi yoruluyor?!

– Bundan daha doğru şey söyleyemezsin, Sophie, – Marie-Angélique başlattığı konuşmayı değiştirmek istediğinde hep yaptığı gibi çark etti, – dinlenelim diye yola çıktık, ne diye ailevi sorunlarla başımızı ağrıtıyoruz? Bakın şu doğan güneşin güzelliğine. Ne diye acele ediyoruz ki, güneş yükselene değin Ablon’a varır, geceyi kendi bahçemizde geçirir, gündüz yeniden yola koyuluruz. Doğru değil mi, Aisse? Doğru tabii, ama bakıyorum, üzülüyorsun, nedenini anlayamıyorum… Kuşkulandığı şeyi bildirir gibi sürücüye seslendi: – Fayton bizi sallamasın, daha dikkatli sür.

– Ayşet Sopie’ye bir bakıp gülümsedi ve içinden söylendi: – “O kuşkulandığın şeyi gizlemesi zor, ama onu bugün, yarın ve yarından sonra da öğrenemezsin, Markiz Marie Claire Bolingbrock’un bana söylediği gibi Julie Calandrini’ye ulaştığımızda öğrenirsin… Sana karşı doğru davranmadığımı biliyorum. Başıma geleni ilkin sana söylemeliydim, ama sana sırrımı niçin açmadığımı bilemiyorum… Claudine’in hamileliğini uzunca bir süre benden sakladığın için olabilir mi? Bu da bir neden olabilir, ama sırrımı aileme duyurmak, kardeşlerimi üzmek istemedim. Onların Claudine- Alexandrine için dedikleri hala belleğimde. Ayrıca “dinen yasak, başkalarının ne diyeceklerine aldırma, bebeğini aldır diye, kız kardeşine yaptırmadığın şeyi bana yaptırmak için peşime düşeceğinden kaygılanmış olmalıyım. Tanrı öyle yazmışsa karşı çıkıp günah işleyemem… “

Sophie küçük dudaklarını kapatmış, Ayşet’i korumaya hazır oturuyordu, ancak bu üç farklı kadın arasında bir anlaşmazlık yoktu.

Ayşet’in beklemediği bir hızla Pon de Vel kendilerini karşıladı. Tatlı bir esinti vardı, günler yumuşak geçiyordu, bu nedenle olmalı, bir gün ve bir gece süren yolculuğun sıkıntılarını hemen unuttular. Yeni yerlerine ve yemek kokularına alışmaya başladılar. Ferioller üç yılı aşkın bir süreden beri bu yere gelmemişlerdi, ama kiracıları olan karı-koca bu yeri bakımlı ve temiz tutmuştu. Bahçe köşelerinde tavuklar otluyor, yem arıyorlardı, kuyrukları altın rengini andıran iki tavuk gösterişe çıkmış gibi birbirini çağırıp geçişiyordu. Evden uzaktaki ağılın örülmüş ayrı bir bölümünde yeni buzağı doğurmuş bir inek bağlıydı. Yakınındaki kazıkların tepelerine süt konan küpler, testiler asılmıştı. Elma, armut ve erik ağaçlarında hâlâ geç meyveler vardı. Olgunlaşmış üzüm salkımları dallarından sarkıyordu. Sarımsak, biber, soğan ve mısır başları örülmüş diziler halinde evin güneş gören saçağına asılıydılar. Ağaç tepelerindeki kuşlar da karşılıklı cıvıldaşıyorlardı.

– Aisse, görüyor musun yıllardır yitirmiş olduğumuz güzellikleri? – dedi Kontes Marie-Angélique bir ağaç dalına asılı salıncakta sallanırken. – Böyle bir zevkten yoksun kalmak gerçekten yazık oluyor. Bakın bir, şu karşıdaki İsviçre Dağlarının güneşteki parıldayışlarına. Fransa da güzel, ama, kim ne derse desin, İsviçre daha güzel, cennet gibi bir yer. Buraya gelene dek Julie’yi görmek dışında bir söz ağzından düşmedi, peki, Aisse, bu manzara karşısında niye bir şey söylemiyorsun?

– Haydi bugün Calandrini’yi görmeye gidelim dersen ben hazırım, – Ayşet beklediği şeyi deme fırsatını bulmuştu.

– Ben gelmesem, Sophie ile ikiniz gitseniz olmaz mı?

– İkimiz de gidebiliriz, ama sen de bizimle gelirsen daha yerinde olmaz mı? – Ayşet aslında istemediği şeyi kontese önermiş oldu.

– Tamam, Aisse, ikimiz bitişik ikizler gibi birlikte olmasak da olur, sen de dinlen, ben de dinleneyim, – dedi Marie-Angélique, konuşmasını şakaya vurdurdu: – Korkma, kimseye yaramam, ben burada bir fazlalığım. Ama yeryüzü sürprizlerle doludur, ne göreceğimizi bilemeyiz.

– Marie-Angélique mama, Julie’nin yanında ne kadar kalabiliriz?

– Beni özleyene değin kalın, – kontes dün tanıştığı komşu adamı anımsayarak tatlı tatlı Ayşet’e gülümseyerek yanıtını verdi. – Siz beni hiç özlemezsiniz ama ben sizi görmeden edemem… Gerekirse yanınıza gelirim. Akşam karanlığında yola çıkmayın, yarın gidersiniz. – Odadan gönderdiği bu iki  kişinin ardından kuşkulu bir ifadeyle seslendi: – Sophie, sütyenimi ne diye taktım ki, sıkıyor, gevşetiver, ayaklarıma biraz sıcak su da döküver. Hayır, hayır, Aisse, teşekkür ederim, sen dinlen, senin bana yapacağın şeye Sophie’nin eli de yakışır, ikiniz benim mutluluk kaynağımsınız.

Ayşet durumunu şimdiye değin Marie-Angélique’ten gizlemişti, artık gizleyemeyeceğini anlamıştı. Hamile kaldığı günden beri bunu düşünüyordu, ama bugün, yarın derken çok gecikmişti. Ayşet’in gözyaşları döküldü, ama kendine geldi ve toparlandı: – Bunca yıldır bana bakıp beni büyütenlere karşı dürüst davranmadım, durumumu ilkin ona açmam gerekiyordu. Jeanette-Nicole, Bolingbrocklar ve Sophie farkına vardılar, yarın varacağımız Julie’nin beni anlamasını ve bana yardımcı olmasını umuyorum. Anlaşılan, bazı ters davranışları nedeniyle Marie-Angélique’in iyiliklerini unutmuş olmalıyım. Her şeyi öğrenmek ve her şeye karışmak istemesi hakkı değil mi? Öyle biri o. Beni süzüyor, ben de gülümsüyorum, laf dokundurmak istiyor, ben de işi başka yönlere çekiyorum. Kuşkulandığı şeyi soracak olursa, saklayamayacağım için ona ne diyeceğim, nasıl gözlerinin içine bakacağım? Julie’ye gitmeden önce söylesem mi ya da döndükten sonra mı söylesem?.. Vaktim var… “Ayşet, Charlotte-Elizabéth Aisse, ne diye bu hallere düşmüşsün?! – Adıgece ve Fransızca seslenip kendi kendisine kızdı. Büyük bir sıkıntı içinde kıvranan Ayşet, beklenmeyen bir çeviklikle kalkıp Kontes Marie-Angélique’in yanına gitti.

– Aisse, bir şeylere mi üzülüyorsun?.. – kuşkulandığı konuda ağzından laf alamadığı Sophie’ye bir baktı Marie-Angélique, geri dönmesini beklemediği Ayşet’e yanıt verdi.

– Hayır, – Sophie’ye sorduğu şeyin ne olduğunu fark eden Ayşet, geldiğine pişman oldu, – alışmadığım odada yalnız kalamadım. Papanın evdeki halini düşünüyordum.

– Evimizde ne olabilir ki? – kendini zor tutan kontesin yanıtı gecikmemişti. – Kontun temiz ve sıcak bir döşeği var, yemek yiyor, uyuyor, ona kitap da okuyorlar, satranç oynuyor, şarkısına eşlik ediyorlar… Oradakiler ona bakarlar. Ömrünü zevk içinde geçirmiş olan Kont Augustin-Antoine da kardeşinin yanında, bir kez olsun ona baksın. Çektiğimiz onca sıkıntı yetmez mi, bakın burada doğanın ne denli güzel olduğuna, bu dinlenme anımızda olsun sorunlarımızı bir yana bırakalım. En iyi olanı biliyor musunuz? Biraz kaliteli şarap içmek. Doğru değil mi, Aisse? O denli kıvranma, senin şarap içmediğini biliyorum.

– Ben de içmiyorum, kontes, – diye soran varmış gibi Sophie de söze karıştı.

– Niye, Sophie, senin şarap içmemek için bir nedenin mi var?

– Şarap içmeyenlerin hepsinin bir nedeni bulunduğunu sanma Marie-Angélique mama, – lafın kendisine yönelmiş olduğunu bilerek “kendimi frenlemekle iyi yapmışım” dedi kendi kendine, – şarap kimine iyi gelir, kimine gelmez.

– Yahu, şarap konusunda ikiniz de anlaşmış gibisiniz, içmiyorsanız içmeyin, zorluyor değilim, – istediği şeyi elde edemeyen kontes sözlerini şakaya vurdurarak hemen değiştirdi: – Benimle içmeyecekseniz şu yakışıklı komşumuzu benimle kadeh kaldırmaya çağırırım. Hoş olmasa da, Aisse, bunu amcan Kont Augustin-Antoine’a yapacağım. Şimdi değil, Cenevre’den döndüğümüzde. İkinizi bir başınıza oraya göndermemi beklemeyin, ben de sizinle geleceğim. – Cenevre’ye onlarla birlikte gitmeyeceği sözünü hemen değiştirdi.

Ertesi gün öğle üzeri Cenevre göründü: Yüksekçe olmayan dağ sırtlarına kurulmuş bir kent, dere kenarlarına, uzun ve dar vadilere yayılmış bir yer. Paris’teki gibi çok katlı ve yüksek binalar orada yok, iki ya da üç katlı konutlar yanında tek katlı, çatısı eğimli kırmızı evler çoğunluktaydı. Bunlar arasında Katolik kiliselerinin yüksek çan kuleleri göze çarpıyordu. Uzun ve eğri caddeleri, sırtlara çıkan, sırtlardan inen yolları, yolların her iki yanında uzanan değişik cins ağaçlar bulunan yolları, dört bir yandaki küçük mahalle ve köylere uzanıyor, bütün bunlar Cenevre’yi genişletiyor ve güzelleştiriyordu. Görünen bu dingin kentin üzerindeki temiz hava ve hafif yel insanın içini ferahlatıyordu.

– Cenevre dedikleri yer işte burası, – dedi Marie-Angélique kendini tutamayarak, – ne kadar da güzel bir yer olduğunu görüyor musunuz? Balık kokusu ve kurbağa sesleri dışında bir şey duyulmayan Paris’te artık nefes alamıyoruz. Kral ile Orleans Dükü Versay ve Trianon saraylarına kurulmuş, bizi adam yerine bile koymadan genç ve güzel dilberlerle gönül eğlendiriyorlar, Fransa’nın en büyük ve en seçkin kentinde olup bitenlerle ilgilenmiyorlar… – Kontes kendi kendine konuşuyordu, ama bir şey demek isteyen Sophie’nin sözünü kesti: – Tamam, Sophie, onlara ilişkin bir şey demedim, sen de duymadın, sözünü etme.

– Kontes, onlar umurumda bile değil, – diyerek Sophie, umursamaz bir tavırla kontesi yanıtladı.

Şu ya da bu yanlı olmadığı gibisine Marie-Angélique’in homurdamalarına ses çıkarmayan Ayşet de kendi kaygılandığı şeyi açıkladı:

– Madlen Cenevre’de mi yoksa çevresindeki köylerden birinde mi?..

– Unuttun mu, Aisse, – Gözlerini kentten ayıramayan Sophie daldığı görüntülerden uyandı, – kont onun Cenevre köylerinden birine yerleştiğini söylemişti ya?

– Benim dediklerime kulak vermeden böyle kimden söz ediyorsunuz? Kontun bir zamanlar cezaevinden kurtardığı o sokak kadınından mı söz ediyorsunuz? Konuşacak konuyu bulmuşsunuz… Yıllardır yakışıklı Kont Charles de Ferriol’ün aklına gelmiyoruz, onun yüzünden yaşam bize zehir oldu, kendi ise o başıboş kadını unutmuyor. Ne yapacak, o kadından bir beklentisi mi var?.. Seni düşünecek, dinlenmeni sağlayacak yerde o kadını aramanı senden istiyor. Hayır, Charlotte-Elizabéth Aisse, zavallı konta kızıyor değilim, – söylediklerini Ayşet’in beğenmediğini anlayınca, her zaman yaptığı gibi, kontes sözlerini hemen değiştirdi, – umarsız durumdaki hastaya kızmakla ne elde edilir, biz kadınların durumunu görüyorsun, durumumuz zor. Yanına gideceğimiz akıllı kadın Julie’den söz etsek daha iyi olur. Beni unutturur, sizi nereye oturtacağına karar veremez, tatlı ve yumuşacık sözlerle sizi karşılar. Kendimi Julie’ye benzettiğimi sanmayın, benim de iyi yanlarım var, ama iyilikte onunla yarışamam.

– Sen de, Marie-Angélique mama, iyi ve özenilecek yanı çok birisin, – hak edip etmediğine aldırmadan, kontesin hoşuna gidecek şeyler söyledi ve onu övdü, gözleriyle Sophie’ye, kendisini destelemesini işaret etti ve sordu: – Doğru değil mi Sophie?

– Elbette doğru, Kontes Marie-Angélique olmasa Ferriol’ler ne yaparlardı bilemem, – Sophie düşünmeye gerek duymadan Ayşet’i onaylamıştı.

– Yeter artık, siz ikiniz beni övmekle sizi daha çok sevmemi, her istediğinizi yerine getirmemi beklemeyin, – diyerek kontes kızlarla şakalaştı, “tatlı sözlerinizden çok gizli yanlarını bana söylerseniz daha sevinirdim, ama bunun da zamanı var, er geç ortaya çıkacağından eminim”, – dedi kendi kendine.

(Devamı var)

İshak Maşbaş (Tarihi roman) (s. 447 – 455).

 

 

VI (s. 455-459)  

Uzun bir süreden beri konuk bekleyen ev sahipleri Paris’ten gelen akrabalarını sevinçle, güler yüzle karşıladılar. Jean Louis Calandrini’nin evi sevinç ve şen şakrak seslerle doldu.

Uzun süreden beri görmediğiniz yakınlarınız ile yiyecek ve içecek dolu bir sofrada buluştuğunuzda, soracak çok şey oluyor, ilginç soru ve yanıtlar birbirini izliyor, vaktin nasıl geçtiğini bilmiyorsunuz. Marie Angélique ilginç şeyler dinliyor ve kendi de ilginç şeyler anlatıyordu, ama şu an başka bir şey düşünüyordu: Julie ile bir başına kalmayı, Ayşet’le ilgili konuşmayı ve Ayşet’in durumunu fark edip etmediğini sormak istiyordu. Kontes sofradaki konuşmaların kesilmesinden yararlanarak sözü aldı:

– Julie, beklenmedik anda size baskın vermiş olduk, bizim için zengin bir sofra hazırladınız. Fransa ve İsviçre üzerine değinmediğimiz konu kalmadı, yine konuşacak bir sürü günümüz olacaktır, ancak Charlotte-Elizabéth Aisse ile Sophie yol yorgunu olmalılar, izin verseniz de bu gençler dinlenmeye çekilseler diyorum. Yorulmadıysan, Aisse, seni zorlamıyorum, ama Calandrinilerin iki kızı, Riéma ile gelinleri René ile ablaları Suzanne seni özlemişlerdir, sana bir şeyler anlatmak istiyorlarmış gibi geldi bana, senin de onlara söyleyecek gizli açık bazı şeylerin olmalı.

Gençler ayrılınca Kontes Marie-Angélique Julie’ye sordu:

– Aisse de beklenmedik bir değişim gözüne çarptı mı?

– Aisse’nin daha da güzelleşmekte olduğunu görüyorum, – dedi Julie, kontesin neyin peşinde olduğunu anladığı için sözü hemen değiştirdi, – Niye? – diye sordu.

– Bilemiyorum, öyle görüyorsan iyi… Bilirsiniz, evlenme yasağı olan şövalyenin tuzağına düşmesinden korkuyorum.

– Blaise Marie de Edie ailece dostumuz olan biri, onu kişilikli ve düzgün biri olarak tanıyoruz, Lord Henry Bolingbrocke’un gençlik arkadaşı. İki genç birbirine ilgi duyuyor ve buluşuyorlar diyerek, işi senin o kuşkulandığın noktaya vardırmazlar, Marie, o tür şeylerle kafanı yorma.

– Bilemiyorum, Julie, öyleyse… Ana anadır, ana yüreği hep böyle olur…

– Doğru diyorsun, Marie. Ama bu işte başka bir şey varmış gibi geliyor bana.

– Nedir? – Kuşkulandığı şeye Julie’nin de katıldığı gibi bir kaygı doğdu kontesin içinde.

– Siz ikiniz anlaşmış mısınız?

– Öyle mi düşünüyorsun?.. – Beklediği yanıtı alamayan kontes, gülümseyerek yeniden konuşmasını sürdürdü: – Başımıza o denli şeyler gelmiş olabilir…

– Öyle diyorsan, Marie, – kontesin kendi isteği noktaya yaklaşmış olması Julie’yi sevindirdi, – senden bir ricam var. Kabul edersen Aisse’yi bir ay kadar konuk etmek isterim.

– Sen de kızlarından bıktın mı? – atılan lafın kızgınlığı geçmeden, kendi de lafını attı, ama yazlık bahçelerinde tanıştığı yakışıklı komşu adamın özlemiyle hemen yumuşayıverdi: – Aisse’yi bir ay yanında bulundurmak istiyorsan bunun için ricada bulunmana gerek var mı, Julie? Sadece onu değil, ağır gelmeyecekse Sophie’yi de bırakayım, işinize yarayabilir.

– Sen, Marie, Pon de Vel’le birlikte olacaksın? – diye verilen yanıttan memnun kaldıysa da belli etmeden kontese sordu.

– Sevgili, güzel Julie, benim için endişe etme, – Marie Angélique sevinçle gülümseyerek jest yaptı, – beni tanırsın, kendi kendime bakarım, kimseye yük olmam, bahçemizdekiler de iyi insanlar, sorun yaşamam… – biraz bekledikten sonra şakaya vurdurarak konuştu: – Ama kızların için sorduklarıma bir yanıt vermedin.

– Onlar da, Marie, – içinden geldiği gibi değil, Julie, dudağından döküldüğü gibi şaka yaptı, – Onların Aisse’den daha iyi olmalarını mı umuyordun? Hepsi kafa ütüleyici!.. Riélerin gelini, bildiğin gibi, bugün yarın Fransa’ya dönecek. Büyüğünün evlenme yaşı geçti geçiyor, dert içindeyiz. Aisse biraz yanlarında kalırsa ona bir akıl vereceğini, yardımcı olacağını umuyoruz.

– Evet, Julie, evet… – Marie-Angélique dudağıyla Julie’nin sözlerine katıldı, “o sizin güvendiğiniz kız son derece temiz bir kız” – diye içinden geçirdi.

Julie Calandrini, bir ay geçtikten sonra Ayşet’le konuştu:

– Aisse, bir aylık süreyi tamamladık. Şimdi anne-kız gibi birlikte oturuyoruz, Kont Charles de Ferriol’ün Madlen’e ilişkin ricasını yerine getirdiysen, Pon de Vel ile Marie-Angélique’in yanına dönebilirsin.

– Madlen kendi ve oğlu için iyi bir insan çıktı, değil mi Julie?! – Üç gün araştırıp bulduğu kadının adını Julie’nin söylemiş olması Ayşet’i memnun etmişti. – Onun bu yaşamını ve durumunu papa görmüş olsaydı çok sevinirdi. Bunların hepsini ona anlatacağım. O zavallının durumu nedir, bıraktığım kişiler ona gereği gibi bakabiliyorlar mı?

“Aisse’den iyi şeyler dışında bir şey duymamıştı, – Julie duyduğu bu şeylerden memnun kalmıştı, – kendi çok zor bir durumda iken, yakınlarını unutmuyor, onlar için üzülüyordu: Kont Charles de Ferriol’ün kendisine davranışına, utanacak durumlara düşürmesine aldırmadan, “babam”, “papa” diyerek, onu tek bir an olsun düşünmediği gün çıkmıyordu. Hamile olduğuna aldırmadan, kont istedi diye, kim olduğunu bilmediği Madlen’i gidip bulmuştu. Bir ay boyunca Marie-Angélique için ağzından bir kötü söz çıkmamıştı. Pon de Vel ile Arjantal’e her hafta gecikmeden mektup yazmış, pek ilgilenmediği Claudine-Alexandrine’den de hep olumlu söz etmişti. Niye öyleydi? Göz boyama mı ya da gerçek bir davranış mıydı? Aisse için böyle bir soru sormak günah yerine geçer!.. – Karşısındaki kişiye güzel ve doğru şeyler anlatan Julie, birden bire düşüncelerinden sıyrıldı ve dikkat ederek Ayşet’e bir soru sordu.

– Kızım, göreceksin sorunların hallolacak. Yine de başına gelebilecek şeyleri konuşalım. Kimsenin başına gelmemiş olan bir şey benim başıma gelmiş diye kendini hırpalama. Bolingbrocklar ve ben sana söylediğimiz gibi Sans, İsabelle Luisa yanından ayrıldığında, rica ediyorum, bebeği manastıra bırakma. Terk edersen sonra pişman olursun, beni dinle, evlat büyük bir ateş gibidir, seni yakar. Feriol’ler sana ne yapabilirler, aralarında yine barınacaksın.

– Hayır, Julie, sözümde duracağım, – Ayşet kıpkırmızı kesilmişti, kestirip attı, – o konuya dönmeyelim, şövalyenin başına iş açamam!

– Öyle bir karar vermişsen, Aisse, sana ne olacağını bilemem… – Julie’nin ses tonu hafifledi, “bu sevdiğim ve övdüğüm kadın yaman biri” diye içinden geçirerek sözlerini sürdürdü – Bizi dinlemeyeceksen biz ne yapabiliriz, istediğin gibi olsun. Pon de Vel’in yanına gittiğinde huzura erersin. Kontesin laf sokuşturmalarına aldırma. Marie-Angélique, bilirsin, kötü bir kadın değil. Bir hafta sonu Bolingbrocklar La Source gittikleri bahanesiyle size uğrarlar, seni de yanlarına almak için Marie-Angélique’e ricada bulunurlar. Seni de beraberlerinde götürürler. Kontes onları asla kırmaz. Doğuma bir ay kala Şövalye de Edie de senin yanına, La Sourse’a gelir, Bolingbrockların kızı İsabelle Louise’in yönetimindeki Sans kent manastırına seni götürür. İşin bu, Tanrının izniyle, durumu atlattıktan sonra Paris’e dönersin, “babasız çocuk doğurmak zordur, daha zavallısı düşünülemez” diye düşünürken Julie, bir yandan da acıdığı Ayşet’e moral vermeye çalışıyordu, – Şimdi sana huzur (gupsefığo) ve metanet (pıtağe) gerekiyor, kızım. Bu iki konuda sana güveniyorum, güle güle, hayırlı yolculuklar. Her nerede olursan ol, Tanrıdan sonra seninle beraber olduğumu unutma. Paris’e döndüğünde bana yaz, durumunu bana bildir.

Markiz Julie Calandrini’nin Ayşet için Tanrı’ya dua ettikten sonra, onlara dediği gibi sorunsuz biçimde Pon de Vel ile La Source’tan ayrılıp doğumu Sans manastırında gerçekleştirdi.

Blaise Marie de Edie ile Charlotte- Elizabéth Aisse de Ferriol, kız bebeklerine Selini adını verdiler. Bebeğin adını ve soy adını manastır kayıt defterine şöyle yazdırdılar: “Blaise Marie Le Blon Charlotte – Selini. 26 Nisan 1721.

(Devamı var)

İshak Maşbaş, Tarihi roman (s. 455-459)

 

 

****

 

VII  (s. 459 – 468) 

 

Bütün güzel kadınlar şanslı olurlar diyebilir miyiz? Böyleleri yeryüzünün her yerinde, Fransa’da ve Çerkesiye’de de varlar, ama kendi Adıge ad ve soy adları unutturulmuş Bolet Ayşet ile yabancı ad ve soyadını almış olan Ferriol Charlotte-Elizabéth Aisse söz konusu olduğunda durum değişir, yanıtlanması zor bir durum ortaya çıkar.

İnsan sırrını kendinde saklıyorsa, buna tutarlı bir açıklama getirilemez. Ama Ayşet’in kendi kendisine yarattığı “tatlı sır”, beklediğinin aksine acının acısı bir sır haline dönüştü. Ayşet bu başına geleni o denli umursamayabilirdi, dünyada buna benzer çok olayla karşılaşılıyor, Fransa’da da görülüyor, “gayrı meşru” (куигъэ), piç ve çirkin denen şeyi içinden kesip atsan da, bunu, aralarından çıktığın Adıgelere anlatamazdın… Buna, diğer karşılaştığı zorluklar gibi katlanabilirdi, sorun, doğurduğu bebeği başka, yabancı kişilere bırakmış olmasıydı… Ayrıca bebeğin babası sağdı ve “bana ait değil” diyerek reddetmemişti, onunla birlikte faytonda oturuyor ve Paris’e dönüyordu.

Şövalye de Edie’nin içinden geçen sıkıntılar solmuş yüzünden okunuyordu. Bu son, Ayşet’in doğuma hazırlandığı bir ay içinde, onun gece-gündüz çektiği sıkıntıyı kendinden başka kimse bilemez. Bu başlarına gelen şey yüzünden şövalyeyi bağışlamak düşünülemez. Ayşet ile tanıştığı andan başlayarak, kendisi için evlenme yasağı olduğuna aldırmadan ilişki kurmuş, onu eş yapmayı düşünmüştü. Şu anda bile göz yaşları içinde yanında oturan genç anne ile, eğer o da isterse, onunla evlenmeye hazırdı: Söylemese bile, bir başını sallasın, sevdiği kızın kendisi için doğurduğu bu bebeği, kızı Seleni’yi alıp Périgord şehrindeki anne ve babasının yanına götürürdü. Bunu kabul etmeyecek olursa Paris’teki köşküne götürür, herkesin şaşıracağı, görenlerin imreneceği görkemli bir düğün yapardı.

– Aisse, içinden geçen şeyleri benden başka bilen yok, güçlü-yaman biri olduğunu biliyorum, sana akıl veriyor değilim, sadece ricada bulunuyorum, kendini harap etme. Daha önceleri de söylemiştim, yine söylüyorum: Şimdi üç kişi olduk, artık “evet!” de bana.

– Hayır, Edie, hayır, – Ayşet, Edie’nin sözünü kesti, – Bu konuyu daha önce konuşmuştuk, – şimdiye değin gizlediğimiz şeyi bugün açıklayacak değiliz, işi oluruna bırakalım…

– O kadar da inatçı olma, Aisse. Senin için yapamayacağım, göze alamayacağım bir şey olamaz, seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?

– Ben de seni seviyorum, Edie… – Ayşet kendini tutamadı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Bağışla bu durumumu. Durdur arabayı…

– Başın mı döndü?.. – Edie telaşlandı ve Ayşet’le birlikte arabadan indi.

– Üzülme…- Ayşet yol boyundaki bir ağaca sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında, iyi ki yanında, kendisini yatıştıracak Edie vardı. Ama hiçbir zaman yapmadığı gibi sert bir sözle Edie’ye karşılık verdi: – Bana dokunma!..

Şövalye Edie Ayşet’e bir şey demedi ve kendini zor tuttu, buna bir anlam veremedi ve geri çekildi. Bu arada kendi kendisini sorguladı: “Gözleriyle beni yiyecekmiş gibi öylesine kötü bir baktı ki bana, ne diyeceğimi bilemiyorum?.. Beni suçluyor mu?.. Suçlamıyor olsaydı, her yanı titreşerek “bana dokunma!” demezdi her halde… Hamileyken böyle değildi, şimdi nedensiz olarak benden nefret ediyor olabilir mi?.. Gökler tanığım olsun, Tanrı beni esirgesin, Ayşet’e bir yanlışlık yaptığımı anımsamıyorum…”. Şövalye bunları düşünürken Ayşet daldığı düşüncelerden sıyrıldı:

– Kalbini kırdım, Edie, bağışla beni.

– Kalbimi kıracak bir şey dediğini duymadım, Aisse, – Edie Ayşet’in elinden tutup onu dikkatle faytona bindirdi, yanına oturttu, oturtur oturtmaz da Ayşet başını Edie’nin omuzuna dayayıp uyudu.

– Blaise Mari de Edie Sans’ta ve yolda karşılaştığı zorlukları unutmuş, başı omuzunda Ayşet’i bir eliyle de destekliyor, sevdiği ve bebeği için ne yapacağını bilemeden Paris yolunda ilerliyor, gördüğü manzaralara ilgi duymadan ılık bahar havasını soluyordu, kafasında yanıtını veremediği bir sürü soru dolaşıyordu: “İnsan ne diye dünyaya gelir, zorluk ve mutluluk içinde ölünceye değin niçin çırpınır durur? Zorluk zor şey, peki mutluluk da kişiyi bitirir mi?.. – şövalye içinden kendi kendisiyle alay etti. – Ne de güzel bir bahar günü, ama niçin tadını çıkaramıyorum?.. “güzel başı omuzumda Aisse’yi uyutuyor muyum?” – kendinden olmayan bir ses duymuş gibi oldu, hemen karşılık verdi: – “İyi ya da kötü günümde o, sevdiğim kişidir!”. İyilik yaptıktan sonra, ne diye aşkını gizlersin ki?”. “Ben miyim?! – sorusuna yanıt bulmadan kendi kendine haykırdı.

– Bir şey mi dedin Edie?- Ayşet başını kaldırdı.

– Hayır, Aisse, – sevgilisine gülümsedi, başka konulara geçti: – Güzel bir bahar, şahane bir gün.

– Nereye vardık, Paris’e yaklaştık mı?

– Melen’e giriyoruz.

– Melen mi dedin?..

Küçük bir kızken, Paris’e götürülürken Melen’de durduklarını, öğle yemeğini bir restoranda yediklerini ve geceyi orada bir otelde geçirdiklerini anımsadı. “Görüştüklerinde Madlen, Ayşet’e küçük bir kız çocuğu olarak Melen’e, restoran’a, otele geldiğini ve seni gördüğümü bugün imiş gibi anımsıyorum” demişti. “O olay ne zaman yaşanmıştı?.. Başıma gelen onca olay?.. Bana yardım ederek beni bugünlere getiren ve beni dertlerle baş başa bırakan papa artık yaşlandı. Sorun değil, yaşlanmaktan kimse kaçamaz, sağlıklı kalsaydı tek… Papa şimdi ne durumda acaba? Kendi derdim zavallı papayı unutturdu bana. Türkiye’de kalsa daha mı iyi olurdu? Fahri ve arkadaşı ne oldu?.. Onları dinleyip ülkeme dönseydim belki daha iyi olurdu… Seleni bebeğim var, anılarımı artık ne yapayım? Onu yaban ellere bırakıp ne diye Paris’e koşuşturuyoruz ki? Kara talihimizden mi kaçıyoruz?..”

– Öğle yemeğini Melen’de yeriz, Aisse.

– Hayır, hayır! – Ayşet, ürkmüş olduğu için utandı. – Bağışla beni, Edie, ben hiçbir şey istemiyorum, yemek yemek istiyorsan başka bir yerde dururuz. – Anımsadığı şeyi, geçmişi içinden atmak istedi: – Melen’i, Marsilya’yı ve Lyon’u görmek istemiyorum…

– O zaman tek bir yer kaldı, – moral vermek üzere Ayşet’e gülümsedi, – Paris’e gidiyoruz.

– Hakkı bende kalmış zavallı papam olmasa, oraya da adımımı atmazdım… Sana tuhaf gelmesin, Edie. Bir ara o konuda konuşmuştuk, şimdi de, papanın bana uygunsuz davranışları sonrasındaki sözümde duruyorum: Onun benim için yaptıklarını bir ben bilirim, yaşadığı sürece onu gözetirim, kimseye de tu kaka yaptırmam. Ancak şu an kalbim Sans’ta kaldı… – Ayşet’in sesi yükselmişti, ama hızla toparlandı, kendi kendine konuşur gibi, ama kızının babasına da duyuracak bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü: – Durumumuz böyle olduğu sürece Fransa dışında bir ülkede yaşamayı düşünmüyorum… – Ayşet’in göz yaşları yeniden boşaldı…

– Aisse, canım, – Edie Ayşet’i kucaklamış okşuyordu, – ağlama, moralini bozma, her şey iyi olacak. Tek derdimiz Seleni’yi uzun süre göremeyecek olmamız, yoksa Isabelle-Louis ona mutlaka bir bakıcı bulacaktır. “Hazırım” dediğinde, üç kişilik bir aile olarak gideceğimiz yeri söyleyeyim mi? Tam istediğimiz yer olmasa da, alın terimi ve kanımı döktüğüm Fransa için ülkem demiştin, küçük kız bebeğimiz için burayı uygun bulduğun için çok sevinçliyim. Ama kökünün dayandığı Çerkesiye’yi de unutma. Sana söylediğim gibi Kafkasya’ya, Çerkesiye’ye seni ve Seleni’yi de götüreceğim.

– Edie, sevgilim, – Ayşet, güzelliğini daha da güzelleştiren bir tavırla, kendisine güzel sözler söyleyen şövalyeye baktı, – ikimizden başka o konuyla ilgilenen ve konuşan kimse yok… Çerkesiye bir güneş rüzgârı gibi gözlerime görünüyor, bir zamanlar görmüş olduğum gibi artık gözlerimde canlandıramıyorum Çerkesiye’yi. O ülkeyi zihnimden atmış olabilir miyim?.. Beni oraya götürmüş olsan bile, dağlarını, ormanlarını, ovalarını, ırmaklarını, çayırlarını görüp unuttuğum dili için ağlayıp dönmeyeceksem, kimin umurunda olacağız, kim bizi karşılar ve ağırlar?.. – Ayşet’in yine içi bunalmıştı, ama gördüklerinden büyülenmiş gibi kendisini frenlemesini bildi. – Versay göründü, Paris artık uzakta değil.

Ayşet daha fazla Edie’yi zorlamak istemedi, hangi eve gideceklerini sordu:

– Aisse, seni üç konuttan hangisine götüreyim?

– Hangi üç konut? – Ayşet başını kaldırdı.

– Ferriollerin evi mi, Bolingbrokelerin evi mi yoksa kendi evimiz mi demek istedim.

– Kendi evime, Ferriollerin evine götürürsün, başka bir yerim yok, – dedi ama, Ayşet, hemen sözünü değiştirdi, – hayır, hayır, kuşkulanmamaları için beni önce Bolingbrokelerin evine bırak, oradan Ferriollere dönerim. Beni bağışla sevgilim, seni beklemediğin sorunlarla baş başa bıraktığım için…

– Yeter, Aisse, o söylediğin şeyleri duymak istemiyorum, – Edie, Ayşet’in konuşmasını kesti, – sana ilk aşk sözünü söylemiş olan benim, sen değilsin. Sana darılmış, söylediğim, yaptığım şeyler için pişmanlık duymuş değilim. Bu yeryüzünde bana senden daha yakın olan birini tanımıyorum. Bunu binlerce kez söylesem de, yine söylemekten bıkmam.

– Aşk teşekkür gerektirmez, Edie, ben de seni seviyorum, teşekkür ederim. Benimle dalga geçme, bizim dışımızda aşka değer veren kimse Paris’te ve Fransa’da kalmamış gibi durumlar oluyor. Abartıyor olsam da hep öyle kalsın!.. Sonra, Edie, bize dediğin yere, çok özlemiş olsak da biraz bekleyelim, Tanrı katında görevini yapmamış ve günahkâr biri durumuna beni düşürme. Yalvarırım, beni anla, beni yanlış yola sevk etme.

Edie, Ayşet’i Bolingbrokelere bırakıp evine döndükten sonra, dinlenecek yerde, birkaç gün boyunca çektiği sıkıntılar yeniden içinde boy gösterdi. Yol boyunca yaptıkları konuşmaların çoğunda Ayşet’in dediklerini onaylamış olduğunu düşündükçe, bu şeyi erkeklikle de bağdaştıramamıştı: “Çocuğumuz olacağını söylediği günden başlayarak doğru davranmadım. “Kadının güzelliğine ve tatlı dudağına vurulursan, kör ya da dilsiz olursun”. Bunu Molière mi, başka biri mi söylemişti? Kim söylemişse daha doğrusunu kimse söylemiş olamaz. Aisse nedeniyle başıma geleni de bu… Aşk konusunda gönül kimseye danışmaz. Üstümde evlenme yasağı bulunmasına rağmen, onu sevdim, o da bunu bildiği halde beni sevdi. Ama bu bahaneyle başımızı eğip yaşayacak mıyız?.. Bunu başkaları biliyorlar, lafımızı edecekler diyerek bebeğimizi manastırda sakladık. Kim lafımızı edecekmiş, Orleans Dükü mü? Onun büyütmesi Kral XV. Louis mi? Claudine-Alexandrine gibileri mi? Temiz kalpliliğini ve insancıllığını her şeyin üstünde tuttuğum Aisse’nin çekindiği ve ne yaptığını bilmeyen hasta Kont Charles de Ferriol mi?! Her ikimiz de bir çıkış yolunu bulamadık! Bekâr halde hane kuran biri gibiyim… Bu işi bir sona erdirmem gerekiyor. Ama, Aisse’yi her gördüğümde, ne olduğunu anlayamadan vurulup kalıyorum…”

O akşam Ayşet Bolingbrokelere değil, belli etmeden Ferriollere gitmeyi düşünüyordu, ama başından geçenleri anımsadığında cenazesi yeni kaldırılmış biri gibi keyfi kaçmıştı.

– Aisse, beni yanılttın, yoksa böyle olduğunu bilseydim, yol yorgunu ve bitkin halinle seni Ferriollere yola çıkarmazdım, – gördüğü bu şey karşısında Marie-Claire Bolingbroke’nin içi sızladı ve Ayşet’i azarladı, – betin benzin solmuş. Maria-Angelique’in ne menem biri olduğunu unuttun mu yoksa?.. Haydi, dönelim, toparlanıncaya değin benim yanımda kal.

– Şövalye de Edie beni sizin evinize bırakırken de öyle demişti… Lord Henry ve ikinize çok teşekkür ederim, sırrımı sakladınız, eviniz evim gibi, ama kendi evime gidersem daha rahat ederim. Yol yorgunusun diyorsun, bir gece dinlenirsem geçer. Kendimden geçerek başıma açtığım bu sorunun ömür boyu kurbanı olacak olan küçük kız bebeğimden başka derdim yok! Bağışla beni Marie-Claire, şövalye de bağışlasın beni, sizi hak etmediğiniz bir zahmetin içine attığım için, büyük hatamın yükünü Tanrı katında ömrüm boyunca taşıyacağım, – Ayşet kendi yol açtığı hatayı kabul etmişti, beti, benzi attı, el ve ayakları titremeye başladı.

Marie-Claire, sevgi dolu bir gözle Ayşet’e bir göz atıp onu övdü:

– Seni böyle tanıyorum, böyle tanımak da isterim hep, Aisse.

Ferrioller akşam yemeği için sofradaydılar, Ayşet’i görünce, Kontes Maria-Angélique dışında, sofradakilerin hepsi kalkıp koşuştular. Pon de Vel ile Arjantel Ayşet’e sarılıp yanaklarından öpmeye başlayınca, Maria-Angélique sabredemeyip oğullarına seslendi:

– Şöyle biraz nefes aldırın da Aisse’yi yanıma getirin. Ne diye o kadar Bolingbrokelerin yanında kaldın ki, kendini çok özlettin, o denli yanlarında tutacaklarını bilseydim, seni hiç göndermezdim. Pon de Vel, Arjantal, Sophie, Aisse’ye bir bakın, daha güzel, daha ince olmadı mı? Bizim çiftliğimiz Pon de Vel’in yanında La Source daha mı güzel yoksa?.. Aisse’yi çağırdığınızda, Marie-Claire benim de sizin yanınıza gitmemi istemişti… Evet, Aisse, amcan Augustin yanımızda değil, kontun yanında. Kont iyi değil, yetişemezsen diye endişeleniyordum, ama belli etmiyordum, bir başına git de ona bir görün, seni tanır mı bilemem… Pon de Vel ve Arjantal de seninle birlikte olsun. Biz de, Markiz Marie-Claire ile biraz sohbet ederiz. Sophie sen de bize çay demlet.

Markiz, Maria-Angélique’in bıktırıcı konuşmalarını dinlemektense çayı bir yana bıraktı, kocasının evde yalnız kaldığını bahane ederek ayağa kalktı:

– Uzun bir yoldan geldik, Henry evde yalnız, faytonum da kapıda bekliyor. Kontun hastalığına üzülüyoruz, Tanrı’dan şifa dileyelim, bir gün ziyaretine geliriz.

“O sözünü ettiğin kişi sanki size çok meraklı, siz de ona meraklısınız” diye içinden geçirerek Marie-Angélique gülümsedi, konuğunu yolcu ettikten sonra, kontun yanında neler olup bittiğini görmek üzere üst kata çıktı. Gördüğüne ne diyeceğini bilemeden yerinde çakılı kaldı: Kont yatakta yatıyor, başında Ayşet diz üstünde oturuyor, kontun yüzünü ve alnını okşuyordu, bu arada kontun ve Ayşet’in gözyaşları dökülüyordu.

– Tanıdı mı Aisse’yi?.. – diye Maria-Angélique Augustin’e fısıldadı.

– Görmüyor musun… – karısına sertçe bir baktı ve hastanın başını çevirdi.

– Tabii, elbette tanır… – kocasının sert tavrını dikkate almadan, iyimser bir tavır takındı ve Desten’e seslendi: – Görmüyor musun Charlotte-Elizabéth Aisse’nin” diz üstü yerde oturduğunu, altına bir şilte verin. Kont nasılsın? Düne ve daha önceki güne göre daha iyi görünüyorsun, Charlotte-Elizabéth Aisse sana döndüğü için daha iyi olmuşsun anlaşılan…

– Bana döndü! – dedi kont, odadakilerin şaşkın bakışları altında doğruldu ve kendi kendine oturdu. Gittiğin Çerkesiye’de seni nasıl karşıladılar?.. Seni kırdılarsa benden saklama, boşuna Türk sultanı mı olmuşum?..

– Papa, Çerkesiye diyen sensin… – diye çıkıştı Ayşet, ama hemen ardından kendini topladı: – Lord Bolingbrokların yanındaydım.

– İngiltere’de miydin?.. – duyduğu bu şeye şaşırdı, odadakileri şöyle bir gözden geçirdi ve homurdandı: – Ama bu çirkin kişiler senin Çerkesiye’ye gittiğini söyleyip beni aldattılar… Lord Bolingbrok Henry St.John, iktidarı torilere (*) kazandırmışsa, harika! Öyle olması gerektiğini ve ne yapacağını ona söylemiştim, sözümü dinlemiş. Ama, Charlotte-Elizabéth Aisse, sana ne diyeceğimi biliyor musun, günün birinde bu dünyadan göç ettiğimde, evet, evet, artık başında olmadığımda, bu berbat grubun içinden ayrıl ve Çerkesiye’ye dön, başlarına geçmen için sana izin veriyorum, bunu yapmanı istiyorum.

– Al, şu ilacını iç, – dedi konta Ayşet, konuyu hemen değiştirdi, Séléni ile Edie’yi düşündü, kontun saçmaladığını anladı ve sözünü değiştirdi, – dediklerini, papa, şu an yapacak durumda değilim.

– Elbette değilsin, Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol, Çerkesiye’ye dönemezsin tabii, seni boşuna mı Fransa için yetiştirmişim!.. – ilacını içtikten sonra kont konuşmasını sürdürdü – Şimdi yemek yemek istiyorum.

“Ölüyor derken şunun dediğine de bir bakın!..” – dedi içinden Marie-Angélique, bu işin sorumlusu olarak Laroche’a bir baktı, kocası Augustin-Antoine’ı ürkütürcesine ayağa fırladı:

– Charles, ne istediğini söyle yeter, hemen getirelim…

– Yeni tutulmuş, taze nehir balığı isterim, – dedi kont düşünmeden.

– Hemen yerine getiririz… Haydi, Desten, pazara git.

– Pazardan alınmış balık istemiyorum, Sen Nehrinden yeni çıkarılmış balık isterim… Augustin, ne diye oturuyorsun, unuttun mu çocukluğumuzda balık tuttuğumuz o yeri?..

 

(Devamı gelecek)

İshak Maşbaş, Tarihi roman, s. 459 – 468.

 

(*) – Toriler (Tory), muhafazakarlar İngiltere’de bir siyasi parti ve taraftarları. – hcy.

 

****

 

(s.468 – 473)

 

VIII

“Kendisine beşik yapılıp da mezarı kazılmayan kimse yoktur” atasözünü doğrular biçimde Kont Charles de Ferriol akraba ve yakınlarını terk edip 26 Ekim 1722’de yaşama gözlerini kapadı.

Kont Charles de Ferriol’ün defin günü, diğer sonbahar günlerinden farklı olarak, ölünün geçmiş yaşamını ve başarılarını bilmeyen kişilerin iyi bir insandı dedikleri, kendisini tanıyanların Tanrı ona rahmetini göstermiş dedikleri gibi, güneşli güzel bir gündü. Yükseklerden güneşin sıcaklığı geliyordu, cenaze arabalarının sesleri ve insan konuşmaları, Aziz Rok heykelinin olduğu mezarlığa vaktinde yetişmenin telaşı içinde olduklarını belli ediyordu.

Üstü açık tabutta yatan cenazenin kenarlarında Augustin Antoine, Marie Angélique, Pon de Vel ve Arjantal ölünün ellerini ve göğsünü tutuyorlardı, Ayşet, Başpiskopos Pierre de Tencin, Claudine-Alexandrine, Sophie, Jeanette-Nicole, Laroche ve Desten de yanlarındaydı. Bunların dışında bilmedikleri ilerlemiş yaşta kadınlar, kontun arkadaşları da küme küme bir aradaydılar, bir ara kontun evinden kovulmuş olan Lulu da içlerinden seçilebiliyordu.

– Auguste, şunlara da bir bak… – diye kocasına fısıldadı Marie-Angélique gözlerini siler gibi yaparak, – teşekkür ederiz, kontu unutmamışlar. Bak, bak şu gelenlere … François Voltaire cezaevinden salınmış mı?.. Ne zaman salınmış?.. Yanındaki de Montesquieu (Monteskiyö) değil mi?..

Kont Augustin-Antoine dirseği ile dokunarak, çok konuşmaması için karısını uyardı. Peder (papaz) dini görevlerini tamamladıktan sonra, konuşmak isteyen var mı diye sordu, François Voltaire tabutun yanına geldi, topluluk fısıldaştı, Ayşet de heyecanlandı.

– Özgürlük öğütleyen şiirler yazıyorsun, bozgunculuk yapıyorsun diye beni Bastil Hapishanesi’ne koymuşlardı, daha dün serbest bırakıldım, karşınızda bugün konuşmasam da olurdu. Ama aramızdan ayrılan ve Fransa için büyük işler başarmış olan Kont Charles de Ferriol’ün karşısında, onun kızı ve kız kardeşim saydığım Charlotte-Elizabéth Aisse, kontun kardeşinin çocukları Pon de Vel ve Arjantal çocukluk arkadaşlarımdır, onların babaları Kont Augustin Anoine’ın insanca yanına da büyük bir değer veriyorum, Feriol’lerin acılı gününü paylaşmak üzere buraya gelmiş bulunuyorum. Fransa’yı seven, güzelliğini duyuran, bayrağını kaldıran herkese değer verme, yüceltme göreviyle baş başayız. Sen kont, bu gibi büyük insanlardan birisin, sana minnettarız, uğurlar olsun diyerek, seni son yolculuğuna uğurluyoruz.

– Evet öyle, Claudine, – diyerek Marie-Angélique kız kardeşine fısıldadı, adımızı anan olmadı, birileri için gerekli değiliz… Şuna, şu şövalyeye de bir bak… Asker kıyafetini giymiş, sanırsın bir general kaldırılıyor. Kendini göstermek mi  yoksa Aisse’yi etkilemek mi istiyor?..

Albay üniforması içinde Şövalye Blaise-Marie de Edie tabutun yanına gelip kısaca konuştu:

– Uğurlar olsun, kont, Fransa için çalıştın! – Askerlerin yaptığı gibi dik durup elini kaldırarak kontu selamladı.

“Ömrünü, yaşamını adadığı Fransa için fazlalık mıydı ki, Kral bir çift söz edecek birini olsun göndermemiş… – diye homurdandı Marie-Angélique, Ayşet’e doğru bakıp kızdı: – Bunun sorumlusu da gözyaşlarını döken şu sivri akıllı kız, Kral naibi Orleans Dükü’ne göz kırpacak, gülümseyecek yerde, onu bize düşman etti. Zavallı dükün hasta olduğu söyleniyor, hastalığı ne olabilir?.. ” İlginçtir, birbirine benzemeyenler birlikte dans etmezler, huyları uyuşmayanlar da evlenmezler dedikleri gibi, bu kötü düşünceler Claudine-Alexandrine’de de vardı. Ama dedikodu yapmaktan kaçınıyor, yüz yüze bakacağız diyerek susuyordu.

Güneşli güzel bir gündü. Kont toprağa verildiğinde öğle vakti gelmişti. Mezarı terk ederlerken Claudine-Alexandrine gülümsedi ve ablasına fısıldadı:

– Arkana bakma, Marie. Ben olsam mezar taşına ne yazardım, biliyor musun – Avare kişi!

– Duyacaklar… – dedi Marie-Angélique kız kardeşine, faytonuna doğru yürürken. Augustin-Antoine, Ayşet, Pon de Vel ve Arjantal’in hâlâ mezarın başında olduklarını görünce Claudine-Alexandrine’e bozuldu: – Bak şuraya!.. Aile direği olduğum Feriol’lere karşı beni hep küçük düşürüyorsun…

– Marie, sakın mezara geri dönme, iyi olmaz! – Claudine-Alexandrine ablasının tez canlı olduğunu bildiği için onu hemen uyardı ve daha da korkutucu bir söz söyledi: – Bu ne ki, utanacağın günle de karşılaşırsın.

– Ne günüymüş o gün?

– Bana sormadan önce, onu sallapati Auguste’üne sor, hayır dersen sizinle ne oranda mal paylaşımı yapacağını Aisse’ye sor.

– Ölenin Aisse’ye bir iyilik yaptığını mı biliyorsun?

– Bildiğim bir şey yok, benimki sadece bir öngörü.

– Peki, hiç hazzetmediğin zavallı kontun bu işte payı nedir?

– Şimdi yeniden sevmeye başladığın kocanın, Marie, ölenin kardeşi olduğunu unuttun mu? Kont Aisse’ye bir şeyler bağlamadan, vasiyet etmeden bu dünyadan ayrılmış olamaz. Sor, sor kontuna. Haksız isem bağışlanmamı dilerim, ama fazla zaman geçirmeden işinizin peşine düşün. Sandığınızın aksine Aisse içini başkalarına açan biri değil.

– Bilmiyorum, Claudine, Aisse sandığın gibi biri olabilir, şu an güvenebileceğim bir kimse kaldı mı ki yeryüzünde? – Marie-Angélique’in gözleri kırpıştı. – Geçinmesi için Aisse’ye yıllık 4000 livre (Fransız lirası) tahsis ettiğini biliyorum… dedi ve kendi kendisine kızdı: – Zavallı konta başka şeyler de yaptırmışsa, o uğursuza dünyayı zindan ederim! Bu konuda vurdumduymaz kocamın da canına okurum!

– Sesini kes, Marie, dönüyorlar… – Dediğini yaptıran Claudine Alexandrine ablasına fısıldamakla yetinmedi, ayrıca çimdiklemeden de edemedi: – Geçen aylardakiden farklı olarak Aisse bu ay ne diye bu denli zayıflamış, incelmiş olabilir?

– Aman Tanrım, benim kuşkulandığım şeyden sende mi kuşkulanıyorsun?.. Ömrü boyunca kadına doymayan kaynımın yapmayacağı şey olmaz… Evet, eksik kalan şey de bu olmalı…

Mezarlıktan dönüş sonrası, ölü yemeği yerken, Ferrol’lerin evindeki akşam buluşmasında ve mezarlıkta konuşulanlar Marie-Angélique’in kulağından gitmiyor, kocasıyla baş başa kalacağı yatma zamanını bekliyordu. Şimdi kocam yatağa gelir diye uzandığında uykuya daldı. Uyandığında, merak ettiği haberden çok, kontun ne yaptığını merak ederek kocasının yanına gitti.

– Uyumuyor musun!.. – diye Marie Angélique konta laf attı. – Bütün gün ayakta kaldığın yetmemiş, hâlâ ayakta mısın? Bu Ferriol’lerin ne tür insanlar olduklarını bir türlü anlayabilmiş değilim, içlerindekini ve neyin peşinde olduklarını asla söylemezler.

– Kontes, – bulanık gözleriyle Augustin-Antoine karısına baktı ve içi bulandı. – Benimle derdin nedir, anlayamıyorum… Böyle bir günde olsun beni rahat bıraksan olmaz mı?..

– Evet canım, Auguste, evet canım, şöyle bir otur, biricik ağabeyini yitirdin, ne durumda olduğunun farkındayım, – Marie-Angélique gözlerini ovuşturdu, – akıtacak gözyaşımız bile kalmadı, fazla sorun yaratmadan, senin ve hepimizin bakımı altında, gürültü patırtıdan uzak, kont, Tanrının huzuruna çıktığı için şükürler olsun diyelim. Sana kırgın değilim, “iyi geceler” demediğin, nedenini bilemediğim için yanına gelmiştim, ağzımdan olmayacak bir söz çıktıysa, bağışlayın.

– Sana kırgın değilim, Marie, – kont da duyduğu bu tatlı sözler üzerine yumuşamıştı, – Ferriol’lerin direği, dayanağı sensin. Yanına gelmiştim kontes. Uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım ve yanından ayrıldım.

– Uyku mu kalmış bende, ağır bir gün geçirdiğimiz için dalmış olmalıyım… Beni uyandırabilirdin. Beni böylesine düşündüğün, bana Ferriol’lerin direği, dayanağı dediğin için teşekkür ederim. Birbirimize karşı böyle olduğumuz sürece, canımın içi, ikimiz de Ferriol’lerin nahıjı (büyüğü) olduğumuza göre, zavallı kaynım hasta olup bize geldiği günden beri, kaygılandığım bir şeyi senden gizlemek istemem. Bu şey, sadece beni değil, Aisse dışında bütün Ferriol sülâlesini, Guérin de Tencin sülalesini de meraklandırıyor.

– Ne diye Charlotte Elizabéth Aisse o kişilerden farklı olsun ki? – diye Augustin-Antoine sordu. O ağabeyimin kızı, oğullarımızın kız kardeşi değil mi?

– Öyle diyeceğini anlamıştım!.. – Marie-Angélique ne denli kendini kontrol ediyor olsa da, sesini yükseltmeden edemedi. – Ferriol’ler içlerindekini belli etmezler demem bundan… Nereden geldiğini bilmediğimiz bu Çerkes kadınının ağabeyinin kızı olduğunu kanıtlayan bir belgen var mı?

– Var! – Augustin-Antoine’ın sesi şimdi daha gür çıkmıştı. Charles bana göstermişti, Charlotte Elizabéth Aisse’yi korumayı, kimsenin onu üzmesine izin vermememi benden rica etmişti. Ayrıca kontes, Aisse’ye “Çerkes kadını” demeni, aşağılamanı uygun bulmuyorum, bu deyimi bırak. Pon de Vel ile Arjantal de bu dediğini duymasın.

– İyi, iyi, “Charlotte Elizabéth Aisse” diyerek üç güzel ismiyle çağırırım onu, sonunda ensemize çökmeyecekse… Charlotte Elizabéth Aisse’nin elinde öyle bir belge varsa, asırlar boyu Ferriol’lerin biriktirdiği mülkü bizimle paylaşacağını bilmiyor musun?

– Charlotte Elizabéth Aisse öyle şey yapmaz.

– Kendi çıkarı söz konusu olduğunda kişi kimsenin gözyaşına bakmaz, – diyerek Marie-Angélique sırıttı. – O zaman senin bilmediğin, bizim kuşkulandığımız bir şeyi daha sana söyleyeyim: Zavallı Kont Charles de Ferriol’den Charlotte Elizabéth Aisse’nin bir bebeği olduğunu…

– Sus, bana ağzımı açtırma! – Kont Augustin-Antoine ayağa fırladı.

– İyi, iyi, ben susarım, ama başkaları öğrenirlerse, çenelerini nasıl kaparsın, bilemem…

(Devamı var),

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s.468 – 473)

 

****

 

 

 

IX (s. 474-484)  

Ayşet’in şansı varmış, sıkıntısını hafifleten Sophie, Pon de Vel ve Arjantal, şimdi kendince boş kalmış bu evdeydiler. Augustin-Antoine ağabeyinin sağlığında yapmadığının aksine, çok şeyi düşünür olmuş, karısı ile yaptığı bıktırıcı çekişmeler de buna eklenmişti, Ayşet’e de daha özenli ve daha dikkatli yaklaşmaya başlamıştı.

Ayşet’in yaşama atılacağı, iyi ve kötü günlerinde dayanağı olacak tek kişi olan kont da artık yoktu, ama Ayşet’i Ferriol’lerin arasında malsız, mülksüz ve çaresiz de bırakmamıştı… “Teşekkürler papa… Beni satın alıp buralara getirdin, çektiğim sıkıntıları unutmuş değilim, Tanrının bana verdiği bebeğimi göğsümden nasıl olmuş da ayırabilmişim?! Sorumlu olan, onu doğuran benim, şimdi ne gibi bir yaşam sürdürebilirim?! Ne diye bu dünyada yaşayayım ki?! Her türlü zavallılık benim alnıma mı yazılmış, Allah’ım… – Ayşet farkında olmaksızın tekrarladığı bu yakınmalardan ürktü, bağışlanmak ve istavroz çıkarmak amacıyla elini kaldırdı, indirdi ve yalvardı: – Beni bağışla ve beni anla Allah’ım, İslam dinimi terk ettiğim için… Zor duruma düştüğümde, ismini her anımsadığımda, “seni başkası ile değiştirdim” dediğimde söylediğim sözler doğru olmamalı, ama senin bilgin dahilinde beni aralarına kattığın Fransızların Katolik dinini kabul etmemiş olsaydım, burada halim nice olurdu bilemiyorum. Yiyecek ve giyecek bulurdum, ama içlerinde barınamazdım. Nereye gidebilirdim, ne yapabilirdim? Bunaldığım anlarda dediklerim ve yaptığım şeylerde senin bilgin olmadığını, bunları görmemiş olduğunu söyleyemem, – duvar gerisindeki tanrı resminin karşısına diz çöküp istavroz (haç) çıkardı: – Tek ümidim sensin, Tanrım, beni bağışla, beni duy. Ben çok sayıda tanrısı olanlardan değilim, ama ne yapayım, ikiniz de kalbimdesiniz. Şu an senin karşında söylediklerimin doğru şeyler olmadığını anlıyorum, kendimi suçsuz biri olarak da görmüyorum, elimden bir şey gelmediğini yadsımıyorum. Bu nedenle olmalı doğurduğum bebeğime karşı çaresiz duruma düşmüş olmam da… Sorumluluğu kimseye yüklemiyorum, kendim ettim, kendim buldum. Selini’yi nikâhsız doğurmuş olmamı bağışla. Şövalye de Edie’nin beni sevme, benim de onu sevmem dışında bir suçu yok. Beni denemekte olduğunu unuttum, suçlu benim, sorumluluğu bana yükle. Sırtımda bu günahı taşırken bile beni anlayacağını umuyor ve sana yalvarıyorum: Papamın (kont babamın) bana karşı işlemiş olduğu günahları bağışlamanı diliyorum, aklı başında olsa bana karşı öyle şeyler söylemezdi. Başkalarına karşı da hiç suç işlemediğini iddia edemem, ama acımasız, merhametsiz biri de değildi. Onun bana yaptığı iyilikleri saymakla bitiremem, yaşadığım sürece onun için Tanrı’ya yalvaracak ve dua edeceğim”, – Ayşet yine istavroz çıkararak üç kez tanrı resmi karşısında başını eğdi ve oradan ayrıldı.

Gözyaşları içinde Jeanette Nicole’a yazdığı mektubu eline alıp yeniden okudu: “Julie’ye beynimdeki kötü şeyleri yazmadığım, onu kendimden soğutmadığım ve üzülmesine neden olmadığım için iyi etmişim, şanslıymışım. Jeanette Nicole’ün “İnsan yaşamı sevinç ve üzüntü ile birliktedir, bu ikisinden birine kapılmak olmaz” dediği doğru olabilir mi? Bu soruya nasıl bir yanıt verilebileceğini bilmiyorum. Buna herkes kendi anlayışına göre bir yanıt verebilir. Ben üzüntülerimden kaynaklanan sevinci gizlemem nedeniyle, yoksa, her şey benim için bir üzüntü kaynağı mı oldu? Üzülen sadece ben olsaydım sorun olmazdı… – Bolingbrokların bilgileri dahilinde, onların yanına gidiyormuş gibi yapıp Şövalye de Edie’ye haber vermeden ve Ferriollerden de gizleyerek, bebeğinin yanına Sans’a gittiğini, Isabelle-Louise’nin henüz yarım yılını doldurmamış Selini’yi kendisine gösterdiğini anımsadı, Ayşet’in gözyaşları döküldü, – dayanamadım, evladın sana yaptırmayacağı şey olmaz denmesinin anlamını şimdi daha iyi anladım, zorla göğsümden ayrıldığın için sana gücenmiyorum. Bana verdiğin yakınlık için teşekkür edecek yerde seni bırakıp ayrıldığım için bana gücenme, şanssız biriyim diyerek, gizlice kendimi avutarak içinden çıkamayacağım büyük bir yangının içine atmışım. Serbest aşk yaşayan Claudine, Paraber, Duffant ve Pri’nin doludizgin aşklarını onaylamamıştım, kendi başıma kendim iş açmış oldum…” – bu arada kapının çalınması Ayşet’i ürküttü, gözlerini sildiğini ve mektup sayfasını hızla çevirdiğini Pon de Vel ile Arjantal de gördüler.

– Aisse, yetmedi mi o denli üzüldüğün, ağladığın… – diyerek Pon de Vel Ayşet’i yanağından öptü, Arjantal de aynısını yaptı, daha üzücü bir ses tonuyla sordu: – Ne diye bu sayfayı gizliyorsun?

– Bu mu? Burada hiçbir şey yazılı değil, – dosya sayfasını eline alıp eskisi gibi yerine koydu.

– Hiçbir şey yazılı değilse, – diye Arjantal yaprağa takıldı, – ne diye ağlayarak yaprağı saklıyorsun? Yoksa içinde olmayacak bir şey mi yazılı…

– Jan, – Pon de Vel kardeşini azarladı ve sözünü kesti.

Ayşet artık kendine gelmişti:

– Ölen mi, yoksa geride kalanlar mı, hangisi daha zavallı? – diye söylenip düşünmelerine fırsat tanımadan sözünü bağladı: – Buna Montesquieu (Monteskiyö) ile Voltaire bile yanıt bulamadılar, biz boşuna yanıt bulmaya çalışmayalım. Bu sayfada gizli bir şey yazılı değil, okuyun, kime yazdığım tanıdığınız biri, Markiz Julie’ye yazdım. – Yaprağı Arjantal’e uzattı, aynı sırada soluyarak Kont Augustin-Antoine odaya geldi.

– Sizler de burada mısınız? – dedi kont çocuklarına gülümseyerek. – Kız kardeşinize destek çıkarak iyi yapıyorsunuz. Dünyasını değiştiren zavallı kont yabancınız değil, sizi severdi, başarılarınızla gurur ve mutluluk duyardı, benim size yapamadığım birçok iyiliği o size yaptı. Cenazeye kral ya da kralı temsilen birinin gelmediğini söyleyenlere aldırmayın. François Voltaire ve Charles Louis Montesquieu’nün Kont Charles de Ferriol için söyledikleri sözler ve ona verdikleri değer, tek başına her şeye yeter. Sen, Kontes Charlotte Elizabéth Aisse, babandan, ağabeyimden memnunum, ne dediyse içine atarak ona katlandın, onu bağışladın; ona özenle baktığını, onu kolladığını Tanrı biliyor, ben de unutamam, kimsenin senin kalbini kırmasına izin vermem. Bu gelme nedenimi kardeşlerin de duysunlar, gizlemiyorum: – Moralini yitirdiğini, bilmediğimiz bir olayın başına gelmiş olabileceğini Kontes Marie-Angélique söyledi. Ağlama, kızım, bir sırrı olmayan kişi yoktur, başa ne gelirse gelsin kişi umudunu yitirmemeli, ne olursa olsun arkanda Ferriol’ler duruyor, bunu sakın unutma.

Konuşmasının ardından Augustin-Antoine odadan ayrılırken, kontun ağır soluma sesi duyuluyordu, Ayşet içten acıyarak kontu izledi. Pon de Vel ile Arjantal babalarının kaygı verici durumundan çok, söylediği “söz” nedeniyle üzülüyor, bunu neye yoracaklarını bilemeden birbirlerine bakıp duruyorlardı. Ayşet de gençlerin içinden geçeni anlamış, kendi çözülmemiş gönül işlerinden kopmadan gülümser gibi yapıp sözü değiştirdi:

– Boş yere üzülmeyin, anne ve babanız şövalye ile benim durumumun ne olacağını bilemedikleri için kaygılanıyorlar. Hepsi bu.

– Artık bu konuda kimse kaygılanmasın, – dedi Ayşet’in başına gelenlerden habersiz Arjantal, – amcamızı toprağa verdikten sonra, Aisse, sorun bitti, şövalye ile artık evlenebilirsin!

– O zaman şövalyenin birliğine verdiği evlenmeme yemini ne olacak? – Pon de Vel önemsemeden sordu ve sözünü sürdürdü: – Sorun senin sandığın kadar basit değil.

– Elbette öyle… – dedi Ayşet, umduğu şeyi duymuştu, hemen söze karıştı, ama hemen toparlandı: – Zavallı papamın cesedi henüz soğumadan böyle şeyler konuşmak günah olur. Başka bir şey konuşalım, François Voltaire Charles Louis Montesquieu ölü yemeğine (hadeus) çağrılmamışlar mı bilmiyorum, kendilerini görmedim de.

– Çağrıldılar, – dedi Pon de Vel, – papadan sonra onları kendim çağırdım. Bilmiyor musun onların huyunu, Aisse, bahaneler uydurup ölünün ardından verilen yemeklere katılmıyorlar.

– Sadece o kadar da değil, – Arjantal de kendinden büyük abla ve abisine katılıyor ve kuşkucu davranıyor, – rahiplerin ölülere ilişkin okudukları duaları da yersiz buluyorlar. Bana sorarsanız söyleyeyim: Doğru davranıyorlar.

– Gereksiz şeyler söylüyorsun Kont Arjantal de Ferriol, – küçüklüğünde yapmadığı gibi Pon de Vel sakınarak kardeşi ile şakalaştı, – Fransız parlamentosunda konuştuğunu mu sanıyorsun?

– Beni seçtirirseniz orada da konuşurum! – dedi Arjantal coşku içinde, lafını uzattığını anladı ve konuşmasını bitirdi: – Aisse’nin dediği gibi başka şeyler konuşalım. Dayımız Başpiskopos’un hatırına olsun, din adamlarından, dinin kendinden değil, din adamlarından söz etmeyebilirdim… Siz burada oturun, benim işe dönmem gerekiyor.

Evde yalnız kaldıklarında Ayşet, Voltaire için duyduğu endişesini Pon de Vel’e söyledi:

– François’ya düşünce özgürlüğü gibi konularda konuşurken biraz daha dikkatli olmasını söyle, Bolingbroklar da onun adına kaygılılar.

– İngiliz hükümetinin baskılarına karşı çıkan Lord Bolingbrok ne zamandan beri böyle kokak biri olmuş ki? – diye bu duyduğunu neye yoracağını Pon de Vel Ayşet’e sordu, kendi görüşünü de belirtti: – İçinde kurt olmayan orman, Aisse, sıkıcı olur. Ben François’yı kurda benzetip eline geçeni parçalamasını istiyor değilim. Ormanın kralı olan aslan bazen kendini gösterse iyi olur. Voltaire’e dikkat etmemiz, tökezlemesini önlememiz gerekiyor, ama onun özgürlük içeren sözlerini köreltmemiz de doğru olmaz. Yalnız kalmaması ve ona destek çıkacak arkadaşlarının olması gerekiyor.

– Ayşet, kaygılarını ve Auguste Antoine’ın söylediği şeyleri unutmuyordu ve şimdi işittiği eğitici sözlerin değerini anladı ve yanakları pembeleşti, güzel ince başını sallayarak konuşmaktan da kaçınamadı:

– Bana akıl vermeye kalkışıyorsan, Pol, sana katılıyorum, bu sözlerinden dikkatli ve dayanışma içinde olmamız gerektiğini anlıyorum. Ancak sözlerine ilişkin görüşümü söyleyeyim: Kral XIV. Louis dönemindeki Molière, La Rochefoucauld, La Fayette, Corneli ve La Fontaine gibi güçlü ve yetenekli yazarlarımız artık yok, yeni yazarlara gereksinim var. Niçin yazarımız yok biliyor musun? Hele bir dur, sözümü tamamlayayım: – Ülkeyi kirleten kral naibi Orleans Dükü’nden nefret ettiğim için konuşuyor değilim – Bu gibi kişiler yüzünden zaten bu hallere düştük. Sahnelerde serbest aşk konulu utanılacak piyesler dışında bir temsil verilmiyor. Restoranlarda, otellerde, tiyatro salonlarında, cadde ve sokaklarda yapılan uygusuz davranışlar da bu yüzden değil mi?.. Ayşet içini boşaltırken, kendi yaptığını da anımsadı, ne diyeceğini bilemeden çakılıp kaldı, ama zor durumlara düştüğünde, bir çıkış yolu bulduğu gibi, sorunun çözüm yolunu da buldu: – Bu değil miydi, sevgili kardeşim Pon de Vel, ormandaki kurt ile bana anlatmak istediğin şey? Evet, bu, Pon. Bunlardan başka üzüleceğin bir şeyi de sana söyleyeyim. Bunlar ve başka anlaşmazlık ve çekişmeler yüzünden Fransız ülkemiz, tanrı esirgesin, bazen yok olacakmış gibi geliyor bana. Bu şeyi düşünelim, ama zavallı papanın bize söylediği gibi sinirlenmeden düşünelim, tabii ben bir Jeanne d’Arc değilim, korktuğumu sanma, biz üstümüze düşecek görevleri yerine getirelim.

Pon de Vel, Ayşet’in sağlam biri olduğunu, inandığı şeylerden sapmayacağını, sözlerine sadık kalacağını ve bazen kaygılarından etkilendiğini biliyordu, ama Kont Charles de Ferriol’ü anımsatırcasına Fransız edebiyatı, tiyatrosu ve tarihi ile toplum ilişkileri konularında bilgili ve bilinçli olduğunu bilmiyordu. “Ardından ülkesini düşündüğünü, ülke yazarlarının adlarını bir bir sayacağını beklemiyordu. Ülkesinin bestecilerini, şarkıcılarını, artistlerini ve dansçılarını, yaşayan ve yaşamayanları, başarı ve eksikliklerini değerlendirebiliyordu Aisse. Sevinç ve coşku içinde Pon de Vel kendi içinden kendine bunları söyledi.

– Pon, nedir bende bulduğun o denli ilginç şey? – Ayşet şimdi daha güzel bir gülümsemeyle şaka yollu sordu.

– Her konuşmamızda, Aisse, nedenini bilsem de bilmesem de beni etkiliyorsun.

– Bunun nedeni sensin. Yazdığın çocuk kitaplarından tut da, tiyatro yapıtlarına değin her yazdığını okudum. – Ayşet biraz ara verdi, ardından konuşmasını sürdürdü: – Öğretmenim Jeanette Nicole’ün yetişmemde katkıları oldu, Claudine Alexandrine’e de teşekkür ederim, edebiyat salonu, oraya sadece Voltaire ve Montesquieu gelmiş olsalar bile bana yetiyordu, orada çok şeyler öğrendim, derin ve köklü düşünceler konuşulduğuna tanık oldum. – Ardından yas içindeki Ayşet’in yüzü beklenmedik biçimde canlandı ve açıldı. – Pon, benimle dalga geçecek misin bilmem, ama Claudine gibi ben de yazı yazmak istiyorum.

– Aisse,- duyduğu şeye sevinen Pon de Vel hemen yanıt verdi, – hiç dalga geçer miyim, yazı yazacağından emin olayım tek.

– Neden? – diye sordu Ayşet.

– Unuttun mu Cenevre’yi, oradaki bahçemizi, Pon de Vel’i, La Source’u bize tanıtıcı yazılar yazdığını? O yazıları Arjantal ile birlikte okurken, yazar olabileceğini düşündük. Bu üzüntülü durumu yaşamasaydın, dönüşünde bu konuyu sana açmayı düşünüyorduk.

– Öyle ama, – utanaraktan Ayşet yanıt verdi, – O okuduğunuz yazılar, bir çırpıda yazdığım sıradan yazılardı.

– O yazılar derin düşünce ve duyguları yansıtmayan yazılar olsaydılar, sana sözünü bile etmezdik. Başka bir şey de söyleyeyim: Gönderdiğin mektuplardan bazılarını, sana ilişkin yazı yazman gibi bir şey söylemeden Voltaire’e de okuttuk, o da şimdi sana söylediğimize benzer şeyler söylemişti. Ama yazı yazmak istersen, sıradan bir yazıyı François Voltaire’in beğenmeyeceğini bilmelisin: “Claudine gibi yazı yazmak istediğini” sakın Voltaire duymasın. “Yazmak isteyen birinin söyleyeceği bir şeyi varsa, düşüncelerini – acı ve sevincini, isteksiz ve istekli anlarını, değişik düşüncelerini okuyucuya aktarabilecekse, yazdıkları ilginç karşılanacak ve başka yazarların yazıları içinde kaybolup gitmeyecekse, yazsın” diyecektir.

– Pon de Vel, – beklenmedik biçimde açtığı yazı yazma konusundan çok, şimdi Ayşet’in söylediği sözleri karşısında yüzü pembeleşti, gerinerek ve boşalarak konuşmaya başladı, – “Claudine gibi yazı yazmak istiyorum” dememin anlamını, anlaşılan anlamamışsın. François Voltaire’in ne diyeceği konusundaki sözlerin gerçeği yansıtıyor. Sen de ben de onun görüşüne katılıyoruz. – Söylediği şeyi uzun bir süreden beri düşündüğünü belli etmek istercesine Ayşet gülümsedi.

– Neler konuşuyoruz böyle? Zavallı ninemin bizler için ne dediğini biliyor musun: “Avlamadıkları ayının postunu yüzüyorlar”. Ne diye gizleyeyim, yazma işine beni yönlendiren Julie Calandrini’dir. Kendimden fazla söz etmiş olmalıyım, şimdi senin işlerinin ne düzeyde olduğunu bilmek isterim. Tiyatro için yeni bir piyes, temsil hazırlığın var mı?

– Bildiğin gibi, oyun yazarlarımız artık piyes yazmıyorlar mı bilmiyorum, yeni bir piyes gelmiyor. Gözyaşı döktürücü dramlarla lirik yanı bulunmayan kuru vodvillerden (hafif güldürülerden) başka şey yok, bıkkınlık verdi.

– Ne yapalım, günümüz onu götürüyor, – dedi Ayşet, merak ettiği oyuncuları sordu: – Michel Baron ile Adrienne Lecouvreur desene işsiz kalmışlar?

– Öyle oldu, Baron Michel yazı yazıyor, Adrienne Lecouvreur ile Arjantal de Ferriol aşklarını sürdürüyorlar. Jan’ın işine döndüğünü söylemesine inanma.

– Birbirlerini o denli seviyorlarsa, – diye bir iç çekti Ayşet, – sevindirici bir şey bu, ama Arjantal’in Adrinne’den karşılık bulacağını sanmıyorum. Yanılıyor olabilirim, ama oyuncular temsil ettikleri kişilere benzerler gibime geliyor. Ne diyebilirim…

– Dünya dediğimiz böyle bir şey – biri güler, diğeri ağlar, biri şımarır, diğeri aç aç gezer. Yaşamımız böyle olunca, Pon de Vel, düşündürücü, uyarıcı, emeği ile elde etmediği malın şımarttığı kişileri sarsacak piyeslerimiz-temsillerimiz olmalı…

– Hele, hele, Charlotte Elizabéth Aisse de Ferriol, – dedi Pon de Vel, duyacağı şey ilginç de olsa, gülerek Ayşet de sustu, – Voltaire’i gözetin demekle ne ne söylemek istiyorsun?.. Öyle şeyleri yazar ve sahnelersen, Bastil’in kapısı sonuna değin sana açılır… – Ardından daha alçak bir sesle konuşmasını bağladı: – Ne yapacağımızı bilmiyorum, “Zoraki Nikâh” oyununa geri dönmeyeceksek.

– Kral XIV. Louis’nin beğendiği Molière’in piyesinden mi söz ediyorsun? Ne diye sen de o piyesi beğenmiyorsun ki? Fena piyes değil. Özgün biçimine zarar vermeden güncellersen ve yeni eklemeler yapıp piyesi sahnelersen, izleyicinin beğenisini alırsın diye düşünüyorum. Bir bak, farklı görüşü olanlar da olabilir.

Söyleyeceklerini tamamlamadan “Zoraki Nikâh” sözcüğü Ayşet’in içine battı, bunu kendine ve şövalyeye yönelik bir laf atma gibi gördü, sözünü değiştirdi: “İçine düştüğüm nikâhsız durumu dikkate almadan, başkalarını eleştiriyorum… Aslında, Molière o piyesi ikimiz için yazmış olmalı… – Şimdiye değin Ayşet’in kaygılandığı, sırtında taşıdığı bu yük, bu durum artık başına vurmuştu. Pon de Vel ikimiz için mi o piyesten söz ediyor? Suçsuz yere onu sorumlu mu tutuyorum, bilemiyorum, ama ayıbımı burada kardeşlerime açmak istememiştim… Ama gizli şey günün birinde mutlaka açığa çıkar. İşte, kontesin kuşkusu üzerine Kont Augustin kardeşlerimin önünde beni sorguladı. Berikiler önemli, yoksa amcam sırrımı öğrense bile beni anlayacağını, hoş göreceğini umuyorum… “

– Böyle konuşarak, Aisse, beni güldürecek, Kral XIV. Louis’ye de tiyatromu kapattıracaksın… Aisse, nerede yaşıyorsun? Beni dinlemiyor musun?

– Hayır, hayır, Pon de Vel, seni dinliyorum, – Ayşet sıkıntı verici durumundan sıyrılıp yanıt verdi, – kendinden emin değilsen piyesi sahneleme.

Pon de Vel gülümsedi:

– Kendimi fazla korkak biri olarak görmüyorum. Böyle bir korkun olursa tiyatro yönetemez, piyes de sahneleyemezsin. Bu piyes için dediğini yapacağım, Aisse, başımıza bir şeyler gelecek olursa seni sorumlu tutarım, ne olacağına bakarız… – ikisi biraz şakalaştıktan ve söyleyeceklerini söyledikten sonra Pon de Vel ansızın bir şeyi anımsadı, içtenlikli biçimde Ayşet’e sordu: – Aisse, ne diye “Bir üzüntün varmış gibi” annemizden duymuş diyerek babamız sana sordu ki?

Beklenmedik bu soru karşısında Ayşet’in rengi attı, ama kadınlık yanı ağır bastı, gerçeğe yakın bir yanıt verdi:

– Şövalye Edie ile ilişkimi mamanın çekemediğini size söylememiş miydim…

– A-a, mama ile Claudine’in merak etmedikleri şey Paris’te var mı ki, – bunu önemsemediğini belli eder biçimde Pon de Vel elini kaldırdı, – benim de ağzımı yoklamışlardı, ben de aralarına girmeyin demiştim.

– İyi yaptın, – Ayşet’in yeniden rengi geldi ve gülümsedi. – Aşk, birbirini seven iki kişinin birbirine karşı duyduğu duygudur. Ama Edie ile olan aşkıma kimseyi karıştırmak istemiyorum. Evlenmeme andı verdiği şövalyelik ocağı (Orden), evlenmemize izin verir mi?.. Şövalyenin özgür hareket etme yetkisinin bulunmadığını bilmiyor musun?.. Bu işin sonunda çok sorun ortaya çıkar. Bir süre geçsin olacaklardan, durumdan seni haberdar ederim. – Pon de Vel şövalye konusunda bir şeyler söylemek istediyse de, Ayşet önüne geçti ve onu konuşturmadı: – Hayır, hayır, Edie’ye kusur bulma, o suçsuz, suçlu ve sorumlu olan benim sadece…

(Devamı gelecek)

İshak Maşbaş, (Tarihi roman, s. 474-484)

 

 

*****

 

X (s. 484 – 494) ++++++

Sabah mahmurluğu içinde Sophie çıkıp geldiğinde Ayşet önce bir ürktü, ardından gülümseyerek sordu:

– Sophie, nedir bu halin böyle? Bu gece durmadan yağan kar desek, değil, uzun bir süreden beri uyku uyuyamıyoruz.

– Kar yağması değil… – Sophie kapıyı iyice kapatarak, söylemek istediği şeyi yavaşça mırıldandı: – Kontes Maria-Agngélique sırrımızı biliyor…

– Ne sırrı imiş bu?.. – İlkin Ayşet, Sophie’nin ne demek istendiğini anlayamamıştı.

– Sabah çikolatasını götürdüğümde kontes, “Charlotte-Elizabéth Aisse’nin bir bebeğinin olduğu doğru mu” diye bana sordu, ben de “hayır!” dedim.

Ayşet korkacak yerde duyduğu bu habere, kendisini tutamayarak yüksek sesle güldü. Sophie, ne diyeceğini bilemeden Ayşet’e baktı, ardından yardımcı olamamanın bilinciyle gözlerinden yaşlar döküldü. Ayşet, o an kınanacak bir durumda idi, yine sarılarak Sophie’yi dindirmeye  çalıştı.

– Ağlama Sophie. Gözyaşı sıkıntıyı gidermenin bir yolu ise de, bizim güçlü ve sağlam durmamız gerekiyor, güçsüz ve zayıf olacak halimiz yok. Bilir misin babaannem gizlilik konusunda ne derdi: “Karanlıkta bile seni görür, kırda bayırda yine duyarlar. Komşu kadının bir şeyleri gizlediğini anladığında da, onu şöyle azarlardı: “Karnında olan şeyle bahçesinde olan şeyi kim saklayabilir ki?” Dikkatli davranayım derken görüyorsun bu başıma geleni? Ayrıca bu şeyi içimde saklayarak kendi kendime zarar verdim.

– Sen olmayacak bir şey yapmadın! – Sophie ansızın haykırdı. – Kontes açığını arayacağına kendi kız kardeşi Claudine’e baksın. Bunu yüzüne vurmama ramak kalmıştı, ama şanslıyım ki kendimi tutmayı başardım… Hayır, hayır, Aisse, pişmanlık duyuyor değilim, sadece seni kollamak istedim.

– İyi yaptın, Sophie, kendini tuttuğun için. – Ayşet bir süre bakınıp sözünün devamını getirdi. Marie-Angélique mamanın derdi nedir, biliyorum… Bir gün Laroche bana bir şeyler çıtlatmıştı.

– Aisse, seni dinliyorum, – Sophie, Ayşet’in diyeceğini yarım bıraktı, – ne kadar da ilginç birisin sen! Yalan dolan içindeki o kontesi “Marie-Angélique mama diyerek anıyor ve çağırıyorsun? Bu arada yalaka Laroche ile ne diye konuşup durursun?

– Sophie, canımın içi. – Ayşet de kendisine söyleneni ilginç bulmuştu, – her şey istediğin gibi olmuyor… bazen kabul eder, bazen de etmezsin. Marie Angéliue mama bana karşı kuşkucu ise de, zor günlerimde bana annelik de yapmıştır. Papamın bana yaptığı iyiliklerin gerisinde kalmamıştır. Her türlü sözünü bağışlamakta olmam da bu nedenle, onun şu an kaygılandığı şeyi de biliyorum. Daha önce söylemiştim, yine söyleyeyim: İş başa düştüğünde, kendi başının derdi peşine düşer, mal mülk uğruna aklını yitirir. Sen de bilirsin, hiçbir zaman başkasının malında mülkünde gözüm olmadı, şu durumumda bile öyle bir şey düşünmüyorum. Marie-Angélique mamamı itemem, o da beni itemez, ne de olsa annemdir. Ama papam konusunda benden işkillenmiş olmasına üzülüyorum. Laroche konusunda haklısın. Bildiğimiz kadarıyla kötü biri değil, işini iyi yapıyor, papayı akıl hastanesine kaldırmayı önerdiklerinde, eksik olmasın, karşı çıktı. Kusursuz biri demiyorum, ama iyi yanı daha çok.

– Aisse, ne kadar da iyi birisin! – diyerek Sophie, Ayşet’e gülümsedi. Orleans Dükü’nün hekiminin gönderdiği ilaçtan emin olmadığı için su katarak dozajını düşürmekte olduğunu anımsıyorum. Kadınlara düşkünlüğü nedeniyle Laroche’tan hoşlanmıyorum, şimdi o yalakaya iyi gözle bakmama neden oldun… Bana kalsa Aisse, o dediklerini bir araya getirip dünyada söyleyemezdim. Konu sen olsan söylerdim tabii. Berikilerin yaptıklarını, gördüklerimi her anımsayışımda ne yapardım, bilemiyorum…

Ayşet Sophie’ye diyecekleri konusunda farkında olmadan boşalıyor olsa da, sevgi dolu bir bakışla, onu kınamadan ve şakalaşmadan edemiyordu:

– Sophie, öyle yapma, sende olmayan ve beğenmediğin huyları benimseme. Beni överken başkalarına kötü gözle bakma, benim yüzümden sana kinlenenler olur ve başına iş açabilirsin.

– A, çok umurumda, – böylesi durumlarda yaptığı gibi, elini gözlerine perde yapıp gülümsedi, – o gibiler bana lazım değil!.. Sen olmasan, o Marie-Angélique başta hiçbirinin yüzünü görmeye katlanmam, tek bir saat olsun Ferriol’lerin konutunda durmam. – Sabah kahvaltısı vaktinin geldiğini bildiren zil sesinin duyulması üzerine Sophie, ürkerek konuştu: – Bu çan sesi beni sevmiyor olmalı! Şimdi ben “bana onu getir, bunu ver” diyecek kişilerle yine baş başa kalacağım. Aisse, sen gelme, biraz halsiz der, sana ayrı bir tepsiyle kahvaltını getiririm.

– Sophie! – yüksekçe bir sesle Ayşet konuştu. – Bu dediğine de bir bak, bana uygunsuz bir iş mi yaptıracaksın? Kendi kusurumu Ferriol’lere yükleyecek miyim?!

– Öyle düşünüyorsan, olur, – Sophie söylediklerini içinden reddetmeden gülümsedi ve fikrini değiştirmiş gibi yaptı, – senin sıkıntın benim de sıkıntım, seni yalnız bırakamam, her şeyine katlanırım. Olmayacak bir şey söylemişsem, bağışla beni.

– Sözlerinde doğru taraf yoktur demiyorum, ama kendine dikkat etmeni istiyorum.

– Ben de öyle düşünüyorum, ama yapamıyorum. Sen de fazla gecikme.

Odada yalnız kaldığında Ayşet’i bir ağlama tutturdu, hemen ayağa kalktı. Birinin kendisini çağırdığını sanıp bahçeye bakan pencereye koştu: Yeryüzü son noktasına değin bembeyaz karla kaplanmıştı. Karı eritecek beklenmedik bir ılık yel de esmiyordu. Soluk alacak olursa, kendisini bir başlık gibi örten kar örtüsünü üzerinden atacağından korkuyormuş gibi, o sevdiği heybetli meşe ağacı da yerinde duruyordu. Tam o sırada nasıl olduğunu bilemeden uzaklarda kalmış, çocukluk günlerindeki o sivri kama gibi tepeleri olan kendi sıradağları gözünün önünde canlandı. “Bizim taraflar sıcak bir yer, büyük kar yağdığı görülmüyor, – dedi Ayşet, kendi kendine, – ama sıradağlarımızın tepelerinden de kar eksik olmuyor… Fransa’da şimdiki gibi büyük bir kar yağdığını şimdiye değin görmüş değilim. Sans’ta da böyle bir kar yağmış olabilir mi?..” – diye henüz sormuşken, Ayşet ikinci zilin çaldığını duydu, sadece iki kez gördüğü bebeğinin görüntüsünden çıkmak isteyerek ve içi bulanarak çağrıldığı yere doğru gitti.

Sofrada karı koca, Kont Augustin-Antoine ve Kontes Marie-Angélique dışında kimse yoktu.

– Gel, gel, Aisse, – diyerek kontes Ayşet’i sofraya çağırdı, – biz de yeni oturduk. Ah, Aisse, bakınıyorsun, ama zavallı babanın koltuğu yok, kaldırttık, yetmez mi hepimizin onca üzülmüş olmamız. Öyle değil mi, Auguste? – ayak topuğuyla kontu dürttü.

Tombul bir ayı gibi oturan Augustin-Antoine ilkin soruyu anlayamadı, ardından dürtmeler onu kendine getirdi ve durumdan hoşlanmadığını Ayşet’e de belli edecek biçimde karısına çıkıştı:

– Kontes, ne diye yerinde rahat durmuyor, ikide bir beni dürtüyorsun?.. Evet, Charlotte-Elizabéth Aisse, baban Kont Charles de Ferriol’ün koltuğunu kaldırttım. Gel de sol tarafıma otur, yaşadığım sürece bu koltuk, senin oturma yerin olacak.

– Evet, öyle, Charlotte-Elizabéth Aisse, – kocasının kendisine çıkışmasına aldırmamış gibi yaparak Marie-Angélique, “yalnız kaldığımızda, o senin o lafını ağzına tıkarım” diye içinden geçirerek, kontu destekledi, – Kont Augustin-Antoine’ın dediği gibi, onun solunda oturacaksın. Bizden sonra da kardeşlerine göz kulak olursun.

– Tanrı size uzun ömürler versin, sizi başımızdan eksik etmesin, şu an öyle şeyler konuşacak bir konumda değiliz. Ancak sizden bir ricam olacak: Ben babamın koltuğunda oturmak isterim.

– Teşekkür ederim, Aisse, abime karşı bu denli bağlı ve saygılı kaldığın için, – duyduğu bu saygılı rica karşısında sevindi ve sofra hizmetçisine seslendi: – Kont Charles de Ferriol’ün koltuğunu kızı Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse için buraya getirin. Şimdi de, Charles’ın yaptığı gibi Tanrıya dua edelim.

Dua sonrasında, Marie-  Angélique alelacele bir haç (istavroz) çıkardı, sofradakilerden önce konuştu:

– Tanrı dualarımızı kabul etsin, sana ayırdığımız bu koltuk da, Aisse, senin için hayırlı olsun, – “Ne düşündüğünü bilmiyoruz, Feriol’ler ile sıkı bir dayanışma içindesin… Kont bana izin vermiyor, ama kuşkulandığım şey doğrulanıyor… kısa sürede zaten belli olur…” – içinden eklemeler yapıp konuşmasını bitirdi, ardından kaygılandığı şeyi bir yana bırakıp sözünü değiştirdi: – Aisse, bu gece yağan büyük kar konusunda bir şey demedin, biz de demedik. Çok kar yağmış olması seni korkutmadı mı, güzel kızım?

– Hayır, Marie-Angélique mama. Karlı bir kış, karsız bir kıştan daha iyi olmaz mı? Tarlalardan daha çok, daha bereketli ürün alınır diyorlar.

– Aman Tanrım, bu bizim Aisse’mizin bilmediği şey de yok. Duydun mu, Auguste?

– Duydum… – abanmış rafadan yumurtasını yemekte olan kont homurdandı.

– Duymadın, Auguste… – kontes Ayşet’e bir göz kırpıp kocasıyla şakalaştı.

– Yahu, duyuyorum. Yeni mi kar gördünüz. Biraz yememize izin verin, çay geldiğinde ne isterseniz söyleyin. Aisse’nin dediğinde doğruluk payı var, kar yağması iyi bir şey.

– Böyle yağacağını bilseydik iki faytonumuzdan birinin altına kızak taktırırdın, Auguste.

– Ne diye kızak taktırayım, – içi boşalmış yumurta kabuğunu ileri itti, memnun biçimde sordu – unuttun fayton için kızağımız olduğunu?

– Evet, evet, unutmuşum, var tabii, – “şu çayını iç te bu küçük ince kafalı kızla beni baş başa bir bıraksan” diyerek kontes konta yanıt verdi. – Kar yağdığı gibi erir gider, bunun için demir kızak getirtip seni uğraştırmam. O şeyden önce evde ve bahçede yapılması gereken çok şey var.

Kont Augustin-Antoine Ferriol kendisine denen şeyden hoşlanmamış halde çay fincanını yarım bıraktı, kendini zor tutarak kontese yanıt verdi:

– Bu yaşlı dönemimde bana uygun bulduğun şey bu mu?.. Hayır, kontes, sana bir şaka yaptım, seni kınamış değilim. O sözünü ettiğin şeyleri yapacak kişinin ben olmadığımı biliyorsun, bunları yapacak işçilerimiz var, bahçedeler. Sen olmayacak şeyler istiyorsun, sizin boş sözlerinizi dinlemek istemiyor ve gidiyorum. Ama uzun uzadıya dedikodu yapabileceğinizi sanmıyorum – çocukları kahvaltı için göndertirim.

– İstemez, uyusunlar! – Marie-Angélique kontun arkasından seslendi.

– Duyuyor musun, Aisse, bunun ne dediğini? – Augustin Antoine çökmüş bedeniyle geriye dönüp sordu. Yanıt beklemeden her ikisi ile şakalaşarak Ayşet’e bir soru sordu: – Charlotte-Elizabéth Aisse, Marie-Angélique sana bir dizi şeyler sıralar, boş ver.

– Nedir bu giden somurtkan kişinin sana bu söyledikleri? – Umursamıyormuş gibi Marie-Angélique Ayşet’e sordu, ona acımakta olduğunu da söylemekten kaçınmadı: – Kar yağdığını ilk kez görüyormuşuz gibi gevezelik yaparken kontun doğru dürüst kahvaltı yapmasını engelledik. Çok yemesi de gerekmez, görüyorsun vücudunu taşıyamayacak denli şişmanlamış.

– O konuda, Marie-Angelique mama, amcam Augustin-Antoine konusunda sana katılmıyorum, yaşına göre durumu fena değil: Ayrıca beden ve akıl sağlığı yerinde.

– Aman Tanrım, ne kadar da enteresan bir kızsın sen, Aisse, – o tombul ayıyı bana tarif etme, onun ne mal olduğunu kimse benden iyi bilemez” diye homurdanarak kontes Ayşet’e bir göz attı ve konuyu tatlıya bağladı, – aramızda olmasa bile şapka taşıyan Ferriol’lere laf ettirmiyorsun, böyle yaparak onları şımarttın, kimseyi umursamayan kişiler yaptın. Arkamdan bir söz etmiştiniz. “Bana aldırmamanı söyleyen” kimdi?

– O konuda Marie-Angélique mama hiç tasalanma, bizimle şakalaşmak istemiştir… – “Sophie’nin kontu sofradan kovdu dediği sırrımız şimdi açığa kavuşuyor, Pon de Vel ya da Arjantal’den biri olsun gelse iyi olurdu, göz boyayacak durumda değiliz” diyerek Ayşet mırıldanmaya yanıt verdi.

– Ben lafın gelişi konuştum, öyle de olabilir, iyi kalpli Augustin-Antoine bana gücendi ama bahçedeki kar karılmış mı? – Marie-Angélique konuşmasına ara verip pencereden bahçeye bir bakıverdi. – Bahçemiz işçilerine diyecek yok, bahçeyi karıp tertemiz yaptılar, – “bu küçük yalancıya canını versen bile alacağın bir şey olamaz, kont yukarı çıktıysa iki oğlunu aşağı kovalar, konuşmamızı keserler. Deli olmadıysam, bu yerde o tür şeyler konuşulmaz. Ama bu kişiye, sırrını söyletmeden de onun peşini bırakmam”. – Aisse, kahvaltımızı bitirdik, hala ne diye sofra başında oturuyoruz ki? Uykucu, tembel kardeşlerine mi özeniyorsun? Seni bir yakaladılar mı öğleye kadar bırakmazlar… Bak, bak Arjantal geldi bile.

Arjantal günaydın dedi, yanağından öpmek için Ayşet’e yanaştı, ama Arjantal:

– Önce mama, sonra ben.

– Tabii öyle, – Kontes Marie-Angélique oğluna söylenenden, oğlunun kendisini yanağından öpmüş olmasından memnun kalmış halde ayağa kalktı. – Siz oturun, ben işlerimin başına döneyim. Pon de Vel’i de kaldırıp yanınıza gönderirim.

– Pon de Vel, mama, yatsın, günah, tiyatro işi geç saatlere değin sürüyor, demişti Ayşet.

– Evet, onun işini bitirdiği saati bilmiyorum, – diyerek kontes önemsemeden yanıt vermişti,

– Sabaha değin uzatmasın, vaktinde gelsin, demişti.

– İyi, mükemmel, mama, – Arjantal annesini kınar biçimde seslendi, – o uykucuyu kaldır.

– Jan, sana ne kadar söylemiştim, böylesine acımasız olma diyerek.

– Şaka yaptım, Aisse.

– Şakanın içinde gerçek de vardır, – diye Ayşet kestirip attı.

Paris’te sonunda kar erimişti, ama Marie-Angélique’in derdinin eriyecek yanı yoktu. Bugün yarın derken, sonunda dayanamayıp Ayşet’in ağzının çözülmesini, ne olup bittiğini anlatmasını beklerken bir ay ve daha fazla süre geçmişti. Ayşet de yas tutup evde vakit geçirmemişti. Şövalye de Edie ile buluşuyordu, Edie Ferriollerin evine de iki üç kez gelmişti, tiyatroya da birlikte gittiler, Deffant, Paraberi ve Claudine-Alexandrine’in edebiyat söyleşilerini kaçırmıyordu, fazla sorun etmeden bazı giysiler satın alıyor ve diktiriyordu. Ama Ayşet’in asıl üzüntü nedenini kontes anlayamıyordu, bazı yoklama girişimlerinde bulunuyor ama sonuç alamıyordu. Güvendiği tek tük kişilere açılıyor, merak ettiği şeyi çocuklarına çıtlattığında tersleniyor, bazı bahaneler uydurup onlar da Ayşet’i kolluyorlardı. Kont Charles de Ferriol’den sonra Claudine-Alexandrine de bu işin üzerinde durmamaya başlamıştı.

Marie-Angélique sıkılıp kız kardeşine Ayşet’in durumunu soracak olduğunda, “Benim problemlerim bana yeter, bir de araya onu sokma, döndüğünde durumu kocan Kont Augustin-Antoine’a sorarsın” dediğinde, “evlerinde büyüdüğün, her konuda sana yardımcı olan Ferriol’lere artık gereksinim duymuyor olmalısın” diye karşılık veriyordu, kızmış-gücenmiş halde kendisiyle günlerce konuşmadığı çıkıyordu. Yine de Claudine-Alexandrine ablasına onay vermeden nereye gidebilirdi ki, Ayşet’in sorunlarına bir yazar bakışıyla yaklaşıyor, akla gelmeyecek ince ayrıntılarla karşılaşıyor, ikisini karşılaştırıyordu. Bu kez Claudine-Alexandrine, gözleri fırlamış halde Marie-Angélique’in Ayşet’in odasına koştuğunu görmüş, ama ilgi duymamıştı.

– Ayşet, duydun mu Orleans Dükü çok fenaymış deniyor, lafını etme, öldüğünü sanıyorum.

– Marie-Angélique mama, – Ayşet gülümsedi, – bu haberi kimden duymuşsun bilemem, ama ben onu dün akşam tiyatroda gördüm.

– Benzetmiş olmayasın?! – kontes duyduğu bu söze şaşırmış gibi gözleri yeniden dışarı fırladı, – Çok hastaydı…

– Hasta da iyileşir, hasta olmayan da ölür… – Kendi görüşünü belirtip Ayşet sözünü bitirdi:

– Utanma nedir bilmeden altın locasından kadınlara bakıp oturuyordu.

– Çok enteresan bir şey söylüyorsun… Tanrı beni korusun, dediğimi senden başkası duymasın… O koca yakışıklı adam kaç yaşında olabilir ki? – Marie-Angélique Orleans Dükü’nün yaşını biliyor idiyse de, getirdiği bu kötü haberi değiştirmek ister gibi sordu.

– Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, – diye Ayşet kestirip attı.

– Eceli henüz gelmemiş, benim yaşlarımda biri o… İşte böyle, Charlotte-Elizabéth Aisse, kızım, insanların aklına gelip de uydurmadığı şey olmaz… Bizim için de neler söylenmekte olduğunu Tanrı bilir… “böyle davranırsan, benim küçük inatçı kızım, her ikimiz de daha iyi bir durumla karşılaşamayız, seni düşündüğüm için sorayım, en azından bir sıkıntımı atmış olurum” diyerek Ayşet’e açıkça sordu.

– Aisse, canımın içi, bir şey duydum, beni anne yerine koyuyorsan benden gizleme, bebeğin olduğu doğru mu?

– Doğru, – bu soruya Aşyet uzun bir süreden beri hazırlıklıydı, yanıtı kısa oldu.

– Tanrı korusun, babası kim?

– Senin kuşkulandığın biri değil, Marie-Angélique mama, zavallı papa ile benim günahımı alma. Küçük kız bebeğimin babası Şövalye Marie-Blaise de Edie.

– O mu!.. – Marie-Angélique sevindi “Baba oysa sorun yok, Ferriol’ler adına endişelenecek bir şey yok… niçin gizlemeye çalıştığını bilemiyorum “ kendi kendisine söylenip Ayşet’e öğütte bulundu: – Hep demir gibi soğuk mu duracaksın, kızım, şöyle bir sarıl bana, ikimiz de bir soluyalım.

– Hayır, oturduğum yerde rahat oturayım, Marie-Angélique mama.

– Olur, kızım, olur, anlıyorum… Durumunu kim biliyor?

– De Edie ve bir iki kişi.

– Ferriol’ler olarak sorduğum şey de bu.

– Evimizde durumu bir tek sen öğrenmiş bulunuyorsun.

– Öyle mi? Öyleyse, Aisse, anneler meraklı olurlar, sorularımdan anlam çıkarma. Niye onca sıkıntıya katlandın, niçin bizden gizledin. Bilseydik sana yardımcı olurduk…

– Bizim taraflarda, Çerkesiye’de, böyle durumlarda, annesi çocuğu nikâhsız doğurmuş diyerek kadını dillendirirler, onun için gizledim… Evet, evet, Marie-Angélique mama, “burası Fransa, öteki de Çerkesiye” diyeceğini biliyorum, ama sonrası… kan bir yangın gibidir, baş edemezsin. Edie evlenme yasağını kaldırttığında, kız bebeğimizin işini yoluna koyacağız… – Ayşet, o ana değin içine gömdüğü sıkıntıyı atıp ağladı.

– İşte bunun için sana yanıma gelip otur demiştim… Kontes Marie-Angélique dediğini ve öğrendiğini unutmuş halde, anne şefkatiyle Ayşet’i göğsüne bastırdı, okşayarak öğüt verdi: – Tek biz kalsak bile bebeğini ele güne bırakmayız, kızım. Şövalye Marie-Blaise de Edie iyi biri, temiz bir insan, işinde ve sözünde doğru olan, yiğit biri… Bu sözüme katılmıyorsunuz ama kadınlar talihsiz kimseler… – Claudine-Alexandrine’in başına gelene değinmek istemişti, ama uygun bulmadı.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, (s. 484 – 494)

 

 

 

 

 

 

****

 

XI (s.494 – 501) +++++++

 

Kişi yaşlılık döneminde, gençlik günlerini sık sık anımsar, geçmiş yaşamına ilişkin değerlendirmeler yapar: İyi olanla mutluluk duyar, iyi olmayan anıları ise unutur. Bazen kendisiyle dalga geçtiği, kendisini kınadığı durumlar da olur. Ama sakladığı, kendisi ile birlikte mezara götürdüğü bir sırrı olsun olmayan kimse yoktur. Yüz yıl yaşayan kişilerin baş edemediği sorunları çözen, ama yaşlılığını görmeden yeryüzünden ayrılmış nice insan da vardır.

Şövalye Blaise Marie de Edie’nin yaşamında mutluluk duyacağı, kendi kendisiyle dalga geçeceği ya da kendi kendisini kınayacağı ne gibi şeyler yapmış olabilirdi ki? Şövalye de Edie, Fransa’nın güneybatısındaki Périgord kentinde yaşayan zengin bir vikont (1) ailesinde dünyaya geldi. İlk gününden başlamak üzere babası Armand ile annesi Claire çocuklarına Fransa’yı sevdirdiler, o duyguyla büyüttüler ve eğittiler, onu koruyacak olan orduya, tarikata yazdırdılar; Malta Şövalyeleri arasına (1) katıldı ve evlenmeme yemini verdi. Birkaç yıl kara ve deniz birlikleri içinde ülke sınırlarını savundu. De Edie, Berry Dükü’nün bahçesine komşu bir yerde Paris’te oturuyordu.

Malta şövalyelerine katılmak, şövalye olmak ve ülkesini sevmek de Edie için en büyük gurur kaynağı oldu, bu uğurda kanını akıtmış olmaktan pişmanlık duymamıştı. Ancak beklenmedik bir aşk yüzünden zor duruma düşmüş olduğunu şimdi anlamıştı. Ayşet’e karşı duyduğu sevgi Fransa sevgisini bastırmıştı.

– Ülke ile kadın bir tutulur mu? – diyerek Malta Adasındaki birliğin yargıcı Şövalye Blaise Marie de Edie’ye sordu. – Fransa tek, kadın çok. Olmayacak bir konuda ricaya geldin, bizim teşkilatımızda bunun adı “rezalet ve korkaklıktır!”.

– Bedenimdeki yara bere izleri korkaklık işaretleri midir?!. – diyerek, görüş belirtemeyecek durumdaki de Edie yargıça yanıt verdi.

Hiçbir şey duymamış gibi davranan ince esmer adam gülümsedi, kama, kılıç, mızrak ve benzeri silahların asılı olduğu duvara doğru gitti ve söylendi:

______________

Not:

(1) – Vikont – Baron ile kont arası bir soyluluk unvanı.

(2) – Malta Şövalyeleri dini ve askeri bir örgüt, Katolik askeri bir tarikat ve tarikat mensuplarıdır. 1530 yılı öncesinde şövalyeler Kudüs Aziz John Hastanesi Şövalyeleri Tarikatı ya da Hastane Tarikatı adlı askeri bir düzen kurmuşlardı. Daha sonra Rodos şövalyeleri adını aldılar. Fransa Kralı V. Charles Akdeniz’i Memluk, Türk ve başka düşmanlardan korumak için Malta Adasını şövalyelere tahsis etti. Tarikat Avrupa’nın değişik yörelerinde örgütlenmişti. Tarikat ve üyeleri olumsuz ve yasa dışı faaliyetleri nedeniyle 1792 yılında Fransa’dan kovuldular. Beş yıl sonra Rusya Çarı Birinci Paul Fransa ve Türkiye’ye karşı olmaları içerikli olarak, tarikatla bir antlaşma yaptı ve 1798 yılında tarikatın bir yargıcı da seçildi. Malta 1800 yılında İngilizlerin eline geçti, 1834 yılında tarikat Roma’ya taşındı ve halen oradadır.

___________

 

– Ülken Fransa için gösterdiğin yiğitliği bir kadın uğruna çiğnemiş oldun.

– Bana ne dersen de katlanma yükümlülüğü altındayım, – diyerek kendisini azarlayan yargıca yanıt verdi şövalye, – ama sevdiğim kadını aşağılamana göz yumamam!

– Bana ne yapabilirsin ki? – dedi yargıç ardına bakmadan. – Benimle mızrak yarışı yapmak mı istiyorsun?

– Bu iki mızraktan birini alıyor, diğerini bana bırakıyorsun.

– Onu senin için yaparım, ama o sevdiğin kadın, gayri meşru bebeği ile birlikte dul kalır… Şaşırma, Fransa’da olup da bizim bilmediğimiz hiçbir şey olmaz. Tarikat yeminimizi bozan kişiyi de asla affetmeyiz! – Yargıç el vurdu, odaya çağırdığı silahlı şövalyeye buyurdu: – Bu kişiyi bir saat bile Malta’da tutmayın, doğruca Fransa’ya yollayın, her bir adımını izlemelerini de ilgililere tembih edin. Anladın mı Şövalye Blaise Marie de Edie? O gizlediğin bebeği ve annesini, Périgord’da oturan anne ve babanı da unuttuğumuzu sanma… – şimdiye değin sırtını çevirmiş olan yargıç odadan çıkartılan şövalyenin ardından seslendi.

Şövalye de Edie Malta’dan döndüğü gün bunları ve delikanlılığı günlerinde işlediği hataları düşünerek, bir an önce görmek üzere Ayşet’in evine gitti.

 

Güzel bir yaz günüydü, Marie Angelique bakımlı ve güzel çiçek kokularıyla dolu bahçesine kurulmuş tek başına oturuyordu. Bir faytonun sesini duyar duymaz o yana baktı, arabadan ineni tanımıştı: “İyi ki geldin, ben de seninle konuşmak istemiştim” diyerek, kontes güler yüzle bahçeye adım atan şövalyeye seslendi:

– Buraya gel, Şövalye de Edie, evde kimse yok. – dedi başını eğip selam veren ve elini öpen kişiye: – Charlotte-Elizabéth Aisse’yi kardeşleri Sen Nehri kıyısına gezmeye götürdüler. Gelmediğin için zavallıcık kaygılanıyor, günlerdir yolunu gözleyip duruyordu. Gel otur, onların geri dönme vakti zaten.

– Kontes, nereye gittiğim ve ne yaptığım konusunda Charlotte-Elizabéth Aisse’yi bilgilendirmiyor değilim, ama ne zaman döneceğimi bilmediğinden meraklanmış olmalı.

– Aisse’yi yaptığın işler konusunda bilgilendirmekle iyi ediyorsun. Birbirini sevenlerin yapmaları gereken de bu. Benim Kont Augustin Antoine’ım sır küpü, nereye gittiğini ve nerede kaldığını söylemez. Gençliğiniz süresince birbirinizi sevin, birbirinize göz kulak olun ve mutlu olmaya bakın, Sophie görmüyor musun ağır bir konuğumuz olduğunu, – evin dışına çıkan hizmetçi kıza seslendi, – bize içecek bir şeyler getir. Gençliğimizde kont ile ben yaşamaya fırsat bulamadık, çoluk çocuk ve ev bark diyerek, sağa sola koşuşturup durduk, kendimizle ilgilenemedik. Şimdi ise kimsenin umurunda değiliz. Aisse, beni de geziye çağırdı ama diğerlerinin lafını çekemeyeceğim için gitmedim. Çok konuşmuş olmalıyım, şimdi sizin haberlerinizi dinlemek isterim. “Siz” demiş olmam, ikinizden tek tek söz etmek istemediğim için.

– Teşekkür ederim, kontes, bizi böyle gördüğün ve anladığın için, – Kontes Marie Angélique’in istediği şeyi elde edemediği için memnun olmadığını anlamıştı, ama şövalye bunu belli etmedi.

– Elbette sizi anlıyorum!.. Başkalarının ne diyeceklerine aldırmayın, kötü bir şey yapmış değilsiniz. Benim üzüldüğüm şey, olanı bizden saklamış olmanız. Kimseye söylemese de, Aisse, bunu bana söyleyebilirdi. Anlıyorum: Nikâhsız çocuk sahibi olmak güzel şey değil. Senin gibi bir babanın çocuğunu gizlemek Aisse’ye yakışmıyor… Çerkesler bunu ahlaka aykırı buluyorlar, ama önemli değil. Biz de ses çıkarmıyoruz, ama toplumumuzda istenmeyen çok şey görülüyor. Aisse, seni çok seviyor, bunu bilmeseydim sana bu konuda hiçbir şey söylemezdim. Bana inan, ben aşk konusunda asla yanılmam. Bilmediğin bir konuda, beni bağışla seni bilgilendireyim: “Şövalye Blaise Marie de Edie evlenme yasağı olan biri, onunla mutlu bir beraberliğin olmaz” diyerek bugünlere geldim, yine de seni sevdi. Sen de onu sevmeseydin kendini ateşe atmazdın. Böyle ayrı yaşamanız, bebek açısından da günah… Şövalyelik engelini nasıl aşmayı düşünüyorsun? İçlerinde olduğun gurup seni tehdit etmiyorsa… – Kontes konuşmasına ara verdi, ardından yeniden söze başladı: – Gerekiyorsa, biraz rahatsız imiş, Orleans düküne gideriz, biraz atışmıştınız ama sorununuza el atmasını ondan isteriz. Dahası krala da gideriz.

– Teşekkür ederim, kontes, – diye sıcak ve tatlı olmayan bir sesle Şövalye de Edie kontesin sözünü kesti: – Sorunlarımı kendim çözmeye alıştım, kimseyi işlerime karıştırmak istemiyorum.

– Baban Armand vikont, Fransa’nın en sert ve en güçlü adamlarından biri değil mi?

Blaise Marie de Edie gülümsedi, sorulan soruyu içinden yanıtladı: “Malta rejiminin dedikleri sorun değil, asıl sorun babam… Annem de babamın dediğini çiğnemez. Evimizde olup biteni bu kişi nereden bilsin ki? – diye de Edie kuşkulandığı şeyi kendi kendine sordu. – Aisse söylemiş olabilir mi?.. Hayır, Aisse, gereksiz şeyler konuşan biri değil”.

– Babanı sormuştum, bir şey demedin, – Kontes Marie Angélique şövalyeyi daldığı düşüncelerinden uyandırdı.

– Dediğim gibi, kontes, özel işlerime onları da karıştırmam, – “ne kadar da meraklı bir kadınmış bu” diye içinden geçirdi ve daha alçak bir sesle yanıt verdi.

– Anladım. Şimdi de seni biraz öveyim: Kişilikli ve kararlı biri olmanı beğeniyorum. Senin gibi bir damadım olacağı için gurur duyuyorum. Bir an önce sorunlarını çözmeni ve bir yuva kurmanı bekliyorum. Ama kızımız Charlotte-Elizabéth Aisse’yi üzecek olmanı kabul edemem, kardeşleri de sana dünyayı dar ederler.

– İşi o noktaya vardırmayacağımıza söz veririm. Bu beklediklerimiz anlaşılan gecikecekler, izin verirsen, ben de onların peşine düşeyim.

Şövalye de Edie, Ayşet’i ve yanındakileri Sen Nehri boyunda bulamadı. Ferriollerin evine dönmeyi de kendine yediremedi ve kendi evine gitti.

Akşam olup geziciler döndükten sonra Marie Angélique Ayşet’e sordu:

– Şövalye sizi buldu mu?

– Döndü mü? – Ayşet merak ve sevinçle sordu.

Kontes Ayşet’e yeniden sordu:

– “Nereye gitmişti ki?

– Anne ve babasını görmek üzere Périgord’a gitmişti, – Ayşet öyle diyerek şövalyenin Malta Adasına gitmiş olduğunu açığa vurmamıştı, – ne durumda olduklarını görmek istemişti.

– Sağ ve salim olmalılar, o konuda konuşmadık… “Aman Tanrım, bu iki kişi ne kadar da sır sır küpü, ne kadar da birbirlerine benziyor, temiz kalpli olduğumu anlamış olmalılar, beni atlatmaya bakıyorlar” diyerek sorduğu şeyden pişman olmuştu, ama kızın dilini çözmek için şövalyeyi biraz övdü: – Şövalye Blaise Marie de Edie ile bir saatten fazla oturduk, en çok da onun kişilikli, akıllı, eğitimli ve yakışıklı olması yanında mert ve insancıl biri olduğunu da gördüm… Gizlememe gerek yok, genç kızlığım dönemimde ben de böyle birini istiyordum, ama olmadı. Böyle demiş olmama bakma, benim zavallı Kont August’üm, sen de bilirsin fena biri değil. Zavallı kız kardeşim Claudine-Alexandrine’in şimdiye değin bulamadığı da seninkine benzer bir eş… Hayır, hayır, Aisse, kısmetsiz kız kardeşimi birileri için engellediğimi düşünme, tanrı günah yazmasın. Sana sütüm değmedi ama sana olan emeklerim helal olsun, senden onları nasıl geri isteyebilirim, sevdiğinle mutlu olmanı dilerim, kimseye bakmadan ve yalvarmadan iyi bir kişi olan şövalye Blaise Marie de Edie’nin hiçbir yalvarma ve ricasını kırma, her ricasını yerine getir

– Hele, hele, bir dur, Marie Angélique mama, dediğinin hepsini anladım, ama şövalyenin yalvarması dediğin şeyi anlayamadım. Şövalye yalvaracak kişilerden değil, senden bir ricası mı olmuş yoksa, bilmiyorum.

– – Senin için de yalvarmasın, öyle mi? – kendisine söylenenleri beğenmediğini belli etmeden Marie Angélique, gülümseyerek Ayşet’e sordu.

– Bana ve herkese karşı öyle, – kendisine gülümseyen kontese yanıtı yanıtı kısa oldu Ayşet’in.

– Aisse, tamam, her sözümden bir mana çıkarma… Ne dediysek de, dedik, ikiniz bir araya geldiğinizde birbirinize danışın, birbirinize sorun ve dikkatli olun. Bir sorun olmadığı sürece gereksiz sorunlar yaratmaktan kaçının.

– Kalbini kırmışsam Marie Angélique mama, kusuruma bakma.

– Tek senin mutlu olduğunu bileyim, Aisse, senin iyi olman için yapmayacağım şey olamaz. Şövalyenin şövalyeliğine takılmadan yuva kurmaya bak, o işe de bir çözüm bulunur diye düşünüyorum… Anne ve babasının sana karşı davranışları nasıl? – pek de önemsemiyormuş gibi öylesine sordu.

– Herkes kendi başının derdinde diyen sen değil miydin, mama.

– Bendim tabii! – Marie Angélique kendisiyle övündü ve Ayşet’i biraz azarladı: – Senin adına kaygılandığım şeyi artık anlamış olmalısın…

Ertesi gün de Edie ile Ayşet buluştular. Malta kapitülü (dini kurumu, tarikatı) yargıcının kendisine Malta yolunu kapattığı ve korku saldığı konusunu, Ayşet’e açıp açmama noktasında durakladı, sonunda işin doğrusunu söylemenin daha iyi olacağına karar verdi, Ayşet’in kendisi de bu doğrultuda öğütte bulundu:

– Moralimizi bozacak bir durum yok, Edie. İkimiz de aşkımıza sadık kaldığımız sürece, bizi kimse yolumuzdan çeviremez.

– Aisse, ben yapmam gerekeni yaptım. Andımı üzerimden kaldırdım, artık özgür biriyim ve bunu gizlemiyorum.

– Ne diyeceğimiz, ne yapacağımız konusunda acele etmeyelim, Edie. Yalnızca sen ve ben, ikimiz değiliz, bir de küçük Selini var. Onlar sevginin, ailenin ve çocuğun ne demek olduğunu bilmezler. Sevgi yoksunluğu acımasızlığa yol açar, seni hoş görmezler. Aşkımızın kurbanı olmanı istemiyorum. Biraz süre geçsin bebeğimi oradan çıkarırım. Yeter ki sen bizi uzaktan da olsa sevmeye devam et… Çektiğim bunca acı içinde buna da bir yer bulurum. Hayır, Edie, ağlayacak değilim. Sen yeter ki sağlam dur, seni izlemek üzere peşine takacakları kişilere karşı uyanık ol. Bugünden başlayarak zayıf ve ağlamaklı bir tavır takınmayacağımı sana söyleyeyim, – babası Vikont Armand ile annesi Markiz Claire’in yurt sevgisini üstün tutmaları, oğullarına arka çıkmamış olmaları ve torunlarına ilgi duymamış olmalarına içerliyor ve bunu de Edie’ye söylemek istiyordu, ama “daha sonra, daha sonra” diyerek kendisini frenlemişti.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman; s.494 – 501)

 

(Devamı var)

 

*****

 

 

XII (s. 501 – 509)

– Aman Tanrım!.. – Marie-Angélique aldığı haber üzerine bağırdı, – Auguste, Laroche, neredesiniz, Claudine’i yaraladılar mı, öldürdüler mi bilmiyorum… Hayır, Aisse, senin orada işin yok.

– Mama, – diyerek Ayşet rengi kaçmış halde Marie-Angélique’in üzerinde titriyordu. – Seni yalnız göndermem.

Claudine-Alexandrine’in başına bir şey gelmemiş gibi bahçesi boştu. İlkin eve Ayşet’le Pon de Vel koştular, ardından Laroche ile Desten de eve gittiler. Kont Augustin-Antoine ile Arjantal’in tuttuğu Marie-Angélique sayıp döktürüyordu, merdiven başında kendilerini Desten karşıladı:

– Claudine-Alexandrine sağ, kontes… ölen La Frêne.

 

Marie-Angélique kocası ile oğlunun kolundan sıyrılıp odaya koştu. İçeride Fransa Yüksek Meclisi Danışmanı La Frêne yerde ölü yatıyordu, tabancası da elindeydi, Ayşet’le Pon de Vel, Claudine-Alexandrine’i okşuyor, yatıştırmaya, sakinleştirmeye çalışıyordu.

– Bana senin öldürüldüğünü söylemişlerdi… Bu yerdeki de kim?.. La Frêne mi yoksa?.. Öldürdün mü, elinden bir kaza mı çıktı, Claudine?..

Claudine-Alexandrine ablasının göğsünden kurtulup evinde yaşanan bu vahim duruma aldırış etmemiş bir tavırla:

– Meraklanma, Marie, benim hiçbir suçum yok. Siz de biliyorsunuz, başkaları da biliyorlar La Frêne’in peşimde dolandığını. Daha önceleri olduğu gibi bugün de teklifine “hayır” yanıtını alınca tabancasını şakağına dayayıp kendi kendisini vurdü.

– Tanığın var mı? – diye Kont Augustin-Antoine sordu.

– İnatla peşimde olduğunu bilenler dışında bugün için bir tanığım yok. Bunun dışında Tanrı tanığım, – diyerek Claudine-Alexandrine haç çıkardı.

– Tanrı tanık tutulmaz Claudine, – odaya yeni giren Başpiskopos Pierre bu duyduğu şeyi yeterli bulmadı. – Bunun doğru olup olmadığına kim karar verecek?

– Tanrı Tanrıdır ama bu iş için bir şey yapmak gerekmiyor mu?!. – diye Marie Angélique kaygılandı.

– Marie, sevgili kız kardeşim, telaşlanma, – Claudine-Alexandrine yeniden kontese öğütte bulundu, – durumu çözecek kişiler birazdan burada olurlar.

– Claudine-Alexandrine Guérin de Tencin dışındakiler lütfen odadan ayrılsınlar. Siz de saygıdeğer Kont Augustin-Antoine ve Başpiskopos Pierre.

– Ben Kontes Marie-Angélique de Ferriol’üm, – adının söylenmemesi Marie-Angéliqu’in gücüne gitmişti,- Kontes Claudine-Alexandrine Guérin de Tencin’in ablasıyım.

– Evet, evet, kontes, seni tanıyoruz, Kontes Charlotte Elizabéth Aisse de Ferriol’ü de tanıyoruz. Biz bu olay hakkında Claudine-Alexandrine Guérin de Tencin’e birkaç soru sormak istiyoruz. Gerek duyduğumuzda biz sizleri de buyurabiliriz.

Polis olaya ilişkin Claudine-Alexandrine’e bazı sorular sordu, ardından odaya tanıklar alındı. La Frêne’in arka cebinden gösterilerek çıkarılan katlanmış kağıt ve üzerindeki yazıyı okudular: “Beni intihar etmiş olarak bulursanız, bunun sorumlusu Kontes Claudine-Alexandrine Guérin de Tencin’dir. Bugün yarın seninle evlenirim diyerek, beni, aşkımı kontrol edemeyeceğim bir noktaya getirdi ve dünyamı değiştirmeme neden oldu. Temiz sevgimle oynayan bu kişiye ne ceza verilirse kabulümdür. La Frêne”.

Kontes Claudine-Alexandrine duyduğu bu sözlere hem üzüldü ve hem de bozuldu, polisleri ve tanıkları gözden geçirdi, ama La Frêne’in davranışını uygun bulmadı:

– Ne kadar da aptalca bir davranış!.. Sevilmiyorum diye insan kendini öldürür mü?! Karşımda yatan bu kişi için kötü söz söylemek istemiyorum, ama yaptığı şey uygun değil!..

– Öyle de olabilir, – dedi yaşlı polis, – ama durumu aydınlatmak için kısa bir süreliğine bizimle gelmeniz gerekiyor.

Kız kardeşinin götürüldüğünü gören Marie-Angélique bağırmaya kalmadan düşüp bayıldı, kendine getirildikten sonra başucunda duran kardeşine seslendi:

– Benimle ilgileneceğine kız kardeşinin götürüldüğü yere gidip onunla ilgilensen daha iyi olurdu.

– Marie, kız kardeşimizin masum olduğu kesin anlaşılacak. Claudine’in öyle bir şey yapmayacağını sen de bilirsin. Polis de bunu bilmiyor olamaz.

– Claudine’in suçsuz olduğunu ben de polis de bilir, – Marie Angélique kendine geldi, – Guérin de Tencin’ler ve de Ferriol’ler olarak bu yakışıksız şeyin üzerimize atılmış olmasına üzülüyorum… Koca burunlu La Frêne ile yüz göz olma, yanına yaklaşmasına onu, fırsat verme diye diye kaç kez söylemişim ona…

– Marie, kontes, boşuna yakınıyorsun, – diyerek başpiskopos ablasını yatıştırdı, – gittiği o yerde, intihar olayı ile ilgili gereken işlemler yapılacak.

– O çirkin haydutla işim olmaz, zavallı kız kardeşimi Tanrı korusun. Aisse, neredesin, seni göremiyorum.

– Charlotte Elizabéth Aisse ve Pon de Vel, André-Hercule de Fleury’nin yanına gittiler, – dedi Kont Augustin-Antoine.

– Öyle mi, – Marie-Angélique’in yanaklarına kan geldi, rengi düzeldi ve konta sordu: – Sen ne diye burada dikilmiş duruyorsun, ne diye Orleans Dükü’nün yanında  değilsin?

Kont Augustin-Antoine de Ferriol karısını neşesiz gördü, Arjantal de hemen atıldı, annesine seslendi:

– Mama, Orleans Dükü’nün öldüğünü unutmuş olmalısın…

– Öyle ya, aklım başımda değil, o zavallı da gitmiş… O ölmüşse, kralımız sağ, ona gidelim, durumu ona anlatmamız gerekiyor.

– Tasalanma, kontes, – diye kocası öğütte bulundu, – Claudine’in suçsuz olduğuna inanıyorum, yakında salındığını görürsün.

– Tabii, suçsuz, tabii salınması gerekiyor! Siz Ferriol’ler ve Tencin’ler sürekli Fransa Kralı’na hizmet ettiniz, onun yanına gitmeyi, ricada bulunmayı kendinize yakıştıramıyorsanız, ben kendi başıma gider, ricada bulunurum. Benim ak yüzlü ve ünlü bir yazar olan kız kardeşimin adını La Frêne gibi başıboş gezen birinin kirletmesine izin veremem. Pierre, onun çok zengin ve büyük bir makam sahibi olduğunu bilmem önemli değil..

De Ferriol’lerle Tencin’lerin başına iş açan Claudine-Alexandrine, Châtelet Hapishanesi’nde bir gece yatırıldıktan sonra Bastil Hapishanesi’ne götürüldü. Aynı gün Paris onun haberiyle çalkalandı. Herkes haberi istediği gibi eklemeler yaparak anlatıyordu. Yazarı suçsuz görenler çoktu, suçlu bulanlar da az değildi. Ama işin doğrusunu bilenler, intihar ettiği için acıma bir yana, güzel bir kadına karşı duyduğu karılıksız aşkın kurbanı olduğunu söylüyorlar, ama kadını suçlamıyorlardı.

Her işin çözümü bir zamana bağlı olduğu gibi, Kontes Guéren de Tencin ile Markiz La Frêne işiyle, André-Hercule de Fleury birkaç kez ilgilenmişti, yararı gelmemiş de sayılmaz, sorun üç ay sonra çözüldü. Bu süre zarfında Claudine-Alexandrine, Bastil Hapishanesinde yatırıldı, ardından kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilerek serbest bırakıldı.

– Senin bir suçunun olmadığını biliyordum, Claudine, – dedi Marie-Angélique kız kardeşine sarılarak, – ama senin o kadar uzun süre hapiste tutulmana anlam veremedim. Ne yaptın, küçük kardeşim? Hapishanede bir saat kalmak bile bir yıl kadar uzun gelir. Aisse, Claudine daha incelmiş ve daha güzelleşmiş olarak bize dönmüş değil mi?.. La Frêne yüzünden başına gelen bu belada benim de payım var, bağışla beni. O çirkin surat konusunda Aisse seni destekliyordu, ben onu sana önermiştim… Ömrü boyunca rüşvet alarak ve yolsuzlukla biriktirdiği onca servet ve mülkten kendini yoksun bıraktı…

– Tamam, Marie, yetti artık. Ne yapıp ne ettiğinizi anlatırsanız daha iyi edersiniz. Aisse, senin işlerin ne oldu?

– Ne olsun ki, senin durumundan daha önemli bir işimiz olmadı, – Marie-Angélique Ayşet’in yanıtını beklemeden söze karıştı. – Sadece ikimiz değil tüm Ferriol’lerin Tencin’lerin sorunu sendin. Zor duruma düştüğünde kimin ne olduğunu daha iyi anlıyorsun. Ah Claudine, Aisse’nin seni ne kadar da sevdiğinin farkında değildim. Onun senin için yapmadığı ve koşmadığı bir kapı kalmadı. Salınmasaydın krala çıkmaya hazırlanıyordu.

– Teşekkür ederim, – Aisse, – Claudine-Alexandrine Ayşet’e uzanıp yanaklarından öptü.

– Teşekküre gerek var mı Claudine? Akraba olup da arada sevgi ve dayanışma olmazsa, akrabalığın ne önemi olur ki?

– – Evet, evet, Aisse. Zavallı baban Kont Charles’ın hastalığı döneminde olduğu gibi, Claudine’in zor günlerinde yan gelip oturmadın. “Teşekküre gerek yok” diyorsun, ama senden memnun olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Aisse’nin işlerinin ne durumda olduğunu soruyorsan, Claudine, durumu aynı, değişen bir şey yok.

– – Marie-Angélique mama o dediklerinde gerçek payı var, – Ayşet çocukluk günlerini anımsayarak hafif bir ah çekti, – dışarıda birileri tarafından bakılan bebeğin için ne diye üzülmüyorsun?..

Claudine-Alexandrine bir süre düşündükten sonra yanıt verdi:

– Doğru söylüyor, Aisse. Çektiğin acıyı benim kadar kimse bilemez. Üç aylık hapis yaşamım çok şeyi düşünmeme neden oldu. Bebeğim nedeniyle çektiğim acıyı bari sen çekme, kimseye aldırmadan bebeğini gidip al ve şövalye ile birlikte büyüt.

– Ben de onu diyorum, Claudine,- Marie-Angélique kız kardeşine destek verdi. – Ama damadımız olacak şövalyenin davranışlarını beğenmiyorum. Malta Adasına gidip gelerek işi uzatıyor mu yoksa korkutulmuş mu bilmiyorum.

– Hayır, – dedi Ayşet, aşkını ayakaltı ettirmemek üzere hemen yanıt verdi, – Blaise-Marie de Edie öyle biri değil. Hemen harekete geçmeye hazır, – zar zor bastırdığı öksürmesi yeniden tutturdu ve boğulurcasına bir süre öksürdü.

– Öyleyse ne diye işi uzatıyor? Ayşet’le Edie’nin durumunu bilmiyormuş gibi Marie-Angélique sordu ve acıyaraktan Ayşet’in yüzüne baktı:

– Bu öksürme durumunu beğenmiyorum, Aisse, Sans dönüşünden beri öksürüyorsun. Kış ayları burada soğuk geçer, sıkı giyin demiştim sana defalarca, söz dinlemiyor, inat ediyorsun.

– Daha önce söylemiştim, yine söyleyeyim Marie-Angélique mama, işi uzatan benim. De Edie’nin ordudaki görevlerinden atılmasını istemiyorum. Edie’ye Kraliyet Muhafız Alayı’na atanacağı sözü çıtlatılmıştı, bunu bekliyor. Ondan sonra yuva kuracağız.

– Edie’nin muhafız olacağını geçen yıl söylememiş miydin? – Marie-Angélique aslında kontun bıraktığı mülkün kime kaldığını bilemediği için yerli yerinde duramıyordu.

– Geçen yıl söylemiştim, ama engelleyen biri çıktı.

– Orleans Dükü olmalı, – diye Claudine gülümsedi.

– Evet, Claudine, bildin.

– Bunu tahmin ederek kimseyi düşman edinmeyin demiştim, – Marie-Angélique ikisini de azarlar gibi yapıp Ayşet’e baktı. – Bitmez tükenmez sırların var, Aisse… Bana söylemiş olsaydın o sorunu çoktan çözmüş olurdum… Bu bereketli ve eli açık kişi artık yok, gittiği yerde dilerim Tanrının rahmetine kavuşur, sizin de artık yolunuz açılmış sayılır. Öyle değil mi, Claudine?

– Bırak Allah aşkına, Marie, kimi övüyorsun böyle, bizi mahvedenlerden biri de o! Ayşet ile ailesine yardımcı olabileceksek o işe koyulalım.

– Bu durumda, Claudine, Aisse’ye nasıl yardımda bulunabiliriz ki bilemiyorum, ama bugünden tezi yok Aisse’ye yardımcı olacağımı söylüyorum.

– Hayır, hayır, – diyerek Ayşet karşı çıktı, – bunu de Edie kabul etmez.

– Niçin! – diyerek Marie-Angélique sesini yükseltti. – İsteyip istememeyi bir yana bırakın, dikkatli olmamız gereken bir dönemde yaşıyoruz. Şövalyenin anne ve babası ile konuşacak birini bulmamız gerekiyor.

– Asıl sorun da onlar, mama, konuşulmayacak kişiler onlar… – dedi Ayşet, hemen ardından pişman oldu ve daha yumuşak bir sesle: – Sonra, sonra o şey.

– Ne diye onu “kenara” bırakalım ki! Onlar Fransa’yı bizden daha mı seviyorlar? Vikont Arman ile Markiz Claire öyle diyerek, çocuklarını Orden’e (Şövalye Tarikatına) yazdırarak, tarikata özendirerek mahvettiler. Kardinal André-Hercule de Fleury’yi onlarla konuşturmaya göndereceğim.

– Sana söylenene kulak ver, Marie, kimseyi onlarla konuşturmayacaksın, – diyerek Claudine-Alexandrine ablasına karşı çıktı, – Aisse ile şövalyeye sadece çözüm yolunu söyle, yeter.

– Tabii, tabii… Marie-Angélique sinirlendi, – böyle diyerek, şimdi başınıza gelenlere bakın, ikiniz bitirdiniz beni… – Kontes ağzından dökülen bu sözlerden hemen pişmanlık duydu: – Bana neler de söyletiyorsunuz, bağışlayın beni. İyi, iyi, yine sizi dinlerim. Ama, Aisse, işinizi uzatacak olursanız, ne yapacağım konusunda sana da şövalyeye de sormam. Claudine, sana söyleyeceğimi de dinle: La Frêne’in ölü kokusu yayılı o evde seni oturtmam. Bizim yanımızda kal, o arada evini satar, biz de yardım ederiz, daha iyi bir ev alırsın. Doğru olmaz mı, Aisse?

– Bilmiyorum, mama. Onu Claudine bilir.

– Duydun mu, Marie, sana söyleneni? Delinin biri kendini evimde öldürdü diyerek evimi değiştirmemi istiyorsun, öyle mi? Kral yalvarsa bile, evimi bırakmam.

– Seni düşünmüyor olabilir miyim, Claudine?.. – Marie- Angélique şaşırıp kaldı. – Olanları anımsayarak o evde oturamazsın diye öyle söylemiştim.

– Ne diye o evde oturamayacakmışım?.. Başka şeyler de geldi başıma o evde… – Claudine-Alexandrine bebek doğurduğunu anımsayarak hemen ses tonunu düşürdü ve gülümsedi: – Ne diye oturmayacakmışım? Bana överek önerdiğin o temiz adamın onca mülkünü kaçırdığıma pişman olmuş, kendisini öldürmüş olmasıyla dalga geçerek otururum. Doğru değil mi, Aisse!

– Suçlanmış olman, Claudine, o iş için başka şey söylenemez. – diyerek Ayşet, Claudine’e destek çıktı.

– Bakın bunlara… Bu ikisi tanrının sevgili kulları, birbirlerine destek çıkıyorlar… Ben öylesine şeyler söyleyemezdim. Şimdiki gençler bize hiç benzemiyorlar. Dünyanın sonu gelmiş olmalı… Uygunsuz konuşuyorsam kutsal Tanrım, yüce Tanrım, beni bağışla, – duyulan zil sesini bahane eden Marie-Angélique: – Haydi gidin, öğle yemeği zili çaldı, bugün ben biraz rejim yapacağım. Aisse, sen biraz dur. Bir şey dememiş olsam da öksürüğünü Laroche hiç duymadı mı? Zavallı Kont Charles’in yokluğundan beri o Laroche da bizleri düşünmez oldu, Claudine demem de bundan. Soğuk algınlığın geçene değin sıcak çay iç, akşamları senin için Sophie kaynatsın. Ben de senin için ilaç ararım, seni ben düşünmezsem kim seni düşünür? Sen de Claudin de sağlığınıza dikkat etmiyorsunuz, – dik kafalı kız kardeşini azarladı, ikisine de çıkıştı: – Sağlığınıza dikkat etmezseniz sırf güzelsiniz diye kimse bakımınızı üstlenmez.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 501 – 509)

 

***

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (s.509 – 519)

I

Bugün 24 Nisan 1727.

Yarın küçük Selini’nin yedinci yaş günü. Ayşet Sans (Sens) yoluna koyulmak için sabırsızlıkla sabahı bekliyordu, buna eklenen aralıksız öksürük sesi nedeniyle de gece boyunca gözüne uyku girmemişti. Ayşet’in kafasında tek bir soru vardı: “Kızımın doğum gününe tek başıma gitmem doğru mu?.. “

Ayşet kimi yanına alabilirdi? Şövalye, kendi tarikatından (Orden) ayrılana dek Sans’a gitmeme, çocuklarını sormama ve görmeme kararını verdikleri üzerinden yedi yıl geçmişti. Bu kararı zorunlu olarak almışlardı. De Edie karara uyuyordu. Şövalye bu kararı korktuğu için almamıştı. Kızını korumak için karara uyuyordu. Ama bir bebeklerinin olduğu Ferrioller, Tansenler, Bolingbrokeler ve Calandriniler açısından gizli miydi? Ama senin açıkladığın sır ile sana ilişkin anlatılan sır aynı değerde değildir. Malta şövalyelerinin yolundan ayrılırsan, onların insana yapamayacakları kötülük düşünülemezdi.

“Sana kırgın değilim, Edie, – Ayşet kendini kınıyor ve azarlıyordu, – anne ve babanın Selini ile beni istemediklerini biliyorum. Senin güvenliğin için kaygı duymalarını nasıl kınayabilirim?.. Kusurlu olan benim, senin ve ailenin başına iş açan da benim. Hayır, bizim için yaşamını tehlikeye atmanı isteyemem! Zavallı küçük kızımızın başına neler geleceğini bilmiyorum, yoksa ben canımı ortaya koymaya çoktan hazırım. Ama en iyi çözüm, sorunu barışçı bir biçimde çözmen ve üçümüzü bir araya getirmen olur. Tanrım, bizi anla, dileğimizi gerçekleştir, bize engel olanların içlerini yumuşat. Evlilik dışı doğurmuş olsam da, bu şey senin bilgin dışında olan şey değildir, küçük kızımı kimsesiz bırakamam. İşimiz bir hallolsun küçük kızımı, Selini’yi bir saatliğine olsun öksüzler yurdunda bırakmam. Çocuğuna annesi olduğunu söyleyememekten daha acınacak bir durum olamaz!.. Isabelle Louisi’yi kınamıyorum. Bana Selini’yi gösterdiği için ona teşekkür borçluyum. Bu onun bir iyiliği, Tanrım ona uzun bir yaşam ve sağlık bağışla”.

Yarım günlük yolu aşıncaya değin, Ferriollerin fayton sürücüsü Jacques, ara ara öksürmesi tutturan Ayşet’e acıyor, yola çıkmadan önce Marie Angélique’ten yol ücretini alırken Ayşet’e fısıldadı:

-Kontes, pencereleri kapat, rüzgar çarpmasın.

– Teşekkür ederim, Jacques.

– Baban zavallı Kont Charles de Ferriol sağ olsaydı, seni böyle hasta halde asla yola çıkarmazdı. Büyük bir insandı, eli açık ve merhametli biriydi! Bazen ikimiz, sen de tanık olmuşsundur, yaşam ve yaşamın amacı gibi konularda tartışırdık. Böylesine birinin yanında benim lafım olmazdı, yine de bazı dediklerimi dikkate alır, kabul ederdi. Kont aramızdan ayrıldı, sen yetim kaldın, ben de ağzı bağlı biri olarak Ferriollerin kapısında duruyorum. Kont Augustin Antoine ile Kontes Marie Angélique faytonumda iken iyi ya da kötü, benimle hiç konuşmuyorlar. Bana güvenmiyor olmalılar.

– Hayır, Jacques, yanılıyorsun. Onlar da çok iyi insanlar.

– Böyle diyorsan, kontes, öyledir. Ama konuştuğumuz aramızda kalsın, onlar zavallı babanla bir olamazlar. Seni hiçbir şeyden yoksun bırakmadı, hiçbir şeyi senden esirgemedi. Sana yaşadığın sürece yetecek bir mal bıraktığı söyleniyor. Bilemiyorum, ama söylenenlere sevindim.

– Doğru, Jacques, – faytoncunun babasını övmüş olması içini ferahlatmıştı, sürücünün sorduğu soruda sinsi bir yan olup olmadığını düşünmeden yanıt verdi, babasının kendisine bıraktığı miktarı gizlemedi: – Mirasın üçte birini bana bıraktı.

– Bunu yazılı olarak da kaydettirdi mi?

– Evet, Jacques.

– İşte insanlık, işte iyilik dedikleri bu! – diye haykırınca atlar hızlarını artırdılar, biraz sonra başını sallayarak konuşmasına döndü: – Charlotte Elizabéth Aisse (Ayse), Kont Charles de Ferriol’e saygı duymamın ve onu sevmemin nedeni bu… – “ama bize hiçbir şey bırakmadı…” dedi içinden. Kendisi için düşündüğü şeyden irkilmiş halde kontu övmeyi sürdürdü. – Sen bir Çerkes atasözünü konta söylemişsin, o atasözünün anlamını bana da anlatabilir misin? “İyilik yap suya at”. İlkin anlamını anlayamadığım bu şeyi baban konta sorduğumda, ne olduklarını bilmediğim Çerkslere iyi gözle bakmamı sağladı. “İyilik yaparsan, sözünü etme, gerisini arama, yaptığın iyilik bilmediğin birine bir su damlacığı olarak ulaşır, ona yarar”. Bundan çıkan anlam da bu değil mi?

– Öyle Jacques. Küçükken, ninemin öyle dediğini duymuştum. Ama bu atasözü sadece Çerkeslerde değil, İngilizlerde de buna benzer bir atasözünün bulunduğunu Lord Bolingbroke de söylemişti.

– İngilizlerde bulunuyor olabilir, ama bizde, biz Fransızlarda neden bulunmasın, anlayamıyorum… – “Çerkesler de İngilizler de bana gerekli değil, ikide bir Sans’a gitme nedenini bana söylersen daha iyi edersin” diye Jacques içinden söylenip konuşmasını sürdürdü. – Doğrusunu sorarsan, dünyada Çerkeslerin de yaşadıklarını bilmiyordum. Evini, yuvasını korumakla yetinen sıradan Fransızlardan biriydim, oğul, kız ve torunlarım çok, çocukluk ve bebek büyütme üzerine güzel atasözleriniz olmalı… Bunları biliyor idiysen de unutmuş olmalısın…

– Niçin unutacakmışım? – Ayşet bu duyduğu söz üzerine heyecanlandı. – Çocukluğunda duyup içinde sakladığın şeyi hiçbir zaman unutmazsın. İşte sorduklarından şu an anımsadığım birkaçı : “Fidan yaşken eğilir, çocuk küçük yaşta eğitilir”, “Çocuğunu nasıl eğittinse, kocan da nasıl eğitildiyse öyle olur”, “Annesinin huyu kızına geçer” (Yane yixabze, yıphu yıbzıpĥ), “Annesine bak, kızını al”, – Ayşet aklında kalanları sıraladı. – Yine ister misin? – ulusunu daha fazla övmemesi gerektiğini anladı, içlerinden biri olduğu Fransızları gücendirmemek için sözlerine eklemede bulundu. – Fransızlar olarak da bebeğe, çocuk büyütmeye ilişkin mükemmel atasözlerimiz var…

– Var, kontes, var! – Ayşet’in söylemesine fırsat vermeden Jacques Fransız atasözlerini sıralamaya başladı. – Büyük bir ulusuz, bizde de benzer atasözleri olmaz olur mu! Bana ilginç gelen şey büyük ya da küçük ulusların özlü sözlerinin birbirine benzer olmaları. Senin aralarından geldiğin Çerkesler için küçük ulustur demiyorum, söylediğin atasözlerinin akılla dolu olduğunu duydum. Anası ile kızına ilişkin ne demiştin? Bir daha söyler misin?..

Ayşet gülümsedi:

– Ona kalbinde bir yer ayıramadığına göre, o sözün akıl dolu bir özü olmamalı, Jacques.

– Kalbimde yer etmemiş olabilir mi, kontes, sevdiğim şeyleri yeniden söyletme gibi bir alışkanlığım var, soruyorum sadece, ana ile kızına ilişkin söylediğin atasözleri kalbimde: “Annesinin huyu kızına geçer”, “Annesine bak, kızını al”. Bu duyduğunuz sözlerdeki bilgeliği düşünerek hızlanın koca bacaklılarım, yolumuzu kısaltın bakalım yaman atlarım, – diyerek ve şakalar yaparak atlarını sürüyordu.

Ayşet de daha sevecen bir ses tonuyla güldü.

– Ne diye, kontes, Çerkes atasözlerini doğru söyleyemediğim için mi güldün?

– Hayrı, Jacques. Yola ilişkin söylediğin şey eski bir Çerkes atasözünü aklıma getirdi de, onun için güldüm.

– Söyle, bilgece bir atasözü daha varsa onu da kalbimde yaşatırım.

– “Yola merdiven daya (döşe)” (Ğogum ĺevey kêź – къедз)

– Ne dedin? Yola nasıl merdiven dayayacaksın?

– Jacque, sen çoktandır yola merdiven dayadın (serdin) bile.

– Nasıl?

– Yolda gidenler dost ve tanış iseler, “içimizden biri yola merdiven dayasın” derler. Merdivenin birer birer basamaklardan oluşmuş olması gibi, yolun uzunluğunu, söyleşi, muhabbet içinde kısaltmış olurlardı.

– Benim yola merdiven dayadığım hayli zamandır olmuşsa, kontes, şimdi senin merdiven dayamanı bekliyorum, – diye sürücü bir şaka ile karşılık verdi.

Ayşet yöneltilen sorulara “bu kişi ne kadar da bana yapışmış!..” diye içinden geçirdi. – Ayşet de sürücüye ilişkin kuşkular belirmişti, ama yıllardır Ferriollerin hizmetinde olan bu yaşlıya güvenmemeyi de uygun bulmamıştı. Yola bir çıktıklarında, erkek ya da kadın olsun bir şeyler konuşulacağını biliyordu, ama içinden gelen bir sezgiyle Jacques’a kesin bir yanıt verdi:

– Çerkes kadını yola çıktığında yola merdiven dayamaz, merdivene çıktığını da göstermez.

– Akıllıca bir söz. Sayıca az nüfuslu uluslar Fransız, Alman, İngiliz gibi uluslarla yarışamazlar görüşüne karşı çıkmam da bu yüzden.

– Teşekkür ederim, Jacques, – Ayşet belli etmeden bir iç çekti. – Akıllı olmak büyük ulustan ya da küçük ulustan olmaya, yüksek eğitim görmüş ya da görmemiş olmaya bağlı değil. Konuştukları dile de bağlı değil. Her bir ulus rengi, dili, giysisi, mutfağı, dans edişi, düşünüş tarzı ve dini gibi nedenlerle kendini gösterir, ama bu ayrımcılığa neden olmamalı, uluslar dost kalmalı ve birbirlerine yardımcı olmalılar, böyle olursa, dünyamız daha ilginç ve daha güzel olacaktır, – Voltaire’in dediği bu.

– Ferriollerin yanına gelen o inatçı Voltaire’den mi söz ediyorsun?

– Evet! – Fayton sürücüsünün soru sorma biçimini beğenmediğini belli eden bir karşılık verdi Ayşet: – Başka Voltaire’imiz yok Fransa’da.

– Şimdi anladım o akılı kişinin Fransa’dan niçin kovulmuş olduğunu (1), – Jacque hemen çark etti. – Siz de, kontes, dikkatli olun, – kırbacını sallıyor gibi yapıp sözünü bağladı, – bu kişilerin eline fırsat geçmesin tek, onların yapmayacakları kötülük yoktur.

– Yoksa beni de Voltaire gibi özgür düşünceli ve akıllı biri olarak mı görüyorsun? – diyerek sürücü ile şakalaştı.

– Akıllısın, akıllı, – demek için Jacques ayrıca düşünmeye gerek duymadı.

– Yeter artık, kendimizi övmeyi bu noktada bırakalım, – diyerek Ayşet yaşlı sürücüye çıkıştı.

– Hemen, kontes, dediğin gibi olsun. Yanlış şeyler söylemişsem bağışlamanı dilerim. Baban zavallı kont ile farklı şeyler düşündüğümüzde, konuşmamızı oracıkta bitirirdik… Hızlanın benim koca ayaklılarım, kontesimizin dediği gibi yola merdiven atınız, – Jacques kurnazca geriye bir bakıp Ayşet’e gülümsedi.

– ________________

(1) – François M. Voltaire 1725 yılında ikinci kez Bastil Hapishanesi’ne kondu, 1zleyen 1726 – 1729 yıllarında Fransa’dan sürüldü ve İngiltere’de sürgün hayatı yaşadı. Oradan Pon de Vel ile Arjantal’e gönderdiği her mektupta (toplamı 1094 sayfa) Ayşet’i soruyor, selam gönderiyordu.

_____________

 

Ayşet, gülümsemekle oyalanacak, sevinecek durumda değildi. Yolda konuşulanlarda sinsi bir şeyler bulunup bulunmadığını düşünmüyor, Sans yolu gittikçe kısalıyor, annesi olduğunu bilmeyen kızının kendisini nasıl karşılayacağını, kendisine nasıl davranacağını, onu nasıl kucaklayacağını bilemiyor, bir an önce kızına kavuşma özlemi içindeydi. Bilinci uyanmaya, dili çözülmeye başlayan yedi yaşındaki kız çocuğu kendisini yakından tanımaya çalışacak, çok şeyi soracaktı ve ona ne gibi yanıtlar verecekti? Doğurduğu bu yavruyu bağrına basacak ve çocuğa annesinin kendisi olduğunu söyleyebilecek miydi? Gözleri kapanmış olan Ayşet irkildi ve başını kaldırdı: “Ona henüz sıra gelmedi! Altı ay, yarım yıl daha sabredelim, küçük bebeğim. Sonbahara değin baban sorunlarını çözecek ve üçümüz bir araya geleceğiz. İşimiz sonbahara da kalmayabilir… Tanrım, nedir günahım, diğerlerinden farklı olarak ne diye sonu gelmez cezalara çarptırıyorsun beni!.. – Ayşet ince ve güzel avuçlarıyla ağzını kapattı: – Hayır, hayır, duyduğun bu son sözler ağzımdan kaçtı, yoksa içimden gelmedi. Beni bağışla, beni anla!..

Yol boyu çayırlar yemyeşildi, ağaçlar ve pek de uzakta olmayan korularda da ağaçlarda değişik renkte tomurcuklar açmıştı, yüksekçe olmayan yan yana sıralanan yamaçlarda hayvanlar otluyorlar, uzaklardan görünen dağların sivri tepeleri ise bembeyaz kalıcı karlarla kaplıydı. Öğle güneşinin yakıcılığı geçmiş, apaydınlık bir öğle sonrası yaşanıyor, Ayşet sevinç ve özlem duyguları içinde gerisine bakınıyordu.

Bunlar Ayşet’in görmediği ve bilmediği şeyler değildi. Ama bunlarla ilgilenecek, özlem ve mutluluk duyacak durumda da değildi. Bunları düşünürken kırda yalnız başına duran sayısız dallı, kocaman ve yeşil bir ağaca görünce, kendi kendine söylendi: “Bak bu kaçırdığım şeylere… Kafanda dert dışında bir şey kalmamışsa, hiçbir güzelliği fark edemezsin. Bu ağaç da yalnız. O da bir şeylere üzülmeden, birilerini beklemeden ve üzülmeden yerli yerinde duruyor olamaz. Yalnız ama güzel ve şık görünmekten de kaçınmıyor, “güzelliğimi, boylu poslu olduğumu görüyorsunuz” diye kimlere sesleniyor olabilir… Bunu bilsem de kendim için söyleyemem… – Ayşet iç çekti, bir şeyini yitirmiş gibi geride bıraktıkları ağaca dönüp bir baktı ve yalvardı: – Bağışla beni, bir başına duran güzel ağaç, onu sana söyleyen benim, yoksa kendi kendine söylemiş değilsin… Kişiye suçsuz yere ceza verilmesi de böyle başlıyor olmalı… “

Ayşet şimdi daha içten bir sevgiyle dünyaya bakmaya başlamıştı: Gökyüzü yükseklerde, yeryüzü de güzeldi, değişik renkte kelebekler güneşli ve güzel havada uçuşuyor, oynaşıyor, faytonun tekerleri şarkı söylüyor, at ayaklarının çıkardığı sesler de onlara uyum sağlıyorlardı. Sürücü de koca ayaklı atları ile uyum içindeydi.

Her şey iyiydi Ayşet’in öksürmeleri dışında…

“Böylesine güzel bir dünyada yaşarken ne diye bezgin olayım ki?- diye Ayşet kendi kendini kınadı. – Bugün küçük Selini’yi göreceğim. “Küçücük kızım” diyemeyecek isem de bağrıma basacak, göğsümde tutacak, elimi sürecek, soluk alışını ve kalp atışını duyacağım. Bu da çektiğim tüm acılarıma değer! Beni isterse “teyze” (tante) diye çağırsın, annesi değil, teyzesi olduğumu söyleyen, diyen benim! Oysa onu ben doğurdum, o kanımdan bir damla! Daha önceki gidişimde, “gelişini çok geciktirdin, seni çok özlemiştim” demiş, azarlamadan kulağıma fısıldamıştı. Şimdi beni nasıl karşılayacak, bana ne diyecek? Tek bir göreyim, bana ne derse desin katlanırım, ağlasa bile sesi bana tatlı gelir”.

Uzaktan dağınık küçük Sans kenti göründü. Kent girişinin sağındaki sırtta bulunan çocuk yetiştirme yurdunu gördüğünde, Ayşet’in kalbi hızlı hızlı atmaya, faytonun hızını daha azalmış gibi görmeye başlamıştı. Nereye gideceklerini bilmiyormuş gibi yaşlı sürücü sordu:

– O yere mi gideceğiz, yoksa kente mi gireceğiz?

– Kentte ne işimiz var? – başına istemediği bir şey gelmiş gibi bir sesle Ayşet sürücüye yanıt verdi.

– Nerede duracağımızı bilmiyorum, alışveriş yapmak ister misin diye sormuştum…

– Şimdi değil… – beklenmedik bir durumla karşılaşmış halde Ayşet heyecanlandı. – Nerede duracağını ben sana sonra söyleyeceğim.

Faytondan indiğinde Ayşet, çocuk yurdu bahçesinin tenha olduğunu görüp ürperdi, sonra öğle yemeği saati olduğunu anımsadı ve rahatladı. Bahçe kapısına vardığında İsabelle Louisi’nin kendisinı karşılamak üzere kapıya doğru geldiğini gördü.

– Yalnız mısın?- diye Isabelle Louisi sordu.

– Yalnızım, niye sordun? – Ayşet korkmuş halde Isabelle Louisi’ye sordu. – Selini hasta mı yoksa?

– Hayır, Selini dinleniyor. Ne zaman geleceğini soruyordu, zor uyuttum. Korkma, Aisse, ama faytonunun burada ya da Sans’ta işi kalmadı, hemen Paris’e geri yolla. Bu arada bana soru sorma, içeri girersek anlatırım.

– Yaşlı Jacques’a, nedeni söylenmeden Paris’e dönmesi söyledi.

– Sans’ta oyalanma, kendin ve atların başka bir yerde dinlenin, – dedi Ayşet kuşku içinde sürücüye, – kim sorarsa sorsun nereye gittiğini ve beni Sans’a götürdüğünü söyleme. – İçeri girdiklerinde, beti benzi atmış halde Ayşet, ne olduğunu Isabelle Louisi’ye sordu. – Selini’ye ne olduysa söyle, benden gizleme.

– Selini iyi, sağlıklı, uyandığında sana gösteririm. Şövalye de Edie’nin tarikatından (askeri birliğinden) iki kişi bu sabah buraya geldi.

– Ne arıyorlardı?! – Ayşet içinden ürperdi.

– – Şövalye Blase Marıe de Edie’nin çocuğunun olup olmadığını, çocuğu varsa burada bakılıp bakılmadığını, şövalyenin çocuğunu görmeye gelip gelmediğini sordular. Çocukların dosyalarını gözden geçirdiler. Yarın Selini’nin doğum günü olduğunu biliyorlar. Bugün, yarın ve ertesi gün Sans’ta kalacaklarını söylediler. Şövalye gelecek olursa onu izleyeceklerini tahmin ettim.

– Bu durumda ne yapmalıyız? – dedi Ayşet, sabırlı ve alçak bir sesle.

– Rahat hareket edeceğiz, – dedi kararlı bir sesle Isabelle Louisi, bir süre bekledikten sonra sözüne ekledi: – Sen ve ben uzun bir süreden beri birbirimizi tanıyoruz, uzun zamandan beri dostuz, ziyaretime gelmiş bir konuğumsun… Ne sorarlarsa sorsunlar söyleyecek bir şeyler buluruz… – Haç çıkardı, Ayşet de hemen haç çıkardı. – Charlotte Eizabéth Aisse sana bir iyi haber de vereyim: Jeanette Nicole de yarın buraya gelecek.

– Sevindirici bir haber,- dedikten sonra Ayşet, kendisine sürekli yardımcı olan öğretmenini övdü, – Jeanette Nicole iyi bir insan, yarınki sevincimi ve üzücü durumumu unutmadı, benimle paylaşmak istedi, tanrı ona uzun bir ömür ve sağlık bağışlasın. Pierre de beraberinde gelir mi acaba?..

– Bize erkek gerekmiyor! – Isabelle Louisi hemen yanıt verdi, ardından yuvarlak ve kara gözlerinde bir korku belirmiş halde sordu: – Benim bilgim dışında şövalyenin buraya gelmesi için konuşmuş olmayasınız?

– De Edie’yi çağırıp hiç başımıza iş açar mıyız? – diye Ayşet beklenmedik bir sesle yanıt verdi

– İyi öyleyse… – dedi Isabelle Louisi ve başka şey söylemedi, ama sordu: – Biraz olsun rahatladın mı? Şimdi söyleyeceğim şeye kulak ver. Le Blond Charlotte Selini’yi yanına getireceğim, uyku saatine değin beraber olursunuz, ama anlaştığımız gibi davranacaksın. Annesi değil, teyzesi olacaksın, anladın mı? – dedi daha yumuşak bir sesle.

Üzüldüğünde yaptığı gibi ince parmakları ile gözlerini ovuşturarak bir süre odanın içinde durdu, ardından gözünü ayırmadığı kapı açıldı, Isabelle Louisi’nin önünde boy atmış küçük ve zayıf bir kız çocuğu odaya girdi. Çocuk gördüğüne şaşırarak ve kendine de değer vererek durdu, başını öne eğdi ve yana çevirdi, ardından gülerek kendisine kol açan Ayşet’e koştu.

– Aisse Teyze (Tante Aisse), benim için mi geldin?..

– Evet, Seleni, evet… – Ayşet çöküp kız çocuğunu göğsüne bastırdı, onu kendine doğru çekip öptü.

– Tante Aisse, ağlıyor musun?.. – diye sevimli ve akıllı Selini sordu, ardından küçük dudaklarını annesinin kulağına değdirip fısıldadı: – Niye ağlıyorsun, annem değilsin ki?..

– Teyzeler de ağlar, Selini… – Ayşet zar zor kendini tuttu, zar zor küçük kızına fısıldadı… – Sevincimden ağlıyorum.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s.509 – 519)

 

****

 

(Ayşet, edebiyat dünyasının baş yapıtlarından olan mektuplarından ilkini Cenevre’deki Bayan Calandrini’ye yazıyor) 519-528

 

II

Ayşet bir gün ve bir gece niyetiyle gittiği Sans’ta iki hafta kaldı, Paris’e döndüğünde Marie-ngélique’in bazı eşyalarını ve doktor Laroche’u alıp Ablon’a gittiğini öğrendi. Kont Augustin-Antoine da, hizmetçi Desten’le birlikte, yaz ve sonbahar aylarını geçirmek üzere Pon de Vel’in uzaktaki yaz bahçesine gitmişti. Pon de Vel ile Arjantal ise, Paris gezmelerinden döndüklerinde kısa süreliğine büyük eve uğrayıp kalıyorlardı.

Ayşet, Ferriol ailesine ilişkin duyduğu şeyleri Sophie’ye sordu:

– Ablon’a gidenler seni niye yanlarında götürmediler?

– Aman, ben ne bileyim… – Sophie omuz silkeleyerek gülümsedi: – Kontes ile Laroche doktorun tanığa gereksinmeleri mi var ?.. Kontes döner dönmez seni de Ablon’a göndermemizi buyurdu.

– Bizden uzağa gitmişlerse, biz de biraz olsun kafamızı dinleriz… – diyerek Ayşet Sophie ile şakalaştı.

– Doğru. Selini’den biraz söz etsen iyi olur.

– “Tante Sophie” (Sofi Teyze) diyerek adını çok andı. Bir ay kadar geçsin birlikte Selini’yi görmeye gideriz… – Ayşet konuyu değiştirip aklından geçeni sordu: – Her şey iyi, ama beni üzen bir durum var… De Edie ortalıkta görünmüyor, sana da hiç görünmedi mi, Sophie?

– Hayır, niye?

– Hasta, nefes darlığı var…

“Tanrım, yanlışım varsa bağışla beni, doğru yolda isem, beni anla, Aisse’yi tanıdığımdan beri kötü bir duruma düşmedim, ama bebeği olduğundan bu yana kuşku içindeyim, – Sophie inandığı ve bağlandığı Tanrı’ya yalvarıyor ve kendi kendine konuşuyordu. – Manastırda büyütülen zavallı küçük kızı soruyorum, kendisi ise aşık olduğu adamı soruyor ve onun sağlığına öncelik taşıyor. Biricik kızına bu denli soğuk davranmasının nedenini anlayamıyorum, başından bir olay geçmemiş sıradan bir kız gibi davranıyor. Ayrıca tiyatroya gitmeyi, akşam buluşmalarına katılmayı kaçırmıyor, şık giyinmekten de geri kalmıyor, tablosunu yaptırıyor, ilişkiye girmiyor, ama erkeklerin kendisine ilgi duymalarını bekliyor, bütün bunların nedenini anlayamıyorum. Bu gibi şeylere aşırı düşkün olmasını beğenmediğimi söylesem mi? “Bundan önce böyle bir şeyi çıtlattığımda ne demişti, anımsıyor musun?” – Sophie ürktü ve kendini topladı, Ayşet’in verdiği yanıtı içinden tekrarladı: – “Bunca süre küçük kızımı korumuş olmam artık yetmez mi… Bunun için kendimi dünya nimetlerinden, güzelliklerinden koparmam gerekmiyor. Şövalye ile benim, birlikte işlediğimiz günahı sen de biliyorsun. Tanrının bizi bağışlayacağını umuyoruz, annesi ve babası olduğumuzu, küçük kızdan saklama andını içtiğimizi de unutmuyoruz, biz bize düşen sorumlulukları yerine getiriyoruz. Biraz büyüdüğünde Bolingbroklar Selini’yi alacak ve ona sahip çıkacaklar…”

 

Ansızın Sophie boşalıp ağlamaya başladı.

– Sophie, ne oldu sana? – Şövalye de Edie’nin işi hızlandırmasını düşünen Ayşet hemen başını kaldırdı. – Yokluğumda kalbini mi kırdılar? Gizleme, kim olursa olsun karşısında beni bulur.

– Kimse kalbimi kırmış değil… – Sophie üzüntüsünü belli etmek istememişti, ama gizleyememişti de, Ayşet’e baktı, ağlama nedenini başka bir yere çekti: – Küçük Selini’yi görmek istemiştim, o nedenle ağlamışım…

– Küçük kız, – Ayşet adını anmadan “küçük kız” diyerek, Sophie’yi azarladı, – ondan söz ettim ya, en kısa sürede ona gideceğiz dedim ya… Akşama, Sophie, tiyatroya gidersek daha iyi ederiz

– Küçük kızı, – Ayşet, Selini için “küçük kız” diyerek, Sophie’ye seslendi, – durumunu sana anlattım, tez elde ona gideriz dedim ya… Bugünümüzü bize zehir etmesen de… Sophie, akşama birlikte tiyatroya gitsek daha iyi olur…

– Niye tasalanıyorsun, Aisse? – Sophie kendini tutamadı. – Söylemeyeyim dedim ama söylemeden de edemiyorum. Bebeğinin bakıldığı öksüzler yurdundan henüz gelmişken “tiyatroya gidelim” demene şaşıyorum… – sözlerine “acımasızsın” demeyi eklemeyi düşünmüştü, ama kendisini zor tuttu.

– Sophie, – Ayşet kınamayı kabul etmedi, – peki ne yapmamı bekliyorsun, ağlayarak oturayım mı?

– Hayır, oturmayacaksın, – Sophie sesini yükseltmediyse de düşürmedi, – çocuğun için elinden geleni yapmalısın. Bir ara söylemiştim, yine söylüyorum: Olan olmuş, ardından konuşanlar konuşsunlar, çocuğu babasına göstermediğinizi, Şövalyelik Tarikatından (Orden) çekindiğinizi biliyorum, isterlerse kuşkulansınlar, çocuğu alacak ve kendin büyüteceksin, olmaz dersen… – söylemek istediğini tamamlayamadı.

– Söyle, söyle, – yüzü ve rengi morarmış halde Ayşet yeniden sordu, – nedir söyleyemediğin şey?

– Hayır dersen, elinden gelecekse çocuğu bana verdir, köyüme döneyim, beni teyzesi biliyor, onu büyütürüm, senin de “teyzesi olduğunu” ona unutturmam.

Ayşet’in morarmış yüzü birden kızıllaştı:

– Bu mu, Sophie, bana söylemek istediğin?.. Siz hepiniz çocuğum için kaygılanıyorsunuz!.. – Ayşet kararlı bir duruş sergiledi.

– Aisse, canımın içi, bağışla beni, – Sophie yeniden ağlamaya başladı, – seni üzmek istememiştim, duruma bir çare bulmak istemiştim…

Her ikisi birbirine el sürüp ağlaştılar, Sophie’nin sakinleşmesinden sonra Ayşet konuştu:

– “İleriye attığın taşa takılırsın” derdi ninem, biz de Claudine’in kural dışı çocuk doğurmuş olmasını ayıplarken, aynı şey benim de başıma geldi…

– Sen Claudine-Alexandrine gibi değilsin! – Sophie haykırarak Ayşet’in sözünü kesti. – Sen Selini’nin nerede olduğunu biliyorsun, arıyor ve görmeye gidiyorsun, isterse seni “teyze” (tante) olarak bilsin, seni tanıyor.

– Sadece tanıyor değil… – Ayşet’in sesi yine yükseldi, ama kendini tutmasını bildi, – annesi olduğumdan kuşkulanıyor… Sen, Calandriniler, Bolingbroklar, hepiniz bana moral verdiniz ve kendi kendime başıma iş açmış oldum…

– Yeter, sus artık, Aisse, günaha giriyorsun! – diye sert çıkışmış, hizmetçi olduğunu unutup ayağa fırlamıştı, ama eliyle ağzını kapamasını da bildi.

– Hayır, hayır, Sophie, beni üzecek bir şey söylemedin, – Ayşet üzerindeki utancı belli etmemek için gülümsemiş ve istediği şeyi söyleyerek sözünü bağlamıştı: – ama o şey başıma gelmeden özgür kalsaydım, daha iyi olurdu.

– Sana ne diyeceğimi bilemiyorum… – Sophie’nin ses tonu düştü, dikkat ederek sözünü değiştirdi: – Öyleyse beni bağışla, Şövalye de Edie’yi artık sevmiyor olmalısın…

– Yanılıyorsun, Sophie. Hiç kimseyi sevemeyeceğim kadar de Edie’yi seviyorum. Mutluluk denen şey de bu olmalı… Bilemiyorum, bilemiyorum, bu şeye başka ne ad verilebilir… Tiyatroya benimle gelmeyeceksen, Jeanette Nicole’e uğrar, onula giderim.

– Kontes, söylediklerim yüzünden bana darılma.

– Niye öyle konuşuyorsun? Baş başa olduğumuzda bana öyle dememen için anlaşmamış mıydık? Şanssız biri olduğumu söylemiş olmana ne diye kızayım ki…

Ayşet en şık elbiselerini giyerek, Saint-Cloud’ya Jeanette Nicole’ün yanına gitti. Öğrenim gördüğü manastır okulunu bitirdiği on beş yıl olmuştu, ama manastıra her gelişinde anıları tazeleniyor, bütün Ferriol ailesi ile birlikte buraya ilk gelişini, Jeanette Nicole ile tanıştırıldığı anı, Ferriol’lerin unutturmak istedikleri Adıgeleri anlatan kitapları bulup kendisine okutmaya başlamasını, yılda bir kraliçenin okullarına gelişini, ayda iki kez düzenlenen etkinlikleri, Kont Charles de Ferriol’ün İstanbul’dan her gelişinde eve, Marie-Angélique’lere götürülüşünü, Fransa’ya geldiğinde Fahri’nin kendisine uğramış olmasını, Fahri’nin Orhan ile birlikte kendisini Çerkesiye’ye götürmek için manastıra gelmiş olmalarını, onlarla birlikte gitmek istemediğini ve daha başka anılarının geçtiği manastır avlusuna adım attı ve kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerle ilgilenmeden Jeanette-Nicole’e sarıldı.

Selini’nin büyütüldüğü Sans manastırı ayrıca Claire Bolingbroke’nin tedavi gördüğü Reims’e gidişlerini de  anımsayarak bir süre oturduktan sonra, Jeanette-Nicole, Ayşet’e:

– Çok, çok güzelsin, Aisse, ama keyifsiz bir halin var, buna anlam veremiyorum.

– Ben kendi kendimi beğenecek konumda değilken, sen beni nasıl beğenebilirsin ki?..

– Niye, canımın içi? – diye yumuşak bir sesle yeniden sordu Jeanette-Nicole.

– Selini konusunda yanlış yaptın diye beni kınıyorlar. Çektiğim acıları başkaları nasıl bilsinler ki… Sophie de onlara katılıyor olsaydı, onu hiç bağışlamazdım, – Ayşet sabahleyin Sophie ile aralarında geçen konuşmayı Jeanette-Nicole’e anlattı. – Çok şeyi düşünüyorum, ne yapacağımı bilemiyorum.

– Sen yapacağını yaptın. Günah dediğin şeyi sadece Tanrı bilir ve bağışlayabilir. Çocuğunu terk etmedin. Tanrının bilgisi dışında o şeyi yapmış da değilsin, tasalanma. Rahata erdiğinde Tanrı çocuğunu bağrına basmana izin verecektir.

– Bilemiyorum, Jeanette-Nicole, bilemiyorum. Çocuğumu emanet ettiğim Bolingbroklar ne derlerse o olur.

– Öyle yapmadan önce durumu bana anlatsaydın, sana bunu yaptırmazdım, – Jeanette-Nicole bir iç çekti. – Ama Bolingbroklar Tanrı inancı olan iyi insanlar, bebeği onların üzerine yazdırmamış olsaydın, bebeğini o manastırdan geri alman sorun olmazdı.

– Bebeği Bolingbrokların  üzerine yazdırmayı de Edie kabul etmedi.

– Doğrusunu yapmış. Sophie’ye kızma, dediklerinde doğruluk payı var.

– Zavallı ve merhametli Sophie benim için kaygılanıyor, canını benim için ortaya koyuyor, çocuğu vermemi, büyüteceğini söylüyor.

– O da büyütebilir… – Jeanette-Nicole konuşmasına biraz ara verdi, Ayşet’in gözlerine bakarak konuşmasını sürdürdü – ama bir bebeği kimse anne ve babası gibi büyütemez.

– Beni bağışla, Jeanette-Nicole, beni kınayabilirsin, ama konuştuğumuz şeyleri değerlendirecek ve yanıt verecek durumda değilim. Ben senin yanına başka bir niyetle geldim, tiyatroya gidelim ve biraz olsun soluklanalım diyecektim.

–   Her meyve zamanı geldiğinde olgunlaşır… – konuyu değiştirip, şakayla karışık başka bir konuya atladılar: – Öyle diyorsan dünden hazırım… Hangisine, Operaya mı, Komedi tiyatrosuna mı gitsek?

– Operaya gidelim, yapmacık güldürülerden usanmış durumdayız.

Opera tiyatrosunda “Belladonna” temsili vardı. Yarın ve yarından sonra “Proserpina” ( 1) operası temsil edilecek. Opera adlarını duyduğunda, Ayşet, Kont Charles de Ferriol’ün bu aşk şarkılarını söyleyerek kendisini öpmeye kalkıştığını anımsadı ve rengi morardı. Jeanette-Nicole durumu hemen fark etti ve sıradan bir şey söylüyormuş gibi konuyu değiştirdi:

– Bu operaları, Aisse, çok gördük, yetmez mi? Komedi tiyatrosunda iyi bir oyunun sahnelendiği söyleniyor.

– Yer bulur muyuz?.. – Ayşet bu öneriden memnun kalmış gibi opera tiyatrosundan ayrılıp faytona bindi.

Komedi tiyatrosu dönüşünden birkaç gün sonra Ayşet, Cenevre’deki Calandrini’ye bir mektup yazdı: “… Bugün mektubun elime geçti, canımın içi, beni çok sevindirdin. Sorduğun soruların bazılarını, en çok da tiyatroya ilişkin sorularını yanıtlayayım. Komedi tiyatrosunda bir buçuk aydan beri “Regulus” (2) oynanıyor. Henüz temsilden eve dönmüş bulunuyorum. Oyunu izlerken kendimi tutamadım, gözyaşlarım döküldü. Michel Baron’u bundan daha başarılı bir rolde görmedim, üzüldüğüm şey yaşlanmış olması. “Britannicus’un Ölümü” (3) adlı temsilde Burr rolü ile diğer oyuncuların hepsinden daha başarılı oldu. Rolünü gerçeğe uygun oynadı ve izleyiciyi büyüledi.

Sana oyunlardan ve oyunculardan biraz söz etmek istiyorum. Küçük orkestranın kemancıları François ile Rebel, Piram ve Tisber’den alınma bir opera yazdılar. Opera müzik yönünden fena sayılmaz, ama konuşmalar müzikle uyumlu değil, kurgu ise kurallara uygun düşmemiş. İlk sahnede kemerler ve kolonları ile birlikte kent meydanı görünüyor, çok güzel, çarpıcı. Görüntüler, o dönem insanlarının özlemlerini, beğenilerini yansıtıyorlar, estetik bir mekan ve uyumlu ölçüler söz konusu. Yaşlı Thévenard aşırı davranışları nedeniyle en çok bir yarım yıl dayanabilir, daha sonra protesto, ıslık sesleri yükselmeye başlayacaktır. Chasse büyük başarılar ortaya koyuyor, rolünü iyi oynuyor, iki oktavlık ses sunabiliyor. Antje onu beğendi. – Lemaure  sahneye döndü, Murer iyileşti. Ortalıkta üst başına düzen verip keşişler arasına katılmaya hazırlanıyor sözleri dolaşıyor, ama işini seviyor ve sımsıkı sarılıyor, operayı bırakıp gidebileceği başka bir yer yok. Aktrislere bir yenisi daha eklendi, adı Pelissier. Lemaure’la rekabet, yarışma içinde. Ben Lemaure’u beğeniyorum. Ötekinin sesi gür çıkmıyor, sesini duyurması için bağırması gerekiyor. Yine de, sessiz rollerde çok çok iyi, tüm rollerini düzgün oynuyor, yerinde davranışları ile ilgi çekiyor ve kendini belli ediyor, ama böyle şeylerin aşırıya kaçması da iyi değil, Antje cansız bir oduna, takoza benzetiliyor. Benim görüşüme göre, anlattığı şey dönemine göre ne denli ağır olursa olsun, seven kişi rolünü oynayan sanatçı, daha akıllı ve daha doğal olmalı ve rolünü iyi oynamalı. Sanatçı yüreğindeki acıma duygusunu sesi ve müziği ile anlatabilmeli. Aşırı davranışlar erkeklere ve vudulara (büyücülere) yaraşır. Genç prenses daha dengeli hareket ederse daha doğru ve yerinde olur. Ben olaya böyle bakıyorum. Sen de benim gibi mi düşünüyorsun? Lemaure’un iyileşip tiyatroya dönüşü muhteşem oldu, izleyici onu çeyrek saat coşkuyla alkışladı. Lemaure çok mutlu oldu, saygıyla eğilip izleyiciyi selamladı.

Bu durum Pelissier’yi destekleyen Düşes de Duras’ı çıldırttı. Beni ve de Paraber’i, alkışın  sorumluları sanarak bize doğru kötü bir el işareti yaptı. Ama ertesi gün izleyici yine Lemaure’u alkışladı. Pelissier de sinirinden çatlayacak gibi oldu.

Lemaure’u beğenenlerle Pelissier’nin destekçileri arasında çekişme var, gün geçtikçe kızışıyor. Çekişme Lemaure lehine gelişiyor, Lemaure fena bir oyuncu olmadığını kanıtladı. Alt katta (parterde) tartışmalar oldu, kılıçların çekilmesine ramak kalmıştı izlenimini edinmiştim, atışmalar sürdü. Her iki kadın birbirini hiç sevmiyor. Pelissier’de utanma denen şey yok gibi. Bu yakınlarda Bulonya Evinde sofra başında herkesin duyacağı bir sesle, Paris’te eşim dışında “boynuzlanmamış” erkek yok demiş. Bu söz Lemaure’a karşı söylenmiş, ama akıl dışı, kadının sesi çok güzel, başka bir ses onunla boy ölçüşemez, içinden geldiği gibi söylüyor ve inandırıcı oluyor. Ama onu yüzsüz olarak tanıyorlar.

Bu ay “Proserpina” operada temsil edilecek. Cérèze rolünü Antje oynuyor, Proserpina’yı – Lemaure, Aréthuse’yi – Pelissier, Pluton’u – Thévenard, Askolaf’ı – Chasse oynuyor. Roller böyle dağıtıldı. Daha isabetli bir dağıtım yapılamazdı deniyor. Yine de bu operanın ilgi çekeceği kanısında değilim. Oyunda Alphée ile Aréthuzar daha etkileyiciler, diğerleri soğuk karşılanıyorlar, sözü uzatıyor ve bıktırıcı oluyorlar. Nose bu operada yeryüzünün en iyi, gizli ve kinayeli (mecazi) sözcüklerinin bulunduğunu söylüyor. Ben de ona karşılık verdim: Oyun kimin için yazılmışsa o kişinin beğenisini alabilir. Tiyatro güzel ve etkileyici bir sanat dalı, ama sarsıntı içinde, en iyi oyuncular tiyatrodan kaçıyorlar, beceriksiz oyuncuların oyunları ise beğenilmiyor, daha başarılı yöntemler bulamıyorlar.

Operada şimdi “Belléraphon” (4) sahneleniyor. Bu yakınlarda sahneye ejderha çıktığında bir kaza yaşandı, ejderha maketinin karnı yarıldı ve içinden çıplak bir oğlan çocuğu çıktı, izleyici ve herkes gülmekten kırıldı.

“Proserpina” izleyicinin ilgisini çekmedi. Oyunu beğenmiyor değiller, ama sıkıcı buluyorlar, uzun süre gösterimde kalamaz. Pelissier artık iyileşti. Neredeyse çıldıracak gibiydi, biri sahnede büyük bir başarı gösterdiğinde, başkalarının rollerini çalmıştır diyorlar.

Fransız komedi tiyatrosunda şimdi “Karısı Olan Filozof” oyunu oynanıyor, izleyici oyunu beğendi. Yazarı – Détouche, onda Molière’deki düzey yok, eksiği çok. Détouche, kendi başından geçen bir olayı yazıp  sahnelemiş diyorlar. Piyes yayınlandığında hemen sana göndereceğim. Herkes Kino’nun rolünü iyi oynadığı görüşünde, ama ben farklı düşünüyorum.

“Gulliver’in Gezileri” adlı kitabı sana göndereceğim. Yazarı Swift. İlginç, iyi ve doğru yanları olan bir kitap, iğneleyici yanları da var.

Durumumu soruyorsun. Baş edemeyeceğim bir durumla karşılaşmadığım sürece sorun yok. Ama her şey Tanrıya bağlı, ben sadece Tanrıya güveniyorum. Daha önceleri olmadığı ölçüde şövalye benimle ilgileniyor, bana büyük bir değer veriyor, saygı duyuyor, sürekli beni gözetiyor. Ben de ona aynı karşılığı veriyorum, senden utanmasam, ondan çok memnun olduğumu söylemek isterdim. Beni gördüğün günkü gibiyim, içimde uyandırmış olduğun düşüncelerle baş başayım, o düşünceleri gerçekleştirmeyi bir türlü başaramıyorum. Sevgim ve acıma duygum her şeyin üzerinde.

Üzüntü ve gerçekçilik beynimde sürekli çatışıyor. Onlar ruhumu ve bedenimi yoruyorlar. Şövalyenin başına bir şey gelecek olursa yaşayamam.

Yazıma ara vermem gerekiyor, birçok üzücü durumla karşılaştım. Şövalye halen ara sıra ağırlaşıyor, akciğerlerinde iltihaplanma yok. Daha fazla bir şeyler söylemeyi uygun bulmuyorum. Kötümser düşüncelerim beni yoruyor. İç açıcı bir durumum yok. Senin burada olmaman benim için büyük bir şanssızlık. Senin yanında olsaydım, bana güç katardın. O zaman, canımın içi, senin öğütlerin ve sana olan sevgimle, beni kasıp kavuran bu yangının üstesinden gelebilirdim. Bunun mümkün olmadığının farkındayım, ama bu durumla bir türlü başa çıkamıyorum.

Daha önce yazdığım duruma göre şövalye çok daha iyi, benimle ilgileniyor, bana yazdığı mektuplar da, daha önce sana okuttuklarımın benzerleri. Senin yazdıklarını sadece ona gösteriyorum. Yazıların için çok ilginç diyor, yazdıklarını okurken benim gibi mutlu oluyor. Hayırlısıyla, canımın içi. Seni sevdiğimden kuşku duymaman dileğimle.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, (s. 519 – 528)

——————————–

 

(1) – Proserpina, Yunan Tanrıçası.

(2) – Regulus, dört yıldızdan oluşan bir çoklu yıldız kümesinin çift yıldızıdır.

(3) – Tiberius Claudius Caesar Britannicus (12 Şubat 41 – 11 Şubat 55), Roma İmparatoru Claudius ve üçüncü karısı Roma İmparatoriçesi Messalina’nın oğlu.

(4) – Belléraphon (Bellerophontes), Korinthos kralı Glaukos’un oğlu. Sisyphos’un torunu.

 

****

 

III (s. 529-538) 

 

“Değirmen taşı dönüyor, ama un vermiyor” dedikleri gibi miydi benim yaşamım ve aşkım? – bu şey nereden aklına gelmiş bilmeden Ayşet kendi kendisiyle alay etti, gülümsedi ve kendi sorusuna kendi yanıt verdi: – Benim yuvarlak, geniş ve boşuna dönen taşlarım, dedikodumu yapanların seslerine doymuş olmalılar…”

– Aisse, niye gülümsedin böyle? – diye sordu, uyanık Sophie.

– Kendi kendime bir soru sordum, onun için gülmüştüm, – onu da mı fark ettin” der gibi Ayşet, kendisi için kaygılanan Sophie’ye gülümsedi, – senin de böyle gülümsediğin anlar olmuyor mu?

– Yalnız olduğumda. Gülümsemem içimi daraltmıyor, aksine beni rahatlatıyor. Bana sorarsan, kendini Paris’e kapattığın süre yeter. Marie-Angélique üçüncü kez haber yollamadan, temiz bir hava almaya Ablon’a git. – Sophie, sözüne ara verdi ve Ayşet’i uyardı: – Bakıyorum, betin benzin atmış. Şövalye için canını ortaya koyuyorsun, o halde dinlenmesi için onu Périgor’a, ana babasının yanına gönder.

– De Edie’nin hasta olduğunu bildiğin halde, ne diye öyle konuşabiliyorsun?

– Konuşuyorum, çünkü o seni düşünmüyor!.. – Sophie, içini boşaltmak istedi ve daha yumuşak bir sesle sordu: – Sen de hasta değil misin, öksürmüyor musun?

– Ben de halsizim, ama erkeğe kadın desteği gerekir… – dedi Ayşet, hemen sözünü değiştirdi… – Sophie, sen de Ablon’a gelmeyecek misin?

– Sormana gerek var mı? – Sophie gülümsedi, ardından yüzünü asarak konuştu: – Kontes seni yalnız olarak yola çıkarmayacağımı bilmiyor musun?

– Biliyorum, şimdiye değin sorun çıkmadığına göre, bundan sonrası için kendimizi kurban verecek değiliz, – Her ikisi de güldü ve şakalaştı. – Marie-Angélique mama gelip geçici öfkelense de iyi biri. Bir ayı geçkin süreden beri onu görmedim, özledim, o da bizleri özlemiştir. Hemen gidelim dersen ben hazırım, bir günlük yol. – Ayşet iç çekti. – Sadece onu değil, küçük köpeğim Pati’yi de özledim. Sen de onu özlemedin mi, Sophie?

– Özlemez olur muyum!.. Götürme, kontes, Pati sana rahat vermez dedim, Ayşet’i bana anımsatır diyerek götürdü.

Aynı anda Ayşet, küçük bir kız çocuğu olarak Ferriol’lerin bahçesine geldiği ilk günü, bütün bir ailenin kendisini nasıl karşıladığını, yüksek merdivenden koşarak inen küçük Pon de Vel’in elini tutarak yanında durduğunu ve Marie-Angélique’in kendisini göğsüne bastırarak başını okşadığını ve kokladığını anımsadı, Laroche’u, bahçe ve ev içi hizmetçileri içinden Sophie’yi en fazla niçin sevmiş olduğunu bilemeden, bütün bir geçmiş gözlerinin önünde yeniden canlandı.

Bu olay sanki daha dün olmuş gibi görünüyordu ona, oysa Ayşet’in Fransa yaşamında başından geçen olaylar sayılmayacak kadar çoktu: “Ülke, devlet benim, ben yoksam ülke de yok, isterse batsın” diyen Güneş Kral XIV. Louis artık yaşamıyordu, onun oğlu XV. Louis’yi büyüten, kadın düşkünü Orleans Dükü de ölmüştü. Onlardan ve sayısız bakanlarından artık kimse söz etmiyordu. Konstantinopol (İstanbul) esir pazarından satın alıp getirdiği Ayşet’i Katolik dinine kaydettiren ve onu bir Fransız olarak yetiştiren Kont Charles de Ferriol de artık hayatta değildi, kardeşi Kont Augustin-Antoine ve eşi Marie-Angélique de yaşlanmışlardı ve beklenmedik hastalıklarla boğuşur olmuşlardı. Tanınmış bir yazar olan Claudine-Alexandrine de Guérin Tencin ise kendisi ve başkaları yüzünden birçok zorlukla boğuşmuş, kardeşi Pierre ise başpiskopos olmuş, kardinalliğe doğru yürüyordu. Arjantal’in doğduğu günü de bugün imiş gibi anımsıyordu. Pon de Vel ve Arjantal sanat ve politika dünyasının tanınmış kişileri olmuşlardı. Voltaire ile Montesquieu de Fransa’nın en tanınmış yazarları arasında yer alıyorlardı. Ayşet’in bu son dönemde tanıştığı genç Denis Diderot da onların ardından parıldıyordu.

“Ben neyim?.. – Ayşet anılarını sorguladı ve gülümsedi: – “Güzel olmam” talihsizlik dışında bana bir şey kazandırmadı, artık bir yabancı ülkede yaşıyorum… Bağışla beni Tanrım, üzüntülerimin farkındasın, beni anlayacağını umuyorum. Fransa’da başıma gelen bu üzücü olayda benim de bir sorumluluğum olduğunun farkındayım. Böyle dememden papanın benden istediği şeyi kabul etmem gerektiği gibi bir anlam çıkmıyor. Bunu yapsaydım sonsuza değin kurtulamayacağım, temizleyemeyeceğim bir leke ve büyük bir sıkıntı içine düşmüş olurdum… Peki kadınlığım ve zayıflığım sonucu işlemiş olduğum günahlara ne demeliyim?.. Bu tür davranışlar, evlilik dışı doğum, Fransa’da sıradan bir olay, kimse üzerinde durmuyor, ama bizim taraflarda, Çerkesiye’de bu gibi şeyler hiç unutulmayacak, sonsuza değin temizlenemeyecek bir leke olarak kalır. Bu konuda Fransızları suçluyor değilim. “Aşkınıza sahip çıkmıyor, ihanet ediyor ve çiğniyorsunuz diyecek bir liderleri de yok. Böyle yaşayacaksak, bu yüzden Fransa’nın yok olmasından korkulur. Böyle şeyler uzaklardaki Çerkesiye bir yana, İsviçre’de, Calandrinilerin yaşadığı Cenevre’de bile var mıdır?

– Niye oturup duruyorsun, Aisse, Ablon’a gitmeyecek miyiz? – diye Sophie sordu ve Ayşet’i uyardı: – Ne düşündüğünü Tanrı bilir… Ferriol’ler olmalı senin bir yana bırakamadıkların…

– Ferriol’leri bir yana atarsak, Sophie, ikimiz de işsiz ve çaresiz kalırız, – diye Ayşet, Sophie ile şakalaştı. – Bunları ve başka şeyleri düşünüyordum.

– “Başka şeyler” demekle ne demek istediğini bilemem, ama elimden gelirse, Ferriol’leri düşündüğün için başının ağrımasını istemem. Kontes Marie-Angélique’in bulunmadığı bu son ayda yazdığın şeyi Ablon’da yazma fırsatını bulamayacağını anladığında bana hak verir, durumun farkına varırsın.

– Öyleyse oraya gitmek için ne diye acele ediyorsun? – diyerek Ayşet, şaka ile karışık Sophie’ye sordu.

– Ben mi acele ediyorum?.. Sıkı tembih edildiği için söylüyorum.

– Böyle diyorsak, yol boyundaki pazara uğrar, alışveriş yapar, oradan da Ablon’a geçeriz, – dedi Ayşet, ardından kontesi anlatmaya başladı: – Marie-Angélique, ne olursa olsun, kötü biri değil. Sen de bilirsin.

– İnsan yaşlanınca, yeni huylar edinir demek mi istiyorsun? – Sophie kulaklarına inanamadı.

– Kuşkusuz, o kişi her zaman için altın gibi biriydi demek istemiyorum, ama kindar ve önyargılı biri olduğunu söyleyemem. Onun yufka yürekli ve art niyetsiz biri olduğunu biliyorum. Beni azarlamış, bana çok defalar kızmış olsa bile, zavallı annem, ninem sağ olsalardı, beni nasıl yetiştirecek idiyseler öyle yetiştirdi, bana kimsesizlik çektirmedi, kendi öz çocuklarından ayırmadı. Küçük Seleni’ye ilgisini de görüyorsun, birçok kez onu görmeye gitti. İzin verilirse Sans’tan alıp kendi büyütür.

– Doğru söylüyorsun, kontes temiz kalpli, içtenlikli biri, sözlerinde yapmacıklı ve sinsi davranışlar yok, o konuda sana katılırım, – dedi Sophie düşünmeden. – Evsiz ve işsiz olarak yolum Paris’e düştüğünde, ilk başvurduğum kişi Kontes Marie-Angélique oldu, beni anladı ve işe aldı. Ama Jacques’la senin için yaptıkları bir konuşmaya da tanık oldum…

– İhtiyar bana ilişkin ne biliyor ki?! – Ayşet kendini frenleyemedi, Sophie’nin sözünü kesti, ardından daha sinirlenmiş halde konuştu: – Zavallı papam Jacques’tan olumlu söz ederdi ve hoşuma giderdi, sorduğu şeye verdiğim yanıt onun da hoşuna gitmişti.

– Anladım, – Sophie Ayşet’e hemen yanıt verdi, – Kontun mirasının üçte birinin sana bırakıldığını konuşuyorlardı. Evde baş başa kaldıklarında, “bizden ve kardeşinden habersiz kont öyle bir işe kalkışmamalıydı” diyerek, Marie-Angélique’in bağırmasının nedenini şimdi anladım. Ablon’a yola çıkarken, gelir gelmez seni Ablon’a göndermemi istemesi de bu nedenle olmalı…

Ayşet kutusundan bir belge aldı ve onu Sophie’ye gösterdi, belgeyi öte berisini koyduğu yeni torbasına koydu.

– Bu kağıt yaprağı benim ve başkaları için gizli değil. Geçinmen için hasta kont sana para bırakmış mı diye mama bana sormuştu, ben de her yıl için geçimlik bir paranın bırakıldığını söylemiştim. Mülk paylaşımı konusu benim de bilgim dışındaydı. Papa ölümünden birkaç gün önce sözü edilen bu belgeyi bana verdi. Ama sözü edilmediği için ben de belge konusu üzerinde durmamıştım… Şimdi gün geçtikçe durumumun zorlaştığını, kimsenin umurunda olmadığımı daha iyi anlamaya başladım…- Ayşet, içini kemiren üzüntünün nedenini bilemiyor, anlam vermekte güçlük çektiği bu tür üzüntüleri giderek artıyordu, bu üzüntüler gözyaşlarının dökülmesine yol açınca, her zaman yaptığı gibi kendi uzun ve güzel başına danışarak kendi kendisini topladı. – Ne diye oturup durursun, haydi Ablon’a gidelim.

Bu söz üzerine Sophie başını kaldırdı:

– Durum öyleyse, kontesin yatışmasına değin Ablon’a gitmeyelim.

– Üçüncü haberciyi göndermesini bekleyelim, öyle mi demek istiyorsun? Hayır, hemen gideceğiz. Mal derdi beklemez (Bılımıpsem şığeğupşej yiep). Ama mama gizli iş yürüteceğine bana sorsa daha iyi ederdi ve onu rahatlatırdım.

–  Ne diyecektin ona?

– Ablon’da duyarsın.

– Öyle diyerek, Aisse, olmayacak bir hata yapma, kendini düşün, Selini’yi de unutma. Onlar kontun sana bıraktığı o küçük paya kalmış değiller.

Ayşet kendisi için kaygılanan Sophie’ye gücenmedi, aksine ona sevgiyle baktı.

Ayşet ile Sophie öğleden sonra, dinlenme vakti Ablon’a vardılar. Yaz mevsiminin sıcak ve güzel ilk ayıydı. Ferriollerin çiftliğinde iç açıcı bir yel esiyor, çiçek kokuları ve kuş sesleri bahçeyi kaplamıştı.

Ön bahçede, kapı önündeki ağacın gölgesinde Marie-Angélique fal bakıyordu. Ev tarafından gönüllere işleyen bir şarkı ezgisi Laroche’nun kemanından yayılıyordu. Kontesin iki hizmetçisinden biri elbiseleri ütülüyordu. Bahçedeki ibibik horozu ise bahçe avlusuna tünemiş gelenler olduğunu haber verir gibi ötüyordu.

Fayton sesini duyar duymaz, Marie-Angélique başını kaldırdı, faytondan Aisse ile Sophie’nin indiğini görünce, önemsememiş gibi fasulye falına döndü.

– Kontes, Charlotte Elizabéth Aisse geldi! – diyerek hizmetçi kız onları karşıladı. Sevinçten çılgına dönen köpekçik Pati de havlayarak Ayşet’e doğru koştu ve onun kucağına atladı.

– Marie-Angélique mama, hiçbir şey demiyorsun, – Paris’te konuştuklarını unutmuş olmalı, kontese doğru eğildi, – sana bir sarılayım, seni öpmeme izin ver, seni özledim.

– Git, git, – Marie-Angélique baktığı faldan başını kaldırmadan Ayşet’i azarladı, – beni özlemiş olsaydın iki aydan beri kendini Paris’e kapatmazdın… Pati’yi buraya getirmiş olmasaydım meraktan çatlardım… Gel, gönlümü al, bugün geleceğini fasulye falım söylüyordu. Öksürüyorsun, keyifsizsin dedikleri için Paris’e dönmeye hazırlanıyordum. Aisse, şu an nasılsın?.. Buraya bu kadar süre gelmemiş olman Paris’te tedavi görmüş olduğun için miydi?.. Solgunsun, zayıflamışsın. Küçük Selini ne durumda?.. Bunca acı ve sıkıntı içinde elbette güçsüz ve zayıf düşersin, nasıl ayakta kaldığını bilse bilse birTanrı bilir… Pati sevgilini yalamayı bırak da, onunla doğru düzgün bir konuşayım.

– Hayır, mama, o konuşmamıza engel olmaz, – Ayşet’i çok özlemiş olan köpeğini okşayıp sordu, – öyle değil mi, Pati?

– Bak şuna da, göğsünü ne kadar da geri çekmiş?.. Beni artık gözden çıkardın öyle mi, seni gidi küçük köpek seni! Seni memnun etmek için küçük Şarman’ımı içeriye kapatmıştım… Acıkmış olmalısınız, hadi sofrayı hazırlayın. Doktor Laroche Aisse’nin geldiğini bilmiyor olmalı, kemanı kulağımızı sağır etti, buraya gelsin.

– Mama, bilemiyorum, sordukların içinden önce hangisini yanıtlayacağımı?  – “görüyor ve duyuyor musun kontesin günahını aldığımı” der gibi Ayşet gözüyle Sophie’ye bir bakıp Marie-Angélique’i yatıştırdı: – Hepsi iyi, hepsinin selamları var. Sen nasılsın, diz ağrıların ne durumda, rahatsızlık veriyorlar mı? Balaruc suyunu içiyor musun?

– İdare ediyorum, o suyu da içiyorum, ayaklarım idare eder, ama ava çıkacak durumda değilim. Bana bakma, bana bakma, boşuna av tüfeğini getirmişsin, iyileşmediğin sürece ava gitmene izin veremem, öksürüyorsun. Peki, sen ne diye hiçbir şey söylemiyorsun, Sophie?

– Her dediğin yerinde ve doğru, kontes, sana aynen katılıyorum, – Ayşet’e ilişkin kaygılarını duyduğu için Sophie memnun olmuştu, gülümsedi. – Sorun sadece öksürmesi değil, vücudunun her tarafı, kemiklerine varana dek sızlıyor.

– Bilmediğim şeyin sözünü etmem, – Marie-Angélique biraz övünme payı bırakarak sözüne devam etti: – İsterseniz sofra hazırlanıncaya değin falınıza bakayım.

– Hayır, hayır, – diye kestirdi, ardından ekledi, – fala inanmıyorum, – dedi Ayşet..

İçeriden salınan küçük siyah köpeğin havlayarak dışarı koştuğunu gören Marie-Angélique söylediğini, söyleneni de unutarak finoya seslendi:

– Buradayım, Şarman, – kucağına sıçrayan tüylü, kocaman gözlü finoyu okşayıp yatıştırıyor, bir yandan da azarlıyordu, – soluyarak, havlayarak kendini yitirip bitirmen gerekmezdi. Benimle şakalaşmayan bu Pati’ye yüz vermişliğim de yetti, şimdi artık seninle hep beraber olacağız, – Kontesin kimi kast ettiğini anlayan Şarman hemen Pati’ye havlamaya başlayınca kızdı: – Yeter, küçük aptal, o havladığın fino da bizim, gelenleri karşılasan daha iyi edersin.

Ayşet’in Ablon’a geldiği haftasını geçmişti, Marie-Angélique açmak istediği mal paylaşımı konusuna henüz değinememişti. Günler günleri kovalayıp geçiyordu. Sıcak havayı serin hava, yaz mevsimini yağışlı hava ve gök gürültüsü izliyordu. Ayşet kontesin kendisine soracağı şeyi unutmuş durumdaydı. Sophie de, uzun süreden beri susmuş, kabuğuna çekilmişti. Şarman ile Pati de barışmış bahçede beraber oynamaya başlamışlardı. Marie-Angélique ile Ayşet oyalanacak şeyler buluyorlardı: Kitap okuyor, kağıt oynuyor ve bahçede dolaşıyor, bahçe dışı yakın çevrelerde de geziniyorlardı. Akşam çayı sonrası Laroche’a keman çaldırıyorlardı, beğendikleri şarkılara düşük tempolarla eşlik ediyorlardı.

Görünüşe göre lüks bir yaşamları vardı, oysa Marie-Angélique ile Ayşet, aslında üzgündüler: Her ikisi de üzüntülerini gizleyerek dolaşıyordu. Ayşet Paris’ten beraberinde getirdiği belgeden kaygılanmıyor değildi, ama en çok iki kişi, Selini ve Edie için kaygılanıyordu. Küçük kızı ile ayrı düştüğü, yaşamı ve mutluluğu paylaşmadığı için üzgündü, yoksa çocuk doyuruluyor, giydiriliyor, bakılıyor ve hiçbir şeyi eksik bırakılmıyordu, Bolingbroklar affa uğramış, İngiltere’ye dönme izni elde etmişlerdi, çocuğu İngiltere’ye götürmek ve orada büyütmek için gerekli belgeleri hazırlatmaya başlamışlardı. “Sağlığı bozulmasın tek, Selini’den hiçbir şey esirgenmez, – diyerek kendisini avutuyordu Ayşet. Edie ile ben, işleri yoluna koyar kıymaz onu yanımıza alırız. Ama ben keyifsizim, kemiklerim sızlıyor derken Edie benden de beter çıktı. Ben onun hastalığına yardımcı olur, ilaç bulurum? Ama en iyi ilaç bile onu etkilemiyor. Fransa için savaşırken aldığı yaralar yüzünden kötü durumda, soluyamıyor, verem olmadığı halde öksürmekten boğuluyor. Ey benim Tanrım, Edie konusunda bana yardım et, onu iyileştir, işlerimizi yoluna koy. Bu dünyada ondan daha sevdiğim biri yok. Selini’yi de tabii…”

Kontes Marie- Angélique de rahat ve huzur içinde değildi. Eski güzelliğini yitirmiş ve yaşlanmıştı. Kont Charles de Ferriol’ün vefatından beri aile gelirinin azaldığı, hayat pahalılığının gün gün arttığı, Augustin-Antoine’ın köşesine çekildiği, birkaç ev hizmetçisine ödenen paranın arttığı… gibi şeyler onu düşündürüyordu. Ama Ayşet’in Ferrol’lerin mal paylaşımına katılacak olması onu en çok düşündüren konuydu. Bu durumda, büyüttüğü, eğittiği, sevdiği Ayşet’in mal paylaşımı konusunda kendilerine dava açmaması için, onun Ayşet’e yapmayacağı bir iyilik düşünülemezdi.

“Doğru, doğru, oğullarımla birlikte büyüttüğüm, emek verdiğim uğursuz Aisse’yi ne yapayım, – Marie-Angélique kendi kendine söylendi, – ancak paylaşıma katılma hakkı olduğuna ilişkin belgesinin bulunduğunu benden ve Ferriol’lerden ne diye sakladı ki… Öyle diyorum, ama zavallı Aisse’nin bir suçu olabilir mi, o konuda suçlu olan ne yaptığını bilmeden aramızdan ayrılmış olan konttur… Ama benden gizlediği o şeyi bana açıklamadan ona Ablon’dan dışarıya adım bile attırmam!”.

Gece boyunca gök gürültüsü içinde yağan soğuk yağmurun getirdiği soğuk bir sabaha uyanmışlardı, nem ve ıslaklık her yeri kaplıyordu. Oda sıcaklığının düşmemesi, kemiklerini ısıtması için kontes şöminenin yakılmasını buyurmuş, şömineye odun attırmıştı.

– Günaydın, mama, – dedikten sonra Ayşet Kontes Marie-Angélique’e sordu: – Bu geceki gök gürültüsünden rahatsız oldun mu, seni uyutmamış olmalı?

– Uyumamış olmam sorun değil, kemik ağrılarımı yeniden tetikledi. Ya sen, sen korkmadın mı?

– Ben mi?.. – Ayşet şaşırmıştı. – Unuttun mu, gök gürültüsü ile gelen yağmuru sevdiğimi? Kulak vererek, yıldırım düşmesini ve gök gürlemesi seslerini sayarak uykuya daldım.

– Evet, evet, gök gürlerken beni yatıştırdığını ne diye unutmuşum ki… Bu kez yanıma gelmedin, benden bıkmış olmalısın…

– Hiçbir zaman, mama, seni sevmediğim durumum olmadı, günahımı alıyorsun.

– Bilemiyorum… Benim senden bir kuşkum var… Daha önce de söylemiştim, benden bazı şeyleri gizliyorsun.

– Neyi gizliyor muşum, mama?! – Ayşet söylenen bu asılsız suçlama karşısında bağırdı, unuttuğu şeyi hemen anımsadı, odasına koşup miras paylaşım belgesini getirdi ve kontese gösterdi: – Bunu mu demek istiyorsun?

– Nedir o?.. – Kontes bilmiyormuş gibi davrandı.

– Yaşlı Jacques’ın sana sözünü ettiği belge. Bu şey senin, benim ve birileri için gizli olan bir şey mi, mama?

– Gizli değilse, bunu o laf taşıyıcı yaşlı faytoncudan önce bana söyleseydin?

– Mama, bu belgede yazılı olandan çok daha fazlasını sen bana verdin, bu nedenle sözünü etmeye değer bulmadım. Ben bir Ferriol’üm, Marie-Angélique mama, kendi kendimle mal paylaşımı yapacak değilim! Seni, amcam Kont Augustin-Antoine’ı, kardeşlerim Pon de Vel ve Arjantal’i o konuda üzecek biri olamam. Bu belgeyi yok sayalım, – Ayşet kağıdı yırtıp ateşe attı.

– Ne yaptın sen?! – diye Kontes Marie-Angélique bağırdı ve ağlamaklı biçimde demir maşayla kağıda uzandı, ama Ferriol ailesini düşündüren belge göz açıp kapayıncaya değin kül olup gitti. – Aisse, ne kadar da talihsizsin, küçük Selini ve sen bundan sonra ne yapacaksınız?..

– Siz ne yaparsanız, Marie-Angélique mama, biz de onu yaparız… – Ayşet, kontesi teselli ederek eli ile okşadı, yanına oturdu ve ona sarıldı.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 529-538)

 

****

 

 

(Ayşet’in Bayan Calandrini’ye yeni mektubu) (s. 538 – 546)  

 

IV

 

Gökyüzünü sarmış olan kara bulutlar nemini boşaltmış, gökyüzü parlak bir görünüm almıştı, Ayşet de hiçbir sorunla karşılaşmamış gibi Ablon’da günlerini sessizce geçiriyordu. Laroche doktorun durmadan sözünü ettiği temiz havanın yararını görmüş olmalıydı: yattığında üzüntüleri dağılıyor, acıları depreşmiyor, hemen uykuya dalıyor, sabahları bülbül sesleri içinde uyanıyordu. Ayşet bülbül seslerini dinlemekten zevk alıyor, bir süre bu sesleri dinleyerek yatıyor, ardından kalkıp değişik renklere bürünmüş yaz mevsimi dünyasına göz atıyordu: “Bu dünya ilginç şeylerle dolu… – diye söyleniyor, yeniden depreşmek için başına üşüşmeye hazır bekleyen üzüntülerini bir yana itip kendi kendine soruyordu: – İyi olan kötüyü bastırıyor. Tek bir gözlükle yetinseydik, yeryüzü ilginç olmaktan çıkar, bıkkınlık verirdi. Ağaçların, dağların ve kırların görünümleri farklı. Kuş cıvıltıları da faklı. İnsanların konuşma, gülme, ağlama ve azarlama sesleri de birbirine benzemiyor. Gül ve çiçek kokuları da farklı. Yeryüzü birbirine benzemeyen ilginç ve değişik görüntü ve renkler içinde, ama kötüye göre iyi olan daha çok! Elinden geliyorsa, kötü adam olmaktansa iyi adam olmak yeğlenmeli, – sonunda Ayşet sabah düşüncelerine bir son verdi, istediği ve özlediği şeyleri kendine sormaya başladı: – Bugün ava çıkmak için güzel bir gün, ama olmaz, ava gitmek yerine July Calandrini’ye mektup yazmam gerekiyor. Böyle akıllı ve beni anlayan bir kadını tanıdığım için şanslı sayılırım!”.

Calandrini ile Ayşet arasındaki ilişki, Ayşet ile Marie-Angélique arasındaki ilişkiden farklıydı. Ayşet için Kontes Marie-Angélique bir anaydı, birbirlerine gülümsüyor ya da kızıyor, birbirini uyarıyor ya da öğütte bulunuyor iseler de konumları farklıydı, dargın ya da kırgın olsalar bile birbirlerini bağışlıyor ve barışıyorlardı. Ayşet artık bir küçük kız değildi, evlilik dışı ana olmuştu: Adına üzüleceği, üzerinde titreyeceği ve koruyacağı birileri vardı. Son dayanak olarak – kendisini aç bırakmayacak küçük bir geliri (iradı) vardı. Ama mülkünü ateşe atıp yakmakla Ayşet, kendisi ile gizli mal mülk hesabı içindeki Marie-Angélique’e ne demek, ona neyi kanıtlamak istemişti? Mala mülke değer vermediğini ya da Ferriol ailesinden biri olduğunu mu, Ferriol olmayı mal ve mülkten daha değerli bulduğunu mu söylemek istemişti? Böyle ya da başka bir neden de olabilirdi…

“Ne yaptın sen!..” diyerek Kontes Marie-Angélique’in ateşe el atışını ve ağlamaya başlamasını, Ayşet’in onu kucaklayıp yatıştırmaya çalışmasını nasıl yorumlamak gerekirdi?.. Bu soruyu herkes kendi algılamasına göre değerlendirebilir. Ama insanlık, onur ve özsaygı her şeye değer! “Calandrini’ye bunlardan söz etmeyeceğim, boş yere kafasını şişirmek istemem, sorduğu sorulara yanıt vermekle yetineceğim”, – diyerek Ayşet, İsviçre’ye, Cenevre’ye göndereceği mektubu yazmaya başladı.

“İki mektubun, ışığım, bir süre önce elime geçti, ama yanıt vermeyi geciktirmiş oldum. Seni sevmediğim, sana saygı ve değer vermediğim, seni özlemediğim için değil, onlara vaktinde yanıt vermediğim için bahaneler arıyor da değilim. Sans’a gitmiş olmam, rahatsız ve keyifsiz olmam, bunlara eklenen başka engeller nedeniyle mektubumu geciktirdiğim için beni bağışla, bundan sonrası için üşengeç davranmayacağımı bildirmek isterim. Seni içtenlikle sevdiğimi, herkesten ayrı tuttuğumu, sana gereksinim duyduğumu, akılcı ve bilge sözlerini beklediğimi, bunu istediğimi sana söylemek ve kanıtlamak istiyorum.

Şu an Ablon’dayım. Bugün hava sıcak, nefis bir hava var, ama Cenevre ve İsviçre’nin temiz ve iç açıcı havası ile kıyaslanamaz tabii, yine de mektubumu bıkmadan okumanı diliyor, bıkmaman için de sorduğun soruların yanıtlarını kısa kısa sana yazmak istiyorum.

Küçük Selini boy atmış gibi göründü bana. El, yüz ve bedeni ile güzel, fidan gibi bir kız çocuğu oldu, gözlerinin güzelliği bütün bir dünyaya bedel denebilir, ama görünümü beyazımsı, solgun ve zayıf. Akılsız değil, güler yüzlü, cana yakın ve zeki bir çocuk, ama kendine bakmayı pek bilmiyor, bunun dışında, istekleri, karakter ve davranışları ilgi çekici. Bu çocuktan eksiksiz ve iyi bir insanın çıkmış olacağı umudu içindeyim. Zavallı küçük bana çok düşkün. Beni gördüğünde o denli sevindi ki aklını oynatacak gibi oldu. Farkına vardığım özellikleri daha da çok. İçimi sızlatan şey, göğsüme bastırdığımda yüreğimin çırpınışını belli etmemeye çalışmam. Benim kendisini görmeye gittiğim günden daha mutlu bir gününün olmadığını söyledi. Orada bulunduğum sürece yanımdan hiç ayrılmak istemedi, bir iş buyurduğumda itiraz etmeden yerine getirdi, her istediğimi yerine getirmek için koşuşturdu. Söylediğim bir şeyi yerine getiremediğinde, küçüklerin yaptığı gibi bahaneler uydurma yoluna kaçmadı. Ayrılacak olduğumda içimi sızlatacak denli üzülmüştü. Ağzından tek bir sözcük damlamadan bana bakıp durdu. Reims’te tedavi gören Claire Bolingbrok’un yanına gitmek üzere başrahibe ile anlaşmıştık. Baş rahibenin Sans’tan ayrılacak olması manastırdakilere zor gelmişti. Bu habere üzülmüş olmalı ki, küçük kızım şöyle dedi: “Senin gidecek olman herkes gibi beni de üzüyor, ama gitmen gerektiğini biliyorum. Markiz Bolingbrok seni gördüğünde çok sevinecek ve sağlığı açısından iyi gelecek, işin bu tarafı beni biraz rahatlatıyor”. Oracıkta zavallıcık ağladı ve bana sarılarak şöyle dedi: “Ne kadar da beklenmedik bir durum bu, yoksa benim yanımda daha çok kalabilecektin. Ben anasız ve babasız biriyim, annem olman için sana yalvarıyorum, öz annemi ne kadar seveceksem, seni de o kadar seviyorum”. Anlıyorsun değil mi, ışığım, onun bu sözlerinden sonra rengim atmış, ama ne kadar üzüldüğümü belli etmemiştim.

Sans’ta iki hafta kaldım, orada eklem ağrılarım depreşti, el ayak ve vücudumu kımıldatamaz oldum. İki gün boyunca küçük kızım tek bir an olsun yanımdan ayrılmadı. Beni yalnız bırakmamak için iki gün boyunca başucumda bekledi. Ağrılarımı hafifletmek için benimle konuşuyor, bazen uykuya daldığımda, beni uyandırmamak için neredeyse solumadan başucumda oturuyordu. Bu koca dünyada ikimizin sevgisi ve ilişkisi gibisi zor bulunur. Ben onu üç ayda bir görüyorum, başka bir çözüm yolu bulamıyorum. Şu an onu daha fazla görmrkte ve sıkıştırmakta bir yarar görmüyorum, sıkıştırmayı da gururuma yediremiyorum. Koca kişiler bile bu işi başaramazlar. Küçük kızın Bolingbrokların yanına verilecek ve onlar tarafından büyütülecek olması küçük kızı çok üzmüş ve rengini soldurmuş.

Şövalyenin eşi olarak anılmak benim için bir onur, şövalyeyi kendim için değil, onu o olduğu için seviyorum. Hayır, benim yüzümden ona söylenecek her şey önem taşıyor, ona olmayacak şeyler yaptırmayı kabul edemem. Onun hakkında söylenecek dedikoduları da kabul edemem! O takdirde bana olan olumlu duygularının zedelenmeyeceğinden emin olabilir miyim? Peki, olmayacak bir aşk yolunu seçtiği için pişmanlık duyuyor olabilir mi? Onun beni sevmediğini ve mutsuz olduğunu anlayacak olursam, nasıl yaşarım! Beni incitmemeye dikkat ediyor ve içtenlikli davranıyor, ilginç ama çözmesi zor bir durum, her neyse, sonunda ikimizin birlikte bir yaşam sürdürmemiz konusunda anlaştık. Bu sözleri beğenmemiş, ilginç bulmuştum. Bu arada sözlerinde beni kınayacak bir durum olmadığına beni inandırmayı başardı, mal varlığının yarısını benim üzerime yazdıracağını söyledi, bunun nedeni akrabalarına güvenememesi. Ayrıca kalan yarı mal varlıkları hangimiz daha uzun yaşarsa, ona kalacağını, öyle yazdıracağını söyledi. Ben de, benim kullandığım kişisel eşyalarım dışında bir mal varlığımın olmadığını gülümseyerek söyledim.

Şimdi, ışığım, sorduğun soruya seni kızdırabilecek bir yanıt vereyim. Paris’te dolanan yalan haberler sana da ulaşmış olmalı. Şövalyeyi ilk günlerimdeki gibi seviyorum, onun dışında kimseyi sevmiyorum, yaşamımda yeri olacak tek kişi o. Kızdığın için, sana saygıda kusur etmeyerek, bu tür kötü söylentilerin kaynağını açıklamak istiyorum. Gevres (Jevr) Dükü’nü çok sevmiş olduğum ve bu yolla işlediğim günahı bağışlatmak için Tanrı’nın huzuruna çıkmak üzere kiliseye gittim. Günah çıkarmak için pedere (rahip) olayı anlattım, peder, bu kadarcık bir şey için günah çıkarmama gerek olmadığını söyledi.

İlk aşkımı yaşadığımda on bir yaşındaydım, on iki yaşına geldiğimde bu gibi şeyler bana şaka imiş gibi gelmeye başladı. Gevres Dükü’nü beğenmediğim için değil, kendisi ve kardeşleri ile oynamak için bahçelerine gidiyordum. Bu bende bir alışkanlık haline gelmişti. Dük benden iki üç yaş büyüktü. Diğer çocuklara göre kendimizi daha büyük sayıyorduk. Küçükler saklambaç oynarken, biz büyükler gibi yapıyor ve konuşmakla yetiniyorduk. Aşk konularından hiç söz etmedik, doğrusunu söylemek gerekirse, o ve ben aşkın ne demek olduğunu bilmiyorduk. Karşı balkonlara çıkıyor ve bakışıyorduk. Dük bizi İvan (Yaz ortası, 7 Temmuz İvan Kupala kutlaması) gününde havai fişek gösterilerini izlemek üzere Saint – Ouen (Sen-Van) şehrine götürüyordu. Bizi sık sık birlikte gördükleri için hizmetçilerimiz, bizi sevgililer diye anmaya başlamışlardı.

Her şeyi dikkate almaya ve düşünerek hareket etmeye alışık bir kız çocuğu olduğum için, Gevres Dükü’nü sevmekte bir kötülük görmemiştim. Tanrı inancım vardı, tövbe etmeye – günah çıkarmaya – kiliseye gitmiştim. İlkin ufak tefek günahlarımı saydım, ardından sıra büyük günaha geldi. Pedere  bir genci sevdiğimi söyledim. Peder “O genç kaç yaşında?” – diye sordu. “On iki yaşında” – dedim. “Onu ne kadar seviyorsun?” – diye sordu. “Kendimi nasıl seviyorsam onu da öyle seviyorum” – dedim. “Tanrıyı sevdiğin gibi mi?” – diye sordu. Bu söz üzerine kızdım. Peder güldü, bu gibi küçük şeyler için günah çıkarmaya gerek olmadığını ve bundan sonrası için doğru kurallara uygun hareket etmemin iyi olacağını söyledi, tek başıma bir erkekle beraber olmamın uygun düşmeyeceğini de sözlerine ekledi.

Daha sonra Gevres Dükü ile her karşılaşmamızda çocukluk günlerimizi anar olmuştuk. Bu tür şeyleri, özel anlamda, gerçek mi şaka mı diye düşünmemiştik. Sana yazdığım bu gibi konular hakkında, ışığım, senin katında suçlu olur muyum? Bu konuda sana laf taşıyanın Beddevol olduğundan kuşku duymuyorum, laf taşıyıcı biri, doğru dürüst konuşmaz. Bu durumda sana düşecek olan görev, beni kollaman, onun toplum önünde gelişigüzel konuşmasına izin vermemen olurdu. Anlaşılan, ışığım, seni aldatacağımı sanıyor olmalısın! Sen bana çok sayıda iyilikte bulundun, sana çok şey borçluyum, sana olan sevgimi hiçbir şey değiştiremez. Sana olan saygı ve sevgimin bir kanıtı olarak senden çok memnun olduğumu söylemeliyim. Aramızdaki güveni kimsenin bozamayacağı konusunda sana söz veriyorum.

Şövalye sana büyük bir saygı duyuyor. Aramızı bozmak, adımı kötüye çıkarmak için harekete geçenlere onun nasıl karşı çıktığını sen de bilirsin. Şövalye kötü kalpli kişileri hiç sevmez, – sezgisi güçlü ve kalbi temizdir. Her gün bana daha fazla ilgi gösteriyor. Onun bana olan sevgisi konusunda bir gün Kontes Marie-Angélique bana bir soru sormuştu. Şöyle bir yanıt vermiştim: “Ben ona büyük bir sevgiyle bağlıyım ve onu mutlu etmeye çalışıyorum”. Biraz kuşkulu sorduğu için ben de alaycı bir karşılık vermiştim.

Pon de Vel’i soruyorsun, sağlık durumu pek iyi değil. Bunları sana yazarken içim burkuluyor. İnsanoğlunda bulunması gerekli olan iyi özelliklerin hepsi onda var. Akıllı ve kişilikli biri. Bana karşı tam bir melek.

Şimdi sana söyleyeceğim şeye şaşıracaksın. Arjantal ile ben birbirimize kızdık, doğduğu günden bu yana bir ilk idi bu. Tam dört gün boyunca birbirimizle konuşmadık. Birbirimize kızmamızın nedeni annesiyle akşam yemeğini yemek istememesi. Durum böyle ama kontes bunu bilmiyor. Bilse gülmekten kırılırdı. Çünkü, kontes oğlunu azarlarken, ben Arjantal’den yana olmamıştım, birkaç gün önce gürültü kopmuştu. Ne durumlara düştüğümü anlıyorsun değil mi? Yirmi yedi yıl kardeş olduğun birini yitirmek kolay şey değil. Olup bitenden Arjantal’in kendi de pişman olmuş olmalıydı. Barışmamız için ilk adımı atan kişi daha adil davranmış olurdu. Öğle yemeği sırasında, Arjantal’in sağlığı için kadeh kaldırdım, ertesi gün mırın-kırın etmeden yanaklarından öptüm. Böylece eski günlere dönmüş ve barışmış olduk.

Marie-Angélique kalemimi elimden aldı”.

“Ben engellemesem, Aisse, yazı yazmaya asla son vermezdi, sana birkaç kelime yazmak için kalemi onun elinden aldım. Tanrı beni sana unutturmasın. Sürekli kalbimdesin, birbirimize uzak düştüğümüz için üzülüyorum. Bu arada hastalanmış ve başka yerlerde bulunmuş olmam, seni düşünmemi engelleyemedi. Şimdi de gezmeye çıkmak üzereyim, gideceğim yerlerden biri de Pon de Vel’in çiftliği (bahçesi). O zaman sana yakın yere gelmiş olacağım, Tanrı izin verirse birbirimizi görürüz. Bu görüşmenin beklentisi içindeyim, bu beklenti sayesinde görüşememiş olmanın üzüntülerini daha erken aşacağımı düşünüyorum. O zamana değin, beni habersiz bırakmamanı, iyi ve güzel ilişkilerimizi yaşadığımız sürece sürdüreceğime inanmanı diliyorum”.

Mektubuma, ışığım, dönüş yapıyorum. Av için zaman ayırıyorum, bunun büyük yararını görüyorum. Beden olarak yorulmam, düşünce ve kaygılarımı unutturuyor, bu da bana iyi geliyor, şifa kaynağı oluyor, av dönüşü iyi yemek yiyor ve uyuyorum. Avlanırken çok yerleri geziyor ve ter atıyorsun, bu da beni rahatlatıyor.

Evet, canımın içi, sorduğun sorulardan bazılarının yanıtları böyle. Kalbim tümüyle sana açık, benim büyük bir dayanağımsın. Hayırlısıyla burada yazımı bitirmek durumundayım. Benim gibi çelimsiz birine göre mektubum çok uzun olmuş”.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 538 – 546)

 

(Devamı var

 

***

 

 

 

 

V (s. 546-557). 

Yaz mevsiminin üç ayı boyunca Ayşet hemen her hafta Paris’e gitmişti. Çok değil, bir gece ve bir gün, ya da iki üç gün Paris’te kalıyordu. Ayşet’in Paris’e gitme nedenini sadece Sophie biliyordu. Ayşet’in attığı her adımı bilmek isteyen Kontes Marie-Angélique ise, değişik bahaneler uyduran Sophie tarafından idare ediliyor, yatıştırılıyordu. Uzunca bir süre boyunca kuşku içinde kalmış olan kontes sonunda Sophie’ye sordu:

– Her ikiniz benden saklı ne gibi işler çeviriyorsunuz?

– Yok öyle şey, bir şey çevirdiğimiz yok, tasalanma.

– Evet, evet, aptal yerine koyacak bir tek beni buldunuz… Birtakım işler çevirmiyorsa, Aisse’nin bu kavurucu sıcakta Paris’te ne işi var, ne diye ikide bir gidip geliyor. Neyin peşinde? Hangi işin peşinde olursa olsun, – “Ne olduğunu bana göstermediği ve okutmadığı o kağıdı yakarak beni uyutmak mı istemişti?.. – diyerek bitmiş bir şeyi kendi kendisine soruyordu, – Konuştuğumuz şey aramızda kalacak, inanmazsan yemin edeyim.

– Ben sana güveniyorum, kontes, sen de bana güven, ama bilmediğim bir konuda sana ne diyebilirim? Charlotte-Elzabéth Aisse’nin de hasta olduğunu bilmiyor musun? Hastalığı nedeniyle ilaç ve şifa arayışı içinde…

– Bütün üzüntüm de bunu bildiğim için!.. – Marie-Angélique iç çekti ve sesini yumuşattı: – Ağrılarımı azaltması için bana da ilaç getiriyor. Yine de içim rahat değil, açıklayamadığım bir şeyler dönüyor… Şövalye, Aisse’ye yapacağını yapıp bir köşeye çekilmiş olabilir mi?.. Boyun eğerek onun hizmetine girecek olursa ben bunu kabul etmem, onu hasta eden diğer bahanelerinin de canına okurum!.. Böyle diyorum, ama biz kadınların ne yapıda olduğumuzu bilmez misin, Aisse, Feriol’leri zorda bırakacak bir işin peşinde olabilir mi, bilmiyorum…

– Kontes! Aisse için ne diye öyle şeyler düşünürsün?.. – diyerek Sophie ince sesiyle yanıt verdi, ardından davranışının doğru olmadığını anladı ve daha yumuşak bir sesle sözünü bağladı: – Charlotte-Elzabéth Aisse’nin neyin peşinde olduğunu bilmiş olsaydın… – “söylesem mi söylemesem mi?” diye kendine sordu, ama konuşmamaya karar verdi.

– Bilmediğim için sana soruyorum ya! – diye Kontes Marie-Angélique Sophie’ye çıkıştı. – Söylediklerimi sorgulamak sana düşmüyor, haddini bil!

– Sınırımı aştım, kontes, bağışla beni, bunu kötü niyetle söylemedim, – Sophie kontesin sözlerini ağır bulduysa da kendisini dizginlemesini bildi, ama geri çekilmedi. – Ferriol’ler konusunda Aisse’nin olmayacak bir davranışta bulunmayacağına tanıklık ederim.

– Öyle diyorsan, tamam, – diye kontes sözlerini geri çekti, – sana bir şey ilettiklerinde kuşkuya kapılarak… Aisse Ferriol’ler konusunda kötü bir şey yapmaz, ben de bunu kim yapar diye soruyorum işte…

Kuşku yaratan Ayşet çiçek hastalığı ile boğuşan Arjantal ve onun sevdiği büyük sanatçı Lecouvreur Adrienne’in ağır hastalığı ile ilgileniyordu.

Haftada bir ya da iki haftada bir iki kez Pon de Vel annesinin yanına geldiğinde, Marie-Angélique, Arjantal’in sağlığını soracak yerde, oğlunun sevdiği Lecouvreur Adrienne’nin durumu ile ilgili sorular soruyordu. Pon de Vel daha önce Ayşet’le kararlaştırdığı gibi, Arjantal’in hastalığını annesinden gizliyor ve annesine ilgisiz yanıtlar veriyordu.

Bir gün hastaneye giderken Pon de Vel kaygılandığı bir şeyi Ayşet’e sordu:

– Aisse, hastalık konusunda mamamıza dürüst davranmıyoruz, kardeşimizin hastalığını gizliyoruz.

– Pon de Vel, kardeşim, ben de o konuda kaygılıyım, ama mamanın halsiz ve hasta olduğunu biliyorsun. Arjantal’i bize bile zor gösteriyorlar. Mama, Arjantal’e sokulmaya kalkışır, izin vermediklerinde de dayanamaz.

– Doğru konuşuyorsun, – dedi Pon de Vel ve sevgi dolu bir gözle Ayşet’e baktı, – ama sen hekimleri nasıl ikna ettin bilmiyorum, onun yanında oturmana ve ona yemek yedirmene nasıl izin veriyorlar.

– Hekimlere ne yaptığımı söyleyeyim, – alaycı bir biçimde Ayşet gülümsedi, – kardeşimden hastalık kapacak olursam hekimlerden şikayetçi olmayacağım konusunda imza verdim.

– Ben de öyle düşünüyordum. Öyleyse Çiçek hastalığını iyileştiren soydaşın Çerkes kadınına (1) benzeyen biri olmuyor musun?

_____________

Dipnot:

(1) – “Güzelliğini yitirmemek ya da kızlarının güzelliklerini korumak için ya da hastalığa yakalananlara acıdığı için hastalığı tedavi eden ilacı bulmayı amaçlayan ve bulan Çerkes kadınına insanlık olarak çok şey borçluyuz! – diye yazıyor K. Helvetius. – Ne kadar çok bebeği ölümden döndürdü o kadın! O kadının insanlık için yaptığı iyilik gibi bir iyiliği mabetler ve kiliseler inşa eden, oralarda görevler üstlenen kadınlar arasında bie, onun gibi insanlığa hizmet eden başka bir kadının çıkmadığını belirtmem gerekiyor”.

___________

 

– Kardeşim, o yetenekli kadına beni benzettiğin için sana teşekkür ederim, – Ayşet bu duyduğu şeyden memnun  olmuştu, – ama ben asla onun gibi biri olamam. Sevdiğin biri, üstelik kardeşin ise, onun için yapmayacağın şey düşünülemez, gerekirse canını da verirsin demeleri bu yüzden olmalı, doğru bir sözdür. Kardeşimiz Arjantal bizden çok daha küçük, sağlıklı olsun ve yaşasın. Sevgilisi Lecouvreur Adrienne’nin başına geleni görüyorsun. Ben neyim ki?.. Elma ağacından ham düşürülmüş meyve gibiyim ve kimsenin istemediği bir kişi olarak o ağacın altında oturuyorum…

– Aisse, Charlotte-Elizabéth Aisse, – Pon de Vel alışkın olmadığı gibi kızdı, – Sus, uygunsuz şeyler söyleme! Sen bizim kız kardeşimizsin, Ferriol’ler olarak seni seviyor, seninle övünüyor ve seni el üstünde tutuyoruz, akıllı ve zeki biri olduğun, temiz aşkın ve gerçek insani yönünle seni örnek alıyoruz. Şimdiye değin sana söylemediğimiz bir şeyi sana söyleyeyim: Başına gelenler yüzünden ben ve Arjantal seni kınamadık. Kendini korumak için çırpınırken, içine düştüğün durumun farkındaydık. Sevgili anayurdumuz Fransa’da yaşanan berbat şeyler yanında, seninkinin lafı bile olmaz. O konuda seni büyütüyor ya da küçültüyor değilim. Sen adına ilginç bir roman, iyi bir piyes ya da güzel bir opera yazılacak birisin.

– Pon de Vel, – Ayşet utanma ağırlıklı bir ricada bulundu, – yeter, bırak artık, hak etmediğim şeyleri benim için söyleme.

– Sadece ben değilim, Voltaire, Montesquieu, yazar Prévost, yeni yetenek Diderot ve seni tanıyan herkes benimle aynı görüşte. Başın dik gezeceğin yerde, sen kendini yiyor ve kendi tabutunu kendin hazırlıyorsun. Bilmiyor ve kendine değer vermiyorsun, güzelliğin ve güzel yanın bütün bir Fransa’nın gözünden kaçmıyor.

– Tamam, tamam, Pon de Vel, anladım, – diyerek Ayşet şakalaştı: – Bütün bir Fransa beni gözleyeceğine, senden utanmadığım için beni bağışla, d’Edie ile ben hastayız, yine de küçük kızımızı yanımıza almamıza ve büyütmemize izin verseler daha iyi olurdu…

– Onların da, Aisse, sırası gelip çözüldüğünü görürsün. – bu tür yüreklendirici sözlerle Pon de Vel konuşmasını bağladı.

Ayşet sevinç içinde Arjantal’in yanından geldi ve hastanın daha iyi durumda olduğunu Pon de Vel’e söyledi.

– Durumu iyi, Pon de Vel, kardeşimiz çok daha iyi, yemek yedirdim, benimle konuştu, seni sordu, yanımda olduğunu söyledim. Bütün akrabalarını, hizmetçilere değin sordu, hepinize selam söyledi. Yüzündeki yara ve kabarcıklar kuruyor, doktorları iki hafta içinde onu taburcu edebileceklerini söylediler. Çocuk kendini umursamadan Lecouvreur Adrienne’i sordu. Durumumu, çiçek hastalığının yüzümü ne hale getirdiğini sakın kıza söyleme dedi (1).

_______________

Dipnot:

 

(1) – “Arjantal konusunda seni kaygılandırmamak için durumu sana bildirmiyordum”, – Calandrini’ye gönderdiği mektubunda öyle yazıyor Ayşet. İyileştiğine göre, şimdi onun durumunu anlatabilirim: Biz ve arkadaşları şanslı olmalıyız, Arjantal korkunç çiçek hastalığından sağ salim kurtulmayı başardı. Çiçek yüzünü, en çok da burnunu kemirdi, alacalı bir renge dönüştürdü, kişide daha da küçüldüğü izlenimi yaratıyor. Yakışıklı genç diyecek bir durumu kalmadı, ama iyi yanını korudu, herkes onu seviyor, saygı gösteriyor ve değer veriyor, ne kadar övgü yağdırsan, el üstünde tutsan bile, yoldan çıkaramayacağın eğitimli biri”.

(2) – “Temsil sürerken Lecouvreur ansızın fenalaştı ve oyun durduruldu, – diyerek Ayşet Bayan Calandrini’ye yazıyor. – Temsilden önce kız kanlı ishal olmuştu. İç sızlatacak kadar güçsüzleşmişti. Zavallı kız dört gün içinde eridi. Zehirlenerek öldürüldüğü söyleniyor. Ölümünden dört ay önce vasiyette bulundu ve vasiyetini yerine getirmesini Arjantal’den rica etti.

Lecouvreur’ün cesedini otopsi ettiren Voltaire, kızın zehirlenmediğini öğrendi. İç organları çürüdüğü için vefat etti. Oyuncunun Paris’te defnedilmesine kilisenin karşı çıkması üzerine Voltaire “Büyük sanatçı Lecouvreur’ün ölümü” adlı bir mersiye (одэр) yazdı.

____________

Arjantal hastaneden alındıktan sonra Paris’teki evine götürülmedi, Lecouvreur’ün öldüğü söylenmeden doğruca Ablon’a, annesinin yanına götürülmek üzere faytona bindirildi.

Arjantal çiçek hastalığının bıraktığı yıkımı bilmiyor değildi, ama “bu başa gelen bir felaket, ne yapılabilir” diyerek, durumu kabullenmişti. Şu an annesi Marie-Angélique ile sevgilisi Lecouvreur Adrienne’nin kendisine nasıl bir tepki vereceklerini merak ediyordu. Anne her zaman annedir, yavrusu için katlanmayacağı ve yapmayacağı özveri düşünülemez, gerekiyorsa canını verir, umarsız duruma düşerse başına gelene katlanır, hastalığını ve yol açtığı yıkımı unutturmak için elinden geleni yapar. Peki Arjantal’in sevdiği kadın?.. Bu sorunun yanıtı kolay verilemezdi, Arjantal de bunu biliyor, kimseye yüzünü göstermeden kaygı içinde yaşıyordu.

Çiçeğin yol açtığı yıkım konusunda akrabalarına dert yanmayı kendisine yediremiyordu. Adrienne’nin öldüğünü de bilmiyordu, ama ona ilgi duyuyormuş gibi görünmek de istemiyor, soru sormaktan kaçınıyordu.

Pon de Vel kardeşinin bu durumuna üzülerek Ayşet’e fısıldadı:

– Birilerinden öğreneceğine Adrienne’in öldüğünü bizden duysun.

– Şimdi değil, daha sonra… – dedi Ayşet.

– Nedir “daha sonra” dediğin şey, Aisse? – dedi Arjantal, kuşku içinde sormuştu, Arjantal duyduğu bu söz üzerine uyanmıştı.

– Hiçbir şey değil, Jan, – Pon de Vel durumu hemen kavradı, Ayşet’e fısıldadığı şeyi hemen değiştirdi, – Aisse, unuttukları bir şeyi evden alması gerektiğini bana söylemişti de, onu hatırlatmıştım. İstersen, Aisse, geri dönelim, demiştim.

– Benim yüzümden geriye dönmekten kaçınmayın, iyileştiğimi görüyorsunuz.

– Aman Allahım, güzel çocuğum, ne olmuş sana böyle?!. – kendisine sarılan oğlundan kurtulup oğlunun yüzüne bakıp bakıp duran Kontes Marie-Angélique, bağırıyordu. – Hasta olduğunu ne diye benden gizlediniz?!. Seni iyileşmiş görmeseydim ben ölürdüm… Şöyle bir oturmama izin verin, fenalaşıyorum…

– Laroche, nerede kaldın, mamaya ilacını içir, – dedi Ayşet ve kontesi okşayarak oturttu: – Mama, kendine dikkat et, kendini yorma, Kont Arjantal sağ salim aramıza döndü, bunun için sevin ve Tanrıya şükret.

– Sevinir, Tanrıya şükür de ederim elbette, – ellerinde bayılmaktan kurtulan Marie-Angélique kendine geldi. – Tanrı güzel oğlumu yanıma getirmenize izin verdi dedi kontes kendi kendine. – Evet, yavrum, ziyaretime gelmediğin için sana kızıyordum, şimdi nedenini anladım. Aisse’nin gereksiz yere Paris’e bu gidişleri niye diyerek kızıyor, bir sürü şey aklıma takılıyordu, bağışla beni. Sen de, Pon de Vel de, gelmeyişinizi beni unuttuğuna yoruyordum, meğer kız kardeşinle birlikte kardeşinizle ilgileniyordunuz. Uzaktaki bir arazimize kapanan, bizleri hiç umursamayan Kont Augustin-Antoine’ın durumunu da merak ediyorum. Biraz kendime gelir gelmez yanına gitsem mi diyorum…

– Mama, zar zor ayakta duruyorsun, – diye karşı çıktı Pon de Vel, – o kadar uzak yere nasıl gideceksin?

– Doğru, doğru, – diye Arjantal de ağabeyinin görüşüne katıldı.

– İşittin mi, Aisse, bu ikisinin bana ne dediğini? Küçük bir torunla beni sevindirecek yerde yaşlı bir koca karı imişim gibi görüyorlar beni, çok beklersiniz bunu…

– Hayır, mama, öyle şeyler aklımıza gelmiş değil, – diye Arjantal çiçek bozuğu yüzüyle annesine gülümsedi ve durumu düzeltti. – Biraz zaman geçsin, papanın yanına giderim diye düşünüyordum.

– Gitmemelisin! Bizim onun için üzüldüğümüz gibi, o da bir kez osun bizim için üzülsün. Şimdi zengin bir sofra kurun ve Arjantal’in sağlık içinde aramıza dönüşünü kutlayalım, biraz da şampanya içelim, Ferriol’ler olarak Tanrıya birlikte dua edelim, kont babanıza gelince, onu da bir kenara atamayız, unutamayız.

Hava iyiydi, sofra bahçeye kuruldu, Ferriol’ler sofraya oturdular. İlk hohu (dilek) konuşmasını kadehini kaldırarak Kontes Marie-Angéliqu yaptı, bazen azarladığı Kont Augustin-Antoine’dan olumlu söz etti, kendini övmeyi de ihmal etmedi.

– Kimse övündüğüme yormasın oğullarımı iyi yetiştirdim, Aisse, seni de. Üçünüzden de memnunum, bazen sizi çekiştirdiğim oluyor, ama üçünüzü de eşit olarak seviyorum, ama en küçük kardeşe ilişkin bir atasözünüz vardı, Aisse, neydi söyler misin, onu bana yeniden bir anımsatsan…

– “En küçük en çok sevilir”, – diye yanıt verilmesine fırsat bırakmadan Arjantal söze karıştı.

– Evet, evet, iyi anımsattın, – diyerek Kontes hohu-dilek konuşmasını sürdürdü: – Ama Arjantal, küçüksün diye seni kayırdığımı sanma, çok sayıda kişinin yaşamına son veren bu kötü salgından sağ salim kurtulduğun için Tanrıya dua ediyor ve kadehimi senin sağlığın için kaldırıyorum, çektiğin sıkıntıyı unutman, yüzünde kalmış olan izlere de aldırmaman – onlar erkek suratını güzelleştirir, çirkinleştirmez! – aramızda yaşamaya, hiçbir hastalığa yakalanmamaya, çok uzun yaşamaya, sevdiğin ile mutlu olmaya, beni, babanı, ablanı, ağabeyini ve tüm Ferriol’leri sevindirmeye bak, onlar da seni sevindirsinler, Guérin de Tencin soy adını taşıyan akrabalarını da unutma, sağlıklı olmanı ve mutlu bir yaşam sürdürmeni diliyorum! – Konuşması biter bitmez Laroche mızıkasıyla bir ezgi çaldı, sofradakiler de hep birlikte alkışlarıyla ona tempo tuttular.

Ardından Ayşet, Pon de Vel, Laroche ve Sophie Arjantal’e geçmiş olsun, dileklerinde bulundular. Her bir konuşmacının dileği (hohusu) anne kontes Marie-Angélique’e yönelikti, kontes sevinçten sofraya sığamıyor, mutluluktan uçuyordu.

En son Marie-Angélique biraz daha içince, acımış olmalı, sofraya oturttuğu fayton sürücüsü yaşlı Jacques’a seslendi:

– Nedir bu halin, Jacques, ölü sofrasında (hadeus) oturuyor gibisin, nedir bu neşesiz halin, sevincimizi paylaşmaman için bilmediğimiz başka bir nedenin, bir yasın mı var? Kont Arjantal de Ferriol’ü yeni mi tanıdın, konuş, birkaç sözcük de senden dinleyelim.

– Söylerim, kontes, söylerim. Kont Arjantal de Ferriol’ü yeni tanımış değilim, – diğerlerinden farklı olarak ayağa kalktığı için kontes Jacques’tan oturmasını istedi, ama kabul etmedi, – hayır, ayakta durursam daha iyi olur. Kont de Arjantal iyi bir insan, iyi bir oğul, eğitimli biri. Hastalığı konusunda söylediğiniz sözleriniz yerinde, aynen katılıyorum. Tanrının ona yardımcı olması için yalvarıyorum, ama … – Yaşlı Jacques öksürdü ve yerine oturdu.

“Ama” sözcüğünü duyan sofradakiler meraktan birbirlerine baktılar. Yerinde duramayan kontes yardımlarını esirgemediği sürücüye sordu:

– Söyleyemediğin o şey de nedir?.. – Diyerek daha yumuşak ve kararlı bir sesle sordu: – Gizlisi saklısı olan bir sofrada oturmuyorsun!

– Farkındayım, kontes, farkındayım, – dedi şarap ile dili çözülen ihtiyar. – “ama” demem Kont de Arjantal’e acıyor olmam… Siz olanı bilmiyor olmalısınız… Zavallı Lecouvreur Adrienne artık yaşamıyor…

– Ne diye yaşamıyor?..

Durumun bilincinde olan iki kişi birbirine baktı, Ayşet Arjantal’in elini sıkarak konuştu:

– Evet, kardeşim, Adrienne’i yitirmiş bulunuyoruz.

– Hemen Paris’e gitmeliyim öyleyse! – diye Arjantal yerinden fırladı.

– Aman Tanrım, henüz ayağa kalkmışsın!.. – diye Marie-Angélique endişelendi.

– Hemen şimdi gitmeliyim, mama… – gitme nedenini gizlemedi: – Bana vasiyette bulunan Adrienne’dir…

– Hasta olduğunu, öleceğini biliyor muydun? – duyduğunu yorumlayamayan Pon de Vel kardeşine sordu.

– Hayır, Pon de Vel. Adrienne’le benim bir ilişkimin kalmadığını sen ve Aisse biliyorsunuz.

– Seni yalnız Paris’e gönderemem, – diyerek Pon de Vel de ayağa kalktı, Ayşet de birlikte gitmek isteyince, ondan rica etti: – Daha sonra, Aisse. Sen mama ile kal, daha sonra, kızın defin gününde gelirsiniz.

Lecouvreur’ün defin işi sorun olmuştu. Bu büyük oyuncunun özgür ve aşırı davranışları, tiyatroda din adamlarına saldırması kilise çevrelerini kızdırmıştı. Voltaire kilise görevlilerine karşı çıkmamış, Arjantal ve diğer tanınmış kişiler de Voltaire’i desteklememiş olsalardı, ünlü aktrisin defin işi bir değil, iki hafta ötesine bile atılabilirdi. Ama adil ve haklı olan taraf sonunda kazandı, anlaşmazlık Voltaire ile Arjantal’in istediği biçimde çözüldü.

Bir yıldan uzun bir süreden beri kendisini sevmekten vazgeçen aktrisin ricasını Arjantal eksiksiz yerine getirdi, içi rahat olsa da, kızı unutamıyordu. Adrienne’in defin gününe Marie-Angélique, Ayşet, Claudine-Alexandrine, de Paraber, du Défant, Jeanette-Nicole, Sophie, Laroche ve bilinen, eğitimli ve saygın kişiler, ayrıca yakın kent ve köylerden gelen büyük bir kalabalık katılmıştı. Başpiskopos Pierre ise ortalıkta görünmemişti. Kardinal olma isteği baskın gelmiş ve din adamlarının safında yer almıştı.

Bir gün sabah çayını beklerlerken, Lecouvreur Adrienne’in yaşayış tarzı ve ölümü Marie-Angélique ile Ayşet arasında konuşulurken, kontes merak ettiği şeyi sordu:

– Zavallı Adrienne bizim yakışıklı Arjantal’in aşkını niçin geri çevirmiş olabilir? Kime sorsam, bir şey bilmediğini söylüyor. Şimdi bunu sorgulamanın artık bir yararı yok, ama anneyim, o da oğlum, bilmek istiyorum. Arjantal’in ağzını ise kimse açamıyor, sanki sağır ve dilsiz.

– Mama, ben de o konuda bir şey bilmiyorum, – kendi içindeki aşkını da içerecek biçimde, Ayşet bir iç çekti, – ama Adrienne toprağa verilirken, anımsıyorsan Voltaire’in cenazedeki konuşmasını unutamıyorum: “Aşk danışman istemez” demesini (Šuĺeğum vıpćejeğu yiep).

– Evet, evet, büyük bir söz onun söylediği. Voltaire akıllı biri, onun aşka verdiği değeri görüyorsun. Bunu sen de ben de iyi biliyoruz, diğerleri bilirler mi bilemem… Ne kadar gürültü patırtı koptuysa da ölüyü bağışlıyoruz, büyük bir salgından sağ kurtulan Arjantal de yiğitçe davrandı, kızın vasiyetini eksiksiz yerine getirdi. Kızın kabri başında konuşma yapanlardan daha kötü olmayacak biçimde yerinde sözler söyledi. Sormak istiyorum, Aisse, sürekli unutuyor, sormaya fırsat bulamıyorum, Başpiskopos Pierre’in kendince bir nedeni var, ama şövalyeyi niçin cenazede göremedim?

– De Edie, hasta olmasa, mama, gelecekti.

– Biz mi kaldık hasta olmayan bir tek… – dedi kontes yavaş sesle homurdanarak. – O hastalıklı kişiyi nereden bulmuşsun ki, başka kimse mi kalmamıştı?

– Mama!..

– İyi, iyi, “aşkın gözü kördür, kimseden izin almaz”, – diye Marie-Angélique Ayşet’e laf dokundurdu, şimdiye değin görmediği bir şeyi onda görmüştü: – dur hele, neye hazırlanıyorsun?.. Şu arkadaki tüfeği ne yapacaksın? Ava mı gitmek istiyorsun?!. Gidemezsin! Halsiz olduğunu unuttun mu?!.

– Bugün sonbaharın ilk av günü, bugün bana engel olma, mama, uzaklara gitmeyeceğim, erken dönerim.

– Yalnız mı gideceksin? – diye kızgınlığı geçen kontes sordu.

– Tanrıyla birlikte olacağım, mama, – kendisine izin veren kontese yalancıktan gülümsedi, – küçük Pati’yi de yanımda götüreceğim.

Ayşet’in yaban ördeği avına gidişi üzerinden ancak bir saat geçmişti ki, küçük Pati havlayarak ve acındırarak bahçeye döndü, Ferriol’leri ayaklandırdı.

– Aisse’nin başın bir şey gelmiş!.. – diyerek okuduğu kitabı bırakmaya fırsatı olmadan kontes, bir türlü susmayan Pati’nin peşine düştü, üzerinden bataklık çamuru ve suyu akan bitkin haldeki Ayşet’i karşıladı: – Başına ne gibi bir felaket gelmiş ki, Aisse?! Sıcak su hazırlayın… Laroche, hemen üşütme karşıtı bir karışım hazırla!.. Bir sürü badireyi atlatmış olan küçük kızım, bizi yaslara boğmak üzereydin… – Marie-Angélique yün ceketini çıkarıp Ayşet’in sırtına örttü. – Bugünden böyle erkek işi olan avlanmayı sana yasaklıyorum, tüfeğini de parçalayacağım…

– Tamam, mama, kendine dikkat et… – kontes Ayşet’e uyarı ve öğütlerde bulunuyor, Ayşet de korku içinde kendi kendisine söyleniyordu: – Ben Tanrının yardımıyla o korkunç bataklıktan kurtuldum ya, demek ki ömrüme ömür eklenecek…

 

(Devamı var)

 

İshak Maşbaş, Tarihi roman (s. 546-557).

 

***

 

VI  (s. 557 – 567)

Adıge atasözü, “Hastalık balta deliğinden girer, iğne deliğinden çıkar” (Vızır veşıneće kak’o, mestaneće mek’ojı) der, bu durum Ayşet’in başına gelmişti. Geçen iki üç yıl, en çok da bu son yıl, ara sıra ninesi Çabe’nin sesini duyar gibi olmaya başlamış, korkmuş ve o sese kulak kabartmıştı. Oysa odasında mumunun yanma çıkırtısı ile kendi soluma sesi dışında çıt yoktu. Pencere tarafını dinleyecek olursan, her gün etkisi azalan güneşle birlikte gelen soğuk yağmur serpintilerinin seslerini duyuyordun. Korkmuş biri için güneşsiz gün ile ay ışığı olmayan gece farksızdır.

“Batağın soğuk suyuna saplanma yüzünden hastalanmazsak, Pati, geceyi bir yol bulur geçiririz, – dedi Ayşet yastığı üzerine kıvrılmış yatan beyaz tüylü ve kıvırcık mini köpeğine, – yarın da Paris’e döneriz. Şövalye ile Calandrini’ye Paris’e döneceğimizi, Ablon’a (1) yazmamalarını bildirmiştim. Pon de Vel ve Arjantal Paris’te, amcam Auguste de dönmüş olmalı. Tiyatroları da özledim. Sahneledikleri yeni oyunlar neler olabilir? Voltaire’i de görmek istiyorum, cenaze kaldırılırken yeterince konuşamamıştım… Selini’nin götürüldüğü İngiltere’den yeni dönmüş… – Ayşet’in gözlerinden yaş döküldü, içi bunaldı, ağrıları depreşti, bunu fark eden Pati de yerinden fırladı. – Selini’nin ana – babasından ayrı yaşaması benim suçum… Gizlice doğurmuş olmam bir yana, onu el ülkesine de gönderdim. Her gittiğimde beni “teyze” diye karşılamış olsa bile, Sans’ta kalsa daha iyi olurdu. Bolingborokların bana yazdıkları ile mutlu oluyor, iki üç ayda bir şövalyeyi görme özlemi içinde, küçük kızım gibi bir başıma yalnız yaşıyorum… Selini yerine yastığımı Pati’yle paylaşıyorum… De Edie’nin bu son bir yıldaki durumunu anlayamıyorum. İkimiz de hastayız, bunu ileri sürerek birbirimize uzak düşmüş olabilir miyiz?.. Annemin “Erkeğe sürekli hastayım demek uygun düşmez” demesinde bir gizli anlam ve bir gerçek payı olmalı. Şövalye, benim için kim olabilir, bir eş mi, bir sevgili mi… Durum gereği ben bir sevgili konumuna düşmüş olmalıyım. Beni bir yabancı yerine koyuyor, ama Selini onun kızı değil mi?.. Ne diye kızını düşünmüyor? Bu da benim suçum, yeminine uymamasının, çocuk sahibi olmasının Askeri – Dini Şövalye Tarikatı (Orden) tarafından yasaklanmış ve bağışlanmaz bir suç olduğunu ikimiz de biliyorduk. Yeminini bozana yaşam hakkı tanınmıyordu. Seni bu dünyadan temizlerler diyerek, onu küçücük kızından uzaklaştırdım, evlat sevgisini ona tattırmadım. Ama şaşırdığım şey, İngiltere’ye gideyim ve kızımı göreyim dememesi. Temiz bir aile içinde de olsa, kızının yabancı bir ülkede büyütülüyor olması, anlaşılan umurunda bile değil… “

– Tamam, Pati, bana öyle ters ters bakma, – diye küçük finosuna çıkıştı ve onu yatıştırdı, – kınadığım kişi sen değilsin, kınadığım kişiler keşke senin gibi olsalardı… – “Hayır, hayır, burnu ve kuyruğu kalmamış olan aşkımızı daha fazla uzatmanın anlamı yok, buna bir son verip küçük kızıma sahip çıkmalıyım. Çocukluğumdan beri çektiğim sıkıntıları unutmuş, söylenen her güzelsin sözüne kanarak, ne diye budalaca bir yaşam sürdürmüşüm?.. ”

Sophie’nin odaya geldiğini gören Ayşet, daldığı derin düşünce dünyasından uyandı ve sevindi:

– Yanıma gelmekle ne iyi ettin, Sophie, yarın Paris’e dönecek olmanın heyecanı içindeydim.

– Üzülme, her şey iyi olacak. Eşyalarımızı eksiksiz topladım.

– Unuttuğun bir şey olmadı mı?.. – dedi Ayşet ve gülümsedi. – Marie-Angélique’in parçalayacağını söylediği tüfek ne oldu?

– Bırak o çirkin şeyi! Bataklıkta çürüsün!

– O çok iyi bir tüfek.

– Gönlünden kopmuyor öyle mi?

– Hayır… bana mutluluk veren eşyalarımdan biri. Öyle olmasını Tanrı yazmış olmalı… Onu bana veren kim biliyor musun?

– Biliyorum!.. Silah vermenin iyi bir şey olmadığını şövalye bilmiyor muydu?! Ölmene ramak kalmıştı…

“O sözünü ettiğin şövalye yüzünden, Sophie, çoktan beri mahvolmuşum… – Ayşet, aşkı yüzünden içine düştüğü sıkıntıyı kanıtlar biçimde bir iç çekti ve kendini haklı çıkarmaya yeltenmedi. – o zavallı da benim yüzümden çok çekti…” – dedi ve devam etti, Sophie, şövalye konusunda niye bu kadar acımasızsın? – diyerek Sophie’ye çıkıştı.

– Aisse, ben kimseye karşı acımasız olmak istemem, öyle yaparsam, Tanrı razı gelmez. Sorduğun şeyin yanıtını kendin de biliyorsun. Öyleyse ve bağışlayacaksan, daha önce sana söylemiştim, yine söyleyeyim: İkinizden çok, Tanrıdan başka kimseyi tanımayan temiz kalpli küçük Selini’yi yabancılara bıraktınız, asıl ona acıyorum.

– Öyleyse, Sophie, kararımı sana söyleyeyim: Paris’e döner dönmez bir önemi kalmayan ilişkimize bir son vermek istediğimi Şövalye de Edie’ye yazmayı düşünüyorum.

– Karar verdin mi?.. – diye Sophie, keyifsiz biçimde Ayşet’e baktı ve yeniden sordu: – Buna mı karar verdin?.. – Ardından alaycı bir bakışla gülümsedi ve daha kararlı bir sesle karşılık verdi. – Öyle diyorsun ama sevdiğin kişiye bunu söyleyemiyorsun. – Sanki kendine söylenmiş gibi Ayşet’in kucağındaki küçük fino havlayınca ona da kızdı. – Git hadi, gözlerini bana dikme, bu yastıkta sen değildin uzanması gereken!..

– Sophie!.. – duyduğu bu sözleri ilginç bulan Ayşet sesini yükselttiğinde, küçük fino da sesini yükseltmişti, ona da seslendi: – Sus, Pati. Sophie kötü bir şey söylemedi… Evet, Sophie, evet, dediğim şeyi yapıp yapmayacağımı görürsün. Pati’yi azarlar gibi yapıp bana söylemek istediğin şey konusunda ninemin bir sözünü bana anımsattın. “Gelinime söylüyor, kumamın dikkatini çekiyorum”.

– O konuda ne diyeceğimi bilemiyorum…

– Niçin bilemiyorsun? Bana söylemek istediğini söylemişsin. Benim gibiler için söylenmiş eski bir sözü, istersen sana söyleyeyim: “Çocuk olmayan evde mutluluk olmaz” (Sabıy zerımıs vınem nasıp yiĺep)… Bu sözlerden pay kapmamışsam seni ne diye kınayayım, ne diye güceneyim ki… Amanın Sophie, hiç üşümüyor musun sen?..

– Üşümüyorum, niye sordun ki?

– Üşümem (sıtma) depreşmiş olabilir mi? El ayaklarım bir tuhaf oldu, göğsüm de ara sıra ağrıyor.

– Gereksiz şeyleri konuştuk, ondan olmalı… Şimdi şömineyi yakar, odanı ısıtırım, sıcak yün çoraplarını getirir, ilaç da içiririm.

Sophie Ayşet’in odasını ısıttı, ilaçlarını içirdi ve sıcak tutacak giysiler giydirdi, ancak boğucu öksürük nöbeti onu gece yarısında uyandırdı. Sadece Sophie değil, Marie-Angélique ve Laroche da, soluma güçlüğü çeken Ayşet’e gereken yardımları yapmış, sabahın ilk saatlerine, Ayşet uykuya dalana dek yanından ayrılmamışlardı. Odadan ayrıldıklarında Marie-Angélique Laroche’a sordu:

– Aisse’nin durumunu nasıl görüyorsun?

– Ağzından kanlı tükürük gelmediği sürece öksürmesi fazla sorun yaratmaz…

– Vay bu başıma gelen… – Marie-Angélique ağlamaklı bir biçimde odasına döndü, gözü Ayşet’in odasında, durumun nereye varacağını düşünürken uykuya daldı.

Ayşet iki üç saat sessizce uyudu, uyandığında öksürük ve soluma sorunu yaşamamış biri gibi olmuş ve neşeli bir biçimde Sophie’ye sordu:

– Hâlâ oturuyor musun Sophie? Uyumadın mı?

– Biraz kestirdim. Sen ne durumdasın, Aisse?

– Hastalandığımda ne düzeyde hastalanmış olduğumu bilmiyorum, Sophie… Yeni mi tanıdın beni?.. Pati nerede, göremiyorum…

– Seni rahatsız etmesin diyerek kontes onu odasına götürdü.

Ayşet’in sesini duyan Pati kapı ardından havlamaya başladı, Marie-Angélique içeri girer girmez onun elinden kurtulup divana atladı. Onun bu davranışları ile ilgilenmeyen kontes, uykusunu alamadığı için gözleri mahmur Ayşet’e sordu:

– Nasılsın, Aisse? Bu gece bizi korkutmuştun.

– Bilmiyorum, mama, bu başıma geleni, beni bağışlayın. Laroche ne diyor?

– Ne diyecek, iyi olacaksın diyor.

– Doktor öyle diyorsa ben de öyle diyorum, bugün Paris’e dönüyoruz.

– Paris’te yolumuzu gözleyen birileri yok. Bir gün daha burada kalsak, bir şey kaybetmeyiz.

– Mama, hasta olduğumu görüyorsun. Yalvarıyorum, Paris’e gitmem gerekiyor.

– Peki, olur, istediğin gibi olsun, nedir benden sakladığın şey, sabah çayından sonra döneriz… Göreceksin Paris’in en ünlü hekimlerini senin için seferber ettiğimi…

Paris’e döner dönmez Marie-Angélique’in hekimler çağıracağını söylemesi Ayşet’in hoşuna gitmişti, ama Kont Charles de Ferriol’ün hastalığı sırasında gelen Orleans Dükü’nün gönderdiği hekimin kendisine asılmış olduğunu anımsadığında, “onlar da dükün hekimleri gibi olacaklarsa, hiç gelmesinler daha iyi” diyerek gülümsedi. Kontesin isteyerek ya da istemeyerek söyledikleri yüzünden kuşku duyduğu Şövalye Blaise-Marie de Edie’yi bu kez iyi yönüyle aklına getirdi: “Şövalye de Edie de mertlik kalmamış diyorum, ama benim için Orleans Dükü’ne nasıl da meydan okumuştu?! Bütün bir Fransa bunu konuşmuştu!.. – Bir süre sonra Ayşet övdüğü kişiye yeniden kızdı: Ya şimdi?!. Anne ve babasından çekindiğinden aşkına sahip çıkamıyor… Neydi onun bana dediği? Benimle nikahsız bir yaşam sürdürmek istiyor. Yakınlarından memnun değil, malının yarısını gizlice benim üzerime yazdıracak. İkimizden hangimiz sağ kalırsak, malın tamamı ona kalsın, dedi. En çok üzüldüğüm şey küçük kızından söz etmemekte olması! O konuda ne diyeceksin? Ben ona ne yazacağımı bilirim!..”

İçindekini uluorta ortaya serersen, iş, gerçekleşmez ya da uzar derler, doğru olmalı. Ayşet’in Şövalye de Edie’ye yazmayı düşündüğü mektup bir ay kadar gecikmişti: Vaz geçtiği için değil, Ablon’da geçirdiği üşüme, yeniden nüksetmişti, diğer sızıları da depreşince yatağa düşmüştü. Ardından gelen ve bir hafta süren ishal de onu bitkin düşürmüştü.

Ayşet’e geçmiş olsuna gelenler çoktu, iyileşecek ve ayağa kalkacaksın diyor ve ona moral veriyorlardı. Pon de Vel ile Arjantal de işten döner dönmez Ayşet’in yanından ayrılmıyorlardı. Sophie ise gözünü ondan ayırmıyor, Kontes Marie-Angélique de günde üç dört kez yanına geliyor, başını okşuyor, moral veriyor, Paris’te dolaşan haberleri eksiksiz ona aktarıyor ve yemek istediği bir şey olup olmadığını sormadan yanından ayrılmıyordu. Kont Augustin-Antoine da Ayşet’in odasına geldiğinde, yataktaki kadını utandırmamak için fazla kalmıyordu, gözyaşını tutamaz olduğunda da, “telaşlanmaya gerek yok, Tanrı bize yardım eder, sevgisini bizden esirgemez” diyerek ayrılıyordu. De Paraber ile du Deffant Ayşet’in yanına geldiklerinde sevdiği yiyecekleri getiriyor, parasını ödeyerek hekimlerin yazdığı pahalı ilaçları alıyorlardı, iyileşeceğine inandırmak, sevindirmek için kendisine hediyeler yağdırıyorlardı.

Günün birinde, kendini daha iyi hisseder etmez, öğle dinlenme vaktine denk getirerek, unutmadığı mektubunu yatakta yazmaya başladı. Daha birkaç sözcük yazmıştı ki, gözyaşları içinde Ayşet’i gören Sophie uyarıda bulundu:

– Aisse, bu son yıllarda şövalyeye kızgın olduğumu biliyorsun, yine de ben, o yazacağını söylediğin mektubu yazmanı istemem. Bir araya gelir ve yüz yüze görüşürseniz, ne yapacağınıza daha yerinde karar verirsiniz.

– Onu da düşündüm, ama bitkin durumumu ona göstermek istemiyorum… Sophie, ne diye gülümsüyorsun? – diye sordu.

– Şovalyeyi sevdiğini bildiğim için, Aisse, onun için gülümsüyorum.

– Evet, şövalyeyi seviyorum. Bunu kimseden gizliyor değilim, – Ayşet gözyaşlarını silip bir iç çekti. Ama bana soracak olursan, onu niçin sevdiğimi bilmiyorum. Ne düşündüğünü biliyorum, sır değil, Selini’nin babası olduğu için onu seviyor da değilim… O benim ilk ve son aşkım. Onun bana olan sevgisi benimkinden az değil… – Ayşet’in yeniden gözlerinden yaş döküldü ve zayıflamış beyaz yüzüne aktı, biraz oturduktan sonra kalemini eline aldı: – Yeter artık kız çocuğumuzu başkalarının eline terk ettiğimiz, buna bir son vermemiz gerekiyor. Bunu ona sadece duyuracağım, Sophie, yoksa onun kalbini kıracak değilim.

Ayşet’in hastalığı günler ilerledikçe kötüleşmese bile iyiye gitmiyordu. Ferriol ailesi ve tüm dostları umudunu yitirmemesi için, ellerinden gelen destek ve yardımı yapıyorlardı, ama yakalandığı verem (jığevız) hastalığını yenmenin kolay bir şey olmadığını da biliyorlardı. Ayşet’in kendisi ise kötümserliğe düşmüyor, zaman zaman ziyaretçileri ile şakalaşarak günlerini gün ediyordu. Julie Calandrini’ye yazı yazmayı da ihmal etmiyordu. İşte şimdi de Calandrini’nin gönderdiği mektuba yanıt veriyordu: “Sana birkaç sözcük yazabiliyorum, ışığım, niçin dersen, yazacak gücüm kalmadı. Şimdi artık hep yatıyorum, ağzımdan kanlı tükürük ve salyalar akıyor, rahatlatıcı, dindirici bir ilaç aldıktan sonra uyuyabiliyorum, her gün daha güçsüz düşüyor ve daha zayıflıyorum. Şövalyenin yaşadığı üzücü durum sözle anlatılamaz, çok acınacak bir durum. – Herkes bana moral vermek için elinden geleni yapıyor. Evdekiler bana hediyeler yağdırıyor, beni memnun etmeye çalışıyor. Her şey bir yana, şövalye birine ot bile aldı, kadının birine çocuğuna meslek eğitimi kazandırması için para verdi, başka bir kadına da kuzu derisi pelerin için para verdi. Her önüne gelene hediye ve paralar veriyor, çıldırmış gibi. Niye öyle yaptığını sorduğumda, “sana daha iyi baksınlar diye veriyorum” dedi.

Büyük bir tedirginlik içindeyim, bu başıma gelen hastalık beni bitiriyor. İşim Tanrıya kalmış, Tanrı bana güç veriyor! O esirgeyicidir, her şeyi görür, içimde dolanan her şeyi bilir. Kısacası bu kez kesin söz veriyorum: İşlediğim günahlar nedeniyle Tanrının huzuruna çıkmaya hazırım. O gibi konularda de Edie bir gün benimle içtenlikli konuşmuştu. Benim iyi olmamı istediğini, benim için güzel bir gelecek düşündüğünü, küçük kıza düzgün bir yaşam sunmamız gerektiğini ve onun geleceğini düşündüğünü söylemişti.

Utanma duygularım eskisine göre azaldığı için uzun bir zamandan beri huzur içinde değilim. Şövalyeye olan aşkımın bugünkü ölçüde içimde tutuştuğunu görmemiştim, onun da benim gibi olduğunu söyleyebilirim. Onun yapmacık değil, içten gelerek benim için kaygılandığını ve üzüldüğünü söyleyen kişilerin gözlerinden yaşlar dökülüyor.

Üzüntülerime ve aşkıma yenik düşmemenin ve yanlışlarımı düzeltmenin uğraşıları içindeyim. Kısa bir süre sonra ölecek olmam beni fazla korkutmuyor. Tanrının beni esirgeyeceğini bildiğim için kendimi rahat hissediyorum. Bu nedenle, bana bırakılmış olan süreyi, en iyi biçimde tamamlamaya çalışacağım. Sonunda ölüm gelecek, biraz erken ya da geç, ne fark eder? Yaşamımız neye benzemiş? Herkesten çok benim yaşamım mutluluk içinde geçmeliydi. Ama akıllarına geldikçe beni kukla, korkuluk gibi kullandılar, kendileri nasıl istiyorlarsa, benimle öyle oyun oynadılar. Aşk ve utanç duyguları içinde, dostlarımdan uzakta ve sıkıntı içinde bir yaşam sürdürdüm. Hastalıkla dolu bir yaşam zavallılıktır.

Dış görünüşümün değişip değişmediğini soruyorsun. Beni görsen tanıyamazsın: Gözlerimin feri, parlaklığı söndü, yanaklarım çöktü, rengim soldu. Sorun bedenimde dersem, bir deri ve bir kemik kaldım. Güçten düşmüş bedenim – gereksiz bir yük sadece. Ruhum ile kalbim dersen, önümüzdeki haftalar içinde bu ikisinin tertemiz olmasını umuyorum. Yaptığım tüm yanlış ve günahlarımla birlikte Tanrının huzuruna çıkacağım.

Dün başımıza ilginç bir şey geldi. Son vasiyetim olarak de Edie’ye yazdığım mektubuma verdiği yanıtın bir kopyasını sana gönderiyorum. Kendi el yazısı mektubunu, verdiği sırada okuyamamıştım. O konuda konuştuk, o noktaya dayanmışsan, sen de nasıl ağlayabilirsin ki. Sevdiğim kişi ile birlikte tanıdığım kadınlardan de Paraber ve du Deffant’ın bana yardımcı olduklarını bilmen seni çok şaşırtabilir. Pazar günü de Paraber yanıma gelip Kontes Marie-Angélique’i dışarıya alacak, günah çıkarmam ve günahlarımı temizlemem için Peder Bouroso’yu odama getirecek. Ona güveniyorum, insanın ruhunu okuyan, akıllı, doğru, dürüst ve dini bütün biri.

Şaşırıyor olmalısın de Paraber ve du Deffant gibi gerçek dostlarımın olmasına. Hastalandığımdan beri yanımdan hiç ayrılmadılar, en çok benimle ilgilenen de Markiz de Paraber, beni hiç yalnız bırakmıyor ve benimle yakından ilgileniyor. Gözünü benden ayırmıyor, durumuma üzülüyor ve bana hediye üzerine hediye alıyor. Kendisini, kölelerini (vıneut), mal ve mülkünü, benim için kullanıyor, hiçbir şeyini benden esirgemiyor. Gün boyu yanımda kalmak üzere geliyor, benim için arkadaşları ile buluşmadığı günleri bile oluyor. Hayırlısıyla ışığım. Yazışmalarımız benim için mutluluk kaynağı, ama yakında son bulacak, başka ne yapılabilir ki!..”

Bu yazı da Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin Charlotte-Elizabéth Aisse’ye yazdığı mektubun bir kopyası olarak, Ayşet’in Cenevre’ye, Calandrini’ye gönderdiği yazı: “Mektubun, sevgili Aisse’m, beni üzme ötesinde kalbimi daha da yaraladı. Yazdığın yazıda yapmacık şeyler yok, hepsi içtenlikli. Karşı koyamayacağım güzel duyguların ve güzel özlemlerin dışında mektubun bir koku yaymıyor. Beni hep seveceğine söz veriyorsan, bu durumda yakarmaya hakkım olmaz. Senin bakışın ve düşünce tarzın benimkinden farklı, anlıyorum. Ama Tanrıya şükür, benim arzularım zorlama arzulardan uzak ve farklı, herkesin kendince bir utanma duygusu var, ona göre davranmasını daha doğru ve daha yerinde buluyorum. Huzursuz olma, Tanrı sana yardımcı olur, canımın içi Aisse’m benim, senin kalbinde bir yerim olsun, bu kadarı bana yeter.

Kalbini bana açmış olman, tüm hareket ve davranışlarımı sana söylememe izin veriyor. Her şeyden önce insanca yanın, temiz kalbin beni sana bağlıyor, senin kalbinden benim payıma düşecek olan nedir? Bunu sayısız kez anlattım, sözlerimin doğru olduğunu sana kanıtladım. Sözlerime inanmandan önce sözlerimi doğrulayan davranışlarda bulunmamı istemen bana karşı bir haksızlık olmaz mı? Beni yeterince tanımadın mı? Bana güvenmiyor musun?

İnan, benim değerli Aisse’m, sana karşı en güzel aşkı ve en temiz duyguları taşıyorum. Günün birinde senden başka birine sevgi duyma olasılığından kesinlikle uzağım. Seni görme olanağım doğuncaya dek, dünyada seni en çok düşünen kişi olarak kalacağım, seni görme umudunu taşıdığım sürece de en mutlu kişi ben olacağım.

Bu yazıyı sana elden vereceğim. Sana yazmayı daha iyi bir yol olarak görüyorum, çünkü bu konuda seninle yüz yüze görüşebileceğim umudunu taşımıyorum. Yaranın kapanması için vakit henüz erken, benim isteğim, senin beni görebileceğin bir duruma gelmendir. O durumda senin karşına çıkmayı umuyorum. Ama senin karşında gözyaşlarımın aktığını görmenden ve bunu engelleyemeyeceğimden korktuğumu sana söylemek isterim. Sevgi adına bende yarattığın umut, sevgili Aisse’m, sadece temiz kalbini tanıyor olmam değil, benim de temiz olan kalbimin sende yankı bulacağına inanmış olmamdır.

 

Dipnot:

 

Ablon – Paris’e yakın 1200 nüfuslu yazlık küçük bir kasaba, köy.

 

(Devamı gelecek)

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 557 – 567)

 

****

 

VII  (s. 567-576)  

Ayşet’in beklediği ve korktuğu yoğun kar yağışı Ocak 1733’te şiddetli bir fırtına biçiminde Paris’te kendini gösterdi, ama uzun sürmedi. Güneyden gelen ılık lodos, birkaç gün içinde Paris’teki kar birikimini eritti ve ortalığı toz dumana boğacak biçimde kuruttu. Şehirde beliren sıcak günlerin sevincine doyum olmamışken, kuzeydoğudan gelen poyraz ortalığı yeniden dondurdu. Poyrazın beraberinde getirdiği ve her yeri donduran soğuk yağmur ve kar yağışı yarım ay boyu varlığını sürdürdü. İlginç olan şey, rüzgârın esmediği günlerde, rüzgâr, akşam üzerleri yeniden esmeye başlıyor, sabaha değin hışırtılarla sürüyor ya da değişik davranışlar gösteriyor, dinlenmeye çekildiği gündüz vakitlerinin sessizliğine kızıyormuş gibi toprağa sulu kar ve kar yığınlarını savuruyordu.

Böyle günlerde, en çok da uyuyamadığı gecelerde, Ayşet’in göğsü, fırtınalı ve ıslak, ıslık çalan ve ağlayan rüzgârın çıkardığı sesler gibi hırıltılarla kaplanıyordu. Dün düşündüğü şeylere gece dönüş yapıyor, yıllar öncesine ait anıları tazeleniyor ve onlara ilişkin değerlendirmeler yapıyordu. Kaçınılmaz bir son olan ölümü nasıl karşılayacağını ve kızının geleceğini düşünüyordu. Kısa yaşamı içinde, bir yönüyle çektiği sıkıntıların ağırlığını taşıyor, diğer yönüyle güzel ve bayram havasında geçen eski günlerini anımsıyor, düşünceler yürütüyor, Tanrının karşısına nasıl çıkacağını ve ona nasıl hesap vereceğini düşünüyordu.

Ayşet, başına gelen her türlü olumsuzluktan kendini sorumlu tutuyor ve kınıyor, sorumluluğu başkalarına yıkmak istemiyordu. “Alnıma yazılmış olanlar başıma gelmişse bundan kimi sorumlu tutabilirim ki? Tanrı bana neyi uygun bulmuşsa, ben de öyle bir yaşam sürdürmüşüm, annemin, babamın ve ninemin onurunu, kendi kadınlık özsaygımı ve beni büyüten Ferriol’lere bağlılığımı korudum. Ayıbı ve günahı olmayan kişi yoktur, kendi günahlarımı bağışlaması için Tanrıya yalvarıyorum, Tanrının huzuruna çıkmadan önce, onun hizmetlisi Peder Bourso’ya içimi açacağım”. Ayşet, niçin istavroz çıkardığına anlam veremeyen Sophie’ye seslendi:

– Sophie, ne diye bana öyle bakıyorsun, beni öbür dünyada bekleyen ninemin dediği gibi, benim “su üzerinde rüzgârı dürttüğümü” (psım sıtêtev jım sêpıgev) mü düşünüyorsun. Benim hastalığımı yenen çok az kişi var, kurtuluş olmadığını biliyorum. Bu gece rüyamda onu bir kez daha kavradım. Biliyorum, sen rüyalara inanmıyorsun, ben de inanmıyordum, ama bu kez galiba yola gelmiş olmalıyım… Ninem emeklememi beğeniyordu, hata yapmamamız için bize dikkat ediyordu.

– O konuda ne diyeceğimi bilemiyorum… – Sophie keyifsiz bir sesle Ayşet’e baktı, – İşte iyileşmen için seni sevenler şifalı ilaçlarla sana geliyorlar. Moralini bozma.

– Ben de bunu istiyorum, Sophie… – Ayşet’in biraz sevinmesi üzerine, pembe yanakları kendilerini gösterdiler, feri sönmüş gözleri canlanmış gibi gelmişti Sophie’ye, ama ansızın Ayşet’in öksürmesi durumu değiştirdi, ağzından kanlı öksürükler gelinceye değin öksürdü, ardından sözünü tamamladı: – Ninemin dediği gibi “rüzgarsız soğuk, soğuk sayılmaz, öksürüğü olmayan sızı, sızı sayılmaz” (jıbğe zıxemıt çıer – çıep, pske zıxemıt vızır, vızep) sen de bana onu diyor ve iyileşmemi bekliyorsun, ama durumumu da görüyorsun… Gördüğüm rüyalara ilişkin başka bir şey de söyleyeyim: Dana etini doğrarken, ağzımdan saçılan kanlı tükürükleri bıçakla etten ayırıyor ve küçük köpeklere atıyordum…

– Yeter, Aisse, ne kadar da kötü şeyler bu anlattıkların… niçin iyi şeyler anlatmıyorsun, iyileşeceksin dedim, bunu konuşalım…

– İyi bir şey biliyorsan, söyle, ben bilmiyorum… – duyuracak ölçüde Ayşet bir iç çekti. – Küçük kızım yüzünden başıma gelen durum, beraberinde şanssızlık ve mutsuzluk getirdi, şimdi kızım benden uzakta, ama her öksürdüğümde Pati de havlıyor, inildiyor, seni yoruyor dediniz, tek sevinç ve teselli kaynağım olan Pati’yi benden uzaklaştırdınız…

– Aisse, Pati’yi geceleri yanından alıyoruz, gündüzleri yanına getiriyoruz.

– Evet, evet… – Ayşet küçük köpeği konusunda Sophie’yi haklı buldu, içi bulanarak yalvardı: – Pati’yi koruyun, Sophie, sana bırakacağım hediyelik eşyalarla birlikte Pati’yi de Selini’ye verirsin…

– Küçük fino Pati dışında, ölüm sonrasına ilişkin sözleri duyunca Sophie’nin içi bunaldı, bir başına Ferriol’lerin içinde kalacak olması kendisini düşündürdü. Yıllardan beri kız kardeşi gibi gördüğü Ayşet’in talihsiz hastalığı ve vasiyeti tüm düşüncelerini bastırmıştı.

“Kendisine beşik yapılıp da mezarı kazılmayacak kişi yoktur” ama, ölümün gelişi ile gidişi bir olmaz. Her kişi zor doğurulduğu gibi acı içinde yeryüzünden ayrılabilir. Doğan kişi için sevinilir, ama bu doğuma sevinmiş olanlar, onun ölümüne üzülmezler mi? Sevinç ve üzüntü içinde bir yaşam sürdürmüş olan Ayşet’in kısacık ömrünü böyle sonlandıracağı kimin aklına gelirdi?

Sophie’nin uzattığı azıcık sütten Ayşet bir yudum çekip bardağı bıraktı, ilkbahar öğle güneşinin vurduğu pencereye bir süre bakıp kendi kendisine söylendi:

– Bahar geldi, doğa kendini yeniliyor… Kış günlerinin üşütüp dondurduğu toprak yeniden ısınacak… – Ardından Ayşet bir iç çekti, gülümseyerek Sophie’ye döndü: – Şu an aklıma neyin geldiğini bilir misin? Zavallı ninemin Tanrıya dua ediş biçimi aklıma geldi. “Ölmeyecek kişi yoktur, bana hayırlı ve sıcak bir günde ölmeyi nasip et” derdi… Korsanlar evimizi bastığında sıcak bir yaz gecesiydi, ama biz en soğuk ve en acı geceyi yaşamıştık… Ne zaman yaşanmıştı o şey? Otuz yıldan çok önce… Hayır, bana göre daha dün, bugün. O geceyi hiç unutmadım. O anıyı gideceğim yere beraberimde götüreceğim…

– Duyuyor musun, Aisse, – Sophie konuyu değiştirdi, – kuşların nasıl öttüklerini, sevinç içinde baharı nasıl karşıladıklarını? Bak, sen de Tanrıya şükret, dünden beri öksürmedin, seni daha iyi görüyorum.

– Öksürmüyorum, çünkü öksürecek gücüm kalmadı… – Bir fayton sesi duyan Ayşet hemen: – Bahçe kapısına gelen bu fayton şövalyenin faytonu değil…

– Nasıl anladın?.. – Sophie pencereden dışarıya baktı: – Bildin, Claudine-Alexandrine elinde kocaman bir gül demeti ile faytondan iniyor.

– Yalnız mı?

– Yanında birinin olmasını mı bekliyordun?.. – Geleni görmek istemediğini belli eder biçimde homurdandı Sophie: – O kocaman gül demetini ne yapacak ki?..

– Öldüğümü sanıyor olmalı… Hayır, hayır, Sophie, şaka… Biz ikimiz birbirimize bir şeyler söyleyebiliyoruz, sen de biliyorsun, ama Claudine ile ben birbirimizden nefret etmiyoruz. İkimizi de aynı evde büyüttüler, onun edebiyat söyleşilerinden çok şey öğrendim, kitap okumayı ve tiyatroyu bana sevdiren de o. Eksiği olmayan kişi yoktur, herkes kendine göre bir yaşam sürdürüyor. Kitaplar yazıyor demezsen o da benim gibi talihsizin biri.

– Kendini sana benzemeyenlerle karşılaştırma dedim sana, Aisse? Claudine’in kağıt sayfalarına bir şeyle çiziktirmesi çok mu önemli, şu an Paris’te yazı yazmayan kalmış mı ki… Yaşlı Jacques yazı yazmayı bilmiyor, bilse Molière’e taş çıkarırdı.

– Bilemeyiz… – dudaklarına ince sarı bir salya aktı Ayşet’in, – Molière benim olduğu kadar senin de sayılır! – Molière dedikten bir süre sonra, başlattıkları gibi konuşmalarını sonlandırdılar: – Sophie, biz Claudine’e iyi davranalım, Ablon’da oturmayı seçtiği için de onu tebrik edelim (1).

________________________

 

Dipnot:

(1) – Fransa’nın önde din adamlarının temsilcilerinden bir grup Paris’teki ruhbanlar sınıfı kongresi sırasında Claudine-Alexandrine Guéren de Tencin’in evinde gizli bir toplantı yapmışlardı. Bu nedenle yönetim Claudine’i birkaç aylığına Ablon’a sürgün cezasına çarptırmış, ceza bir ay sonra kaldırılmıştı.

_________________________

 

– Evet, o konuda bir gün Marie-Angélique’i tebrik etmiştik. Ama elimden gelseydi, Claudine’in kendisini ilgilendirmeyen işlere güzel burnunu sokmamasını, tanımadığı kişileri ağırlama huyundan vazgeçmesini söyleyecektim. Onun için talihsiz diyor ve ona acıyorsun… Ama, ona göre sen talihlisin: Yasak da olsa bir aşkın tadını ve acısını birlikte yaşadın.

– Eğer küçük kızım da yanımda olsa, talihli sayılırdım…

 

Ayşet’le Sophie’nin konuşmaları sırasında Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine buluşmuş ve Ayşet’i konuşuyorlardı.

– Yeter artık, Claudine, daha fazla oturmayalım, – dedi Marie-Angélique konuşmaları sona erdiğinde, – Zavallı Aisse yolumuzu gözler, daha fazla bekletmeyelim, günaha girmeyelim. O dediğim gibi günah çıkarma (tövbe etme ) konusunu açtığımda beni destekle. Aisse, kendi kendisine günah çıkaracak değil. Yasenist (uğursuz) bir papazla değil, simolenist (güvenilir) bir papazla günah çıkarsa daha iyi eder… Ben değil miyim onu büyüten, sıkıntılarını paylaşmış olan… Ölmesinden önce bazı sırlarını öğrenme hakkım yok mudur?

– Doğru söylüyorsun, ama Aisse o şeyleri sana söylemez ki.

– Niçin?!

– Tanrı beni Aisse’nin durumuna düşürmesin, ben o durumda olsaydım, sırrımı kendi pederim (papazım) dışında kimseye açmazdım.

– Hadi canım sende, Claudine, bugün yarın ruhunu teslim edecek biri ile kendini kıyaslıyorsun!.. – Marie-Angélique kız kardeşine çıkıştı, keyifsiz bir gözle bakıp sordu: – Sırrını ablandan mı saklayacaksın?

– O durumda kız kardeş, erkek kardeş, ana ve baba söz konusu olmaz, Marie… Saklı olanla açık olan şey aynı değil, bir tutulamaz. Senle ben aşklarımızı birbirimize açık etmiş olsaydık, geride kalanlar, ölülerini, kaynın Kont Charles de Ferriol ya da Orleans Dükü dahil tabutlarını taşıyacaklarına fırlatıp atarlardı…

– Aman, – Marie-Angélique göz kapaklarını indirip inildedi, – senin söylediğine göre Fransa’da temiz aşk diye bir şey kalmamış. O konuda birbirimizi kandırıyor olmamız da bunu kanıtlıyor… Gidelim, Marie, – Claudine-Alexandrine’in getirdiği gül demetine uzandı, ama ateşe dokunmuş gibi elini geri çekti, – bu da bir aldatma türü, boşuna getirmişim, odanda dursun.

– Dursun… – dedi Marie-Angélique isteksiz biçimde homurdanarak: – Çiçeğin kime götürüldüğünü ve götürülmesi gerektiğini bilmen gerekir… O zaman, Claudine, günahlarımızı çıkaranlar da pek güvenilecek kişiler olmamalı…

– Onlar kendilerini Tanrının hizmetçileri olarak tanıtıyorlar, ama onlar da bizim gibi birer insan… Onların ne olduklarını bilmeyen biri değilim… Kardeşimiz Başpiskopos Pierre de onlardan biri… O rahipler geçen sonbahar evimde toplandılar, bütün sorumluluğu bana yıkıp sıyrıldılar, cezalandırılan ben oldum.

– Pierre’i suçlama, onun bir suçu yok.

– Pierre kardeşimiz ama o da güvenilir biri değil, kendi çıkarı dışında hiçbir şeyi düşünmüyor. Başarılı olamayacaklarını, Kardinal Hercules-Andre de Fleury’yi yenemeyeceklerini görünce, ilk çark edenlerden biri de o.

– Claudine! – yüzü pembeleşen Marie-Angélique ağzını açtı. – Kardinal olma aşamasındaki kardeşin için öyle şeyler söyleme!

– Onun gibiler öyle davranıyorlarsa, başpiskopos diye niçin dilimi tutayım?! – Claudine-Alexandrine kız kardeşi karşısında geri adım atmadı. – Bana bakmayan, beni kollamayan kişi, seni de kollamaz. Peki, evlenme yasağı bulunmasına rağmen, ne diye Jeanette-Nicole’ü umutlandırıyor?!

– Bak şunun da dediğine… – Ayşet’in hastalığını bir yana bıraktı, konuştuğu şeylerden pişmanlık duymuş gibi Marie-Angélique, kardeşi için endişelendiğini söyleyerek konuşmasını tamamladı: – Dediklerimizi rahipler duyacak olurlarsa, öldüğümüzde cenazemizi kaldırmazlar…

– İş o noktaya gelirse, hiç korkma, Marie, seni orta yerde bırakmazlar… – diyerek Claudine-Alexandrine ablası ile şakalaştı. Öyle diyorsan o konuda konuşmayalım. Sen de ibadete önem vermeyen biri olsaydın, Aisse’ye tövbe ettirmeye kalkışmazdın. İyi, iyi, Marie, o konuda bir şey yitirmiş sayılmam. Aisse’nin bizden gizlediği bir şey varsa öğrenmiş oluruz…

– Evet, evet, nihayet işi anladın. Ama çok dikkatli ol, sırdaş olayım diyerek Aisse’ye sokulup hastalık (verem, jığevız) kapma… Biz sallantıdayız, ama senin önünde uzun bir gelecek var.

– Arjantal çiçek hastalığına yakalandığında refakatçi olarak Aisse’yi kim görevlendirdi ki?.. – Claudine-Alexandrine ayağa kalkıp ablasına karşılık verdi.

– Evet, Claudine, evet, – diyerek Marie-Angélique kız kardeşinin peşinden yürüdü, – ben de o şeyi şimdiye değin unutmuş değilim… Bu nedenle talihsiz Aisse’yi seviyorum ya… Ama seni daha az sevdiğimi düşünme.

Ayşet yatalak halde Claudine-Alexandrine’e görünmek istemedi, ne denli bitkin olsa da ayağa kalktı, yumuşak bir koltuğa oturdu.

– Ayağa kalkmışsın, kızım?! – Marie-Angélique şaşırmıştı, kız kardeşine tembihlediği şeyi unutup Ayşet’e sarıldı ve onu okşadı. – Sana dememiş miydim, Claudine, Aisse’nin daha iyi olduğunu ve ayağa kalkacağını?..

Claudine-Alexandrine de Ayşet ile kucaklaştı ve ona yakın bir yere oturdu, ikisinin de gözlerinden yaşlar dökülüyordu.

– Claudine, seni gördüğüm için çok seviniyorum, seni özlemiştim… – dedi titrek bir sesle Ayşet.

– Ben de seni görmek istiyordum, Aisse. Nedenini biliyor olmalısın…

– Biliyorum, Claudine. Serbest bırakıldığını duyduğumda sevinmiştim. Şu sıralar ne yazıyorsun?

– Yazma konusunda bir sorunum yok. Aşk, din ve insan ilişkileri üzerine bir romanım yakında çıkacak. Okunduğunda, düşündürücü, bana ve başkalarına ilişkin birçok soruna el atan bir roman.

– Ne zaman yayımlanacak?.. – Ayşet bir ah çekti, – Ama ben ona yetişmeyebilirim…

– Aisse, küçük kız kardeşim, – Claudine-Alexandrine uzanıp Ayşet’in ellerini okşadı, – moralini bozma, daha önceki, Ablon’a sürülmemden önceki durumuna göre, şimdi çok daha iyisin. Rengin geri geliyor. Öyle değil mi, Marie?

– Evet öyle, Tanrıya şükür, çok daha iyi, sancıları hafifledi, ayağa da kalkabiliyor.

– Teşekkür ederim, mama, senin yardımlarını unutamam.

– Tabii, benim de yardımlarım oldu, – Marie-Angélique memnun kalmıştı, – ama sadece ben değilim, Sophie’nin ve doktorların da emekleri az değil.

– Teşekkür ederim, mama, onları da unutmadığın için. Ama içimden gelerek Claudine-Alexandrine’e teşekkür ettiğimi söylemek isterim. Sen de mama gibi, Claudine, bana çok şey öğrettin, çok şeyin bilincinde olmamı sağladın. Eğitim ve bilim alanında, öğrenim gördüğüm manastırın okulunda bana öğretilenler, öğretmenlerimin, Jeanette-Nicole’ün bana kazandırdıklarından sonra, senin edebiyat söyleşilerin dünyayı tanımamı sağladı. Voltaire, Montesquieu, Pon de Vel ve Arjantal’e de teşekkür ediyorum. Claudine sana teşekkür borçluyum, kadın çekişmesi tipinde bazı sözler sıralıyor idiysek de birbirimizi bağışlıyorduk. Dünya görüşlerimiz çelişiyor olsa da, birer kız kardeş gibi aynı evde oturuyorduk, birlikte büyütüldük, birlikte eğitildik. Sophie, şu küçük sandığı yanıma getir. Altın suyu içirilmiş eşya demezsen, fazladan bir özelliği yok. Öyle de olsa, Claudine, bu küçük eşyayı beni hatırlaman için sana bırakıyorum.

– Öyle konuşma, Aisse, “hayır” diyemem, teşekkür ederim. Ben de daha iyi olduğun, hastalığı uzak tutmana yardımcı olması için bunu sana veriyorum, – diyerek Claudine-Alexandrine bilekliğini (epŝehu) çıkarıp Ayşet’in bileğine taktı.

– İyi bir ilişkiniz vardı… – Marie-Angélique kıskanmış mı, imrenmiş mi belli olmayacak bir sesle konuştu, biraz unutur gibi olduğu bir şeyi yeniden anımsadı: – Hayır, hayır, sizin için seviniyorum, sizi kıskanıyor değilim. Benim o küçük sandıkta gözüm vardı… Ama onu Claudine’e vermekle iyi ettin. Yaptırdığın dokuz portrenden bir tanesini bana, birini de Julie’ye anı olarak bıraktın, bu bana yeter. Onun değeri hiçbir şeyle ölçülemez, yaşadığım sürece odamda asılı olacak. Bırakmak durumuna düşersem, şu an adını söylemek istemiyorum, onu kime bırakacağımı biliyorum… – Marie-Angélique sözlerine kendi de beklemediği bir biçimde son verdi, “bunlara tövbe konusunu açsan neye yarar…” diye içinden geçirerek, kız kardeşine seslendi: -Claudine, Aisse’yi yorduk, dinlensin, daha iyi olduğuna, sen de serbest bırakıldığına göre, konuşacak daha birçok gününüz olacak. Seni iyileşmiş görünce, Aisse, sana söylemek istediğim güzel bir haberi unutmuşum. Dün akşam tiyatroda Voltaire ile karşılaştım, seni sordu ve seni görmek istediğini söyledi. Bugün yarın diyemem, ama seni görmeye gelecek. Dinlenmene bak, kızım. Tanrı yardımcımız olsun, kötü bir durum yok, rüyalarımda hep seni iyileşmiş olarak görüyorum, iyi olacağın bana söyleniyor.

İki kız kardeş odadan ayrılırken, Claudine-Alexandrine iki parmağını dudaklarına götürüp öpücük işareti verdi ve kapı kapandıktan sonra, Ayşet ağladı.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 567-576)

 

***

 

Paris’te Bir Çerkes Kızı – 37 (s. 576-583)

 

VIII

 

Ayşet’in gönül rahatlığı içinde günah çıkarması için bir yol bulundu:  Marie-Angélique’i evden uzak tuttmak için, Markiz de Paraber onu geyik parkına gezmeye davet edecek, bu boşlukta, kralın vaizi peder Edm-Chrysostome Bourso da (1) Ayşet’in odasına alınacaktı.

Gece boyunca Ayşet’in gözleri kapanmadı. Oda karanlığında sabahı zor etti. Gece boyunca, Ayşet’in geçmiş yaşamı gözleri önünden bir şerit gibi geçti: Hiç unutmadığı ve zorla koparıldığı Adıge ülkesinin, Çerkesiye’nin verimli toprakları, dağları, gür ormanları, uçsuz bucaksız ova ve kırları, Karadeniz kıyılarının ılık, latif ve yumuşak havası, çakılları, yumuşak kumları ve plajları gözlerinin önünden gitmedi. Adıge yurdunda geçirdiği kısacık ömrüne ilişkin anıları, eskisinden daha etkili ve özlem dolu olarak gözlerinin önünde yeniden canlandı, daha önceleri böylesine görüntüler görmemişti. Fransa’daki otuz yılını ise, sevinçten çok üzüntü ve ıstırap içinde geçirmişti, bunları düşündükçe içi burkuluyor ve sıkıntıları daha da artıyordu.

“Hele bir dur Ayşet, – dedi kendi kendine, Fransa’ya düştüğü günlerdeki azıcık Adıgecesi ile kendisini kınadı, – bilemiyorum, nedir bu başıma gelen, kendime güvenimi de yitirmişim. Büyük annem (nenej) ne derdi? “Kimse nasıl doğacağını, nasıl öleceğini öncesinden bilemez”. Ben, öleceğim günü bilmiyorum, ama uzunca bir süre yaşayamayacağımı biliyorum. Ne diye Peder Bourso’yu bekleyip duruyorum? Beni en zor günlerimde koruyan ve büyüten Ferriol ailesine, ilk aşkımı yaşadığım, bebeğimi doğurduğum ve bir hemşerisi olduğum Fransa’yı niçin kınayayım ki? Aksi takdirde, ninemin “Su içmeni artırmayan yemek, karın doyurmaz” (Psı vêzımğaşore şxınım şo viğešırep) dediği gibi, onların benim için yapmış olduğu iyilikleri unutmuş olabilir miyim? Sormuş olayım, iyilik kötülüğe, harama dönüşebilir mi? Voltaire, Montesquieu ve Diderot öyle diyorlar, ama onlara katılmıyorum, kurumuş ağacı dik tutan köküdür” demelerine ise katılıyorum. Beni de şimdiye değin o sağlam kök ayakta tuttu. Böyle demekle hiçbir günahım olmadığını söyleyebilir miyim? Yeryüzünde günah işlememiş kişi yoktur. Bunu bildiğime, günah işlemiş kişilerden biri olduğuma göre, fazlaca üzülmem ya da utanmam gerekmez, günahlarımdan hiçbirini pedere açıklamaktan kaçınmamalıyım. Bu günahlar neye benzer? Bunlar, Tanrıdan, benden ve başkalarından gizlenecek günahlardan değil. Beni anlamasını umduğum Bourso’nun önünde, fazlalık olan her şeyi içimden çıkarıp atacağım. Tanrının karşısına temiz bir ruh ve bedenle çıkmalıyım. Elimden gelecekse, bana kötülük yapanların da günahlarını bağışlatmak isterdim”.

Ayşet önünde iki mum yanan ve duvarda asılı duran tanrı resmine baktı, zar zor da olsa, resme doğru yürüdü, istavroz (haç işareti) çıkardı ve resmin önünde diz çöktü. Gününün iyi geçmesini dileyerek, beklediği pederin karşısında, gizli açık bildiklerini eksiksiz anlatmak, çok korktuğu günahlarından arınmak istediğini söyleyerek Tanrıya yalvardı.

Kontes Marie-Angélique, Laroche ile birlikte şık bir elbise içinde odaya geldi, Ayşet, bu ikisinin geyik parkına gideceklerini biliyordu.

– Gideceğim parka benimle gelmeni, Aisse (Ayse), inan her şeye yeğlerdim, – dedi Marie-Angélique ve sordu: – Nasılsın, kızım? Geçtiğimiz hafta bizi korkutmuştun, dün ve bugün iyisin, rengin yerine geliyor. Öyle değil mi, Laroche? İçin rahat olsun, sana gereken özeni göstermesini Sophie’ye tembih ettim. Laroche’un verdiği ilaçları iç. Biz de fazla kalmayacağız, Markiz de Paraber rica etmiş olmasaydı, zaten zor ayakta duran biriyim, hiç gitmez, yanında kalırdım.

– İyi günler, mama, – gidecek olmasına sevinen Ayşet kontesin arkasından seslendi, – benim için endişelenme, rahatına bak. Büyük dönme dolaba sakın binme, başın döner, dolaba benden selam söyle.

Kararlaştırılan saatte Peder Edm-Chrysostome Bourso, Markiz du Deffant tarafından Ayşet’in odasına alındı. Vaizi bekleyen Ayşet onu başıyla selamladı ve elini öptü, oturması için ona yumuşak tkoltuğu gösterdi.

Altmış yaş üzeri sarışın ve iri gözlü peder vaaz vereceği masanın üzerine İncil’ini ve haçını koymaya başladığında, du Deffant ile Sophie birbirlerine bakıp odadan ayrıldılar. Odada yalnız kalan Ayşet’in güçsüz ve çökmüş bedeni belli oluyordu, ama eğitimli pederin tatlı bakışı ve yumuşak sesi ona iyi geldi:

– Dünyayı yaratan Tanrıya inanan bir Katoliksin ve beni yanına kabul ettin, rahat ol, kızım, yardımını beklediğin Tanrıya karşı sevgin eksilmesin, dinginlik (huzur) içinde ol. Tanrı herkes için bağışlayıcıdır, iyilik yapana iyilikle karşılık verir, kötülük yapanı ise sevmez, yalan söyleyeni ise lanetler. Tanrının iyiliği (bağışlaması) ve rahmeti sınırsızdır, sen ve ben hepimiz onun kulu ve ümmetiyiz. Beni bugün onun temsilcisi olarak kabul ediyorsan ve hazırsan, kızım, ben de seni Tanrı adına dinlemeye ve seninle konuşmaya hazırım.

– Evet, peder, hazırım.

– O zaman, kızım, İncil ile haçı saygıyla selamla.

Ayşet İncil ile haçı bir bir öpüp alnına götürdü, daha dingin ve yumuşak bir sesle konuştu:

– Hazırım, peder.

– Kızım, Tanrı adına sana sesleniyorum.

– Peder, söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum.

– İşlediğin ilk günahı anlatarak başla, kızım.

Sıkıntı içine düşen Ayşet’in çökük yüzü kızarmıştı, ardından sarardı, ince uzun parmakları ile el ayalarını sıkıştırarak konuşmaya başlayınca, Vaiz Bourso hemen bir uyarı yaptı:

– Tanrı her şeyi bilir ve duyar, Tanrının bildiği şeyi gizlemek yerine, kızım, her şeyi, olduğu gibi baştan anlatıp dinginliğe kavuşursan daha iyi edersin.

– İlk günahı burada, Fransa’da yaşamadım, peder, o şeyi bizim kendi ülkemizde, uzaklardaki Çerkesiye’de yaşadım.

– “Uzaklardaki Çerkesiye” dediğin o ülkeyi halen kendi ülken olarak mı görüyorsun?

– Köküm orada, akrabalarım ölmüş olsalar bile, peder, orada hâlâ soydaşlarım yaşıyorlar, böyle konuşuyor olmam, onları unutamamış olmam nedeniyle.

– İçindekileri kendine saklamıyorsun ki, niye üzülüyorsun, kızım. Tanrıya yalvar, seni anlar, Katolik dinini benimsemiş olduğun için, Tanrı, sana “içinden çıktığın insanları, halkını unut” demez, diyerek Bourso konuşmasına ara verdi, ardından Ayşet’e sordu:

– Çerkesçe dilini kendin mi unuttun yoksa sana unutturdular mı?

– Küçükken Fransızların arasına getirildim, istesem de istemesem de Fransızcayı öğrendim. Lyon Katedralinde bana istemediğim halde başka bir dini kabul ettirdiler ve Katolik yapıldım, daha sonra kendi kendime Katolik dinini benimsedim, ama bazen zavallı ninemin Müslümanlık dinini anımsadığım da oluyor, zor bir duruma düştüğümde kendi dilimle “ya si Alah” (A benim Allah’ım) diyerek Tanrıdan yardım diliyorum.

– Bunu – kalbinde iki dinin birlikte yaşıyor olması durumunu – inandığın Katolik dinin adına, kızım, bir günah olarak mı görüyorsun?

– Evet, öyle görüyorum, peder.

– Dünyayı yaratan, yaşatan ve her şeye gücü yeten tek bir Tanrı vardır. O tek Tanrı dışında başka bir Tanrı yoktur. – Vaiz Bourso sesini yükseltmeden konuşmasını kesti, ardından yeniden konuşmaya başladı: – Dünyadaki tek Tanrıyı kabul edersen, O, seni yanlış yola sürüklenmenden korur. Şimdi seni üzen ve söyleyemediğin başka sıkıntıların varsa, kızım, seni dinlemeye hazırım.

– Var, bu şey sen, ben ve kimse için sır değil. Bunu bütün bir Paris konuştu, halen konuşuyor ve konuşmakla da bitiremiyor.

– Senin başından geçmemiş ise, başkalarının senin için gerçek dışı olarak söylediklerini umursama, Tanrı yalanı ve iftirayı hoş karşılamaz, yalan söyleyen ve yalanı yayan kişiyi, Tanrı, öbür dünyada cezalandırır.

– Bu sana söyleyeceğim şeyde, peder, gerçek ve yalan olan yanlar var, ama yalanı gerçek, gerçeği yalan olarak anlatıyorlar, beni niçin kötülemekte olduklarını anlayamıyorum.

– Gerçek ve yalan, bu ikisi bu geçici dünyada birlikte dolaşım içindedir. Seni dinliyorum, kızım.

– İstanbul esir pazarında Kont Charles de Ferriol beni satın aldı, bana babalık yaptı, ardından beni karısı (odalığı) yapmaya kalkıştı ve beni boyun eğmeye zorladı, bu bir gerçek, aklı başında olsa, öyle yapmazdı, bundan eminim. Babamdan çocuk doğurduğum dedikoduları var, bunlar doğru değil, yalan. Papamın hasta halindeyken söylediğini sana da söyleyeyim: “Erkeğin ben olacağım. Kabul etmezsen, bu gece seni zorla yanıma getirteceğim”. Kızlığım ve kızlık onurum konusunda beni çok korkuttu, bu yüzden Şövalye Blaise-Marie de Edie ile, herkesin öğrendiği gibi, evlilik dışı beraber oldum.

– Şövalyeler için evlenme yasağı bulunduğunu bilmiyor muydun?

– Biliyordum, ama o sıralar başka bir çıkış yolu olmadığını sanmıştım.

– Tanrı kimseyi çaresiz bırakmaz, kızım, sen çok acele etmişsin.

– Peder, genç ve zayıf olmama yenik düştüm.

– Bir yönden kendini korumuşsun, kızım, öbür yaptığınla günah işledin.

– Şövalye de Edie temiz biri, bunu bildiğim halde, onu yanlış yola sürükledim, aynı yanlışı kendime de yaptım, bunları günah sayıyorum.

– İkinizin birlikte ve beraber işlemiş olduğunuz yanlıştan, kızım, sadece kendini sorumlu tutma, Tanrı her şeyi bilir ve görür, ona yalvarınız, sizi duyar ve anlar. Günah işlemene neden olan kişi daha sonra, sana karşı nasıl davrandı?

– Papa, dediğini ve yapmak istediğini unutmuş halde ve benim için kaygılanarak aramızdan ayrıldı. Onun iyiliklerini asla unutamam. Kalan ömrüm boyunca onun için Tanrıya dua edeceğim ve günahlarını yükleneceğim.

– Tanrı, her bir bireyin sadece kendi işlemiş olduğu günahtan sorumlu olduğunu söylüyor. Seni dinliyorum, kızım.

– Biricik bebeğimi gizli büyüttürdüğümü, yabancı bir ülkede yaşadığını, Tanrının bunu bağışlamayacağını ve beni cezalandıracağını biliyorum, bana verilecek cezayı çekmeye hazırım, Tanrıya zavallı küçük kızıma yardımcı olması, onu koruması için yalvarıyorum.

– Çocuğun seni annesi olarak mı biliyor?

– Hayır, – Ayşet bir iç çekti, – teyzesi olduğumu söylemiştim, “teyzesi” sanıyor.

– Neden?

– Serbest biri olmayan Şövalye de Edie’nin üyesi olduğu Malta Şövalyelerinden (Orden örgütünden) bir kötülük görmesinden korktuğumuz için böyle yaptık, çocuğumuz olduğunu gizli tuttuk. Babası bunca yıldan beri onu hiç görmedi.

– İkiniz de günah işlemişsiniz. Ama Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin günahı daha büyük.

– Hayır, peder, beni anla, bana sevgiyle yaklaş, şövalyenin hiçbir suçu yok, tüm sorumluluk bende.

– Tanrıya kalmış bir iş bu, biz çözemeyiz. Seni dinliyorum, kızım.

– Sana daha başka ne diyeyim, bilemiyorum, peder. Beni bunaltan ve beni yiyip bitiren şeyleri sana anlattım. Günah mı bilemiyorum, ama bir türlü kurtulamadığım bir yanım daha var. Ne kadar dikkatli davranmış, kimsenin kalbini kırmak istememiş olsam da, bazen sinirli oluyor, yapmamam-söylememem gereken şeyleri yapıyor ve söylüyorum.

– Yaptığın ve söylediğin şeyler için pişmanlık duyuyor musun?

– Haklı isem dediğimden dönmüyorum, ama haklı olmadığımda geri adım atıyorum, kalbini kırdığım kişiden özür diliyor ve beni bağışlamasını istiyorum. Benim kadınlık onuruma karşı çıkanlar, alay edenler olursa üzülüyorum, onlarla dalaştığım durumlarım da oluyor.

– Bunlar yerinde davranışlar. Yine seni dinliyorum, kızım.

– Yine sana söylemek istediğim şey, peder. Sana kalbimi açtım, günahlarımı bağışlaması için gece gündüz Tanrıya yalvaracağım, temiz ve kalbini açmış biri olarak O’nun karşısına çıkmak istiyorum.

– Tanrı isteklerini kabul etsin, kızım. Tanrıya şifa bulman için yalvaracağım, Tanrı merhametli, adil ve esirgeyicidir, seni anlar. – Edm-Chrysostome Bourso, memnun kaldığı renginden anlaşılan Ayşet’e İncil’i ve haçı öptürdü, kendi de istavroz çıkararak Ayşet’e son sözlerini söyledi: – Temiz bir insansın, çektiğin sıkıntıları bana anlattın, kızım, günahlarının bağışlanması için Tanrıya yalvaracağım, Tanrıyı kalbinde diri tut, O’na yalvar, seni duyacağından ve sana yardımcı olacağından eminim, Tanrı merhametlidir. “Dünyanın güzelliği ve bolluğu benim ürünümdür”, – diyen de Tanrının kendisi.

Edm-Chrysostome Bourso odadan ayrılınca, Charlotte-Elizabéth Aisse (Ayse) – Ayşet bedensel ve içsel/ruhsal anlamda rahatladı ve kendinde bir hafiflik, bir dinginlik duydu, ayağa kalktı ve tanrı resminin karşısına geçip diz çöktü, du Deffant ile Sophie’nin odaya geldiğinin farkına bile varmadı. Hastalığına karşın güzel ve uzun kalmış sırtını ve başını eğerek, istavroz çıkarmakta ve Tanrıya yalvarmaktaydı.

 

Dipnot:

(1) – Edm-Chrysostome Bourso – Kral XV. Louis’nin vaizi ve Orden (askeri-dini tarikat) üyesi bir rahip idi.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 576-583).

 

****

 

Paris’te Bir Çerkes Kızı – 38 (s. 583 – 590)

 

IX

 

Hastanın durumu “boş umut, ümitsiz vakıa” dedikleri gibi olmuştu, Ayşet işlediği günahların hepsini rahip Bourso’ya eksiksiz anlattıktan sonra, ferahlamış ve o güçle yataktan kalkmıştı: Aynaya bakmayı göze alamadığı için yavaş yavaş odada gezinmeye başlamıştı; sabah akşam pencereden dışarıya bakıyor, yeni yeşermeye başlayan ağaç yapraklarını selamlıyor, uzun süre yeşil kalmaları için Tanrıya dua ediyor, yumuşak koltuğuna oturduğunda da, anıları ile sıkıntılarından uzaklaşmak için eline kitaplar alıyordu, en çok da Molière ile Voltaire’in kitaplarını okuyordu, kendi başından geçenleri de toparlamaya çalışıyordu. Geyik Parkı’ndaki büyük dönme dolaba Pierre ve Jeanette-Nicole ile birlikte bindiği, Adıgelerin ülkesinin hangi tarafta olduğunu sorduğu günü anımsıyor, o anlar kulaklarında yeniden çınlıyordu… Karadeniz kıyısındaki plajda değişik renkte taşları topladığı günü… Köle avcılarının evlerine gece baskını yapmalarını… İstanbul’daki esir pazarını… Marsilya, Paris, Saint-Cloud, Versay (Versailles) ve Trianon’u… XIV. ve XV. Louis’lerin dönemlerinde akşamları verilen saray balolarını… Şövalye de Edie ile karşılaşmasını… Palais-Royal, Orléans… Ablon… Cenevre… Sans’ı (Sens) anımsıyordu…

O balolar ne zaman verilmişti?.. Uzun zaman önce verilmişlerdi, ama bugün verilmişler gibi canlanıyordu gözlerinin önünde. Kaçırılarak Karadeniz üzerinden Fransa’ya götürülmüş olduğunu nasıl unutabilirdi? O zamanki yaşı, şimdi, kızının yaşı kadardı, kızının annesi olduğunu kızından saklaması bağışlanacak şey miydi?

Daldığı derin düşüncelerden sıyrılan Ayşet, peder Bourso ile görüşmesine Marie-Angélique’in değinmemiş olmasına akıl erdiremiyordu. Ama hemen kendini topladı: “Mama beni üzmek istememiş ya da pederle görüştüğümü henüz öğrenmemiş olmalı…”

– Kontes Marie-Angélique kendisinden gizlediğim şeyi öğrendiğinde çok kızabilir, Sophie. O konuda yerinde davranmamış isem, Tanrı beni bağışlasın. Mamanın bana yaptığı iyilikler, beni üzdüğü durumlardan daha çok, ondan razı ve memnunum, bildiğim günahlarını bağışlaması ve ona karşı sevecen olması için Tanrıya yalvaracağım. Ama, Sophie, Pati konusunda senden şikâyetçiyim, nasıl kaybolduğunu bana anlatmıyorsun… – Ayşet gözlerinden dökülen yaşları sildi. – Öyle olmasını Tanrı istemiş olmalı… Bolingbrocklar gibi iyi bir ailenin Selini’yi büyütüyor olması gibi, Pati’nin de iyi birinin eline geçtiğini bilsem içim yanmazdı… Hayır, Sophie, küçük kızımı köpeğimle bir tuttuğumu sanma, Edie yakında kızımızı Bolingbrocklardan alacağını söyledi, bunu bir görseydim, ölsem de gam yemezdim.

– Ölmeyecek kişi yoktur, Aisse, acele etme, – Sophie, Ayşet’in iyileşmeyeceğini biliyordu, yine de, ona moral vermeye çalışıyordu, – Tanrıya şükür, bu hafta ayağa kalktın. Sabahleyin, helal olsun, yemeğini yedin. Selini getirilip sana “teyze” (tante) yerine “mama” (anne) dediğinde, şövalyeye de “baba” dediğinde tüm acıların dinecektir.

– Ağzına sağlık, Tanrı seninle beraber olsun, – Ayşet bu sözlere sevindiğini, gözlerine yeniden gelen fer ve yanaklarında beliren pembelikle belli etti, – dediğin gibi olsun, Sophie.

– Dediğim gibi olacak tabii, Aisse, içime doğuyor… Saçına şöyle biraz ellememe izin ver, seni “Adıge meleği” (Adıge melaiçe) diye çağıran Voltaire, bugün yanına gelebilir. – Sophie Ayşet’in saçını tararken Pati’nin kayboluşu üzerine kendisine söyleneni unutmamıştı: – Pati konusunda boşuna bana kızıyorsun, Aisse. Dün sabah bahçeden ayrıldı, ayrılış o ayrılış. Hizmetliler halen onu arıyorlar, mahalleyi baştan sona taradılar, çocuklara sordular, köpek satış pazarına bile gittiler. Umudunu yitirme, kendi gelir ya da onu bulup getirirler.

Ayşet gülümsedi:

– Umut büyük, beklenti değerli, sevinç ve mutluluksa daha değerli. Ama hastanın köpeği haneyi terk etmişse hayra yorulmaz derdi büyük annem, bunun benim için iyi bir şey olmadığını niye saklayayım… Ancak, kim bilir, bir gün, ölümümden sonra dönecek olursa, Pati için sana söylemiş olduğum dileğimi yerine getir…

– Buraya bak, Aisse, – küçük köpek için söylediğini duymamış gibi Sophie, küçük aynayı eline alıp Ayşet’e uzattı, aynaya baktırdı, – bak bakalım, yeni saçının nasıl yakıştığını bir gör, bu beyaz örgülü şalı da omuzuna atar ve altınlarını da takarsan, yeniden kral balolarının yıldızı sen olursun.

– Bırak artık, Sophie, durumumu bildiğin halde, Molière’in bir piyesinde dediği gibi “veba salgını sürerken bana ziyafet” mi verdireceksin?! – Ayşet, Sophie’ye çıkıştı, ardından bir umut ona baktı, ardından ikisi de holden gelen ayak seslerine doğru baktılar, odaya Jeanette-Nicole ile Kontes Marie-Angélique birlikte geldiler. Kontes her zaman yaptığı gibi, yalan ve yapmacık bir tavır takınmadan gördüğü manzarayı övdü:

– Jeanette-Nicole, kendin gör, Aisse’nin daha iyiye gittiğini sana söylememiş miydim? Ben boşuna mı söylemiştim, her bir kişi yılda bir kez olsun vaaz dinlediğinde daha iyi gelir diye. Kimse günahlarını biriktirmemeli. Eğitimli büyük din insanı Edm-Chrysostome Bourso’nun yanına geleceğini bilseydim, kızım, o gün evden dışarıya adımımı bile atmazdım. Tek tük günahlarımın bağışlanması için beni de dinlemesini isterdim.

Jeanette-Nicole, Ayşet’in kendisine sarılmasını içi sızlayarak karşıladı, ama belli etmedi, onu okşayarak konuştu:

– Her zaman olduğun gibi, Aisse, bugün de güzelsin, sağlıklı günlerine dönmeni Tanrıdan diliyorum. Dün kilisede Edm-Chrysostome Bourso’yu gördüm, seni övdü, sana selamını gönderdi, senin için Tanrıya dua ettiğini söyledi.

– Allah senden razı olsun, Jeanette-Nicole. Vaazdan sonra daha iyi olmuş gibiyim. Vücudum, el ve ayaklarım daha iyi, artık öksürmüyorum…

– Tabii öksürmüyorsun, daha da iyi olacaksın, – diyerek Marie-Angélique söze karıştı, – Aisse’nin temiz kalpli, adil ve dürüst biri olduğunu bilge Bourso da görmüş olmalı, seni takdir etti. Öyle olmasaydı kralın vaizi olabilir miydi? Onu bütün bir Fransa tanıyor, Cenevre’de de adı biliniyor ve seviliyor. Bu büyük insanı Kardinal André de Fleury de övüyor, ama bir konuda kırgınım: Tiatinlerden olmayıp yasinistler (dini fraksiyonlar) arasında olsaydı daha sevinirdim. İstediğimiz her şey gerçekleşecek olsaydı, Aisse’nin hasta olmasını ister miydim?.. Ne yapabiliriz, Tanrıya kalmış sorunları biz çözemeyiz. Siz oturun, konuşun, konuşacak çok şeyiniz olmalı. Gidelim, Sophie, sen de biraz dinlenmiş olursun, aşçılarımızın hazırlamalarını istediğimiz yemekleri konuşuruz. Zavallı Augustin-Antoine benden neyi rica etti, biliyor musunuz? Suda pişirilmiş ve üzerine şeker dökülmüş kabak, onu yemek istiyor. Odadan Marie-Angélique ile Sophie ayrıldıktan sonra, Jeanette-Nicole ile Ayşet gözyaşları içinde birbirlerine bakıp bir süre oturdular.

– Umudunu yitirme, Aisse, her şeye gücü yeten Tanrıya güven. – diyerek Jeanette-Nicole Ayşet’e moral vermeye çalıştı. – Kalbinden konuşsan bile Tanrı seni duyar ve anlar.

Geçen aylarda hiç tanık olunmadığı gibi Ayşet’in gözleri ışıldadı, yanakları da pembeleşti ve gülümsedi:

– Tanrı senden razı olsun, canımın içi, boş umutlara kapılmak istemem. Gördüğün gözyaşlarım umudumu yitirmiş olduğum için değil, seni yeniden görmüş olmamın sevinci nedeniyle. Geçmiş yıllardan, günlerden farklı olarak bugün sana teşekkür etmek istediğimi söylemek isterim.

– Niye, Aisse, – Jeanette-Nicole Ayşet’ten duyduğu sözleri vasiyet gibi algılayarak Ayşet’in sözünü kesti, – bana teşekkür etmen, sana öğretmenlik yapmış olmam içinse, ben çok sayıda kız çocuğunu Saint-Cloud’a okuttum.

– Hayır, Jeanette-Nicole, – diye acele söze karıştı Ayşet, – sadece bana öğretmenlik yapmış olman nedeniyle değil, içinden çıktığım Çerkes ulusunu bana unutturmadığın için de sana teşekkür ediyorum.

– Öyle mi diyorsun?.. – Jeanette-Nicole gülümsedi ve şakalaştı: – Arasına getirildiğin Fransızlar içinde kimliğini yitirmeni istemedim. Beni utandırmadın, senin Fransız ve Çerkes özelliklerinden, her ikisinden de memnunum.

– Ben her iki kimliğim ile, hiçbir yere bağlı olmayan, ülkesiz biri olarak kendimi görüyordum… bu da başıma gelen felaketin bir sonucuydu… Senin dediğin gibi umutsuz durumumuz yok, zavallı de Edie’nin de ben ve Selini dışında bir derdi yok. – Kendi kişisel sorunlarını bir yana bırakıp Jeanette-Nicole’e sordu: – Bitmez tükenmez dertlerimi anlatarak seni bıktırdım, Pierre ile senin aranda bazı ufak tefek sorunlar olduğunu duymuştum, Jeanette-Nicole, aranızdaki ilişki ne durumda?

– Doğrusu, Aisse, her ikimiz de sıradan iki din insanı olduğumuz sürece durum fena değildi, ama Pierre başpiskopos olunca, sen de biliyorsun aşkımızı gizlemek zorunda kaldık. Tanrının kabul etmediği bir günahı ne diye yüklenecektik ki, ilişkimizi kestik. Hayır, Aisse, Pierre’i kınamıyorum, kendi sorumluluğumun da farkındayım. – Jeanette-Nicole Pierre ile olan ilişkisinden daha fazla söz etmek istemedi, Aisse’den, beraber iken dikkatini çeken bir şeyi sordu: – Aisse, birini mi bekliyorsun, yoksa oturmak mı seni yormaya başladı? Yorulduysan, benden saklama, seni yatağına yatırayım ya da arkana bir yastık dayayayım. İlaç saatin geldiyse, ilacını içireyim.

– Teşekkür ederim, Jeanette-Nicole, yataktan yeni çıktım, yorulmadım, – Ayşet her zamanki gibi öğretmenine sevgi dolu bir gözle baktı, neyi beklemekte olduğunu anlamasına şaşırarak başını uzattı: – Bugün seni beklediğim gibi, kıymetlim, iki kişiyi daha bekliyorum, – şık bir gülümsemeyle sözünü tamamladı, – ikisi de erkek.

– Aisse, seni tanıyamıyorum! – diyerek Jeanette- Nicole Ayşet’le şakalaştı.

– Öyle diyorsan, o iki kişinin adlarını da sana söyleyeyim: Voltaire ile de Edie. Voltaire ile benim aramdaki ilişkiyi biliyorsun, senin gibi o da benim öğretmenim. Yıllardan beri ikimizin beklediği haberi Edie’nin getirmesini de bekliyorum.

– Şimdi anladım, Aisse, niçin böyle şık giyinmiş olduğunu, – Jeanette-Nicole Ayşet’e moral vererek onunla şakalaştı.

– Sadece o değil, büyük yazar ve düşünür François Marie Arouet Voltaire’in beni yatakta görmesini istemedim, – daha konuşmasını bitirmeden bahçe tarafından gelen fayton sesi üzerine Ayşet başını kaldırdı, hasta olduğunu unutarak, saçını, entarisini ve yakasını düzeltmeye başladı: – Acaba bu fayton ikisinden hangisine ait olabilir, dedi…

Pencereye koşan Jeanette-Nicole yanıt verdi:

– Faytonla gelen bir kişi değil… Pon de Vel, Voltaire ve de Edie faytondan indiler, yanlarında tanımadığım bir geç daha var…

Marie-Angélique sevinç içinde, hastayı unutmuş halde gelen dört kişiyi eve aldı. İçlerinden Voltaire öne çıktı ve Ayşet için yazdığı şiirini okudu:

 

Kanında gür bir ateş bulunsun,

Soğuk buzlar göğsünde erisin.

İçindeki ateş yüreğinde tutuşsun,

Onun sıcaklığı seni alt etsin.

 

Şiiri okuduktan sonra Voltaire alkışlandı, ardından şiirin yazılı olduğu kâğıdı Ayşet’e uzattı ve gülerek seslendi:

-Aisse, Charlotte-Elizabéth Aisse, benim Çerkes meleğim, her zaman güzelsin, soylu ve fidan boylusun, en çok değer verdiğim yanın akıllı bir kadın, kişilikli ve saygıdeğer bir insan olman, bu şiirimi sana adadım. İyileş, çünkü sana gereksinim duyuyoruz, yalnız değiliz, sevdiğin ve bilincinde olduğun sanat çevresi ve kendi kalbim bunu bana söyletiyor, bunlar ve sanat çevresi sana gereksinim duyuyor. Yanımdaki gençlerden tanımadığın arkadaşımı seninle tanıştırayım: Bir düşünür olmasını beklediğimiz Denis Langer Diderot. Yirmi bir yaşındaki Diderot yanındaki gençlerden bir adım öne çıkarak başıyla Ayşet’i ve Jeanette-Nicole’ü selamladı ve geri çekildi, Voltaire yeniden konuşmasını sürdürdü: – Şimdi Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse de Ferriol ve sen Şövalye Blaise-Marie de Edie ikinizi de kutluyoruz: Küçük kızınızın üzerinize yazılması için gerekli kral buyruğunu Kral XV. Louis bugün imzaladı. Göster, yazılı buyruğu, de Edie!

Ayşet beklediği kararı duyunca ve bu kararı kanıtlayan belgeyi de okuyunca, sevinçten ne yapacağını bilemez oldu. Marie-Angélique de sevince katıldı, Jeanette-Nicole’ün de sevinç gözyaşları döküldü. Kadınları yatıştırma işi Pon de Vel’e düştü:

– Mama, Jeanette-Nicole, ağlamak yerine, Aisse’yi yatıştırsanız daha iyi edersiniz. Sorunu çözen ve kralı ikna eden kişi Voltaire’dir, Şövalye Blaise Marie de Edie de bilinmeyen biri değildir. Sen, Charlotte-Elizabéth Aisse, sen de kralın tanımadığı biri değilsin. Fransa’da aşktan ve sevgiden daha güçlü bir şey bulunmadığını kız kardeşim ile eniştem birlikte kanıtladılar. Voltaire bu iki kişinin temiz aşkı üzerine kitap, opera ve piyes yazma işi de sana düşüyor.

– Öyle diyorsanız, – diyerek Kontes Marie-Angélique hemen ayağa kalktı, – sevincimizden onu yoksun bırakamayız, Kont Agustin-Antoine’ı da sevindirelim. Biz hazırız, birazdan size de haber veririz.

– Olur, mama, sevincimizi paylaşmasını isteriz… – Ayşet gülümsedi, Jeanette-Nicole’e bakıp kontese olur verdi, ardından Voltaire’e seslendi: – Teşekkür ederiz, Voltaire, bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağız, – Ayşet savrulmuş ailesinin bir araya getirilecek olmasına seviniyordu, ama bu sevincinin uzun sürmeyeceğinin de bilincindeydi ve bir iç çekti, bizim için koşuştururken, Voltaire, yazı yazmaya fırsat bulamamış olmalısın.

– Hayır, Aisse, öyle deme. Bildiğin “Brug” piyesinden sonra yeni bir piyes daha yazdım. Adını da söyleyeyim: “Zaire”. Şu an “Sezar’ın Ölümü” (Цезарь ил1ак1э) üzerinde çalışıyorum, bitirmek üzereyim. Evet, küçük kız kardeşim, onları tiyatroda sahnelediğimizde izlersin, ister beni destekle, istersen kötüle, eleştirilerin benim için çok değerli olacak. Sen farkında değilsin, değerli Aissem, sen yaman bir tiyatro eleştirmeni olup çıkmışsın. Öyle değil mi, Pon de Vel?..

 

(Devamı var)

 

 

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 583-590).

 

*****

 

Paris’te Bir Çerkes Kızı – 39 (Son Bölüm) (s. 590 – 599)

 

(AYŞET YAŞAMA VEDA EDİYOR… – SON…)

 

X

“Felaketten kurtulup, mutluluğa kurban gitti” deyimi Ayşet gibi bir taihsiz için söylenmiş olmalı – yıllardan beri bebeği için beklediği sevindirici haberi, verem hastalığından yıkıldığı bir günde aldı. Ayşet veremin umarsız bir hastalık olduğunu; ağır hasta birinin ölmeden önce iyileşir gibi olur dendiğini biliyordu, ama bunu ne zaman duymuş olduğunu anımsayamıyordu, o deyim dün ve bugün aklından çıkmıyor, kimseye bir şey diyemiyordu. Ayağa kalktığı kısa süre elbiselerini düzeltmesine yetmişti.

– Elbiselerimden sana gösterdiklerim senin olsun, Sophie. Nasıl istersen öyle yap. İstersen kendin giy, istersen benden kaldığını belli etmeden sat, – Ayşet kendisine getirilen izin belgelerine bakarak Sophie’ye söylemişti.

– Aisse, neler söylüyorsun, böyle?!.. – Sophie ayakta kalamadı, oturup ağladı. – Kendin için öyle kötü şeyler söyleme, küçük Selini için olsun konuşma…

– Olur, Sophie, olur… – Ayşet zor soluyordu, ama yılgınlık göstermeden Sophie’ye sarıldı, ara verdiği konuşmasına yeniden başladı: – Küçük kızım konusunda işlemiş olduğum günahımı, Tanrı anladı ve beni bağışladı, sıkıntı ve günahlarımı pederime (rahip) anlatmama izin verdi. Şimdi şanslı sayılırım. Ama bu şans yaşamımın son şansı, dün dünde kalır, bugün de bugündür, her iki durumda da yapacak şey yok. Olan olduktan sonra dövünsem neye yarar ki? İçimdeki his bugün yarın dünyamı değiştireceğimi bana söylüyor, sen de bunun farkında olmalısın, insanlığım ve kişiliğim konusunda yanımda olmanı, beni öbür dünyaya uğurlamanı senden diliyorum. Çerkesleri anlatan bu kitapları bana bulup küçük bir kız iken Saint-Cloud’a okutan Jeanette-Nicole’a teşekkür ediyorum, yine teşekkürlerimi yollarım, şimdiye değin biriktirdiklerimi Selini’ye ulaştırırsın. Kral XIV. Louis’nin eşine ilk takdim edildiğimde giymiş olduğum Çerkes kostümünü, Karadeniz’den getirilirken giydiğim şapkamı (pao’yu), Fahri’nin benim için saklayıp verdiği kemerimi, makasımı, yüksüğümü ve iğnelerimi kızıma bırakıyorum.

– Bunları ve daha başkalarını da senin için yerine getiririm, Aisse… – dudakları titreyerek konuştu Sophie. – Böyle şeyler için kaygılanma, bak bugün yarın Selini’nin İngiltere’den getirildiğini ve ona kavuşmuş olduğunu göreceğiz.

– Ben de öyle olmasını isterim, Sophie… – dedi ve sessizce sözünü tamamladı: – Biricik aşkım dışında bu dünyada hiçbir isteğimin gerçekleşmemiş olduğunu biliyorum… Aşkımı yeterince yaşayamadığımı biliyorsun. Kadın onurunun korunmadığı ve kadın için adaletsiz olan bu dünyada başka ne yapabilirdim… Ama bir bebek doğurmuş olduğum için pişman değilim. Utanacak durumlara düşmüşsem de, kirlenmiş bir yaşam sürdürmektense tek kez kirlenmiş kalmayı yeğlerim… – Ayşet’in öksürmesi tuttu ve konuşmasını kesti. Ama ilaç içince nefesi açıldı, ağzından gelen kanın döküldüğü küçük mendilini bıraktı ve sözüne devam etti: – Evet, Sophie, sen uzaklardaki, İngiltere’deki küçük kızım Selini’yi göreceksin diyorsun…

– Şövalye de Edie, Aisse, bugün Sans’tan döner dönmez yarın İngiltere’ye gideceğini sana söyledi ya.

– Bugün, yarın yerine geçmez, Sophie… – Ayşet kendisine söyleneni anlamıştı, gülümsedi. – Edie, yola çıkmadan önce yanıma uğrayacak ve sorunu daha ayrıntılı konuşacaktık. Şimdi Markiz Julie Calandrini’nin bana gönderdiği mektubuna yanıt vermem gerekiyor, yanıt verebilecek miyim, bakayım.

“Bugün seninle uzun uzadıya konuşacak durumda değilim, sevgili Julie’m benim, – diyerek Ayşet yazı yazmaya başladı, – ama en çok bilmeni istediğim bir konuda acele ediyorum. Tanrının izniyle, yazdığım şeyi, dediğim gibi yerine getirdim ve rahatladım. Şimdi bana düşen görev, günahlarımı bağışlatmaya çalışmak ve kalan azıcık ömrümü tamamlamaya çalışmaktır. Günahlarımı Vaiz Bourso’ya açıkladığım yarın yedinci gün olacak. Peder içimi rahatlattı, daha önce olduğu gibi işlediğim günahları içimde saklı tutmuş olsaydım, üzüntü içinde ölümü bekleyerek ve günahkâr biri olarak bu dünyadan ayrılacaktım. Niye dersen, çünkü, şu an iyice güçten düşmüş halde yataktayım.

Benim zavallı Sophie’m üzerimde titriyor, onun benim için kaygılandığını gördükçe, ben de ister istemez daha iyi olmaya çalışıyorum. Sophie büyük bir üzüntü içinde. Öldüğümde arkadaşlarım onu sevecek, koruyacak ve ona sevgiyle yaklaşacaklar. Bunların dışında, ona bir dilim ekmek değerinde bir gelir (irat) bırakmış olduğumu bilmekle de rahatlıyorum.

Şövalye konusunda ise, bir şey söylemeye gerek yok. Onun aşkından daha güçlüsü, daha temizi, daha insanca olanı ve daha güzeli zor bulunur bu dünyada. Küçük kızım için, daha önce sana yazmış olduğum gibi, artık kaygılanmıyorum. O konuda, onun üzerinde titreyecek, onu koruyacak ve onu sevecek biri var. Hayırlısıyla sevdiğim, daha fazlasını yazacak gücüm kalmadı. Benim yaşamım bomboş bir yaşam. Yaşamım boyunca beni sevindirecek tek bir anım bile olmadı. Gözlerimi açtığımdan bu yana üzüntü ve kaygı içinde bir yaşam sürdürdüm, o yaşam içinde hatalarımı anlamaya başladım. Tanrının bana acıyacağına inanırsam, değersiz bedenimi geride bırakacağım andan başlayarak, bana bir mutluluk yolu açılacak olursa, can verecek olmam beni niçin korkutsun ki? Sen uzun yılları yaşadın, sevgili ve değerli Julie, son yazımı burada kesiyorum…”

Yastığı sırtına dayalı yatakta oturan Ayşet mektubuna son verince, ateşlenmiş halde bir süre oturdu, ardından yattı, yüzü duvara dönük ve gözleri kapalı küçük kızının bundan sonraki geleceğini düşünmeye başladı: “… Hayır, hayır, ben kızımı göremeyeceğim… birkaç gün daha yaşama umudum da gözlerimin önünden uçup gidiyor. Edie onu geri aldığında, bunca zorluğun içine attığımız tek kızımıza anne özlemi çektirmez, ama ben annesi olduğumu ona söylemeden bu dünyadan nasıl ayrılabilirim ki?.. Selini’nin annesi olduğumu babası ona anlatır, ama bunu ona ben söyleyemezsem … insan sayılmam, çektiğim onca sıkıntı bana müstahak olur, bunu hak ettim!” – kendi kendisine kızmış olmasından güç alarak, Ayşet yeniden yatağına oturdu, küçük kızına bırakacağı mektubu yazmaya başladı: “Kısa yaşamımda mutluluk kaynağım, biricik ve canımın içi Selini! Bu dizeleri sana yazan kişi, senin “tante” (teyze) dediğin kişidir, ama ben senin annenin kız kardeşi değil, ben senin öz anneninim. Adım Charlotte-Elizabéth Aisse, ben Kafkasya’da yaşayan Çerkeslerdenim. Durumu ve başına gelenleri baban Şövalye Blaise-Marie de Edie sana anlatır. Ben onu seviyorum, o, yurttaşı olduğum Fransa’nın gerçek ve yiğit bir evladı, onu sev ve onunla gurur duy, ona saygı göster ve değer ver, sağlığı konusunda ona destekçi ol, o da sana karşı aynen öyle davranacaktır, bundan kuşkum yok. Biricik küçük kızım, mektubum eline geçmeden önce yaşamımı yitirmiş olabilirim, babanla birlikte mutlu bir yaşam sürdürmeniz için Tanrıya yalvarıyorum. Hoşça kal, anne sevinci ve tadını sana yaşatamadığım için üzgünüm, benim küçük bebeğim. Benim adıma, yerime baban seni öpecektir, sıcaklığım o yolla sana ulaşacaktır, ben bu düşünceyle dudaklarımı bitiştiriyor, bu özlemi içimde yaşatarak, bu geçici dünyayı, bir Çerkes olan ninemin dediği gibi, terk ediyorum. Elinden gelecek olursa, sana ilişkin olarak işlemiş olduğum günahlarımı bağışlamanı diliyorum. Annen Charlotte-Elizabéth Aisse (Çerkesçe adım ile – Ayşet). 26 Mart 1733, Paris.

Öğleye doğru Ayşet’in durumu ağırlaştı: Daha önceleri görülmediği gibi her öksürdüğünde ağzından kan gelmeye başladı, evdekiler ve bahçedekiler yanına koşuşturdular.

– Ağlama, mama (anne), – Ayşet’in öksürüğü kesilince, Marie-Angélique’e öncelik vererek konuştu, – Tanrı alnıma ne yazdıysa o olur, kabullenmek dışında, yapacak bir şey yok. Hepinizden, mama, amcam Augustin-Antoine, kardeşlerim Pon de Vel, Arjantal, Sophie, Laroche, Desten ve diğerlerinden memnunum, kalbinizi kırdıysam, bağışlayın. Julie Calandrini, Bolingbocklar, Pierre, Claudine, Jeanette-Nicole’e de aynı şeyi benim adıma söylersiniz. Aranızda de Edie’yi göremiyorum, Selini’nin işlemleri için Sans’a gitmişti, henüz dönememiş olmalı…

– Yoldan henüz dönmüş olan Şövalye de Edie kendi evine gitmeden, Ferriol’lerdeki durumu öngörmüş olmalı, Ayşet’in odasına koştu, hiçbir şeyi görmeyecek biçimde Ayşet’in yatağının dibine dizüstü çöktü, Ayşet’in ellerini öperek fısıldadı:

– Niye, Aisse, sevgilim, aşkımın güneşi, küçük kızımız Selini’yi beklemeden, onu görmeden… Bütün işlemlerini tamamladım, yarın İngiltere’ye gitmeyi düşünüyordum…

– Senden memnunum, Edie. Bugünlük yanımda kal, Selini ile birbirinizi bulursunuz. – Ayşet entarisinin yan cebinden çıkardığı katlanmış dosya kâğıdını de Edie’ye uzattı: – Bunu küçük kızımıza ver, onu benim için öp. Artık dünya işlerimi burada sona erdiriyorum. Marie-Angélique mama, beni memnun etmek istersen, beni gördüğün gibi, küçük başörtümün uçları ile çenem bağlansın… Ellerim yan tarafımda olsun… Ruhumu teslim ettikten sonra, siz istediğiniz gibi beni toprağa verirsiniz…

Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse-Ayşet Ferriol’ün dünyamızdan ayrılacak olmasını sanki anlamış gibi, Ayşet, uzak olmayan, Saint-Augustin Caddesindeki Kadın Katolik Manastırı’ndaki kilisenin acıklı çan sesini duyunca, göz kapaklarını açmadan “O çan benim için çalındı” dedi ve son nefesini verdi.

 

***

 

SONSÖZ

 

Adıge prens (pşı) ailesi Boletler’in kızı Kontes Ayşet Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol’ün yaşam öyküsü yukarıda anlattığım gibi sona erdi. O öyküde yaşanmış olan olayları, ekleme-çıkarma yapmadan, kendi bakış açıma göre, tabii okuyucu bana inanacak olursa, anlatmaya çalıştım.

Romanı yazdığım süre boyunca üzüldüm, gözyaşlarımı döktüğüm anlar oldu, ama elimden başka bir şey gelemezdi, bir yazar olarak yapmam gereken buydu. Ulusumun yaşadığı yıkımlara (*) üzülmeyeceksem, damarlarda akan kanın tutuşmuş büyük bir ateş olduğu boşuna mı söylenmiş, tarihi roman yazmanın zor olduğunu biliyorum, başıboş bir öykü gibi, ya da başka bir anlatımla parmak ucundan damlama bir şeyler yazmış olabilirim. Ama yazdığım şeyin gerçek olduğunu doğrulamak için, aramızdan ayrılanlar yanında, sağ olanların ve adları kitapta geçenlerin öykülerini de yazmayı son bir görev saydım.

Ayşet’in gömülü olduğu mezarlığı Paris’te ararken, adı söylenen Aziz Roch kilisesine gittim. Kilise kütüphanesinde eski bir belge buldum, belgede şu yazı vardı: “Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol bu mezarlığa defnedildi. Tanıklıklarını Pon de Vel ile de Arjantal Ferriol yaptılar. 28 Mart 1733.

Şövalye Blaise-Marie de Edie ile Selini’ye ilişkin bilgileri de bildirmeye başlayayım. De Edie kızını yanına aldı, evlendirinceye dek yanında tuttu, evlenmedi, altmış yıl yaşadı, 1761 yılında vefat etti. Selini 1740 yılında Nantias Vikontu Pierre de Joubert ile evlendi, kızı Maria-Denisa da evlenince, de Bonneval kontesi oldu. De Nantias Vikontesi Selini’nin ne zaman vefat ettiğini öğrenemedim.

Kontes Marie-Angélique, Ayşet’ten üç yıl sonra, 1736’da vefat etti, Augustin-Antoine kontesten sonra bir yıl daha yaşadı, 1737’de 74 yaşında vefat etti. Kont Pon de Vel 1774 yılında öldü, çok sayıda piyes yazdı. Kardeşi Arjantal 88 yaşında dünyaya veda etti. Arjantal, Paris 4. Oda danışmanı, Parma Dükü’nün temsilcisi olarak Fransa Kralı’nın Saray Bahçesinde çalıştı. Voltaire, Montesquieu ve Diderot ise dünyaca tanınan çalışmalarıyla tarihte yer aldılar.

Diderot’nun “güzel yüzlü” olarak adlandırdığı Claudine-Alexandrine Guéren de Tencin (Tansen) 1749 yılında öldü. Ünlü bir yazar olmuştu. Pierre Guéren de Tancin 1739 yılında kardinal oldu, 78 yaşında 1758’de öldü. Jeanette-Nicole, Kardinal Pierre ile bir ilişkisi kalmamış olarak, mutlu ya da mutsuz bir yaşam sürdürerek, öğretmen ve çocuk yetiştiricisi olarak yaşadı, 73 yaşında 1746 yılında vefat etti ve Ayşet’in defnedildiği mezarlığa defnedildi. Sophie, Ayşet’in vefatı üzerine, haftasına kalmadan Saint-Augustin Caddesindeki Katolik Kadın Manastırı’na kapandı. Her gün Ayşet için Tanrıya dua etti, kendisi için de dua etti, on beş yıl manastırda yaşadı ve vefat etti.

Dr. Laroche ise, Marie-Angélique’in ölümünden sonra Ferriol’lerden ayrıldı, sevgililerinden Lulu’yu yanına aldı ve onunla birlikte 9 yıl daha yaşadı. Desten ise güçten düşmeye başlayınca köyüne çekildi ve köyüne yerleşti, sonu ne oldu, bilinmiyor.

Kontes de Paraber kocasından boşanmış olarak 62 yaşına değin yaşadı, 1755 yılında vefat etti. Paris’te tanınan Voltaire, Montesquieu, Ayşet, de Edie (Blaise-Marie d’Aydie), Pon de Vel, Arjantal, Diderot, G. Walpole gibi edebiyat ve felsefe insanlarının gittiği salonun sahibi olan Markiz du Deffant 88 yaşında, 1780 yılında yaşama veda etti.

Lord Bolingbrok Henry St. John (1678-1751) İngiliz siyasetçiydi, Tory Partisi başkanıydı, yıllarca ülke sekreterliğini yaptı. Eşi Markiz Deschamps de Marcel Marie-Claire idi (1675-1750). Kızları Isabelle Louise Le Valois de Viallet (1696-1777), gücü ve sağlığı elverdikçe Sans’taki çocuk yetiştirme yurdunun yöneticisi olarak çalıştı, ölünce çalıştığı manastırın bahçesine defnedildi.

Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse (Aïssé)-Ayşet de Ferriol’den Büyük Fransız edebiyatının klasikleri arasında yer almasını sağlayan 36 mektubunu yazdığı Julie-Calandrini (1668-1754) 86 yaşında vefat etti. Ayşet’e karşı iyi ilişkileri olan Hercule-André Fleury (1653-1743) 1726 yılından başlayarak ölünceye değin Fransa’nın Baş Kardinali olarak görev yaptı.

Ayşet’in sevdiği sanatçı ve oyuncular? Baron Michelle 76 yıl yaşadı. Baron Lémore yıllarca tiyatroda çalıştı, 1786 yılında 82 yaşında öldü. Pélissier daha 42 yaşında iken 1749 yılında vefat etti.

Üç kişinin daha sözünü etmek isterim: Madeleine (Madlen) oğlunu saygılı, dürüst ve mükemmel biri olarak yetiştirdi, 78 yaşında öldü. Fahri de bir aile kurmuş olarak 93 yaşında vefat etti, Orhan ise 47 yaşında polisle çeteler arasındaki bir çatışmada öldü.

Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse (Aïssé)-Ayşet de Ferriol için kitap yazmış olan kişi sadece ben değilim. Ona ilişkin ya da onun yaşamını konu alan çok sayıda roman, piyes, uzun öykü (повесть), deneme yazısı ve makale yazıldı. Bunlardan bazıları şunlardır: “Аиссе, или Юная черкешенка” (Aisse veya Genç Çerkes Kadını) (Ж.-Ж.-Э. Руа), “История одной гречанки” (Bir Yunanlı kadınının öyküsü) (Аббат Прево), “Мадемувзель Аиссе” (Bayan Aisse) (Кемрбелл Прейд), “М-ль Аиссе и нежный шевалье” (Mlle Aisse ve nazik şövalye) (Клод Ферваль), “Удидивителная судьба мадемуазель Аиссе” (Matmazel Aisse’nin şaşırtıcı kaderi) (Жан де Ивре), “Аиссе. Письма к госпоже Каландрини” (Aisse. Bayan Calandrini’ye Mektuplar) (А.Л. Андрас и П.Р. Заборов), “Шарлотта-Айшет” (Şarlotte-Ayşet) (Шъхьаплъэкъо Хьис)**, “Соременница Волтера, или Черкесская нимфа” (Voltaire’in Çağdaşı veya Çerkes Perisi) (Haşhoj Ray)** (Yayına hazırlayan ve Önsözü yazan Haşuṡe Muhamed)**, “Кавказская пленица, или Тайна мадемуазель Аиссе” (Kafkasya Tutsağı veya Matmazel Aisse’nin Sırrı) (Сергей Макеев). Değişik dönemlerde Жан-Жак Верне, Поль де Сен-Виктор, Жюль Сури, Эдмон Пилон, Эмиль Анрио, Андре Моруа ve daha başka yazarlar da Ayşet konusunda şiirler, denemeler ve makaleler yazdılar.

 

***

Çevirmenin notları:

 

(*) – Rus hükümeti 1864’te Adıge-Çerkeslerin bir bölümünü askeri bir operasyonla Türkiye’ye göç ettirdi, topraklarına el koydu, köylerini, yerleşim yerlerini ateşe verdi ve yaklaşık 625 bin Çerkes’in ölümüne yol açtı.

Daha çok bilgi için bk.

– “Şapsığlar ve Bir Kitap – I”, mefenef.com.

– https://mefenef.com/cerkesler-21-mayis-1864ten-gunumuze-1-1534.html

(**) – işareti olanlar Çerkes yazarlarıdır.

 

Resim – 1 – Ayşet’in yağlıboya temsili resmi.

Resim – 2 – Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin yağlıboya temsili resmi.

 

İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 583 – 599)

 

 

 

 

 

Yorum Yap