AYŞET – 1 -31 (Tarihi Roman; s. 7-8)
İshak Maşbaş (Meşbaşe İshak)
XVIII. yüzyılda Adıgey’in (Çerkesiye) Karadeniz’i kıyısında doğmuş olan kız çocuğu Ayşet’in talihsiz yaşam öyküsüne ve başından geçen olaylara ilişkin olarak İshak Maşbaş (Meşbaşe İshak), yazdığı tarihi romanına “Ayşet” adını verdi. Çocukken kaçırılıp İstanbul’a götürülen, orada, esir pazarında Fransız elçisi Kont Charles de Ferriol tarafından satın alınıp Paris’e götürülen Ayşet, orada varlıklı bir aile ve üst kesim içinde büyüdü ve eğitim gördü. Daha sonra, Ayşet, Fransa’nın tanınmış bir yazarı oldu.
İshak Maşbaş, öbür tarihi Adıge romanları gibi konuyu etraflıca ve derinlemesine inceleyerek, ilginç bir biçimde bize sunuyor. Yazar, sanatsal yaratıcılığını, gerçekçi bir açıdan, Fransa kralları XIV. Louis ve XV. Louis dönemi Fransız toplumunu karşımızda sergiliyor, öte yandan da Voltaire’in “Adıge Meleği” diye adlandırdığı Ayşet’in kişiliğinde kadının saygınlığını, insan ve sevgi kavramlarını, bunları hiçe sayan kişilerin karşısına çıkarıyor.
***
Sevginin tükendiği bir dönemde, o, yine sevmeyi sürdürüyordu.
Paul de Saint Victor
***
ÖNSÖZ
I
Dalgalar şar şar sesleri çıkararak hafiften hafiften kıyıya vuruyor, kıyıdaki çakılları bir ileriye, bir geriye sürüklüyordu. Sekiz yaşlarındaki küçük kız çocuğu bu sesleri dinlerken bir yandan da annesine seslenmişti:
– Anne, biz Adıgeyiz, bu ihtiyar balıkçı bize niye “Çerkes” diyor? Niye öyle söylüyor?
– Bu yaşlı Memet, Türk, onun için öyle söylüyor.
– Türk’se önemli mi, – küçük kızın güzel, siyah ve berrak gözleri parıldadı, – onu adından ayrı bir adla çağırsam onun hoşuna gider mi?
– Onu bilemem, Ayşet. Kafanı öyle şeylerle başını ağrıtma.
– Bilmediğimi öğrenmeyi istemek baş mı ağırtır? “Çerkes” ne demek, anlamı nedir, iyi mi, kötü mü?
– Baban zivshana (-beyimize-) sor. Söylendiğine göre Çerkes, Türkçe “kafa kesen” anlamına geliyormuş.
– Öyleyse iyi bir şey değil o…- Ayşet bir iç çekti, ardından sesini yükseltti: – Türk Memet bizi böyle çağıracak olursa kabul etmeyin, ben de kabul etmem!
– Olur kızım, olur, – anne tatlı bir gülücük yolladı kızına, ama kaygılanmıştı da, bu nedenle ” kafa kesme” sözünü düzeltmek istedi: – Çerkes sözcüğünün anlamı kişiye göre değişir. Adıgeler savaşçı, cesur ve canını esirgemeyen kişiler. Türkler de bu söze bu anlamı verirler. Sadece Türkler değil, Araplar, Ruslar, İngiliz ve Fransızlar da, ne bileyim daha başkaları da bize öyle derler.
– Öyleyse olur, – küçük Ayşet annesini onayladı, ama bilmek istediği bir konuda da kendisini tutamadı. – Saydığın o kişilerin dillerinde de “kafa kesen” anlamı mı çıkıyor?
– Dillerini bilmezsen bunu nasıl öğrenebilirsin ki…Türkler de anlamını bilmeden o sözcüğü kullanıyor olabilirler. Tamam Ayşet, dönelim, arabamız bizi bekliyor, ninen de meraklanmış olmalı.
Deniz kıyısından topladığı renkli küçük taşları birbirine çarparken, bir yandan da Ayşet kendi kendine söyleniyordu:
– Adıgelerin cesur olduklarını bilmeselerdi Türkler bize öyle demezlerdi, değil mi anne?
– Öyle olmalı.
– Türkler uzaktalar mı?
– Ülkelerinin, gemiyle iki günlük mesafede olduğu söyleniyor.
– Türk kızları güzel mi?
Dünyalara sığmayan kızına bir espri yaptı anne:
– Gençleri de güzel, yakışıklı. Ama senden daha güzeli, daha tatlısı benim için bu dünyada yok. Yeter kızım, yeter artık, gidelim. Yarına da soracak bir şeylerin kalsın.
– Öyleyse gidelim, – dedi Ayşet, gülümsemekte olan annesinin elini gıdıklayarak tuttu. Annesinin Fransızlar üzerinde daha fazla durmasının nedenini çözemedi, nedenini sordu: – Fransız dedikleri kişiler de Türkiye’de mi yaşıyorlar?!
– Bilemiyorum…A benim meraklı küçük kızım, ne diye Türkler derken şimdi de Fransızlara taktın?!
– Bilmediğim için…- diyerek Ayşet ayaklarıyla çıkardığı tozları etraftaki çiçeklere saça saça yürümeye başladı.
İncecik beli ve güzel vücudu ile Cenet, kaygılarını duyurmak için Tanrıya yakardı: “Ey Ulu Allahım, bizden sevgini esirgeme, bizi koru, dünyalara sığmayan bu küçücük kızımızın geleceğini mutlu kıl, o günleri bize göster, mutluluk içinde, sevgi saçarak yaşamayı ona nasip et…
(Devamı gelecek)
AYŞET – 2 (Tarihi Roman)
HAPİ CEVDET YILDIZ·30 KASIM 2018 CUMA8 Okuma
İshak Maşbaş
BİRİNCİ BÖLÜM
Kont Ferriol kardeşler Paris’in en zengin ailelerindendi biriydi. Büyüğü Charles, küçüğü de
Augustin’di.
Kont Charles de Ferriol kırkına varmış ama hiç evlenmemiş biri. Paris, Londra, Viyana, Madrid ve Cenova’da dolaşan, nerede sabah orada akşam diye düşüp kalkan, ama dışişlerindeki görevlerini aksatmayan biri. Yakışıklılığı ve yerinde konuşmalarıyla baştan çıkardığı kadın sayısı az değildi. Huzurlarını bozduğu gibi nedenlerle kendilerinden kaçtığı kişiler de vardı, ama buna karşılık etrafında dolanmakta olan, kendisine ilgi duyan ve tanışmak için can atan kişi sayısı da az değildi.
“Paris, Paris, ey Paris!” dedikleri yaşam işte böyle birşey olmalıydı.
Kont Charles de Ferriol’ün kardeşi Augustin evliydi, karısı Marie-Angélique, Paris’in en zengin ve soylu aillerinden Geren dö Tansen’lerin (Guérin de Tencin) kızıydı, Tansen’lerin evi, Saraya, kralın bahçesine yakındı. Erkek kardeşi Pierre, kız kardeşi Claudine-Alexandrine Guérin de Tencin ile beraber oturuyordu. Kont Augustin, Dauphiné ilinin vergi-maliye gibi işlerine bakıyordu. Ayrıca Metsk Meclisi’nin onursal başkanıydı. Pont de Vel ve de Arjantal (Arzhantal) adlı iki oğlu vardı. İyi bir eğitim görmüşlerdi, ailenin şiir, müzik, oyun yazarlığı, tiyatro, edebiyat ve sanata karşı derin bir ilgisi vardı. Ferriol’lerin evinde akşamları birçok eğitimli ve yetenekli kişi toplanırdı. Fransa kardinali de Fleury de aileyi seven, sık sık evlerine gelen biriydi. Orléans Dükü, Bournonville Prensi, Bolingbroke Lordu ve karısı de Marie Claire, filozof Voltaire, Lecouvreur oyuncuları madam du Deffant, madam de Paramber, Malta nişanı olan Blaise-Marie de Edie, Calandrino Markizi ve daha başkaları ikinci planda eve gelenlerdendiler…
Neuve-Saint-Augustin Caddesinde çok sayıda mumla aydınlatılan büyük beyaz evde sadece dört kişi oturuyordu. Mumlardan duyulan çıçıç sesleri Ferriol kardeşlerle Guérin de Tencin’in dikkatini çekmiyordu.
– Yıllardan beri özlemekte olduğum şey sonunda gerçekleşti, – diyerek Charles de Ferriol şampanya dolu bardağını kaldırdı, – kadını ince belinden tuttukları gibi, bardağı da ince tarafından tutuyorum, kaldırın bardaklarınızı, ses çıkaracak biçimde birbiriyle tokuşturalım, bu mutlu günümü paylaşın benimle. Yarın Konstantinopol’a, İstanbul’a gidiyorum. Güneş kralımız XIV. Louis beni elçisi olarak İstanbul’a gönderiyor! Doğu… Siz Doğu’nun ne olduğunu bilir misiniz!..Esmer güzelleri, ince belliler, balık eti kalçalar ve ateşli dudaklar…
– Charles, o saydıklarından önce iyi bir eşin olsaydı daha isabetli olurdu, – dedi, şakaya vurdurarak, biraz da kınayarak Augustin ağabeyine.
– O günlere de erişirim, ama seni bilemem… – diyerek elçi Charles şakayla karışık ama ciddi bir karşılık verdi kardeşine: – Erkek olup da tek bir kadınla yetinmek bana göre bir eksiklik, bir zavallılık.
– Şunun da dediğine bakın! – diyerek, Marie-Angélique, kendinden birkaç yaş büyük olan kocasına bakıp gülümsedi, ardından kaynına laf attı: – Sen kardeşinin tek kadından tad alıp almadığını neyinden bileceksin? Öyle konuşarak, kont, kocamı suçlama, – sonunda işi şakaya vurdu.
– O görüşteysen, kontes, bana laf düşmez. Kardeşime olumlu bakmamı sağladın. Hadi şampanyaya devam, – Kont Charles, şampanya kadehini dolaştırırken yengesinin kız kardeşine sordu: – Claudine-Alexandrine kız kardeşinin dediğinin doğru olduğuna inanıyor musun?
– Kız kardeşim öyle diyorsa niye inanmayayım? – Şampanyanın keyiflendirdiği mavi ama donuk gözleriyle kontun gözlerine baktı. – Dediklerinde olmayacak bir şey göremiyorum.
– Senden memnunum, Claudine, memnunum, – Kont Charles ayağa kalktı, şampanyasını yudum yudum değil bir dikişte içti, yumuşak ve okşayıcı bir sesle devam etti: – Kadınları sevmem işte bu nedenle…Türkiye’ye gitmeyecek olsaydım, Claudine-Alexandrine, sana kur yapar, seninle evlenir, kardeşim Kont Augustin-Antoine’a inat bir yuva kurmuş olurdum.
– Hepsi bu kadarcık mı? – Claudine-Alexandrine, kız kardeşini bir yandan süzerek konta karşılık verdi.
– Ne demek bu? – İlkin Charles de Ferriol, kendisine dokundurulan lafı kavrayamadı, ardından durumu anladı ve kendine geldi: – Hayır, hayır, üçünüz bir olup üzerime gelmeyin. Fransa’nın dış ülke sorunlarını çözüp döndüğümde, işte o zaman o sözümü yerine getireceğim.
– Doğu’nun esmer kadınları, ateşli dudaklar, ince beller?.. – diyerek Marie Angelique güldü.
– Onlardan sonra, madam, onlardan sonra kız kardeşin Claudine-Alexandrine’i alacağım, o zamana kadar yaşça da büyümüş, olgunlaşmış olur…
– O, büyüyeceği kadar büyümüş zaten, kont, – Şimdiye değin gülümseyip oturmakta olan Augustin-Antoine söze karıştı, – Sana varır mı, orasını bilemem. Peşinde dolanan kişi sayısı az değil. Orléans Dükü Philip ile Dubois kardinalinin de bunlara katıldığı söyleniyor.
– Evet?! – dedi Fransız elçi söylenen sözlere inanmış gibi. – Bana varır mı, varmaz mı, bilemem, ama Orleanslı o sinik kişiye ve Duboislı ihtiyara sakın aldanma… Ben yarın uzun bir yola çıkacağım, dinlenmem gerekiyor… – diyerek Charles de Ferriol ayağa kalktı ama içindeki farklı şeydi: Artık sırasıyla iki sevgilisi ile görüşebilirdi, randevu vakitleri de yaklaşıyordu…
II
İstanbul, 1698.
Paris’e göre, İstanbul çok farklıydı: İnsanlar, giysiler, dil, cadde ve sokaklar, pazar yerleri, evler değildi sadece farklı olanlar, her bir ulusun konuştuğu değişik bir dili, kendine özgü giysileri, elbiseleri vardı, bunları farklı farklı giyiyorlardı. Yiyecekler de farklıydı. Bu gibi şeylere alışılmıştı, ama daha farklı şeylerin alındığı da görülüyordu. Her yöne uzanıp giden yollar, cadde ve sokaklar, evler sıralanıyordu, bunlar da farklı şeylerdi. Dış görünüşleri ve toplum düzenleri bakımında ülkeler birbirlerinden ayrılıyorlardı. Pazarlar, bunların yaydıkları kokular ve çıkardıkları sesler de farklı oluyordu.
Paris’in cadde ve pazarlarında insanlar bir araya gelmiyor, alışveriş yapmıyor, çıplak dolaşıyor, elbise ve yiyecek alınamıyor, yemek yenecek yerler bulunmuyor değildi, ama Kont Charles de Ferriol Doğu’yu masalsı bir ülke olarak tasarlamıştı içinden, kimseyle tanışmamış, bir başına birkaç gün geçirmişti, bu nedenle içten içe yakınmaktaydı: “Neredeler o esmerim güzel kızlar, ince beller, sıkı bacaklar, ateşli dudaklar?.. Oysa kırmızı erkek fesi dışında gördüğüm bir şey yoktu. Geniş siyah entariler, peçeli yüzler, bunları izlemekle ele ne geçer? Konstantinopol, Konstantinopol, ne çabuk Türk görüntülerine bürünmüşsün?! “Ayasofya” katedralini camiye çevirmekle, kenarına minareler dikmekle bu iş biter mi, kentin görüntüsü değiştirilebilir mi?..”
Bir gün İstanbul’da gezerken kilise iken Müslümanlarca camiye çevrilen “Ayasofya”nın karşısında, orasının camiye dönüştürüldüğünü unutup haç işareti/istavroz çıkarınca, bir Türk’ün kendisine “gâvur” diyerek kızdığını anımsadı.
– Böyle boş şeyleri, muallim, kafana takma,- diyerek güzel kara gözlü Fahri kendisine seslendi,- geldiğin yer bir Türk ülkesi, bulunduğun yer de İstanbul. Burada çok şeyler görebilir, duyabilirsin. Yüzyılların birbirinin üzerine bindiği gibi, İstanbul da kat kat birbirinin üzerinde yükselmiş.
– Doğru, doğru, – dedi Charles de Ferriol, tercümanının oynak, yuvarlak gözlerinin içine bakarak. Bir gün konuştuğumuz şeyi ne zaman yerine getireceksin diye soruyor gibi yaparak tercümanını övdü, ondan yana çıktı, – İyi ediyorsun “bana muallim, bilgili kişi” demekle, soydaşlarının bana saygılı davranmalarını sağladın. Ben de Türk tarihine yabancı biri değilim. Karlofça Barış Antlaşması çalışmalarına katılmam için kralımız haşmetmeap XIV. Louis beni buraya gönderdi. İşler iyi gidiyor. İngiliz, İspanyol ve Rus elçilerini etkiledim, iki hafta içinde İspanyollara da istediğimiz şartları kabul ettirdik. Bu nedenle üzüntü ya da belirsizlik içinde değilim. İstanbul’u değiştiremeyiz, yüzyılları tersine çeviremeyiz, dediğin gibi yüzyılların çözemediği şeyler için başımızı ağrıtmayalım, – elçi Charles’ın sevinci yanaklarına yansıdı, – Daha iyi bir şey söylemeyeceksen, anlaştığımız üzere gidelim…
– Anlaşmamızı unutmadım, muallim, – bunu bekliyormuş gibi konta karşılık verdi Fahri, – Öyle istiyorsan, para ve zamanın da varsa, dediğin gibi olsun.
– Ben her zaman hazırım. Para konusunu dert etme, – Charles de Ferriol’ün yanakları kızardı, kalın dudağının sol ucu titreşti. – Ayarlayabileceksen akşama çok iyi olur. Kalp ve beden sağlığım yerinde.
Fahri birçok kez Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde bulunmuş biriydi, Karadeniz’in sağ, doğu yakasında Çerkeslerin yaşadığını da biliyordu, sadece biliyor değildi, gizli ya da açık birçok kez Adıge-Çerkeslerin arasında bulunmuş biriydi. Fransızcasından geri kalmayacak düzeyde Adıgece konuşuyor, Adıge gelenek ve göreneklerinden anlıyordu. Tuapse, Soçi, Anapa gibi yerlere ve yakını yerleşimlere uğramışlığı vardı. Sonbahar mevsimi gelip deniz yolları kapandığında denizaşırı yolculuğu son buluyordu. Böylesine dönemlerde tercümanlık ve rehberlik yapıyordu. Charles de Ferriol gibi, yurt dışından gelmiş kadın düşkünü kişilere rehberlik ediyordu. Evli değildi, evlenme, kız kadın derdinde olan biri de değildi. Birkaç yıl önce Tuapse’de kendisine oynanan bir ‘oyunu’ kimseye anlatamamıştı.
– Yapamayacağın bir şey değil o iş, – Fahri, yüklendiği işin zorluğunu önemsemiyormuş gibi gülümsedi. Eksikliğini belli etmekten de korkuyordu, ama “Bir zamanlar tuttuğunu koparan, örtü altına saklananı kaçırmayan biriydim” diye bir iç geçirdi ve kendi kendisini övdü, ardından kin ve kıskançlık dolu bir gözle, “Sen de başına ne geleceğini bilemezsin…” diyerek, karşısındaki sert ve sağlıklı adama söylendi. – Söyle bakalım ne gibi bir kancık istediğini. Rum mu, İtalyan mı ya da bir Siyahî mi olsun?
– Ne kadar da çok şey sayıyorsun? – Charles de Ferriol sarı kaşlarını yukarı çatıp indirdi, kestirip attı: – Ben öylelerinden bıkmışım. Söyle hadi bir başka kadın adını. Yoksa ben geldim diye Türkler kancık doğurmaz mı olmuşlar?
– Doğurmaz olurlar mı hiç, çok sayıda güzel kızımız var, ancak…
– Tamam, tamam, var kızınız, – Fransız elçi ciddi ya da değil, anlaşılmaz biçimde Fahri’nin sözünü kesti, – Kız mıydı, dul muydu bilmiyorum, bu bahar Paris’te bırakmıştım.
– Niye peki?..- Tüyleri ürpermiş, diken diken olmuş halde, Fahri, belli etmeden gizli bir telaş içinde sordu.
– Niye mi, yatakta beceriksizdi…- diyerek Charles de Ferriol şaka yollu sözünü değiştirdi. – Paris’e gelirsen ateş gibi bir Fransız kadını ile seni bir gece boyu yatırırım.
– Altta kalmam! – Fahri erkeklik tasladı, “altta kalmam” sözü de ağzından düşmüş oldu.
– Böyle sert biriysen güzel, ama kız olsun diye tutturma. Yatakta yaman olacak, sana tatlı anlar yaşatacak olan bir kadın hangi yaşta olmalı, sence, biliyor musun? Otuz, kırk yaşında olmalı. Hadi Fahri, lafı uzatmadan bana sözünü ettiğin o Çerkes kızını getir. Sandık dolusu altın para istemiş olsalar da geri adım atma, beni memnun edecek kişi için paraya acımam! – Charles de Ferriol’ün yanakları tutuştu, sarı gözleri öne fırladı. – “Paris, Paris, oy, Paris!” dedikleri gibi, ben de “Oy, İstanbul, İstanbul!” diyebileyim.
– O konuda sana güveniyorum, muallim, – Kadın tutkusu ve ateşiyle tutuşmuş olan Fransızın ölçüsüz sözleri Fahri’yi çileden çıkaracak düzeye erişmişti, yine de duygularını bastırıyor, onu incitmemeye çalışıyordu. Kızmakta olduğunu belli etmeden sordu: – “Çerkes“ kızı kaç yaşlarında olsun? On beş mi, yirmi mi, otuz mu?
– Ne kadar genç olursa o kadar iyi, – Charles de Ferriol, kadınların yaşları üzerine söylemiş olduklarını unutmuş, tatlı dilli biri olmuştu, ardından merak ettiği şeyi sordu: – Peki, o Çerkes kızına hiçbir erkek eli değmemiş olabilir mi? Mariya Şıyıh (-Bakire Meryem-) diye duyduğum şey ne olabilir?! İlginç, ilginç… Bizim Fransız kızlarımız o işe on iki- on üç yaşlarında başlıyorlar…Söylediklerin doğruysa, dostum, işe Çerkes kızlarıyla başlayalım, daha olgun, kırk yaşında olan kadınları bastıracak denli ateşliler mi görelim. Ama onların beyaz yüzlü-esmer, ince belli, balık etli, ateş gibi dudaklı olmalarını isterim!
– Belirteyim, muallim, çirkin Çerkes kızı olmaz, – kararlı konuştu ve sesini yükseltti: – Onları herkes, bütün bir dünya arzuluyor, fiyatları çok yüksek.
– Kaç kez söyledim, beni vazgeçirecek bir şeyin olamayacağını! – bozulmuş halde para işini sorup duran Fahri’den yaka silkti. – Bu fiyat lafını bir daha ağzına alma! – Kızmıştı, beğenmediği bu konuda tercümanına soru sormadan edemedi: – Yahu, Fahri, dilini tutamıyor musun? Bilemiyorum, sözlerini zaman zaman çelişkili buluyorum.
– Soru sorma biçiminden, muallim, bana gerekli yanıtı vermiş oldun, benim buna ekleyecek şeyim olamaz. Ama ne yaparsın, tercümanlık zor şey, bilirsin. Bütün bir gün dur durak bilmedik, dediğin her şeyi – darılsak da, çatışsak da – söylediğin her şeyi aynen tercüme ediyorum. Bazen aynı şeyi iki-üç kez tekrar ettiğim, canıma tak ettiği anlar oluyor. Bunu senin için değil, İspanyol fırlamaları için söylüyorum.
– Evet, evet, tercümanları bugün tanımış değilim, Avrupa boyutunda çatışmalı ülkeler arasındaki birçok sorunu çözmeyi başarmış biriyim. Elçilik zor bir meslek. Ama mesleğini sever, üşenmeden çalışırsan, akıllı olduğunu ispat edersen ve kendileri ile beraber işi yürütürsen, tarafına çekemeyeceğin dostun ve düşmanın olmaz. İşte böyle Fahri, senin işin de basit bir iş değil, ayrıca istediğim ufak tefek işleri de senin sırtına yüklüyorum, hizmetlerinin hepsini dikkate alır, seni memnun ederim.
– Teşekkür ederim, muallim, beni anlayabildiğin için.
– Teşekküre gerek yok! Sana bir şey daha söyleyeyim, – İstediği her şeyi alabilen şımarık oğlan çocuğu gibi Kont Charles de Ferriol’ün gözlerinden sevindiği belli oldu. – İşimi başarıyla tamamlayıp Fransa’ya döndüğümde Güneş kralımız beni Fransa elçisi olarak Türkiye’ye göndereceğini söyledi, Fahri, bana karşı üşengeç olma, sana yüklediğim işleri yerine getirirsen, bunun yararını görürsem, memnun kalırsın… Ey İstanbul, İstanbul, doğulu şehrim, güzelliğini ve zevklerini benden esirgeme, cici Paris, özlemin içimde kalıcı, güzel, esmer ve beyaz, ateş dudaklı kadınlarını bir kez olsun unutmama izin ver!
Fransız elçisinin kendine olan güvenini Fahri kafasını sallayarak destekliyordu, kendi eksikliğini unutmuş gibiydi, ama kendisiyle böbürlenen bu adama da kızmadan edemiyordu: “Sırtta taşınan bu beyefendinin zevkine bak!.. Böyle adamları olan bir ülkeye Allah acısın…”
(Devamı gelecek)
AYŞET – 3 (Tarihi Roman; s. 16-22)
HAPİ CEVDET YILDIZ·3 ARALIK 2018 PAZARTESİ3 Okuma
İshak Maşbaş
III
Charles de Ferriol, kadın satılan yerden (haram/ kadın evi) kendisine getirilen Adıge kızının, karşısında nasıl titrediğini unutamamış, görüntüsü hâlâ gözlerinin önünden gitmemişti. Genç kadının tadını görmek için üzerine nasıl abandığını, onun da kendi iffetini (namusunu) korumak için nasıl yalvardığını bir türlü aklından çıkaramamıştı. Senin için saydığım parayla senin gibi birkaç kız daha alırdım, tatlı yanını, yumuşacık vücudunu neden benden uzak tutuyorsun diyerek onu nasıl yatağa attığını, ardından kızın bayılıp kaldığını ve zar zor ayılttığını anımsadıkça kendi kendisini suçluyordu. Kadın satılan evin baş kadınına ödediği bedel karşılığında kızı kurtarmış olmasıyla da teselli buluyordu.
Koca gözlü Türk kadınından kendisini o gibi durumlardan uzak tutması için ricada bulunmuş olduğunu Fahri’nin doğrulamış olmasından da memnun kalmıştı: “O kadar çok para alırsan elbette sağır ve dilsiz olursun”. Ah yandığım, o yuvarlak kalçalı ve iri gözlü kadını kaçırmamalıydım…Bana zevk tattıracak olanı bırakıp Çerkes kızının ham tadına kapıldım, bu bana müstahak! Hayır, hayır, bu nedenle Çerkes kızlarını iteleyecek değilim, onlarda anlatılamayacak çekici bir yan var. O ürkmüş genç kızın ateşli kalın dudaklarının ve yuvarlak göğüslerinin sıcaklığı şimdiye değin belleğimden gitmiş değil… Çerkes kızlarının tadını almadan duramam, niçin durayım ki… Küçük kıza kapılmadan o getirilen beyaz yüzlü, ince uzun sırtlı kadını seçmeliydim, asıl zevk o gibi kadınlarda, adamın içini eritirler… ”
Charles de Ferriol kadın konusunda yakınıyordu ama kadınsız geçirdiği bir İstanbul gecesi de yoktu. Sınırsız aşk zevklerinden yorgun düştüğünde, ara verip dinleniyordu. Ama, dediği gibi, yeteneğini göstermek için hiçbir resmi toplantıya katılmayı da ihmal etmiyordu. Ayrıca Charles de Ferriol’ün ilginç bir yanı vardı: En yoğun ve en acil iş içinde olsa bile kadın konusunu ihmal etmiyordu. Şimdi de hiç giremediği haremlere girmekten kaçınmıyordu.
Birkaç gün sonra tamamlanacak olan barış antlaşması için yapılan toplantıda akıcı Fransızcası ile konuşmakta olmasına karşın toplantının sona ereceği saati sabırsızca bekliyordu. O Adıge kadını bir yana, ardından getirilen kadınlardan memnun kaldığını unutmuyordu: “Bizim Fransız kadınları yatakta becerikliler, yamanlar diyoruz, ama Çerkes kızları ile boy ölçüşemezler.Güneş kralımızın yatağına bir Çerkes kadınını atabilmiş olsaydım, bu hizmetimi asla karşılıksız bırakmazdı…Orleanslı çapkın dük de beceriksiz biri değil, vermesen bile elinden kapar…”
Başında kırmızı fesi ile Charles de Ferriol Cuma günleri Boğaz kıyısında dinlenmeyi seviyordu.
Tatlı Boğaz serinliğini soluyarak Charles de Ferriol ile tercümanı Fahri bir sahil bahçesinde oturuyorlardı. Fransız elçinin önünde kırmızı burbon şarabı duruyordu. Rengi şarabın renginden aşağı olmayan kırmızı sıcak çay bardağından Fahri, dikkatle, yavaş yavaş çayını yudumluyordu. Fahri’nin şarapta gözü yoktu, varlığı, yokluğu umurunda değildi. Kont kırmızı fesli garson çocuğa şarap getirmesini söyleyip kadehini doldurturken, işte o zaman masada şarap bulunduğunun farkına varıyordu.
– Yahu bu şiş göbekli çay bardağını bırak da, birlikte birer şarap kadehini kaldıralım, – dedi Fahri’ye Kont Charles de Ferriol.
– Olmaz, olmaz, – diyerek iki eli ile kendisini koruyarak geriye çekildi ve “o şey çok günah” dedi. Allahın yasakladığı içkinin bulunduğu sofrada oturduğum için, kimsenin umurunda olmasa bile Allah’ın beni bağışlamasını diliyorum.
– Seni gidi Mariya Şıyıh (-Bakire Meyem), – diye Charles de Ferriole yüksek sesle konuşmaya başlayınca, Fahri başını başka tarafa çevirdi, – Müslümanlar niçin yoksul kişiler, yaşatacak şeyi görmüyor, öldürecek şeye ise bayılıyorlar. Kusura bakma Fahri, – şarapla coşmuş kontun dili çözülmüştü, – bu dünya için geçici bir sınav dünyası diyor, kendinizi bu gibi dünya zevklerinden yoksun bırakıyorsunuz. Haçlı diyorsunuz bize, ama biz Tanrının bağışladığı tek bir yaşam süresince almamız gerekeni alıyoruz. Tanrı öldürme, hırsızlık, ne bileyim, daha başka olmayacak günahlardan uzak dur diyor, kapıyı kapatıyor, mutluluk verecek şeylerin kapılarını ise bize açıyor. Sadece siz Türkler değil, öbür Müslümanlar da kadınları eve hapsediyorsunuz, yüzlerini, bedenlerini ayak uçlarına değin başkalarının göremeyeceği biçimde örtüyorsunuz. Hilebazsınız siz. Peki güzel kadınları haremlerde satışa çıkarmanız, satmanız günah olmuyor mu? Bak bu çay bahçesinde tek bir kadın garson bile yok. Yediğimiz, içtiğimiz şeyleri bize getiren güzel bir kadın olsa daha iyi olmaz mıydı?..
Fransız elçinin sözlerini umursamayan Fahri’nin başka bir derdi vardı: “Ne dersen de, bizi kötüle, İslam dinini de tozutup dur, ama bana vereceğini söylediğin para konusunu unutma. Anımsatsam mı? Öyle ama bu keyifli durumunda ondan söz açmak doğru olur mu?.. Yarın, yarın. Kont beni kandırmış olabilir mi?.. Bunu yaparsa İstanbul’u ona dar ederim…”
Fahri, geçtiğimiz gün, Charles de Ferriol’a yönelik yersiz kuşkular duymuştu, bugünse barış antlaşmasının sona erdiği gündü, kuşkuları yersiz çıkmıştı. Kont bütün bir ay boyunca ödediği paranın iki mislini vererek onu memnun etmek istemişti.
– Memnun oldun mu eski dostum? – Soğukluk içermeyen bir sesle sordu.
– Memnun olmaz mıyım hiç! Bu fazladan verdiğin parayı vermeseydin bile memnun olurdum, – dedi ve “daha fazlasını vermiş olsaydın yoksul düşmüş olmazdın, dişi köpekler için harcadığın paranın yanında lafı bile olmazdı” diye iç geçirdi.
– Helâl, helâl, hak ettin bu parayı. Daha fazlasını gereksiz yerlere harcadığımız da çıkıyor. Kralımızın bana yüklediği görevi başarıyla tamamladığım için sevinçliyim. Hizmetim devlet hazinesi değerinde. Burada üç gün gibi kalıp, – içinden gelerek gülümsedi Charles de Ferriol, – evime, Fransa’ya döneceğim. “Paris, Paris, tatlı Paris!..” seni özlemiş olsam da, gönlümün bir parçasını İstanbul’da, İstanbul Boğazı’nda bırakmış olarak geliyorum. Haydi, eski dostum, gidelim, Paris’te beni bekleyenlere elim boş dönemem, büyük-küçük olsun, hediye beklerler, neden böyle olduğunu anlayamıyorum. Pısırık kardeşimin adı Marie-Angélique olan bir karısı var, hediye götürmezsem beni eve bile sokmaz. Kız kardeşi Claudine-Alexandrine dersen, o da öyle…bilmiyorum onları nasıl memnun etsem…
– Güzel kadın mı? – ne dediğinin farkında olmadan Fahri’nin ağzından döküldü.
– Güzelden de öte…Yeni yetme bir genç kızı memnun etmek kolay olmaz. Merak ediyorsan yaşını da söyleyeyim: On altı yaşını geride bıraktı. Bir ara Paris’e gelecek olursan seni onunla tanıştırırım.
– Paris’te ne yaparım, işim aşım yok dedikleri gibi.
– Bilemezsin, bilmediğin konuda konuşma.
– O da doğru.
Öğle sonrası esir pazarının yanından geçerlerken, Kont Charles de Ferriol, bir şeyi unutmuş gibi durdu:
– Şu pazara birlikte bir bakalım.
– Pis kokulu bu yerde ne işimiz var? Geçen gün gezmiştik ya…
– O, o gündü, şimdi başka bir gündeyiz, – diyerek Charles de Ferriol arkadaşına bakmadan pazara doğru yürüdü, esir kadınların satıldığı yere doğru gitti.
Müşteri bekleyerek yerde oturan bir kadın grubunun önünden geçerken dokuz yaşlarındaki bir kız çocuğu duraklamasına neden oldu.
Charles de Ferriol’un gözüne ilk çarpan şey küçük kızın güzel uzun boynu oldu. Bacaklarının uzunluğu da dikkatini çekti. Benimle ilgili ne gibi bir niyeti olabilir diyormuş gibi, ince kaşları ve uzun kirpikleri arasından umutsuz ve üzgün bir bakış yansıyordu. İnce uzun kafası yuvarlak omuzları ile uyum içindeydi. Görünüşü, bakışları, oturuşu ve bedeni ile diğerlerinden farklıydı.
– Kaldır bunu, göreyim, – dedi Charles de Ferriol küçük kıza karşı içinde doğmuş olan merakla satıcıya seslendi: – Kaça satıyorsun bunu?
– Bunun fiyatı diğerlerinden yüksek, – diyerek tütünü konmamış lülesini çekmekte olan siyah kaşlı adam, alıcıyı fazla önemsemeden konuştu.
– Ben bunu soruyorum, diğerlerini değil.
– Sana söylenene yanıt ver, – dedi Fahri Türkçe olarak aksi Türk yaşlıya, arkadaşına iyilik yapmak isterken, satıcının kızın fiyatı yükseltmesine yol açtı. – Sen bilmiyorsun, bu konuştuğun kişi Fransa’dan gelme, kendi padişahlarının elçisi, uzatma, yanıtını ver.
– Ben niye uzatayım ki? – Türk lülesine tütün doldururken konuştu. – Ben konuşacağım birini aramıyorum, malımı satın alacaksa söylesin. Bunun için yüksek fiyat isteme nedenimi söyleyeyim, – dedi ihtiyar Türk, yumuşamış sesiyle, saygılı bir biçimde. – Bu kız Türk kızı değil, Rum kızı, Arnavut kızı, Sırp kızı ya da Rus kızı da değil. Görüyorsunuz Çerkes kızı, prens (pşı) soyundan gelme. Getirilmesi uğruna çok kişi can verdi, çok zahmet çektiler. Alacaksa bin beş yüz lira versin, tek kuruş indirim yapmam. Acelem olmasa bu kızı iki bin liraya da satabilirdim, – diye eklemede bulundu.
Charles de Ferriol parayı çıkarınca esirlerden siyah koca göğüslü bir kadın Fransızca laf attı:
– Bu göğüssüz ince bacaklı kıza Fransa’dan gelip ne diye tutuldun ki, beni satın alsaydın daha iyi ederdin, ben de rahatlamış olurdum, seni de memnun ederdim.
– Türkiye’ye ikinci gelişime kadar beklersen olur, – diyerek Charles de Ferriol bir espri yaptı, – Tanrı yardımcın olsun.
– O zamana kadar yaşlı biri olmayacaksan, seni beklerim. – kadın hazır cevap çıktı.
Hâlâ adını bilmediği kızı esir pistinden indirmek için elini uzattığında, kızın kendi eline sertçe vurduğunu gördü, bu durum Charles de Ferriol’u kızdırmıştı, ama işi şakaya bağladı:
– Küçük kız, elini çok erkenden bana uzatıyorsun… Gelecekte ne yaparsın, işte onu bilemiyorum…
(Devamı var)
AYŞET – 4 (Tarihi Roman, s. 22-25)
HAPİ CEVDET YILDIZ·4 ARALIK 2018 SALI7 Okuma
IV
Marsilya iskelesinde Charles de Ferriol göğsünü gererek temiz havayı içine çekti ve tercümanı Fahriye seslendi:
– Dostum, işte Fransa. Bak, havasını solu, dinlen, kısa ve uzun eteklileri izle, onlardan birinin tadını tattırmadan seni Türkiye’ye göndermem. Benimle gelmeseydin bu küçük kızla ne yapar, nasıl anlaşabilirdim? Anımsıyor musun bilmediğin konuda tanıklık yapma dediğimi.
– İnsan hatır tanımaz diye bir şey duydun mu, muallim? – Fahri, Charles de Ferriol’ün gerisinde kalmadı. –Ben de hatır diye bir şey bildiğimden, dil bilmeyen bu küçük kızla seni baş başa bırakmayı kendime yediremedim, işlerimi bir yana atıp seninle yola koyuldum.
– Bu yaptığından pişman olma, ben sözümü çiğnemem. Küçük Çerkes kızı biraz Fransızca öğreninceye kadar bizde kal, sonra memnun ederek seni memleketine yolcu ederim. Ama olayların farklı gelişeceğini umuyorum Fahri. Güneş kralımız beni beğenmişse, seninle birlikte Türkiye yolculuğuna da çıkabilirim.
– Ya küçük kız?
– Onu da düşündüm. Kardeşim Augustin-Antoine ve eşi Marie-Angélique’e bırakacağım, Claudine-Alexandrine de ablasına yardımcı olacak. Malın mülkün varsa, sen de benden iyi bilirsin, her kapı sana açılır. Başka çare kalmazsa , masrafını karşılayıp onu manastırda büyüttürür, okuturum. Ama içinden çıkamadığım şeyi sana söyleyeyim, Çerkes kızının telaffuz edemediğim o adı… Adını nasıl söylüyor?
– Ayşa.
– Evet, öyle, Türkçesini söylediğin o Çerkes adıyla, duyanın benimle dalga geçeceği biçimde Ferriol’lerin evine götüremem onu.
Charles de Ferriol ile Fahri’nin konuştuğu Fransızcayı iki aydan beri duyan Ayşet, ne denli yabancılık duysa da kulağı Fransızca seslere alışmaya başlamıştı. Birkaç küçük sözcüğün anlamını kavramış, konuşacak düzeye gelmişti ama tüm tatlı sözlere, yalvarmalara karşın konuşmuyordu. “Bonjour” – Günaydın, “mersi” – teşekkür ederim gibi iki sözcüğü kapalı pembe dudaklarından dökecek hale gelmemişti henüz, duyduğu sesler kendisine çirkin geliyor, inatçı küçük bir uzun saçlı kız olarak oturuyordu. Bir gün Marsilya kenti limanında kendisine yapılanı unutamıyordu. Kendisine giydirilen entari, ayakkabı ve şapkaya ne gibi bir gereksinimi vardı ki. En iyi yaptığı şey, Türk haydutların evlerine baskın yapmalarından önce annesi Cenet’in kendisi için diktiği ve altın iplikle işlediği şapkasını, başka şapkayla değiştirip atmak istediklerinde kapıp geri almış olmasıydı. “Kirlenmiş, ezilmiş olması önemli miydi… temizler, düzeltirsen eskisi gibi olur. Esir kızlardan biri onu benden kapmaya kalkışmıştı!.. Siz bilmiyorsunuz ama o benim annemden kalan tek anı! (нэпэеплъ!) Babamın keçi derisinden kestiği ince kemerimi ise attılar…”
Ayşet’in küçücük kalbi bunalmış, ne denli sıkıntı içine düşmüş olsa da, en zor durumunda bile, yakınmayacağına, yalvarmayacağına içinden ant içmiş, bugün de direnme gücünü kanıtlamıştı.
At arabasında (fayton) giderlerken iki adamın kendisi ile ilgili konuştuklarını anlıyor, ama üzerinde durmuyordu. Küçük ince kafasındaki kaygısı başkaydı: “Bu kızıla çalan koca yüzlü adamın, Charles de Ferriol’ün adı ne de uzun, ne de ilginç, beni satın alıp denizleri, karaları aşıp niçin evine götürüyor? Bana ilişkin niyeti ne? Çocuğu mu yok yoksa?.. Beni doğuran talihsiz anne ve babam dururken ben onların nasıl kızları olabilirim? Bilmiyorum. Yoksa bana acıdığı için mi? İyi insan ise, ne diye beni evimize götürmüyor?.. Anne ve babam ölmüşse, hiç akrabam da mı kalmamış? Bilmiyorum onlar da mı yok olmuşlar… Bu Türkçe-Adıgece karışık konuşan adam da, acıyarak bana arka çıkmaya çalışıyor, öbür adamı bana övüp duruyor, ama iyi biri değil. – Ayşet inildedi, göğsünü bastırarak, kendisini gemledi: – Çaresiz kalırsam bunlarla da geçinirim. Yediriyor, giydiriyorlar, ne desem, ne kadar kendilerine karşı çıkmış olsam bile kızmıyor, beni tatlı dille karşılıyorlar. Beni evimden çalıp deniz ötesine getiren kişidir asıl kötü olan, Allah ona belâsını versin!..”
Fahri’nin kafasında değişik düşünceler uçuşuyordu: Bir yönüyle Charles de Ferriol’ü memnun etme, bitmez tükenmez isteklerini yerine getirme, diğer yandan da kendi yalnızlığı ve şimdi de buna eklenen kimsesiz küçük kızın sorunu: “Malın mülkün çoksa açamayacağın kapı yok. “Türk adı” zor geldiği için kızın adını değiştirtecek. Türk adı değil o ad, aslında Çerkes adı! Unutmuş olamazsın Çerkes kızlarının adları güzel diyerek, şarkılarını dinleyerek haramlarda (- kadın satılan evlerde-) geçirdiğin günleri!.. Bu küçük ve kimsesiz çocuk için onca parayı ödemesi nasıl açıklanabilir? Kıza ilişkin niyeti nedir?!”
– O Türk adı Fransızca olarak telaffuz edilemez mi? – diyerek, Fahri, düşündüklerini ve şimdi kafasında oluşan ve kendisini rahatsız eden sözlerini, kontun “Türkçe ad” diyen küçümseyici tavrını beğenmiyordu. Biraz da alttan alarak Charles de Ferriol’a sordu.
– Hayır. “Aysse” (Aïssé) diyerek onu çağıramam. Ona vereceğim Fransızca adı buldum bile. Dinle: Charlotte- Elizabéth”. Duyuyor musun ne kadar da güzel bir ad. Bugün Lyon’a vardığımızda Saint-Jean Katolik Kilisesi’nde o adı senin adın olarak yazdıracağım!..
… “Charlotte- Elizabéth” Fransız adı Ayşet’e verildi, ama küçük kız o adla çağrılmaya razı olmadığını yüksek sesle haykırdı, kızın diretmesi üzerine yeni adına Adıge adı “Ayşet” (Aïssé) adı da eklendi.
(Devamı gelecek)
Ayşet- 5 (Romandan bir parça, s.25-33)
HAPİ CEVDET YILDIZ·6 ARALIK 2018 PERŞEMBE5 Okuma
İshak Maşbaş (Meşbaşe İshak)
V
Dört at koşulu araba (landon), önde iki at, geride iki at daha, alabildiğine, sonbahar serinliğinde koşuyordu. Arabadakiler Marsilya, Avignon (Avinyon), Valance (Valans) kentlerini, daha küçüklerini, irili ufaklı köyleri, dağ kalelerini çoktan geride bırakmışlardı. Rhône (Ron) ve Saône (Son) nehirlerinin birleştiği yerdeki Lyon’da Charles de Ferriol (Şarl dö Feriyol), küçük Müslüman kız Ayşet’i, hiç hazır olmadığı halde, Katolik dinine göre vaftiz ettirip Fransızca adını kayda aldırmış, Savoie (Savuva) yöresindeki dağları geride bırakmış, daha ilerideki sıra sıra dağ sırtlarını da aşmış durumdaydı. Melun (Mölan) şehri yakınlaşmış, Paris’e de az bir yol kalmıştı.
Hava güneşli ve sıcaktı, atlar koşuyor, soluyorlardı.
– Yahu, Fahri, – Charles de Ferriol kendini daha fazla tutamadı, – küçük kız kendisine verdiğim adı beğenmemiş, bana küsmüş olabilir, ama senin bu güzelim dünyaya küsmüş olman niye?
– Yok öyle şey, herşey güzel, gayet iyi.
– Öyleyse sorun yok. Charlotte-Elizabéth Aissé (Şarlot-Elizabet Ayse) Fransa’yı beğenmiş mi, sor bakalım, – adını duyunca hızla başını kaldıran küçük kız konta gülümsedi, – evet, evet, artık güzel adını unutmayacağım.
Fahri’nin sorduğu ‘Fransa’yı güzel buldun mu?’ sorusunu Ayşet hemen yanıtladı:
– Bizim ülkemiz daha güzel!
– Bu yöre de güzel… – Fahri, öncelikle Ayşet’in demediğini Charles de Ferriol’e söyleyip asıl dediğini tercüme etti.
– Güzel, güzel, bir şey deme. Herkes kendisinin olanı güzel görür, benimser, olmayacak şey demedi, – “hiç farkında olmadan ileride çok daha güzel olacak akıllı bir kız çocuğunu satın almış oldum” dedi içinden – Evet, evet, Aissé (Ayse) akıllı ve zekisin. Yeniden düşündüm, güzel bir Çerkes adın da var. Yavaş yavaş bize ısınacaksın. – “Ne olacağına sonra bakarız…” – diye eklemede bulundu.
– Ne diyor bu senin muallimin? – diyerek yarım aydır süren yolculuğu boyunca ilk kez gülümsedi Ayşet.
– Kont seni övüyor.
– Niye, – duyduğu söz Ayşet’i şaşırttı, – Beni övecek neyimi görmüş ki?
– Konuşun, konuşun, – dedi Charles de Ferriol, kendisi için olumlu konuşulduğunu düşünerek Fahri’ye dostça bir göz attı, Ayşet’e de gülümsedi, – benden olumlu söz et. Benim bu küçük kız için yaptığımı, bundan sonrası için yapacaklarımı henüz bilmiyor. Ne olduğumu, ülkedeki statümü, konumumu, elimden neler gelebileceğini ona anlat. Beni kendi halime bırakın, biraz kestireyim.
Fahri’nin beklediği şey de buydu: Ayşet’in kaçırılış gününden başlatarak kızın başından geçenleri öğrenmek istiyordu, ama bunu sormak için fırsat bulamamıştı. Günlerce süren deniz yolculuğunda dalgalarla boğuşmuş, gemide huzurlu bir dinlenme ortamı yakalayamamıştı. Konuşmak için at arabası da uygun değildi. Karşı karşıya bakışıp otururken nasıl konuşur, gizli bir şeyi sorabilirdiniz? Aksine davranırsan, umulmadık durumlarla da karşılaşabilirdin.
Küçük Ayşet, tercüman Fahri için dert miydi ki? Ortalıkta gözükmeden esir pazarlarında az mı insan sattırmıştı? Fahri’nin diğerlerinden farklı olarak bu kız çocuğu ile ilgilenmekte ne gibi bir çıkarı olabilirdi? İlgilenmesi gereken kişi bu muydu, bu kız çocuğu konusunda yanılmış olabilir miydi? Peki, sorusuyla kuşkulandırabileceği bu küçük kıza bir yardımı olacak mıydı? Asıl yardımı kızı satın aldıkları o pazar yerinde yapması gerekmez miydi?
Fahri, dudaklarından hafif horlama sesleri çıkan, yorgunluktan uyuyakalan Charles de Ferriol’a baktı, ardından önüne, yere bakıp oturan Ayşet’e döndü, kendi kendisine kızdı: “Bu kibirli Çerkes kız çocuğu da, bu horlayıp kendini öven kont da bana gerekli değiller! Benim asıl bulmam gereken kişi Tuapse’de beni sakat bırakan yarı Çerkes- yarı Türk İsam. Ölmüş denerek birkaç yıldan beri beni uyuttular, ama şimdi bir iz yakalamış olabilirim”.
– Seni satan tütün içici o ihtiyar mı seni deniz ötesinden kaçıran? – Fahri güven ifade eden yumuşak bir dille küçük kıza, Ayşet’e sormadan edemedi.
– Hayır, – Ayşet, Fahri’nin soru soruş biçiminden kuşkulanmıştı, yine yanıt verdi, ama karşı bir soru da sordu, – Niye sordun?
– Bir şeyden çekinirmiş gibi seni bize ucuza sattı da, ondan sordum.
– Beni kaçıran kişi, beni o ihtiyara sattırdı.
– Peki seni sattıran kim? – Fahri’nin sesinden çok gözleri dışarı fırladı.
– Sizi görünce saklanan kişi.
– Adı ne onun?
– Bilmiyorum. Ama o da senin gibi biri, Çerkesçe ve Türkçe biliyor.
– Kötü hırsız İsam olmasın o dediğin kişi, – Fahri’nin rengi atmıştı, ama işi şakaya vurdurup geçiştirmeye çalıştı ve gülümsedi, – beni ona benzetme, ben Fransızca da biliyorum…
Yeryüzü soru – yanıt, yalan – doğru, gizli-açık, yap – yapma gibi zıt şeylerle dolu bir yer, Fahri bunu yeniden fark etmişti. Dünyamız da, yaşamı ve düzeni, davranış ve hareketleri ile kendi de o çelişik varlıklardan biriydi. Güneş doğup batıyor. Kişinin dinlendiği, altında kötülüklerin gizlendiği geceyi, karanlığı aydınlığa çeviren ve ortalığı aydınlatan gündüz izliyor. Yılın farklı, uyumsuz, karşıt ve barışık dört mevsimi var, mevsimler de birbirini izliyor. Bazen hava iyi/ yağışlı gidiyor, bazen de kurak, bolluk dönemini kıtlık izleyebiliyor. Kıtlık dışlanan, istenmeyen şey, ulusu kırıp geçiren bir yıkım. Hırsızlık, cinayet ve yıkımdan mutluluk denen şey çıkar mı hiç?..
Fahri, kafasında beliren çelişik, birbiri ile bağlantılı sorunlara yanıt verecek, büyüğü ve küçüğü ile bunları karşılaştıracak, onları birbirinden ayıracak durumda değildi o an. Başına gelmiş o uğursuzluğu unutmuş, kaderine razı olmuşken, birden bire, o uğursuzluğun başına geldiği yıllara geri dönüş yapmış oldu. İçinde beliren ateşi, öç alma duygusunu bastıramıyor, kendi kendisini parçalıyor, yiyip bitiriyordu: “Mal mülk biriktirmek mi?.. Mal dediğin gelir, gider, Çerkeslerin dediği gibi, çiy gibi geçicidir. Yeniden doğmayacaksan, dünya mülkünü sunsan bile, durumu eski haline getiremeyeceksen, bu benim başıma gelen şey, geri dönüşsüz, aşağılayıcı bir durum. Evli biri olsaydım çocuklarımla yetinir, bu başıma gelene katlanırdım. Erkekliğimi geri almayı ya da bu küçük Çerkes kızı gibi akıllı bir kızım olacağını bilseydim, bunu, uğruna insanların birbirini kırdığı dünya malına yeğlerdim! Kimim ben? Tek ayakla koşuyor, kanatsız kuş gibi uçmaya çalışıyorum, eksikliğimi gizleyerek kadınlara kur yapıyor, göz kırpacak olduklarında da, çaktırmadan uzaklaşıyorum…”
– Ne oldu, bir şey mi dediniz?.. – Charles de Ferriol uyandı, gözlerini açtı ve ovuşturdu, kusurunu gizlemedi, – Sizi horlama sesimle rahatsız etmiş olmalıyım?..”
Sözleri çevrilince Ayşet gülümsedi ve güzel bir espriyle karşılık verdi:
– Dudaklarından dökülen hafif uyuklama sesinden ne diye rahatsız olalım ki.
– Öyle mi Aissé? – Kont bu söze sevindi. – Benim uyuma biçimim böyle. Horlaman yüzünden uyuyamıyoruz… “kadınlar…” diye başlamıştı, hemen değiştirdi, – birçokları diyorlar… Sen de biraz kestirsen iyi olur, Charlotte Elizabéth, hep oturuyoruz. Fahri, küçük kızıma güzel bir ad buldum değil mi?
– Uyuklama sesin için yumuşak demiş olmamın nedeni, Charles de Ferriol, – eskiden beri samimi bir yakını imiş gibi Ayşet kontun adını söyledi ve nedenini açıkladı, – Babam da senin gibi tatlı bir uyuklama sesi çıkarıyordu, onun için… – küçük kız bir inildedi, ürkmüş halde sustu.
– Öyle mi?.. – Kont kıza sevinerek baktı, aklına nereden geldiğini bilmeden sordu:
– Baban, Aissé, benden daha yaşlı mıydı?
– Senden yaşlı değildi! – Ayşet sustu, ardından daha rahat bir ifadeyle devam etti. – Babamın güzel bir sakalı ve bıyığı vardı, Bolet bey/ zivshan (*) diyorlardı babama.
– Bolet mi dedin?.. – Gereksiz konuşmuş olmaktan pişmanlık duymuş olmalı Kont Charles de Ferriol, kendisi için anlamsız olan bu Bolet adını övdü. – Güzel bir isim.
– Annemin adı da Cenet’ti… – Ayşet kendini tutamadı, ağlamaya başladı.
– Evet, evet, güzelim, felaket, zor şey. Ağla, ağla, Aisse, acını biraz atar, rahatlarsın… Yağmacıların ve katillerin yapmayacağı kötülük yoktur, doğru değil mi, Fahri?.. Anne ve babanın talihsizliğini unutman için seni Fransa’ya götürüyor değilim, onları unutma, kalbinde yaşat. Kötü bir yere düşmeni önlemek için seni evime götürmekte olduğum için sevinçliyim. – Charles de Ferriol ustaca bir taktik değişikliği yaptı: – Annenin adı da çok güzel, niye güzel olduğunu söyleyeyim. Biz Fransızlarda da annenin adına benzeyen güzel bir ad var, Jeanette (Janet) diye. Değil mi Fahri? – dediyse de, niçin sorduğu üzerinde durmadan Charles de Ferriol, farklı bir bahaneyle konuşmasını değiştirdi. – Artık, akşam yemeğimizi yiyeceğimiz yere yakınlaştık. Güneş kralımız ile ara sıra buluşup dinlenmek için mola verdiğimiz Melen’e kısa bir süre sonra varacağız, orada yemek yer, geceyi geçiririz. Sonrası – “Paris, Paris, oy, Paris!..”
– Acele etme, Aissé, – kapı açılmadan önce inme, – dedi Charles de Ferriol,- bizi karşılayanlar sana ellerini uzattıklarında sen de uzat ve seni arabadan indirmelerine izin ver. Bizim Fransa’da kadınlara ilişkin geleneğimiz böyle.
Ayşet, kendisine tercüme edilen sözü dinledi, gülümsedi, dün, önceki gün ve daha önceki gün yaptığı gibi ezilip büzülmedi, elini uzatıp bir kont kızı gibi, ince, uzun ve zarif görünüşüyle arabadan indi.
Birkaç günden beri Paris yolundaydılar, Ayşet’in girdiği lokanta-otel, bugün keyifli olması nedeniyle mi, ne, ona öncekilerden farklı geldi. En iyi lokantalarda olduğu gibi, koşuşup gelen garsonlar değişik içecek ve meyvelerle masayı hemen doldurdular. “Neyi ister, hangi yemeği seversiniz?” diyen birer garson da, koca yuvarlak masada oturan üç kişinin gerisinde durdu.
– Akşama kral sofrası bekleriz! – dedi Charles de Ferriol, ne istediğini belli ederek, içinden geldiği gibi konuştu. – Üç kişi için yetecek ve artacak kadar yiyecek getirin. Bu tercümanımız Türk, Müslüman, şarap içmez, ona kımız (кумыс) getirin.
– Ben kımız da içmiyorum! – Fahri içmenin önünü kesti, “kral sofrasına” da itiraz etti. – Bana domuz etli yiyecek getirmeyin… Bu küçük kıza da…
– Hele, hele, – dedi Charles de Ferriol küçük kızın adı geçince telaşlandı – Müslümanlığını bu küçük kızdan uzak tut Fahri, benim dinim onun da dini. Garson kırmızı burgonya (bourgogne) şarabı varsa, bana en iyisini getir. Güneş kralımızın içtiğinden.
– Siz ikiniz neyi paylaşamıyorsunuz? – diye bu ikisi arasında bir anlaşmazlık mı çıkmış diye Fahri’ye sordu Ayşet.
– Birşey yok, şarap içmeyeceğimi söyledim… – diye konuyu değiştirdi Fahri.
– Charles de Ferriol gülümsedi, tercümanına ilişkin eklemede bulundu:
– Fahri beyaz et de (**) yemiyor.
– Ben de yemiyorum!
– Niye, Charlotte-Elizabéth Aissé, – adının Fransızca kısmını bastırarak, “kral sofrası” kurdurmakta olan Charles de Ferriol Ayşet’e sordu, – ne yemek istiyorsun?
– Ben mi?.. – Ayşet aklına gelen ilk Adıge yemeğinin adını söyledi: – Şıps-past!
– Nedir o şey? – kulağıyla yakalayamadığı şeyin ne olduğunu Charles de Ferriol bilemedi.
Fahri gülümsedi ve Ayşet’in istediği şeyi konta söyledi:
– Şıps-past Çerkes yemeği. Şıps tavuk etinden, paste de mısır unundan yapılır. Çerkesler dana eti, koyun eti, tavuk ve hindi eti, buğday ekmeği, mısır, darı, fasulye, kabak, pancar, lahana, soğan-sarımsaktan değişik yemekler yapıyorlar. Değil mi, Aissé? Sizin Çerkes yiyeceklerinin neye benzediğini ev sahibimize söyledim.
– Evet, öyle! – Ayşet duyduklarına sevindi, siyahımsı gözleriyle konta gülümsedi.
– Çerkes yemeklerini görmüşlüğüm yok, – kont, gülümseyerek kendi kendisini kınadı, – adını söylediğin yiyeceğin nasıl yapıldığını biliyorsan onu hazırlattıracağımız Paris’teki evimize yarın varacağız. Şimdi bize getirilen yemeği ikimiz birlikte yiyelim. Charlotte-Elizabéth Aissé, yemek duamızı getirelim.
– Fahri?.. – kontun söylediklerinde olmayacak birşeyin bulunduğunu sezen, ama niye öyle olduğunu anlayamayan, Ayşet ayağa kalktı.
– O kendi Tanrısına, biz de kendi Tanrımıza yalvaracağız, – diyerek bir şey olmamış gibi Charles de Ferriol kaş/istavroz çıkarmaya başlayınca Ayşet söze karıştı:
– Fahri’nin Tanrıya yalvaracağı gibi ben de yalvarayım, ondan sonra senin Tanrın için de kaş çıkarayım.
– O sadece benim Tanrım değil, Charlotte-Eizabéth Aissé – Charles de Ferriol hoşuna gitmemiş olan şeyi, sesini yumuşatarak Ayşet’e yeniden söyledi, – o senin de Tanrın. Saint-Jean Katedrali’nde kabul ettiğin dine inanıncaya kadar öyle de yapabilirsin. Tanrı işinde zorlama olmaz, içten, candan benimsediğin dindir Tanrı.
Ayşet Tanrı konusunda Charles de Ferriol’ün söylediklerini dinledikten sonra, babasının söylemekte olduğu şeyleri ansızın anımsayarak, sordu:
– Atlara, sürücülere yiyecek söyledin mi?
– Onlara da yediriyoruz, – diyerek kont, “görüyor musun bunun uzandığı yeri… o şeylerden önce benim yaptığımı benimle birlikte yapsaydın daha iyi olurdu…” dedi içinden.
– Bütün gün yorulanlar, biz değiliz, onlar, – isteyip istemediği belli olmayacak biçimde Ayşet istavroz çıkardı, ardından “bismillah” diyerek yemeğini yemeye başladı.
– Amin! – Charles de Ferriol, istekle Ayşet’in demediğini kendisi için söyledi.
Türk Müslüman Fahri ise, Ayşet’in dua ediş biçimini, kontun “amin” deyişini çirkin bularak, kendisi “bismillah” dedi ve elini önce ekmeğe uzattı.
İki Müslümanın “kral sofrasını” istememiş olmasını unutan Charles de Ferriol yemeklerden bir iki lokma alıyor, tabakların değiştirilmelerini istiyordu, şaraptan bir iki yudum alıyor, şişede kalanı yan gözle izliyor, kalın dudaklarını siliyordu. En kırmızı elmaları ve olgun şeftalileri ise Ayşet’in tabağına koyuyor, başka şey isteyip istemediğini soruyordu.
Yemeğini erkenden bitiren Fahri yere çakılmış kazık gibi sofrada sessiz oturuyordu. Güler yüzü ve neşeli haliyle sofrada oturan tek kişi Kont Charles de Ferriol idi. “Bu iki Müslüman yerine karşımda şu iki kadının oturuyor olmasını yeğlerdim. Burası Fransız ülkesi!..Bu dik kafalı küçüğün bize karşı tutumu ne zaman sona erecek, üç dört yıl içinde gelişip çok güzel bir kız olacak…”
– Sofrada sana eşlik eden biri olmazsa başına gelecek olanı budur…- diyordu Charles de Ferriol kadehini kendi kendine kaldırırken. – Haydi garson, burgonya şarabı getir.
– Fazla içiyorsun kont, – dedi Charlotte-Elizabéth Aissé “burgonya” sözünü duyunca, karşı çıktı.
– Öyle mi? Öyle diyorsan, Charlotte-Elzabéth Aissé, içmem. – Biraz ara verip önündeki yarı dolu kadehi önünden itti: – Sıkılmışın gibi geliyor bana Aissé. Fahri, Charlotte-Elizabeth Aissé’nin yatması için gerekli hazırlıkları yaptırıp gel. İkimiz biraz daha otururuz.
Küçük kız masadan ayrılacağı için sevindi, başını hafif eğip selam verdi, Fransızca:
– Merci (mersi), – dedi.
Ayşet’in ilk kez Fransızca merci demiş olması Charles de Ferriol’ü sevindirdi ve ayağa kalkmasına da neden oldu, başı ile kızın selamını alıp karşılık verdi:
– Sana da merci, Charlotte-Elizabeth Aissé. İyi geceler. –Fahri ile Ayşet uzaklaşınca, kont daha fazla sabredemedi, keyifli bir sesle garsonu çağırdı, sofrayı yenile, şu iki bayanı da soframıza getir, – dedi…
(*) – Zivshan (зиусхьан) – haşmetmeap, kral, prens, bey anlamında soyluluk statüsü ifade eden bir söz. Çerkeslerde beyin (pşı) adı söylenmez, üstünlük ifade etmek üzere “zivshan” denirdi. Beyin adını aynı statüde ya da daha üst statüde biri söyleyebilirdi. Zivshan (Han Zeus, Büyük Zeus) Tanrı Zeus ile ilgili de olabilir. Aslında çok eski Çerkes beyleri, prensleri (pşı) kendilerini ‘Güneş soylu’ olarak görüyorlardı. -hcy
(**) – Beyaz et – domuz eti.
(Devamı gelecek)
Ayşet – 6 (Tarihi roman, s.33-42)
HAPİ CEVDET YILDIZ·10 ARALIK 2018 PAZARTESİ4 Okuma
VI
Öğleden sonra güneş ışıltıları altında uzaktan çok katlı yüksek binalar gözükmeye başladı. Yolun sonuna gelindiğini anlayan atlar da hızlanıvermişlerdi. Arabanın tekerleri sırtları yukarı aşağı aşarken oynaşıyor, atların ayak sesleri yankılanıyordu.
Tek bir bulut parçası bulunmayan gökyüzünde bir kartal kanatlarını açmış süzülüyordu. Yaz güneşinden, sıcaktan bunalmış hayvanlar kuyruklarıyla sinek kovuyor, yol kenarındaki ağaçların gölgelerinde bekleşiyorlardı. Küçük bir çoban, oğlan çocuğu, yanında oturan alacalı köpeğine flüt (sırıne) çalıyordu. Tarlalarda tırpan çeken erkekler ve demet bağlayan kadınlar görülüyordu. Ara sıra semiz bıldırcınlar tarlalardan havaya fırlıyor, ama fazla uçmadan yeniden yere konuyorlardı. Çift öküzü salınmış sucu arabasının yanında, ürünü kaldırılmış bir tarlada kız ve erkek çocuklar saklambaç oynuyorlardı.
– Kanğebıĺ (saklambaç) oynuyorlar… -diyerek Ayşet iç çekti. – Biz de sırtta, sırtın eteğinde (тэмашъхьэ) saklambaç oynuyorduk.
Fahri Ayşet’in dediklerini çevirmeden, Charles de Ferriol kız çocuğunun ne dediğini anlamış, kendi algılamasına göre yanıt vermişti:
– Çocukluk-gençlik çağı bir oyun-eğlence çağı deniyor bu nedenle. Tanrı kişinin alnına ne yazmışsa onu yaşar. Soy yönünden kont, meslek yönünden de diplomatım (elçiyim). Fahri çevirmen, gerçek Müslüman. Sen Charlotte-Elizabéth Aissé, şu özendiğin çocuklardan farklısın, bey (pşı) kanı taşıyorsun, sen ve ben Tanrı nasip etti, aynı ailede buluştuk, sen artık bir kontessin, Fransa’nın en varlıklı soylularından birisin.
– Öyle ama beni satın almış değil misin? – Kontun sözünü kesti.
– Seni satışa çıkarmışlardı, gönlüm razı gelmedi, seni satın aldım.
– Yanımdakileri de satıyorlardı, – Ayşet, içine takılı kalmış sorulara yanıt bulamıyordu.
– Unutmamışsan yanında oturan o büyük göğüslü siyah kadın da satışa çıkarılmıştı, yalvarıyordu…- Ayşet’in inadına karşılık, Charles de Ferriol, değiştirdiği kadınlarla konuştuğu gibi bir yanıt vermişti. – Ama satın aldığım o değil, sensin, ilgimi çektiğin için seni satın aldım. Böylesi de olamaz mı?..
Charles de Ferriol’ün son sözleri Fahri’ye battı, yaşından beklenmeyecek denli düşünen ve edepli hareket eden bu küçük Adıge kızının dediğine katıldığını bakışıyla belli etti. Fahri dün akşam küçük kızı yatırmaya odasına götürdüğünde ve “iyi geceler” dediğinde, kızın “siz de yarın yola çıkacağınızı unutmayın” diye karşılık verdiğini anımsadı, bu kızın başına gelen şeyde “benim de günahım var” diye kendi kendisini yargıladı: “Ya Rabbi, bu küçük kız kuşkulanmış olduğum şeyin farkına varmış olabilir mi?..”
– Paran vardı da beni satın aldın, – sorduğu sorunun içeriğini kavrayamadan Ayşet konta karşılık verdi. – Benim de param olsaydı, özgürlüğümü satın alıp evime dönerdim.
– Paranın gücünü Charlotte-Elizabéth Aissé, – Charles de Ferriol gülümseyerek konuştu, – şimdi anlamışsındır sanırım. Mülküm olmasaydı dört atın çektiği bu araba nereden çıkıp bizi karşılamaya gelecekti?
– Ben arabayı kralınızın malı sanmıştım…
– Güneş kralımızın bilgisi ve izni dışında Fransa’da hiçbir şey olamaz, Charlotte-Elizabéth Aissé. Ama mal ve para her şeyin üzerinde. Doğru değil mi, Fahri?
– Doğru, kont, doğru, – içinden gülümseyerek, bindiği arabanın türküsünü söylemelisin dendiği gibi, kontu onayladı, son iki üç ayda, özellikle bu son birkaç günde üzülmüş olduğu şey aklına geldi. – Ancak mal ve parayla elde edilemeyecek şeyler de var: Yiğitlik, onur, aşk, sağlık, merhamet… – Kontla Ayşet arasında beliren zıtlaşmayı geçiştirmenin memnuniyeti içinde, kızın birkaç sözcüğünü kesti, hepsini söylemedi. Özellikle “aşk” sözcüğü için pişmanlık duydu.
– O saydıkların içinde tek bir sözcükte sana katılırım, – sevinçten yanakları daha da kabardı kontun, gülümsedi. – Yiğit ve onurluyum diye göğsünü şişirirsen, kendi aç karnına karşı mı savaş açacaksın?! Onuru sarsmayan, satın alamayan bir para biliyorsan söyle, Fahri, ben bilmiyorum. Güneş kralımız size niçin gereksinim duysun, ayrıca onur sizi nereye kadar götürür, bazen kişi körleşebiliyor. Aşk?.. “Paris, Paris, oy, Paris!..” İstanbul’u da yanına katıyorum, onun haberlerini bana anlattırma… Niçin, Fahri, küçük kızın önünde ne diye onu söz konusu edelim?..
– Merhamet! – Fahri, Charles de Ferriol’ün uzatarak üzerinde durmayı sevdiği bir şeyi sordu.
– Fahri, merhamet ayrı konu. Tanrı merhamet duygusu olmayan birini yaratmaz. Ben de merhametli biri olduğumdan tek başıma esir pazarından ayrılamadım. İşte bu küçük kız için yaptıklarımı görüyorsun. Ama Tanrı paraya merhamet katmadı ve para yüzünden dünyanın bir gün yok olacağı kuşkusuz, o yöne doğru gidiyor, o yere koşuyoruz… İşte, – Kont kaybettiği bir parayı bulmuş gibi haykırdı, – Charlotte-Elizabéth Aissé, şu gördüğün uçsuz bucaksız uzanan arazi (шъоф) bütünüyle Ferriol’lere ait! Bu arazi sayesinde, yanından geçeceğimiz Versay (Versailles) ve Trianon dahil bütün bir Paris’e ekmek, sebze ve meyve yediriyoruz.
Uzanıp giden kırlara bakmakta olan Ayşet yine bir iç geçirdi:
– Bizim arazilerimiz de deniz kıyısındaydı…
– Ayşet’in beğenmediğin şey nedir? – diye Charles de Ferriol sordu.
– Her şeyi beğeniyor, hepsini güzel buluyor, – dedi Fahri, daha önce yaptığı gibi Ayşet’in dediklerini ortaya dökmedi, gizledi.
– Beğenir elbette! Sol tarafına da bir bak, Aissé. İşte Versay, Trianon denen yerler. Güneş gibi aydınlık kralımız XIV. Louis orada yaşıyor. Seni oraya da götüreceğim, o yeri sana göstereceğim. Güneş kralımızla seni tanıştıracağım, dostu olacaksın onun. Şu sırta bir tırmandığımızda, sağ tarafta uzanan Elize (Élysée) kırlarına, ağaçlar arasından görünen Paris’in banliyö evlerine ulaşacağız. Oraya sapmadan Sen (Seine) nehri üzerindeki uzun köprüyü geçip Neuve-Sainte Augustin (Növ-Sent Ogüsten) caddesine çıkacağız ve Ferriol’lerin bahçe kapısına varacağız.
Charlotte- Elizabéth Aissé beklenmedik ve nefes kesici güzellikteki yüksek köprülere, büyük evlere, karşılıklı geçip gitmekte olan at arabalarına, gözlerini kamaştıran vitrinlere bakıyor, sokak satıcılarının bağırtı seslerini dinliyor derken Neuve-Sainte Augustin Caddesine çıktılar, bir süre gittikten sonra bahçenin hayli içerisindeki Ferriole’lerin büyük evinin önünde durdular.
Evin hizmetçileri kendilerini karşılayıp arabanın kapısını açtıklarında, Charles de Ferrioe acele etmeden ilk önce arabadan indi, hafifçe başı ile selamlayarak elini Ayşet’e uzattı, İstanbul esir pazarında eline vuran o küçük kız şimdi anlayamayacağın biçimde karşılayıcıları süzerek elini uzattı ve arabadan indi, kontun elini güçlü sıkıyor, elini kurtarmak gibi bir çaba içinde bulunmuyordu. Fahri’yi gözleriyle aradı, görünce biraz rahatladı.
Kontes Marie-Angélique, kız kardeşi Claudine-Alexandrine yüksekçe taş merdivenin üzerindeydiler. Hizmetçi kadın ve erkekler merdivenin iki yanına dizilmişlerdi. Feriol’lerin aile hekimi Laroche merdivenin daha üst bir yerindeydi. Charles de Ferriol’ün kardeşi Kont Augustin-Antoine ile kayın biraderi Pierre karşılayıcılar arasında yoktu. Augustin-Antoine’ın beş yaşındaki oğlu Pon de Vel, Claudine-Alexandrine’in elinden kurtulup yüksek taş merdivenden aşağıya doğru koşarak indi, amcasını dışlayarak hep tanıyormuş gibi Ayşet’in yanında durdu ve elini tuttu.
– Bu size getirdiğim küçük kızın adı Charlotte- Elizabéth Aissé, – dedi Kont Charles de Ferriol kararlı bir sesle, – İstanbul’da esir pazarından satın aldım. Karadeniz’in doğu yakasında yaşayan Çerkeslerden, soylu, bey soyundan, prenses, ana-babasını yitirdi. Fransa’ya gelir gelmez onu Lyon’daki Saint-Jean Katedrali’ne götürüp vaftiz ettirdim, Katolik dinine girdi, Charlotte- Elizabéth Aissé adını aldı. Bu da Fahri, Türk, Çerkesçe ve Fransızca biliyor. Charlotte- Elizabéth Aissé bize alışıncaya değin tercümanımız olacak. Charlotte- Elizabéth Aissé’yi büyüteceğiz, bizimle yaşayacak, Tanrının dediği gibi onunla birlikte olacağız. Aramıza hoş gelmiş derim.
Ayşet, bu Adıge kız çocuğu Ferriol’lere çabuk alışmadı, kötü davranışlarda bulunmadı, karşısındakilerin de kötü davranmalarına izin vermedi. Korkmamış, hiç kuşkulanmamış-huysuzlanmamış değil, birilerine hiç kızmamış da değil, artık kimsenin malı olmadığını anlamaya başlamış, yeni durumunu benimser olmuştu…
Kendisine temiz, yumuşak bir yatak ve bir oda verilmişti, bazı geceler yalnız kaldığında, nerede olduğunu unutup korkuya kapılıyor, yorganın altına çekiliyor, ağlayarak uyuyordu. Gündüzleri benzeri bir durum olduğunda Marie-Angélique’in yanına koşuyordu. Onu hepsinden çok sevdiği için değil, ama ısındığı ve kendisine ısınan oğlan çocuğu Pon de Vel’i her zaman annesinin yanında bulduğu içindi. Ayrıca bu oğlan çocuğunun yanına gitmesi, çocuğun söylediklerini diğerlerine göre daha kolay anlayabildiği içindi.
Genç kız Claudine-Alexandrine de kendisine karşı kötü değildi. Ama o da çoğunca yatağına uzanmış kitap okuyordu, çok konuşamıyorlardı.
Ayşet küçük yaşamı boyunca evlerinde tek bir kitap görmüştü. Bu tek kitabı ninesi Çabe yüksek sesle okuyordu. Anne ve babasının da okuduğu kitap oydu, bu kitap “Kutsal Kur’andı”. Ne var bunun içinde diye ninesine sorduğunda, “onun içinde iyi şeyler var, güzel yavrum, onu anlaman için Allahın dilini öğrenmen gerekir”, – yanıtını alıyordu. Claudine-Alexandrine’e kalben yakın olması da bu nedenle olmalıydı . Başka bir sorun daha vardı: Ninesi Ayşet’in kitabına ellemesine izin vermiyordu, Claudine-Alexandrine kitaplarını Ayşete gösteriyordu. “Ancak bu kitaplarda uygunsuz resimler de olabiliyordu… “. Kitabın birinde çıplak bir erkek ve kadın resmi görünce, kitabı yatağa fırlatıp dışarıya kaçmıştı. “Pon de Vel’in kitapları daha güzeldi: Yabani hayvan, kuş, dağ ve ağaç resimleri vardı, yakışmayacak şeyler yok gibiydi. Bu kitapları küçücük Pon de Vel su gibi okuyordu. Sen de bana oku diyordu, ama okumasını bilmeden nasıl okuyabilirim?.. ”
İstanbul’dan Paris’e döndüğünden bu yana Charles de Ferriol’de iyi huylar belirmeye, kadın aramalarını azaltmaya, akşamları eve daha erken dönmeye başlamıştı, evdekiler dışında yakınları ve tanıdıkları da bunun farkına varmışlardı.
Fahri de, küçük ve akıllı kız Ayşet’i Paris’te, yabancı insanların arasında bırakıp döneceği için derin bir üzüntü duymaya başlamıştı. Kendisinin Charles de Ferriol’ü tanıdığı gibi başkaları tanımıyor, ondan kuşkulanıyordu. Sık sık onu izliyor, kontrol ediyordu. Bazen üstesinden gelemeyeceği kötülükler düşündüğü de oluyordu: “Küçük kızı oyuncak-bebek yaptırmayıp bu azgın kişilerin elinden çekip alsam, yalancı kontun elinden kurtarsam, sevaba girmiş olurum… Harika bir kocası ve sevimli bir bebesi dururken Marie-Angélique akşamları lüks at arabaları ile evden alınıyor, gece yarısından sonra dönüyordu. Kız kardeşi koca gözlü Claudine-Alexandrine’in ise, adını bile anımsayamadığı sayıda sevgilisi vardı, ağzından şarap kokuyor, çoğu geceler eve dönmüyordu… Beriki, dur durak bilmeyen kurt elçi ise, bazen İstanbul’da yaptığı gibi, kadınlardan saklanıyor gibi davranıyordu, ama yarın ne yapacağı bilinemezdi, kendisi bir yana, bunu Katolik Tanrısı bile bilemezdi. Onun için bir şeyler düşünmek gerekiyor, yoksa bu zeki kızcağız bu gibi kişilerin elinde mahvolacak. Ona göz koymuş değilim, engelli biri olmasaydım, ona göz koymayı aklımdan bile geçirmezdim… “
– İşlerin ne durumda, Fahri? – Charles de Ferriol erkenden döndüğü bir akşam sormuştu.
– Doğrusunu söylemem gerekirse, – içinden gelmeyerek, – Ferriol’ler için artık gerekli değilim.
– Niye? – Kont bu duyduğuna anlam veremedi.
– Küçük Pon de Vel beni işsiz bıraktı, Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yüzünü bize göstermiyor.
– Şimdi ne demek istediğini anladım… – Charles de Ferriole bir şeylerden hoşlanmadığını belli eder biçimde öksürdü. – Ben de onları bir gün izledim. Onların Fransızca-Çerkesçe karışımı konuşmaları olacak şey değil. Charlotte-Elizabéth Aissé’ye temiz bir Fransızca öğretmek gerekiyor. Okuma yazma öğrenmeden akıcı Fransızca da öğrenemez. Ayrıca Fransız gelenek ve göreneklerini, konuşma biçimlerini ve espri tekniklerini, bunların hepsini öğrenmesi gerekiyor. Ben onun için güzel şeyler düşünüyorum. Birkaç yıla kalmaz onu Güneş kralımızın gece balolarına götürmeye, göstermeye başlayacağım. Şu sıralar Charlotte-Elizabéth Aissé’nin okuyabileceği en iyi okulları araştırıyorum.
– Aissé’nin eğitim ve öğretimi için düşünmen beni sevindirdi, kont. – İçinde belirmiş olan harareti zorla bastıran Fahri konuşmasını sürdürdü, – Küçük Çerkes kızından gerçek bir Fransız kızı çıkarmak kolay olmayacaktır sanırım.
– Dostum, niye bana hiç güvenmiyorsun! – Charles de Ferriol söyleneni üstüne almadan gülümsedi, yeniden düşünerek sordu. – Niye öyle diyorsun?
– Öyle demem, bana gücenme, kont, bu yetim Çerkes kızına senden farklı bakıyorum.
Charles de Ferriol kıpkırmızı kesildi:
– Anlayamadım! – Kont iyice tutuşmuştu: – Kendi gözümle seçip satın aldığım, sahibi olarak bize, Fransa’ya getirdiğim birine ne diye senin gözünle, senin bakış açınla bakacak mışım?!
– Satın aldığın bu küçük kız senin, muallim, – Paris’e geldiklerinden bu yana kullanmadığı “muallim” sözünü söyleyerek, Fahri, kontu sakinleştirmek istemişti, – olmayacak, kuşkulanmanı gerektirecek bir niyetim yok, öyle şey asla aklımdan geçmez, bilmiyorsan gerçeği söyleyeyim, istesem bile öyle şeyler elimden gelmez.
– Biliyorum, – diyerek Charles de Ferriol sustu, ama Fahri’ye karşı sertçe sözler söylediği için pişmanlık da duydu. Biraz oturduktan sonra sözüne son bir eklemede bulundu: – Bana bir şey demedin, ben de sana bir şey demedim. Böyle şeyler konuşulmayacağı için, anımsarsan, açık-saçık konularda seninle konuşmamıştım. Charlotte-Elizabéth Aissé konusunda fikrini değiştirmişsen öğrenmek isterim.
– Bunda gizli bir yan yok. Ona acıyorum, – Fahri, bir gün Ayşet tarafından kalbinin kırılmış olduğunu gizledi.
– Yerinde, Fahri, Aissé’ye böyle acıman. Ben de ona acımış olmasaydım, onu almazdım. Ama yanlış yapma. Bilmediğin konuda tanıklık yapma derim sana. Bakarsın günün birinde, Charlotte-Elizabéth Aissé’yi alımlı bir genç kız olmuş olarak sana gösteririm. Bu iş Paris’te ya da İstanbul’da olabilir. Evet, evet, şaşırma, Türkiye’ye elçi olarak atanacağımı Güneş kralımız söyledi. O iş için altı aday vardı, kral beni seçti, şampanya ile bunu kutladık, çok şeyi konuştuk. İşlemlerimin tamamlanması birkaç ay sürebilir, beklersen birlikte yola çıkabiliriz. O zamana değin, söylediğim gibi, Aissé’nin manastır, okul işini hallederim.
– Bu kadar uzun süre Paris’te ben ne yaparım, kont? Benim İstanbul’da bir sürü işim var…
– Öyle diyorsan, dediğin gün diyelim.
– Yarın.
(Devamı gelecek)
Ayşet – 7 (Tarihi Roman, s. 42-51)
HAPİ CEVDET YILDIZ·16 ARALIK 2018 PAZAR1 Okuma
Meşbaşe İshak
VII
Göz görmezse gönül katlanır sözü gereği, gölünde yer etmemişse yeryüzü güzelliklerini göremezsin.
Sabah kahvaltısı sırasında Ayşet odasına kapanmıştı, dışarı çıkmıyordu. İki elinin ayalarını çenesine dayamış, değişik desenlerle süslenmiş duvarlara bakıp duruyor, pencereden gelen aydınlığa olsun aldırış etmiyordu. Küçük oğlan çocuğu Pon de Vel bir iki kez odaya gelip Ayşet’i omuzlarından çekip sallamış, ama kımıldatamamıştı. Pon de Vel’e alınan yeni kitapla da ilgilenmemişti.
Pon de Vel üçüncü kez gelişinde yine Ayşet’i çekti, Çerkesçe-Fransızca karışık konuştu:
– НекIо, мамá шхэ (Nek’o, mama şkhe; Gidelim, anne yemek).
– İstemiyorum! – Ayşet Fransızca karşılık verdi, anlatabildiği kadarıyla kestirip attı: – Sana kaç defa söyledim Adıgece konuşmamamızı!
İsteği yerine getirilmeyen Pon de Vel ağlamaklı ve kızmış halde odadan ayrıldı.
Kontes Marie-Angélique Ayşet’e uğramadan önce aile hekimi Laroche’u çağırttı ve ona dert yandı:
– Charlotte-Elizabéth Aissé’nin başına birşey gelmiş mi, bilemiyorum, odasından çıkmıyor, yemek yemiyor, içine kapanmış, hastalanmış olmalı.
– İçine kapanma gibi birşeyi yok, kontes, kaygılanmayın.
– Niye acaba, Pon de Vel ile şu ikiniz Çerkesçe konuşmaları bırakın dediğim için olabilir mi?
– Onun da etkisi olabilir ama sorun o değil, – Laroche ince burnu suratından taşmış halde akıllı-kurnazca gülümsedi.
– Değilse ne olabilir? – Kontesin rengi attı. – Türk tercümanın kızı bize bırakıp İstanbul’a dönmüş olması olabilir mi?
– O da olabilir ama pek öyle görünmüyor.
– Laroche, çatlatma beni! – Marie-Angélique’in yeşil aksi gözleri dışarı fırlayacak gibi oldu. – Söyleyemediğin şey ne olabilir, gizli şey mi?
Kontes Ferriol’ün kaygılarını fark etmeyen Laroche suratındaki damarları belli olacak ama titreşmeyecek biçimde gülümsedi: “Yufka bir ana yüreğin yoksa, bambaşka bir dünyanın içine düşmüş olan küçük bir kızın üzüntülerini nasıl bilebilirsin? Anne olduğunda anlayışlı olurdun diye ummuştum, aldanmışım, şimdi karnında taşıdığın ikinci bebek de seni yumuşatmayacaksa bir diyeceğim olamaz. Hey, Augustin-Antoine, saf adam, şanslısın, hergün bu aksi kadının yanında değilsin, iyi ki uzaklardasın, bu iki kız kardeşi üç ayda bir görebiliyorsun, küçük Çerkes kızını satın alan ağabeyin ise o ikisinden de daha iyi biri değil. Pon de Vel, bu oğlan çocuğu hepsine değer!..”
– Hayır, hayır, kontes, – Laroche daldığı düşüncelerden sıyrıldı, – sabırlı, dikkatli ol, üzülmen, tasalanman için bir neden yok. Annesiz Aissé, yitirdiği annesini özlüyor, hâlâ unutmuş değil. Başka türlü söylemem gerekirse erkek kokusundan çok kadın kokusuna gereksinim duyuyor, söyleyemiyor ama senin sevgini bekliyor.
– Öyle mi? – Marie-Angélique’in güzel yüzündeki yeşil gözleri parıldadı, sevindi. – Ben, şimdiki gençlere güven olmaz, kötü bir şey söylersin diye korkuyordum. Boşuna o şiş, patlak gözlü Türk’ten kuşkulanmış, günahını almış oldum. Öyle olabilir, Pon de Vel’i bahane ederek sık sık yanıma gelmesi o nedenle olmalı. Aynı şeyi son gelişinde Kont Augustin de söylemişti, ama sen kadınlardan ne anlarsın diye kalbini kırmıştım zavallının.
– Kont Augustin- Antoine’ı kırmamalı – Doktor Laroche gerçek mi, şaka mı belli olmayacak biçimde hamile kadın Marie-Angélique’i bir süzdü, sözünü yanında oturan Pon de Vel ile tamamladı, – Böyle zeki bir oğlan çocuğunuz var, ikincisini de bekliyorsunuz.
– Evet, Laroche, evet, – Marie-Angélique’in söylenenden memnun kaldığı yanaklarından okunuyordu, – O konuda Augustin de memnun, seviniyor, uzakta olduğu için beni özlüyor mu, bilemiyorum. – Kısa bir ara verip karnına baktı ve sözünü tamamladı. – Bir kız çocuğumuz olmasını, çok istiyoruz.
– Olmasa bile, sorun yok, işte Charlotte-Elizabéth Aissé’niz var. Nasıl biri olacağını bilmiyorum, ama Güneş kralımızın akşam toplantılarında göz kamaştıracak düzeyde güzel bir kadın olacağı kuşkusuz.
Güzel kadın sözünü duyan Marie-Angélique hamile olduğunu anımsayarak kızardı, içi bunaldı, ama bastırdı:
– Augustin ile benim bir kız çocuğumuz olsaydı, çok iyi olurdu. Tabancayı uzaktan görmek yerine, arka cebinde taşımak daha iyi. Aissé’nin kime ait olduğu belli. Tuhafıma giden şeyi biliyor musun, Laroche, ailece bize yakın olduğunuzu biliyorum, kontun Çerkes kızı için ne yapmak istediğini bilemiyorum. Augustin’in dediği gibi bir yuva kursaydı daha iyi ederdi. Bak, Claudine-Alexandrine gibi nefis, güzel kızlar var. Hayır, hayır, kız kardeşim olduğu için söylemiyorum, konta göz koymuş da değilim, sen, Mariye şıyıh (- Bakire Meryem -), kız kadeşim ile elti olmayı istiyorum dersem bunu kabul etme. Ama Claudine sırf kız kardeşim olduğu için demiyorum, güzel bir kız, zarif, okumuş, eğitimli, Guérin de Tencin ailesine yaraşır bir kız, tıpkı benim gibi. Paris’te her katıldığı toplantıya renk katıyor, fark yaratıyor, seni toplum içine alır ve çıkarır. Ama büyüyünce nasıl biri olacağını bilemediğim Çerkes kızı ile onu karşılaştırıyor da değilim, ama sonra…
– Doğru, kontes, doğru, – içinden “Bütün gün dinlesen bile, kendini övmesinin sonu gelmez bu kadının” diyerek, Kontes Marie-Angélique de Ferriol’e katılıyormuş gibi yaparak konuyu değiştirdi, – Ama, söylediğim gibi Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yüreğini serinletecek, moral verecek şey size bağlı, kadınlarla birlikte olmak istiyor. Size muhakkak yapın demiyorum, sorduğun için söylüyorum, Aissé’nin büyümekte olduğunu dikkate alarak, mesleğim gereği sana durumu anlatmaya çalışıyorum.
– Sağol, Laroche. Bir zamanlar bizler de birer küçük kız değil miydik, onu yaşamadık mı, ben de bunu düşündüm. Sonra, bilirsin, kadın olursan çok şey aklına gelir. Çerkes kızları on yaşında ergin, kadın oluyor diye duymuştum, onun için, o patlak gözlü Türk ile bu ikisi… ve onu satın alanı da biliyorsun, sözlerim nedeniyle Tanrı bana günah yazmasın, o kimsesiz kıza bir şey yapmışlarsa diye içime bir kurt düşmüştü de… kaygılanıyordum doğal olarak, – Marie-Angélique daha ileri gitmedi, – sen de öyle diyorsan, birisine güzel söz söyleyeceğim diye bedel mi ödemem gerekir, oğulcuğum için elimden geleni esirgemem. Claudine de dikkat eder, iş buyurmaz, bunu yaptırırım. Augustin-Antoine yakında gelir, abisi ile konuştururuz. Ama abi nerede? Birkaç günden beri yüzünü görmüşlüğümüz yok. Aissé onu özlediği için yemek yemiyor olabilir…Laroche, o üçüne güvenim yok…
– Charles de Ferriol burada değil, – dedi Laroche, kontesin soğuk sözlerini kesmek için.
– Nerede?
– Charlotte-Elizabéth Aissé’nin işi peşinde.
– Niye, İstanbul’a mı götürecek?
– Hayır, kralımızın manastırlarından birine Charlotte-Elizabéth Aissé’yi yazdırıp okutmayı, Fransız gelenek ve göreneklerini, konuşma ve görgü kurallarını öğrenmesini istiyor. Saint-Cloud ve Nemir’e gitti, şimdi Sans’da.
– Yeni duyuyorum… – Marie-Angélique’in ses tonu düştü, biraz sonra, duyduğu bu ilginç habere eklemede bulundu: – İşte bunun için ben Ferriol’ler için esrarengiz kişiler diyorum. Kendilerine yüz çocuk doğursan, hizmet etsen, tatlı dil döksen, soğuk davransan, yaptıklarını, yapacaklarını söylemezler.
– Sanırım okul durumunu Charlotte-Elizabéth Aissé de bilmiyor.
– Yahu, Laroche, Charlotte-Elizabéth Aissé diye tutturarak, bıktırdın! Güneş kralımızın hanımının adı bile o kadar sık anılmıyor.
– Bana söyleneni yerine getiriyorum, – Laroche hafifçe gülümsedi, – Unuttun mu, kontes, Kont Charles de Ferriol’ün bizi toplayıp bu küçük Çerkes kızına verdiği adı eksiksiz söylememizi tembihlediğini?
– Unutmadım, ama onun art arda üç adını birlikte söyleyemem, son Çerkesçe adını söyleyebilsem o kadarı yeter… O şey sorun değil, sorun o senin dediğin okul sorunu. Duyduğum bu şey ilginç, çok ilginç… – Bense kont Türkiye’ye dönecekse, küçük kızı büyütme işini bize yükleyecek diyordum, bakım masrafını hesaplıyor, başımı ağrıtıyordum, öbür yandan şaşkın kayın biraderim kral manastırlarını bir bir dolaşıyor, en uygun olanı arıyor, Tanrı bilir onun kraldan ne kopardığını, bakarsınız parasız bile okutabilirler, oysa kont mal varlığını nereye koyacağını bile bilmiyor… Birilerinin olan bu kıvırcık saçlı Çerkes kızını okutacak yerde, Ferriol kanı taşıyan bu küçük zavallı oğulcuğumu büyütse, okutsa çok daha iyi yapmış olurdu. Biz de fakir değiliz, Augustin-Antoine’nin mülkü ağabeyinin mal varlığından daha az değil, mülkün bir yararını görmeyeceksen, öteye beriye saçmak mı gerekir, yetmez mi ortalıkta dolanan kadınlara yedirdiği paralar… “ – İlginç Laroche, çok ilginç bu bana anlattığın şey… – Kontes Marie-Angélique daldığı hayal dünyasından ayıldı, kestirip attı. – Sen ve ben, Laroche, hiçbir şey konuşmadık, sana güveniyorum, bugüne değin beni utandırmadın.
Kontes Marie-Angélique odasında yalnız kaldığında, kitaplarını karıştırıp duran ve kendilerini dinlemekte olan Pon de Vel’in dışarı çıkmış olduğunu fark etti. Oğlan çocuğunun nereye gidebileceğini tahmin etmekle birlikte, bulunduğu yere gitmeden bahçeyi gören pencereye doğru ilerledi.
Yaz ile sonbahar arası bir geçiş dönemi yaşanıyordu, hava bunaltıcı değildi. Ferriol’lerin büyük bahçesine bakan hizmetçiler bahçeyi her zaman, yağmur güneş demeden temiz tutuyorlardı. Bakımlı bahçede eğreti bir şey yoktu, her şey güzeldi. Bahçenin uzak bir köşesinde büyükçe olmayan, yan yan iki ev bulunuyordu, gölgelenmeye yarayan üstü kapalı ya da açık kamelyalar, banklar vardı. Bahçe girişindeki büyük kapı ve küçük kapının düzenlenişi ve ağaçlandırma biçimi, bahçedeki çiçeklikler büyük eve uyum sağlayacak biçimde planlanmıştı. Sabah ya da akşam vakitleri bahçeyi gezmeye yarayan dar patika yollar değişik ürünlerin ekildiği bahçelere uzanıyordu, ayrı dönüş yolları da vardı. Budanmış, biçim verilmiş ağaçların altına bir iki kişinin oturabileceği cilalı banklar da yerleştirilmişti. Güneş gören yerlerde de banklar vardı. Bütün bunları ve evi, yüksek bir taş duvar çeviriyordu. Bahçe kapısında görünüşleri korku veren iki iri bekçi her zaman, gece gündüz hazır bekliyordu.
“Gözün görebildiği her şey güzel, mükemmel, ferahlatıcı ve iç açıcıydı, insana huzur katıyor, kralın saygısına da yol açıyor, gören görmeyen herkes Ferriol’lerin bahçesinden söz ediyordu. Mülkün varsa güçlüsün, yoksa sürünürsün. Bunu bilmek, hizmetçi ve ırgatları memnun etmek, her ay artış gösteren vergileri ödemek, elini uzatan dilencilere, yoksullara yardım etmek, az parayla olacak şeyler değil. Laroche sayesinde, Tanrıya şükür, öksürmüyor, hastalanmıyoruz, hak ediyor ya da hak etmiyor, ona da bir sürü para ödüyoruz. Hasta olmadığımızda bile, şunu yapın, berikinden kaçının diyerek peşimizde dolanıyor. Bize gerekli mi, sen söyle, tanımadığımız eğitimsiz bu küçük Çerkes kızı için bana ne dediğini duymadım mı? Bitmeyen gençliği yüzünden yaşlanan yakışıklı kayın biraderim bunları fark etmiyor mu ki, bu yabancıyı aramıza getirdi – kızı değil, karısı değil, kadının birine doğurtup getirmiş olsaydı anlardım, bir gün bizimle mal paylaşımı yapmasını da kabul ederdim!.. Büyük bir aile olduğumuz halde, daha da büyüyeceğiz, ailenin büyüğü benim diyor, bize bakmıyor, gelirin çoğunu cebine atıp kadınlara yediriyor. Üstüne üstlük onu elçi diye Türkiye’ye gönderiyorlar. Birileri duysun istemem, ama, onu elçi olarak gönderen kralımız da ondan iyi biri değil. Tanrının sevgili kulları olmalılar, kısa, şişko kralımızın gözdeleri, hazineyi soyup soğana çeviriyorlar, ama onlara bir şey demiyor. Kendi aşığım, sevgilim Nicolas de Bleu yakışıklı-etkileyici biri, mareşal, Kraliyet danışmanı, ama onun dışında, bir geliri yok. Bana yaptığı harcamadan çok, ben onun için harcıyorum… Şimdi daha varlıklı birini bulmak gerekiyor. Nikolas’ın ilgisizliğinin nedenini Tanrı bilir, hamile olduğumu öğrendiğinden beri, bu bahaneyle benden uzaklaştı. Uzun bacaklı karısı ile yetinirse bir şey demem, aslında benden daha güzel , daha çekici bir sevgiliyi nereden bulacak, Güneş kralımızın ara sıra bana kur yaptığını da görmüş olmalı! – Benden başka birini bulacak olursa bağışlamam, gözlerini oyarım onun. Sorun değil, ondan daha iyileri, daha zenginleri Paris’te yok değil, sorun bu uğursuz küçük Çerkes kızı. Kedisiz eve bırakılan minik fare gibi, öyle davranıyor. Niçin küskün olduğunu ben biliyorum. Ona layık olacak kadın iyi kalpli, eli yumuşak biri olamaz, kurnaz, sinsi bakışlı Türk tercüman gibi biri olmalı. Ne yapmak gerekiyor, kendisi için yaptığımız harcamalar yetmiyor, bir de sırtımızda taşımamız mı gerekiyor?” – Pencere önünde kâh durarak, kâh oturarak Marie-Angélique içindeki sıkıntıları attı, rahatlamış olarak ayağa kalktı, biraz önce iyi ya da kötü sözler etmemiş gibi Ayşet’in yanına gitti.
Odaya girdiğinde ilginç bir manzarayla karşılaştı: Pon de Vel ile Aissé, küçük elleri çenelerine dayalı, dudakları kapalı karşılıklı oturuyorlardı.
Marie-Angélique gülmemek için kendini zor tutarak sordu:
– Size ne oldu?
– Aissé benimle konuşmuyor, – diye Pon de Vel homurdandı.
– Aissé, sana ne oldu, üzdüler mi yoksa? – Marie-Angélique yumuşak eliyle Ayşet’in başına dokundu, kendisine doğru yaklaştırdı, ardından alnından öptü. – Söyle bana, seni üzen biri olduysa bağışlamam. Tercüman Fahri’ye gücenmiş olmayasın!
– Hayır! – dedi yüksek bir sesle Ayşet, ardından daha yumuşak bir sesle devam etti. – Fahri iyi bir insan. İstersen seni Charles de Ferriol’den satın alıp İstanbul’a götüreyim dedi, ben de hayır dedim. Nereye gideceğim, kimin için gerekliyim ki?.. Bu küçük kemeri bana geri verdi… – Ayşet’in annesini özlediği başını Marie-Angélique’in göğsüne dayamış olmasından, ardından boşanırcasına ağlamasından belli oluyordu. Pon de Vel’in de içi burkuldu, ağlamaklı halde, o da gelip başını annesinin öbür göğsüne koydu.
– Tamam, tamam, – dedi Marie-Angélique bir anne olduğunu anımsamış halde her iki çocuğa, – ağlaşmayın, kalbim dayanmaz. Üçümüz de barıştık atık. – Bir süre geçtikten sonra kendine gelmiş olan Ayşet’e sordu: – Öyleyse, Aissé, Pon de Vel ve ikiniz niye konuşmuyorsunuz, nedenini bana söyleyin. Çerkesçe konuşmayın dediğim için mi?
– Evet, – dedi Ayşet, o konuda kırgın olmadığını belli edecek biçimde konuştu. – Çerkesçe sözcükleri kattığımda Fransızca sözcükleri daha iyi anlıyorum.
– Evet, Charlotte-Elizabéth Aissé, evet, yanlış yaptım. Allah esirgesin, küçük Pon de Vel’in başına bir şey gelmesin, değil Çerkesçe, Papuacayı bile öğrenirim! Şimdi sıkıntını anladım. Türkiye’ye Fahri ile birlikte dönmemekle iyi ettin. Charles de Ferriol’ün aşık olduğu Türkler arasında ne işin olabilir? Burası Fransa, insanın özgür olduğu bir ülke, tüm dünyada bir benzeri yok. Peki Fahri ne diye kemerini almıştı? – Marie-Angélique içinde yanıtsız kalan bu şeyi sormadan edemedi. – Elinde onca süre tutup Türkiye’ye döneceğinde ne diye sana geri verdi?
– Bilmiyorum. Şu küçük şapkan gibi bu da “senindi” diyerek bana verdi. Marsilya’ya gelinceye değin bu şapkayı ve kemeri takmıştım, – Ayşet bir iç çekti, üzülmüş olduğu bir olayı anlattı. – Dükkanda bana yeni elbiseler giydirirlerken, elbiselerimle birlikte bu şapkamı da atacak oldular, ellerinden aldım. Fahri kemeri ne diye almış, bilemiyorum, iyi ki bulmamı sağladı, kendisine teşekkür ederim. Ailemizin forsunu/işaretini (лIэкъо тамыгъэ) taşıyor demesem bu kemerin fazla bir değeri yok…
– Güzel bir kemer, – dedi Marie-Angélique, kızı sevindirmek için, – Bu küçük şapka da çok güzel. Altın-gümüş nakış işlenmiş, bu işleme işini bilen kişiye ne mutlu.
– İstiyorsan, Marie-Angélique, – dedi Ayşet siyahımsı-berrak gözlerinden gülücükler saçılarak, – altın-gümüş iplikle nakış işini sana öğreteyim.
– Nakış yapmayı biliyor musun?
– Babaannem öğretti. Babaannem Çabe (Kâbe) yüksek sesle evimizdeki tek kitabı okuyordu, bana okumasını öğretmedi, ama nakış yapmayı öğretti. İğne iplik ve kumaşın varsa nakış yapmayı öğrenmek çok kolay. Pon de Vel isterse ona güzel bir şapka dikerim.
– Kız şapkası istemem! – Pon de Vel öneriyi reddetti.
– Pon, kız şapkası demedim ben, – küçük oğlan çocuğunun bağırma biçimi Ayşet’in tuhafına gitti, – ben Çerkes oğlan çocuklarının giydiği şapka gibi bir şapka dikeyim demek istemiştim.
– Hayır, Aissé, – Çocuğuna Adıge şapkası giydirilecekmiş gibi Marie-Angélique kaygılandı, – Kont Pon de Vel’e Çerkes şapkası gerekmez. Çocuğu hangi konuda olursa olsun zorlamamak gerekir. Pon de Vel okusun, eğitim görsün, yeter.
– Ben de okuyacağım! – Ayşet içinden gelerek konuştu.
– Nasıl okuyacaksın? – Hekimleri Laroche’nin söylediklerini unutmuş olan Marie-Angélique Ayşet’e sordu.
– Bilmiyorum… – Ayşet üzgün biçimde kontese baktı, Tanrının bildiği şeyi saklamadı. –Kont Charles de Ferriol beni okutacağını söyledi. Beni okutacağı en iyi okulu araştırıyor. Şu an Sans’da, dönüşü yakın. Benim okuma işimi kral da biliyor, – sözünü ettiği okuma işini önemsediğini, değerli bulduğunu böylece belli etmiş oldu.
– Ben de o işten haberdarım. Charles de Ferriol söylediğinde ben de yerinde buldum, onu sevindirmiştim. Okumak iyi bir şey, – Marie-Angélique kızın okuması konusunda hiçbir katkıda bulunmamış olsa da, kendisine bir paye çıkarmayı, Ayşet’i bir şeylere inandırmayı ihmal etmedi. – Elini çenene dayayıp oturmaktansa, okumak daha iyi. Görmüyor musun, küçük Pon de Vel’in kitapları nasıl okuduğunu?.. – “anlayacağın, bizi yok sayıyor, bizden saklı bir sürü iş çeviriyorlar…Uysal ayı Augustin de dönmek üzere, bildiğim bilmediğim çok şeyi onun üzerine boşaltacağım. Ağabeyim, ağabeyim diye diye, evimizden, bahçemizden de olacağız sonunda…” – Marie-Angélique içinden kendi kendisini paraladı, kınayıp durdu.
(*) – Katoliklikte rahip ve rahibeler evlenmezler, bakire kalırlar. Adıgeler buna “Mariye şıyıh” (Azize Meryem; Bakire Meryem) diyorlar, burada kastedilen şey iktidarsız erkekler olmalı. Ayrıca, deyim “anıt” anlamında da kullanılır – hcy
(Devamı gelecek)
Ayşet – 8 (51-58)
Herkesin bir dili, yediği yiyecekleri, giydiği kostümü, içinde barındığı toplumu, yaşadığı yeri ve ülkesi, onuru (namıs), çocuğu, barınma yeri vardır, daha kısacası herkes kendi insanca yaşamını korumaya ve sürdürmeye çalışır. Bunu yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler, sürüngenler ve her türlü uçan varlıklar için de söyleyebiliriz. Ancak insanoğlunun bilme yeteneği ve bilinci, kurnazlığı ve hilebazlığı, övgü ve dedikoducu yanı, acıma duygusu ve acımasızlığı, onu diğerlerinden farklı yapıyor.
Bunları ve daha birçok şeyi düşünerek Fahri Türkiye’ye gidiyordu. Paris’te, birbiriyle çekişme, hır gür içindeki Ferriol ailesinde bıraktığı küçük Çerkes kızını bir türlü kafasından çıkaramıyordu. Çıkarmaya çalışsa da başaramıyordu. Düşündükçe kendisini sorumlu tutuyordu. Kendini iki ayaklı yırtıcı yaratıklardan biri olarak görüyor, kendinin olmayana diş gösteren, ellerine düşenlere aman vermeyen kişilerden biri sayıyordu.
Rüzgar gücüyle ilerleyen yelkenli gemi bir insan buluşu, daha önce gemilerde kürek de bulunduruluyordu. İnsanoğlu rüzgar gücüyle yetinmedi: Buharlı gemiyi buldu, geminin içine ateşle ısıtılan bir kazan yerleştirdi, uzak bir yere gideceğinde ya da düşman gemileriyle karşılaştığında, kullanmak üzere gemilere top ve diğer silahları yerleştirdi. Bir bilinci olmayan hayvanlar bu aklı ve tekniği kullanabilirler miydi?..
– Bütün gün sana bakıyorum, güvertenin kenarından ayrılmıyorsun, yoksa denizdeki vahşi yaratıkları ilk kez mi görüyorsun? – Yolcuların güvenliğinden sorumlu olan gemi kaptanı Fahri’ye sordu. – Bir şeylere mi üzülüyorsun, sana bir yardımım dokunabilir mi?
– Yola çıktığım çok olmadı, – Fahri kaptanın yaklaşımından memnun olmuştu, – senin gibi benimle ilgilenen biriyle karşılaşmadım.
– Bunda şaşırtıcı bir şey yok, dostum, – dedi sakal ve bıyığı olmayan kaptan, – bu benim işim, işimi yapıyorum. Yahu, sana bakıyorum, yüz hatlarımız ne kadar da birbirine benziyor. Ağabeyini kaybetmişsen söyle bana.
– Öyle ama, sen sarışınsın, ben esmerim, – diye şakayla karışık yanıt verdi Fahri.
– Sen de tam esmer sayılmazsın, ben de fazla sarışın değilim, kardeşim. Türkler karışık, farklı insanlardan oluşuyorlar ama hepsi Osman’ın kamasından çıkma. Hepimiz kardeşiz, hepimiz akrabayız. Adım Süleyman, beni kısaca Su diye çağırabilirsin “Kama” diyeceğine “Su” (psı) desen daha iyi olmaz mı? Kama öldürür, su ise yaşatır. Adın nedir?
– Adım Fahri.
– Güzel bir isim, iyi bir ad, ama hepsinden daha iyisi, en değerlisi Allah’ın inayetiyle sağlık ve huzur içinde bu fani, bu geçici dünyada yaşıyor olmamız.
– Doğru, yerinde bir söz, Süleyman…
– Su de, beni Su diye çağır dedim ya, – Fahri’nin başlattığı konuşmayı Süleyman kesti, – Marsilya’da da Fransızlar beni öyle çağırırlar.
– Anladım, Su, – Fahri daha yakından baktığında tiplerinin birbirine benzediğini fark etti, kalbi biraz yumuşadı ve konuşmasını sürdürdü. – Doğru, sözlerin gerçeğin kendisi, Allah’ın lütfunu, iyiliklerini unutmak olmaz. Allah’ın bu geçici dünyasında yaptığın iyilikler çok olursa, daha az sorguya çekilir, sorumlu tutulursun. Seni Su diye çağıran Marsilya Fransızlarına gelince, ben de onları az çok tanırım. Neşeli insanlar, çabuk dost olurlar, sofralara kurulur, su gibi şarap içerler. Beyaz eti (- domuz etini-) de severler, kötü sayılmazlar, ama erkek ve kadınları aşk konusunda ateşlidirler.
– Sözlerine katılıyorum, ama kadın konusunda senden farklı düşünüyorum. Onların şarabını, domuzunu, kurbağasını ve yılanını ne yapacaksın? İçme, yeme, seni kimse zorlamıyor. Şarap içmesen de, – Süleyman lülesini ağzından alıp yeniden ağzına aldı, – Fransız kadınları içmesen de seni sarhoş etmeye yeterler, seni içmiş gibi yaparlar!.. Bizim Türk kadınlarına benzemezler…
– Öyle ama, Su, aşkın da gizli kalması gerekir.
– Gizli tabii, dostum, işin zevki de gizli olmasında! Çaldığın şeyden daha lezzetlisi olur mu, dostum! – içi ve dışı neşe içinde Süleyman yarı yanmış lülesini ağzına götürdü, iki üç kez tütün dumanını içine çekip sordu: – Kaç karın var, İslam dini izin veriyor, dört kadınla mı yaşıyorsun?
– Tek bir kadınım var, – Fahri damdan düşercesine tanıştığı Süleyman’a yalan söyledi, “tek kadın” sözünün gerisini de getirdi, – biz onu da zor giyindiriyor ve besliyoruz.
– Çocuğun yok mu?
– Yok…
– Çok kötü, – acıyan bir sesle Süleyman mırıldandı.
– Bize vermesi için Allaha dua ediyoruz, – niye buna neden gerek duyduğunu bilmeden Fahri yine yalanını sürdürdü.
– İnsanın yalvardığı, dilekte bulunduğu, ama kimseye yalvarmayan merhametli Allah bu dileğinizi kabul etsin. Ne yapalım, İslam dini buna çare bir erkeğin dört kadına sahip olmasını kabul etti. Allah’ın bu konuda bir bildiği olmalı. Doğru, bu konuda bir zorlama yok, dört kadını geçindirme ve erkek olarak o işin üstesinden gelme gücün varsa sorun yok.
– Erkek de eksikli ise? – diye Fahri bayağı alışmış gibi yalanına yeniden başladı.
– Öyle olursa, Allah alnına ne yazmışsa o olur, onu kabulleneceksin, – deyip Süleyman Fahri’nin omuzuna eliyle vurdu. Niye öyle olmuş diyerek eksikliğin nedeniyle ölecek değilsin ya. Tek bir kadınla aşkın tadına eremezsin. Bizim dört karımız olduğu halde, kaçamak yapıyor, senin dediğin gibi, alışkın olduğumuz üzere, gizli aşklara, tatlara bakmaktan da geri kalmıyoruz, – tütün yanıklarını lülesinden döküp, yeniden ve içinden gelerek güldü. Aynı anda Süleyman’dan yayılan şarap kokusu Fahri’nin üzerine yayıldı, – hayatın nimetlerinden kendini yoksun bırakma, dostum, tattığın, elde ettiğin şey yanına kâr kalır. Bana göre, sen yine çocuk sayılırsın. Yaşlanmaya başladığında, Türklerin dediği gibi gençliğin senden davacı olur sözü doğru olmalı, geçmişimi anımsayıp seninle biraz lafladım, ben altmış yaşına basmış biriyim, bu yaşta ne yapabilirim ki. Bir zamanlar daldığım bu denizde yüzmeye çalışıyorum. Doğrusunu söylemem gerekirse, benden daha genç olanlara takılmadan edemiyorum.
“Ne yapışkan bir kişiymiş bu adam?..” – yavaş yavaş Fahri, canını sıkan Süleyman’la daha fazla konuşmak, söylediklerini dinlemek ve yüzünü görmek istemez olmuştu. Ondan kurtulmanın bir yolunu ararken, kendilerine doğru gelen bir gemiyi gördü.
O an Fahri’nin eli ayağı tutuldu, bir titreme geçirdi, çocukluğu birden aklına geldi.
O sıralar Fahri yedi yaşındaydı. Şu gelen Arap gemisi gibi bir gemiyle götürülüyordu, Mısır’a götürüldüğünü sonradan anlamıştı. Kendi dahil hepsi yirmi esir çocuktu – on dokuzu Adıge’ydi. Bu üzücü yolculuk sırasında yeryüzünde Adıgeler diye farklı insanlar bulunduğunu görmüş, dillerini de ilk kez duymuştu. Beş yıl Kahire’de, ardından Şam’daki Memlûklar arasında kalmış, Adıgece ve Arapça dışında bir dilde konuşulduğuna tanık olmamıştı. Ardından bir Fransız tarafından satın alınıp Korsika Adasına köle olarak götürülmüş, saklanıp kaçmış ve on beş yaşında İstanbul’a döndüğünde bir Türk yağmacının eline düşmüş ve Adıgecesi işine yaramıştı. O Türk yağmacı çoktan bu dünyadan ayrılmıştı, ama onun izinden yürüyen düzenbaz İsam ile başa çıkacak yaşa gelmişti.
– Fahri, bak, şu geminin denizi yara yara nasıl geldiğini görüyor musun? – yanlarına yaklaşan geminin iri yarı kaptanını parmağıyla işaret ederek mırıldandı: – Benim gemim de böyle tıka basa mal ile dolu olsaydı, yüzmek bir yana, uçardım… Benim gibi şanssız değil o adam, iki deniz arasından fırlamış biri gibi. Ben neyim ki? Fransa’ya boş gittim, işte boş dönüyorum. “Bonjour”, “merci”, “celle avis” gibi selam sözcükleri ile yetinenler seni hiç zengin ederler mi, seni yolma dışında bir şey düşünmezler… Batı değil, Fahri, zengin olacağın yer, doğu, Mısır ve Suriye… Tehlikeli bir bölge, ama mülk ve para orada. Çok şey gerekmez, çoğu çocuk elli ya da altmış esir bize yeter. İşte görüyorsun. Beşerli gruplar halinde bağlanmış oturuyorlar.
İki gemi karşılaşıp, karşılıklı düdük çalıp selamlaşırken, Fahri güvertede bağlı oturan çocuklara bakmak istememiş, yardımcı olamayacağını bildiğinden gözlerini kaçırmakla yetinmişti. Süleyman’ın sevinçten kahkahalar atması karşısında başı döndü ve içi bunaldı.
Dünya anlaşılması zor ya da kolay şeylerle dolu! Gündüz ve gece. Kış, ilkbahar, yaz ve sonbahar. Bazen sıcak, bazen soğuk, bazen yağışlı, bazen kurak. Doğu-batı, güney-kuzey. Her bir tarafta insan var. Gülüyor, ağlıyor, yaşıyor, kimileri de mezar kazıyorlar. Kişi donacak denli soğuk ya da güneşte pişecek denli sıcak olsa bile doğduğu yeri seviyor, orasını yurt belliyor. Mutluluk, aşk ve nefret ne olabilir? Kişilerin tipi, görünümü, dili ve giyinme biçimleri farklıdır. Ömür boyu mutluluk, kısa süreli mutluluk söz konusu olabilir, insanı yakan aşk ve insanı ısıtan aşk birbirinden farklıdır, nefreti de hak eden bulur. Dünkü kötülüğün bugünkü iyiliğinle giderilir mi? Yarası olanın yarasını üfürmekle yara iyileşir mi? Yara iyileşse bile izi ömür boyu kalır.
Gemiden yükselen bağırtılar ve çocuk ağlaması sesleri Fahri’yi daldığı düşten uyandırdı. Baktığında, bir gemicinin, bir deri, bir kemik bir oğlan çocuğunu sürükleyerek Süleyman’ın önüne attığını gördü:
– Nedir bu, kim bu? – Süleyman çizme ucuyla çocuğu itti ve yuvarladı.
– Bu küçük pislik kaçak, para vermemiş bir yolcu, – kolları kıllı gemici eğilip çocuğu yakasından tutup yukarı kaldırdı, – Kendisini İstanbul’a götürmemizi istiyor.
– Bırak, boğacaksın, – diyerek Süleyman sırıttı, – zaten canlı cenaze. Gemime nasıl bindin?
– Memleketime dönmek istediğim için gemine bindim, – dedi çocuk ayağa kalkmak istedi ama gücü yetmedi, yığılıp kaldı.
– Nereye gideceksin, duyuyor musun bunun ne dediğini? Memleketine dönmek istediği için gemime binmiş… – Süleyman çocuğu taklit ederek dalgasını geçti. – Neresiymiş o gideceğin yer?
– Türküm ben, Türkiye’ye gidiyorum… – diyebildi zar zor çocuk ve ağlamaya başladı.
– Bakın şunun dediğine, – bitik durumdaki çocukla Süleyman yeniden dalgasını geçti, – Türk imiş, Türkiye’ye gidiyormuş…
– Süleyman! – dayanamayıp yüksek sesle kaptana çıkıştı Fahri. – Bu davranışın yakışmıyor, Allah da bunu yanına kâr bırakmaz.
– Sen misin Fahri, – yeniden görmüş gibi Fahri’ye baktı, ardından doğu istikametinde uzaklaşan gemiye bakarak homurdandı: – Allah beni mi bağışlamayacak! Şu giden gemi mal götürüyor, bense canlı cenaze bir çocuğu götürüyorum. Satsan da, alsan da bunun Türk tarafı ne ki, beş para etmez.
– Yanımızda geberip başımıza iş açar… – önündeki çocuktan nefret eden kara kıllı gemici homurdandı. – Yemıne hastalığına (vebaya) yakalanmış mı nedir, bilemiyorum…
– Çıldırdın mı sen, neler söylüyorsun?!. – Süleyman, kara gözleri yerinden fırlayacaklarmış gibi adama bağırdı. – Derhal denize at bunu.
– Atamazsın! – Fahri çocuğun başında durdu. – Bu çocuk hasta değil, açlıktan bitkin düşmüş!
– Beş gün oldu ağzıma bir şey almadığım… – Çocuk yeniden kendine gelip Fahri’nin dediğini doğruladı.
– Öyle diyorsan, Fahri, – Süleyman’ın sesi hemen değişti, – bu canlı cenazeyi dava etsen ya da deniz canavarlarına yem etsen eline ne geçer. Sahip çıkmak istiyorsan bu çocuğun yol parasını senin ödemen gerekir.
– İtirazım yok, – Fahri para kesesini çıkarıp Ayşet’in tercümanlığı için aldığı paradan üç yüz lirayı kaptana, 20 lirayı da kolları kara kıllı adama uzattı: – Bu para çocuğu kucağına alıp benim kamarama götürmen için. Adın nedir, kardeşim? – Bir eliyle tuttuğu on bir, on iki yaşlarındaki çocuğa sordu.
– Orhan.
– Seni yuvarlayan bu kara kıllı adama, Orhan, sakın beddua etme. Para versen yeter, bu adam seni ensesine bindirip Fransa’ya, oradan da Türkiye’ye götürür. – Kalbini kırdıysam, kusuruma bakma, – dedi kara kıllı adama, – Kusuruma bakmaman, beni bağışlaman için al bu otuz lirayı da.
– Öyleyse olur, – kara kıllı adam hemen elini uzattı ve Süleyman’a da bir göz atarak parayı cebine indirdi, – para her zaman paradır, tuvalette bile kokmaz, bağışlıyorum. Çocuğu doyurmamız, temizlememiz gerekmiyor mu? Unutma, bu gibi işler parasız olmuyor.
Duydukları ve gördükleri sonucu ağzı tıkanan Süleyman kendine geldi:
– Fahri, Orhan’ın yol parasını vermekle bu iş bitmiş mi sanıyorsun?
– Öyle demeni bekliyordum. Yol masrafı için verdiğim para kadar da Orhan’ın selameti için veriyorum. Yeter mi?
– Yeter, yeter. Evinin içine giren kuş, iri ya da küçük senin olur, Orhan bana bir kısmet kapısı açmış oldu… Ölümünü beklerken düğününü yaparak işin içinden çıkmış olduk. Yeter, elbette yeter! – Aldığı parayı geri alacaklarmış gibi Süleyman telaşlanmıştı. – Küçük Orhan’ı Allah korusun, bahtını açık etsin, sen ve ben bu konuda sevap işledik. Türk isen, elbette Türkiye’ye gideceksin. Anlayamadığım şey, Fahri, tek karıya bile bakmakta zorluk çektiğini söylüyorsun, peki ne olduğunu bilmediğin bu sokak çocuğu için o denli parayı neden harcıyorsun? Pişman olmuyor musun?
– Küçük Orhan sokak çocuğu değil, bugüne değin esaret altında kalmış, özgürlüğü elinden alınmış bahtsız biri. Para gelir gider. Fransa’ya götürülen küçük bir esir Çerkes kızı için yaptığım tercümanlık karşılığı aldığım paranın bir kısmı ile Orhan’ı özgürlüğüne kavuşturmamı Allah alnıma yazmış olmalı, pişman değilim.
– Bu iyiliğinin karşılığını, herkesin kendisine yalvardığı, onunsa kimseye yalvarmadığı Allah sana versin. Fahri sana söylemem gereken bir şey daha var, dört kadın, tek bir kadından daha tatlı bir şey, bunu unutma, aptal olma.
Üçüncü gün İstanbul’a vardılar, Fahri ile Orhan gemiden inerken arkalarından Süleyman bağırdı:
– Selam verme gereği duymadıysanız da, Fahri ve Orhan, ikinize de güle güle. Beni arayacak olursanız benim yerim, iskelem burası, her zaman beni bulabilirsiniz. – Kendisine dönüp bakmayan bu iki kişinin arkasından Süleyman homurdandı: “Canlı cenaze gibi oğlan çocuğu bakın nasıl da canlanmış, ucuza kaptırmış oldum… Alnından ter boşanarak beni arayacağını da sanmam, tek bir karıya bile bakamayan garip zengin-fukara kişi…”
İshak Maşbaş, Tarihi roman (s. 51-58).
Ayşet – 9 (Tarihi Roman; s. 59-66)
HAPİ CEVDET YILDIZ·27 ARALIK 2018 PERŞEMBE1 Okuma
IX
Meşbaşe İshak (İshak Maşbaş)
Zaman insanı yorar, iyileştirir de, yaralar birbirine benzemez. Kılıç yarası kapanır, ama izi kalır. Dil yarası kapanmaz, insan o yarayı yaşamı boyunca taşır, öbür dünyaya birlikte götürür.
Ayşet’in çaresiz durumu, birbirinden kopuk ve çelişik biçimlerde geceleri rüyalarına giriyordu. Zaman ilerledikçe belleğindeki anıları çoğalıyor ya da azalıyor ya da farklı görünümlere bürünüyorlardı. Babası Bolet öldürülmüş, evde, yerde yatıyor, derken kamasını çekmiş soyguncularla çarpışıyor, annesi Cenet ise, cansız, yatağının yanında yerde uzanıyor, ardından peşinden koştuğunu, seslendiğini görüyor, duyuyordu. Aynı yıl ölen babaannesi Çabe, elindeki Kur’an’ı katillere karşı tutuyor, yalvarıyor, dua ediyor, soyguncuları durdurmaya çalışıyor, ama gücü yetmiyor, babaannesini de öldürüyorlar. Ayşet’in kendisi sahile doğru sürükleniyor, adamın elinden kurtulmaya kalkıştığında da, adam kızıyor, Çerkesçe – Türkçe karışık kendisine bağırıyor, azarlıyordu.
Neydi bunlar? Küçük Ayşet’in çocukluğu, rüyalarına giriyor, geçmişi yeniden yaşıyordu. Bilmediği, yabancı bir ailenin içine, uzak bir ülkeye götürülecek, gündüzü ve gecesi orada geçecekti. Gelecekteki günleri neyi gösterecekti: rüzgarlı mı, güneşli mi, iyi mi, kötü mü olacaktı ?
Ayşet süreğenleşen sabah uykusundan uyandığında, öncekilerden farklı olarak, babaannesinin kendisine söylemiş olduğu sözleri yeniden anımsadı ve onunla teselli buldu: “Öyle tabii, katlanamayacağım bir durum yok. Dün hava yağışlıydı, bugünse güneşli. Her şey güzel, yerli yerinde. Kısa bir süre önce Charles de Ferriol, Marie-Angélique ve Augustin-Antoine ile konuşmuş olmalı ki, kontes bana daha iyi davranmaya başladı, Laroche da bana gülümsüyor ve sağlığımı soruyor. Claudine-Alexandrine’i ise gördüğümüz yok. Marie-Angélique ara sıra onu azarlıyor, terbiye vermeye kalkıştığında da, “saçımı kazıtıp manastıra kapanacağım” diye karşılık veriyor. Niye manastır diyor?.. Benim okuyacağım, yetiştirileceğim manastır da öyle bir yer mi? Saçını kazıtacak bir oğlan çocuğu muyum ben!.. Kont Charles de Ferriol öyle bir şey demedi bana, kral da bunu kabul etmez. Her şey mükemmel, kötü bir şey yok. Çerkesçedeki “ğı” (гъы) sesi gibi Fransızcada da çok sayıda “ğı” sesi var, her geçen gün Fransızcayı daha iyi öğreniyorum. Bana hizmet eden Sophie (Sofi) benden dört yaş büyük ama büyüklenmiyor. Beni Claudine’den daha beğendiği, sevdiği, söylemese de davranışlarından anlaşılıyor. Okumaya gittiğimde ne olacak, onu bilemiyorum… Sabahları yatakta yatarken artık ona çikolatalı süt getirtmeyeceğim, bizim kendi ülkemizde öyle bir âdetimiz (khabze) yoktu. Ne diye kendimi ağırlatıp yatakta yemek yiyecek mişim, ayıp şey bu!.. “ – Ayşet hızla yataktan kalktı, Sophie gelmeden yatağını topladı.
Tabak üzerinde bir kâse dolusu çikolata getiren Sophie durumu görünce şaşırıp kaldı:
– Aissé, kalktın mı?
– Uyanmıştım, erken kalkmış oldum, – niçin sorduğunu anlayamamış gibi yaptı. – Niye şaşırdın?
– Kont Ferriol ailesinin geleneğini bozuyorsun da ondan Charlotte-Elizabéth Aissé, – dedi alçak sesle Sophie. – Çikolata yemeden Ferriol’ler kalkmazlar, yataklarını da kendileri toplamazlar.
– Sophie, ne kadar da katısın!
– Katı değilim, işimin gereğini söylüyorum. – Bu arada Sophie gülümseyerek Ayşet’e karşılık verdi: – Bana öğrettiğin tek Çerkesçe sözcükle soruyorum, dediğimi anladın mı?
– Anladım, Sophie, anladım. – Ayşet gülmekten kırılarak Sophie’ye koşup sarıldı, şakalaştı, – Ferriol’ler istedikleri zaman sabah, öğle ve akşam yemek yerler, istedikleri zaman yatar, istedikleri zaman da kalkarlar.
Sabah saat onda kahvaltı zili çaldı. Kapı sesleri duyuldu. Ayşet, Pon de Vel oğlan çocuğunun her zamanki gibi kendisine doğru koşmakta olduğunu duydu, ama herkesten önce sofraya oturduğu gibi yapmadı, biraz gecikmeye karar verdi: Erken davranmayacak, gecikmeyecekti de.
– Hâlâ hazırlanmadın mı? – dedi Pon de Vel.
– Acele etme, – Ayşet ayna başında kemerini düzeltirken çocuğa seslendi, – arkamdan kemerimi düzeltmiş miyim, bir bakıver.
– Düzgün. Gidelim, gecikiyoruz.
– Hemen, Pon, hemen. Claudine’den geç kalmayacağız.
– Claudine çoktan gitti bile, – Pon de Vel kendisini tutamıyordu.
Ferriol’lerin büyük yemek odasında doğuya bakan duvarda dört üst pencere bulunuyordu. Yere uzanmayan beyaz perdeler dışında, üzerinde beyaz örtü serili uzun masanın üstünde güzel tabaklar, önlük ve peçeteler bulunuyordu, bunlar odayı daha da bir aydınlık gösteriyorlardı, yumuşak ağaçtan yapılma sandalyeler, tabureler, üzerinde bir çiçek demeti bulunan bir sehpa, duvara asılı tablolar, tavana asılı küçük cam lambalar, hepsi hepsi tam bir uyum içindeydi.
Yemek odasında servis yapan iki uşak bulunuyordu: Biri yemekleri getiriyor, diğeri onları sofraya yerleştiriyordu. Her ikisi de siyah fraklar giymiş, beyaz eldivenler takmışlardı.
Kahvaltı masasında beş kişi oturuyordu: Masanın başında Charles de Ferriol, sağında Augustin-Antoine ile Marie-Angélique vardı, karşılarındaki iki sandalye ise boştu, masanın sol başında Pierre ile kızkardeşi Claudine-Alexandrine oturuyordu. İki uşak, biri masanın baş tarafında, diğeri masanın karşı ucunda, el bezleri kollarında, sofranın yaşlısı olan kontun işaretini bekleyip duruyorlardı.
Ayşet kapıdan görünür görünmez aileyi beklettiği için utanıp olduğu yerde durdu, her zamanki taburesine koşan Pon de Vel ile ilgilenmeden, başını hafifçe eğerek masadakileri selamladı:
– Bonjour, – dedi.
– Sofrada olduğum sürece Charlotte-Elizabéth Aissé, – diyerek, Charles de Ferriol, her zamanki yerine oturmak üzere olan Ayşet’e seslendi ve belirlediği yeni yerini gösterdi, – sen sol yanımda oturacaksın.
“Nedir bu yaptığı?” diyerek Marie-Angélique ayağı ile Augustin-Antoine’nin ayağına vurdu, kız kardeşi Claudine-Alexandrine de gizlice bir göz kırptı.
– Ya ben? – Amcası, Ayşet’i yanına oturtmak isteyince Pon de Vel ayağa fırladı.
– Sen oturduğun yerde oturacaksın, – diye Augustin-Antoine oğluna seslendi.
– Hayır! – Diyerek Pon de Vel taburesini sürükleyip Ayşet’in yanına oturdu.
– Pon! – Marie-Angélique küçük oğlunu nazik bir biçimde uyardı. – Bu yaptığını sana yakıştıramıyorum.
– Bir şey demeyin, – diyerek Charles de Ferriol yemek duası yapıp elini yemeğe uzattığında, sofradakiler de kahvaltıya başladılar.
Çatal-bıçak sesi dışında sofrada pek bir ses duyulmuyordu, ilk tabaklar alınıp yenileri gelinceye değin kimse konuşmadı, ikinci tabaklar getirildiğinde, Claudine-Alexandrine Charles de Ferriol’e sordu:
– Sen burada olmadığında, kont, Aissé’nin yanında kim oturacak?
Pierre Guérin de Tencin duyduğu bu sözden hoşlanmadığını hafifçe öksürerek kız kardeşine belli etti.
– Paris’te olmadığımda, Claudine-Alexandrine, Ayşet, bu yerde kardeşim Augustin-Antoine’nin sol yanında oturacak, – Charles de Ferriol, önemsemiyormuş, tanık tutmak istiyormuş gibi Pierre’e bakıp yanıt verdi. – Charlotte-Elizabéth Aissé’yi, eski yerinden kaldırıp bugün oturttuğum bu yerde oturacak. Seni memnun edebildim mi, Claudine?
– Öyle ama Kont Augustin-Antoine de Paris’te fazla kalmıyor.
– O gibi durumlarda kız kardeşin Kontes Marie-Angélique sofra başına geçecek. Tamam mı Claudine-Alexandrine?
– Biz de sonunda anımsanmışız anlaşılan, – kız kardeşi yerine Marie-Angélique, beklenmedik biçimde sofrada beliren tatsızlığı şakaya bağladı. – Charlotte-Elizabéth Aissé’yi biricik oğlum Pon de Vel gibi seviyorum, o da beni seviyor olmalı.
– Teşekkür ederim, kontes, – Charles de Ferriol gelinine karşılık verdi, – sadece sana güvenerek Charlotte-Elizabéth Aissé’yi , ona göz kulak olacağını umarak, Ferriol’lerin evine getirdim, anlaştığımız üzere, okuması için kral manastırlarından birini seçtik, uzakta değil, Saint-Clou’da. Birgün Charlotte-Elizabéth Aissé ve ben Versailles’den gidip okulu gördük, çok beğendi. Öyle değil mi Charlotte-Elizabéth Aissé?
– Evet, öyle. Bina güzel, bahçesi geniş. Her taraf bu bahçemiz gibi çiçek ve ağaç dolu. En beğendiğim tarafı da sizden uzakta olmayacak olmam.
– O konuda rahat ol, Charlotte-Elizabéth Aissé, senden uzakta olmayacağız, – Marie-Angélique bırakılacak olan paradan ne kadarının kendisi için ayrılacağını hesap ederek Tanrı dışında bir şey bilmeyen bu küçük kızı rahatlatmak istedi, – seni görmeye sık sık geleceğiz, pazar günleri seni eve getireceğiz. Saint-Cloud manastır okulunun güzel ve iyi olması gerekir, yoksa Güneş kralımız başka türlüsünü hoş görmez.
– Ben de orada okuyacağım! – Pon de Vel kendini tutamadı.
– Pon de Vel seni de Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yaşına geldiğin zaman orada okutacağız, – Marie-Angélique içinden gelmiyor olsa da oğlunun gönlünü almak istedi.
– Öyle ama… Ben saçımı kazıtmak istemiyorum! – Ayşet üzüldüğü şeyi gizleyemedi, sonra daha yumuşak bir sesle sözlerini tamamladı. – Charles de Ferriol, saçımı kazımamalarını güneş aydınlığı kralımızdan iste.
– Kim söyledi sana saçının kazıtılacağını? – Charles de Ferriol duyduğu bu şeyden memnun olmamıştı, ama belli etmedi, yumuşak bir sesle Ayşet’e sordu.
– Kimse söylemedi… – Ayşet sözünü geri aldı, ama doğru söylemediği için caydı ve eklemede bulundu: – O halde Claudine-Alexandrine ne diye Marie-Angélique’e “saçımı kazıtıp manastıra kapanacağım” dedi?
Claudine-Alexandrine bu söz üzerine elindeki çay bardağını tak diye çay tabağına vurdu. Ayağa fırlayıp sofrayı terk etmek istedi, ablası izin vermedi:
– Claudine, otur. İyi yapmıyorsun.
Ferriole’ler arasında sorun çıktığında yapıldığı gibi hizmetli takımı odadan ayrıldı.
– Kont Ferriol’lerin hatırı için yerimde otururum, – Claudine-Alexandrine ince ve endamlı vücudu ile kendisini sandalyesine bıraktı. – Marie-Angélique, sana kaç kez söyledim, beni Aissé’nin yanında terbiye etmeye kalkışma diye…
– Charlotte-Elizabéth Aissé, – Charles de Ferriol hemen Ayşet’in tam adını söyleyerek Claudine-Alexandrine’nin sözünü düzeltti.
– Evet, – Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yanında, – Claudine-Alexandrine konuşmasına eklemede bulundu: – Sana kaç kez Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yanında beni azarlama demedim mi, Marie-Angélique? Sen de, Charlotte-Elizabéth Aissé, biz, iki kız kardeş, kendi aramızda yaptığımız konuşmaları dinleme.
– Dinliyor değilim! – Suçsuz yere suçlanmış gibi sertçe karşılık verdi. – Sadece duyduğum için söyledim.
– Siz ikiniz, Marie-Angélique, – dedi, şimdiye değin sessizce çayını yudumlayıp oturan Augustin-Antoine, – hak ettiğiniz cevabı aldınız, ne yaptığınıza, ne dediğinize dikkat etmiyorsunuz.
– Doğru, Augustin, – Charles de Ferriol kardeşine katıldı, Ayşet’e destek çıktı. – Claudine-Alexandrine din manastırlarından söz ediyor, ama sen farklı bir okulda okuyacaksın. O okulda kız ve oğlan çocuklarının saçları kazınmıyor.
– Öyle tabii, kontun seni vereceği manastırda çocukları okutuyor ve yetiştiriyorlar, saçlarını kazıyor değiller, – diye Marie-Angélique kaynını destekledi.
– Dedik, diyeceğiz, sabah kahvaltımızı burada bitiriyoruz. Yediklerimizi Tanrı kabul etsin, arzularımızı gerçekleştirsin, – Charles de Ferriol ayağa kalkınca sofradakiler de ardından ayağa kalktılar.
Sisli ama yağışsız bir sonbahar, bir Paris günüydü.
Dünkü gündüz, akşam ve gece, bugünküne göre, Charles de Ferriol için zorlu geçmişti. Yarınki günün nasıl olacağı kaygısı içinde gece iki üç kez pencere önüne gitti, durdu, ayrıldı. Gökyüzü ilkbahar-yaz geceleri gibi yıldızlarla bezeliydi, ay da yuvarlak, dolunay halini almıştı, tek bir yaprak kımıldamıyordu, yumuşak, tatlı bir hava vardı. Huzursuz olan kişi Charles de Ferriol idi. Gece yarısı olmuştu ama uykusu gelmemişti. Önünde duran üç sorunu çözmesi gerekiyordu: İlki Charlotte-Elizabéth Aissé’nin okul, eğitim işi; ikincisi Türkiye’ye gitme konusu ve telaşı; üçüncüsü Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine arasındaki ilişkiydi. Kendisine karşı olan Fransa Başbakanı Dubois (Dübuva) engeline takılmasa, elçilik işini bir iki ay içinde gerçekleştirebilirdi, o konuda bir iki tanıdığı ile de görüşmüştü. Bir sorun oluştuğunda Güneş krala ricada bulunacaktı, ona güveni tamdı. Ama işe kralı katmasa daha iyi olacaktı, kral kraldı, onu üzmek olmazdı. İki kız kardeşe gelince, zavallı kardeşini düşünüyordu, kız kardeşler umurunda değildi, onları eğitecek değildi. Öyle ama, Aissé konusunda gelinine, onun yardımına güveniyordu. Augustin-Antoine uzak yerde, Dauphine’de değil de, Paris’te olsaydı, küçük kız için o denli kaygılanmayacaktı.
“Charlotte-Elizabéth Aissé işini hallettim sanırım… – Charles de Ferriole yumuşak yorganını üzerinden atıp yataktan çıktı, odada gezinmeye başladı. – Ne diye atılıp onu satın aldım ki? Acıdığım için mi, yoksa niye?.. – Büyük sandığa tutturulmuş ağaç fıçıcıktan, boduçtan sevdiği kırmızı şaraptan doldurdu, bardağı bir nefeste boşalttı. Adımları daha hızlandı, kafasındaki dağınıklığı attı, daha özgür, daha yerinde düşünmeye başladı. Yavaş yavaş kaygıları azalmış, iyi-kötü kuşkuları dağılmış, kendine güveni artmış halde yatağına uzandı. – Charlotte-Elizabéth Aissé, bu küçük Çerkes kızı nedeniyle benimle dalga geçiyor, beni ayıplıyorsunuz ama, benim onun için ne düşündüğümü nereden bileceksiniz! Üç dört yıl içinde onun ne kadar da güzel bir kız olacağını hepiniz göreceksiniz, benim kadınlardan anlamadığımı söylüyorsanız, aptalsınız. Siz kendi karılarınızın aşıkları tarafından dolaştırılmalarını önlerseniz daha iyi yapmış olursunuz. Sizin karılarınızın bana yaşattığı zevkler bana yeter. Evet, evet, ben Charlotte-Elizabéth Aissé’ye göz koyacak değilim, göz koyacağım yeteri kadar kadın İstanbul’da da vardır, ama Paris’e geldiğimde…” – Charles de Ferriol böylesine şeyleri düşünürken uyuya kaldı.
Ayşet – 10 (s. 66 – 72)
HAPİ CEVDET YILDIZ·5 OCAK 2019 CUMARTESİ7 Okuma
X
Meşbaşe İshak (İshak Maşbaş)
Charles de Ferriol’ün hafif faytonunda beş kişi oturuyordu: İkisi erkek, kendi ve Pon de Vel, diğer üçü kadındı – Charlotte-Elizabéth Aissé, Marie Angélique ve hizmetçi kız Sophie. Claudine-Alexandrine’i de çağırmışlardı, ama gelmemişti. O, kendisi için düşündüğü manastırı bir türlü kafasından atamıyor, onca soruna neden olan küçük Çerkes kızına imreniyor muydu, acıyor muydu, bilemiyordu, perde gerisinden bahçedeki faytona bakıp duruyordu, derken araba Ferriol’lerin bahçesinden ayrıldı. Pierre Guérin de Tencin yeni piskopos olmuştu, Aissé ile birlikte manastıra gideceklere katılmak istemişti, ama alelacele çağrıldığı için Embrun’a dönme durumunda kalmıştı.
Paris dışında bir süre yol aldıktan sonra, Charles de Ferriol, yanındakilere moral vermek için konuştu:
– Sisli bir gün ama hava ılık.
– Hafif bir yağmur yağsa daha iyi olurdu, – dedi Ayşet, arabadakileri şaşırtır biçimde.
– Niye, bir şey mi var? – dedi Marie Angélique.
– Hafif yağış varken yola çıkmak iyi olur derler bizim tarafımızda.
– Kimler, Türkler mi diyorlar? – diye Marie Angélique Sophie’ye baktı.
– Türkler değil, – kontesin soruş biçimine Ayşet şaşırmıştı. – Benim kaçırıldığım Karadeniz kıyısında yaşayan Çerkeslerden söz ediyorum.
– Değişik insan topluluklarının inanışları birbirine benzeyebiliyor, – Charles de Ferriol konuşmalardan hoşlanmamıştı ama, yine de Ayşet’e destek çıktı, – biz, Fransızlarda da böyle bir inanış var. – Gereksiz konuşmaları sona erdirmek için sürücüye seslendi: – Arabanın hızını azalt Jaque, bizi sarsıyor.
– Sarsmıyor, çok yavaş gidiyor! – diye Pon de Vel itiraz edince, hepsi gülümsedi.
Ferriole’lerin kızı kaydettirme işi Saint-Cloud’da kısa sürede tamamlandı. Fazla bir formaliteye gerek duyulmadan küçük Adıge kızı manastıra kabul edildi, manastırın yöneticisi buğday tenli kadın Jeanette Nicole, Ayşet’le birlikte gelenleri sorduğunda, kızın verdiği karşılığı Charles de Ferriol hiç unutmamıştı. Marie Angélique de bunu ilginç bulmuştu, Sophie ise konuya başka bir açıdan bakıyordu, işin öyle olduğunu uzun bir süreden, kızı tanıdığı günden beri biliyordu.
– Charlotte-Elizabéth Aissé, kendini bana sevdirdi, – diye Marie Angélique, önemsediğini belli etmeden bir gün Sophie’ye söylemişti, – onun bizim için düşündüğü şey asla aklıma gelmezdi… Babası Charles de Ferriol, kardeşi Pon de Vel, sen de hizmetçisisin. Claudine küsmeyip bizimle birlikte gelseydi ona ne diyecekti, bilemiyorum. İyi, iyi, memnunum, evdekilerin hepsi öyle olmalı. Didişmeden, huzur içinde birlikte bir yaşam sürdürmek her şeyden önemli, – kontes, son sözleri ile, kız kardeşi Claudine’i kastetmişse de adını anmamıştı.
– Ben de kontes, ilk gördüğüm günden beri- Charlotte-Elizabéth Aissé’yi sevdim, akıllı, cana yakın biri, sevmemek elde değil. Her şeyi kavrıyor, çalışkan ve zeki biri.
– Evet, Sophie, evet, terbiyeli, prens soyundan geldiğini belli ediyor. Onunla bir arada olmak için can atıyorum, ondan ayrı kaldığımda saatlerim zor geçiyor. Bazen – Charlotte-Elizabéth Aissé bana Claudine-Alexandrine’in küçüklüğünü anımsatıyor. Ünlü Guérin de Tencin soyundan geldiğini unutmuyor, soyuyla gurur duyuyordu. Şimdi de onun soyumuzla gurur duymadığını, soyluluğumuzu yadsıdığını söylemek istemiyorum, ama bu yaz başından beri kendisi ile konuşamıyoruz, azgın bir dişi köpeğe dönüşmüş gibi, fazla kitap okuduğundan mı ne, bilemiyorum. – Eleştirdiği kız kardeşini bırakıp bir başka konuya atladı: – Sophie, kont, Aissé’ye kızım der mi acaba? Öyle yazdırmış mıdır? Bu benim aklına eseni yapan kayın biraderimin ne diyeceği belli olmaz…
Kontesin Ayşet’e ilişkin söylediği güzel sözlerin ardından, Sophie, kızla uğraşmayın, kendi aile sorunlarınızı kendiniz çözün düşüncesiyle, küçük dudakları kapalı, Marie Angélique’in odasından çıkmaya hazır kapı pervazına dayalı bekliyordu.
Önündeki soğumuş çayını eli ile iten kontes, Sophie’ye açıklamada bulundu:
– Kaygılandığım şey seni ne diye ilgilendirsin ki, sen farklı şeyler düşünürsün, haydi, işine dön.
Aynı saatte, önceki gidişlerinden farklı olarak, “Charles” (Şarl) diye adını söyleyerek, Ayşet Charles de Ferriol’i karşıladı:
– Bugün, Charles, seni bekliyordum, geleceğini biliyordum.
– Birileri mi söyledi?
– Hayır, önceki gün geldiğinde, Türkiye’ye gideceğini söylemiştin.
– Evet, evet, söylemiştim, unutmamışsın.
– Bir sürü zorlu işin olmasına karşın, sen de unutmamışsın. Pon de Vel, Augustin-Antoine, Marie Angélique, Sophie ve Laroche nasıllar? Claudine-Alexandrine’i görmediğim çok oldu, buraya geldiğim sıralarda kitap okuyordu.
– Sorduklarının hepsi iyi, sağlıklı, selam söylediler. Önümüzdeki hafta ziyaretine gelecekler.
– Claudine-Alexandrine de gelecek mi?
– O da gelecek, – Grenoble yakınındaki Monfreli’deki Augustin kız manastırına Claudine-Alexandrine’in çekildiğini Charles de Ferriole gizledi.
– Bak, Jeanette Nicole geliyor! – Manastırın yöneticisi olan beyaz yakalı ve uzun siyah giysili kadını görünce, karşılayıp elini tuttu.
– Charlotte-Elizabéth Aissé, sakin ol, – diyerek Jeanette Nicole gülmeden ve somurtmadan, Ayşet’i uyardı, küçük kızı elinden tutarak kontun yanına geldi: – Bizim için okuttuğumuz ve büyüttüğümüz bütün kız çocukları eşittir, iyi-kötü ayırımı yapmıyoruz. Ama Charlotte-Elizabéth Aissé bazen bizi yanıltıyor, yapmamamız gerekenleri bile bize yaptırıyor.
– Sizi dinliyor mu, yaramazlık yapıyor mu? – Ayşet’in yaramazlık yapmayacağını kont da biliyordu, yine de Charles de Ferriol’e sormadan edemedi, verilecek yanıtı beklemeden, küçük kıza gülümseyerek: – Fransa’da olayım, Türkiye’de olayım, yaramazlık yaparsan bağışlamam, bunu bil Charlotte-Elizabéth Aissé, – dedi.
– O konuda tasalanma, Charles de Ferriole, – Okulumuzda, eğitim-öğretim konusunda, dikkatli ve titiz davranıyoruz, çocukların olumsuz yanlarını düzeltmeye, olumlu yanlarını geliştirmeye çalışıyoruz. Charlotte-Elizabéth Aissé üzücü davranışlar içindeki bir çocuk değil. Utanma ve acıma duyguları var, hangi işi buyursak, tertemiz, mükemmel yerine getiriyor, yaşıtları ile iyi geçiniyor, arkadaşları da kendisine iyi davranıyorlar. Fransızcası beklemediğimiz biçimde gelişiyor, temiz. Nakış işlerini iyi biliyor. Charlotte-Elizabéth Aissé’nin bana anlattığı gibi, bir prens (pşı) ailesinde yetişmiş olduğu belli oluyor.
– Böyle şeyler de mi anlattı sana? – duyduklarından memnun olup olmadığını belli etmeyecek biçimde sordu Charles de Ferriol.
– Kont, bunlar, küçük kız çocukları, – Jeanette Nicole’ün güzel beyaz yüzündeki sevinci, Charles de Ferriol ilk kez gördü, – çok şey söylüyor, çok şeyi de öğrenmek istiyorlar. Siz birlikte oturun ve konuşun. Benim içeride bazı işlerim var.
Kont Charles de Ferriol ile Charlotte-Elizabéth Aissé baş başa kalınca, kendi bilinç düzeylerine, algılamalarına uygun biçimde konuştular, çok şeye değindiler. Sonunda her ikisi de Türkiye yolculuğu üzerinde yoğunlaştılar.
– Charlotte-Elizabéth Aissé, senin ve benim işimizin böyle olacağını bilseydim, – kont içindekileri dışarı vurmadan, inilder gibi yapıp konuşmasını sürdürdü, – onca uzak yerdeki Türkiye’ye gitmeyecektim, ama Güneş kralımızın bana verdiği görevi yerine getirmem gerekiyor. Yapmadığım takdirde saygınlığımı yitiririm, düşmanlarım da bayram yaparlar.
– Düşmanların da mı var? – Ayşet’in tüyleri diken diken oldu, ardından üzülerek, babası olsa ne yapacak idiyse, çekingenlik göstermeden, küçücük başını Charles de Ferriol’ün göğsüne dayadı, ardından konuyu değiştirip kontun gözlerinin içine baktı, – Jeanette Nicole güzel bir kadın değil mi? Onu seviyorum, niye dersen, anneme benzetiyorum.
– Annenin adına benzer bir ad taşıdığı için onu seviyor olabilir misin? – Bir gün Ayşet’in annesinin adını söylemiş olduğunu anımsayarak kont gülümsedi.
– Sadece o nedenle değil, iyi bir kimse olduğu için, – Ayşet iç bunaltısını sesini yükselterek bastırdı.
– Evet, Aissé, dünya iyi insanlar sayesinde ayakta, – küçük kızın durumunun farkına varınca Charles de Ferriol, dikkat ederek kızın dediğini onayladı, beklemediği bu konunun üzerinde fazla durmak istemedi, geldiğinde olduğu gibi işi ayrılma selamlaşmasına getirdi: – Güneş kralımızın bana verdiği görevi, sen de git dersen, yerine getirmek üzere, Aissé, yarın Türkiye’ye gitmek üzere yola çıkacağım. Tanrı alnımıza ne yazmışsa o olur. Yılda iki üç kez yanına geleceğim. Ben olmadığımda Augustin-Antoine, Marie Angélique, Sophie ve Laroche benim gibi seninle ilgilenecekler.
– Pon de Vel de var, – Ayşet kontun unuttuğu çocuğu anımsattı, Claudine-Alexandrine demek aklına gelmedi ya da aklına getirmek istemedi. Ardından kaygılı bir biçimde Charles de Ferriol’e döndü: – Türkiye’ye gittiğinde, senden iki dilekte bulunacağım, – dedi.
– Nedir bunlar? – Ayşet’in neler dileyeceğini merak ederek sordu.
– Fahri’nin kalbini kırdığım için pişmanım, beni bağışlamasını istediğimi söyle.
– Olmayacak bir şey mi söylemişti sana? – diye Charles de Ferriol kaygılandı.
– Hayır. Beni senden satın alıp İstanbul’a götürebileceğini söylemişti, ben de “Senin gibi yarı Çerkesçe-Türkçe konuşan biriyle yola çıkmam” demiştim.
– Bunu biliyorum. Fahri bu sözü sana söylediğini benden gizlememişti. Böyle demiş olman onun ağırına gitmiş, o üzüntüyle yola koyulmuştu. Sakıncası yoksa niye öyle dediğini bana da söyle.
– Sakıncalı, gizli bir yanı yok bunun. Beni kaçırıp İstanbul’a getiren kişi de Fahri gibi yarı Çerkesçe-yarı Türkçe konuşan biriydi, o nedenle güvenemedim.
– Doğru, doğru, Fahri iyi bir insan. Dediğini memnuniyetle ona söylerim. Zavallı sevinir. İkinci dileğin neydi?
– İş olsun diye söylemiştim, önemli bir şey değil… – Ayşet bir ah çekti.
– Önemsiz, değersiz diye neye denir, Aissé, yeryüzünden silinip artık adı anılmayan şeylere denir.
– Öyleyse, o kişi benim.
– Sen olabilir misin, Charlotte-Elizabéth Aissé, – Charles de Ferriol duyduğu bu söze anlam veremedi, şaşırıp kaldı, – bak, sen ve ben konuşuyoruz, dünya da yerli yerinde, çok güzel. Birkaç yıl içinde güzel bir kız olacaksın, bütün bir Paris sana imrenecek, bunu bilmediğin için böyle konuşuyorsun. Benim senin için yapmayacağım bu dünyada bir şey olamaz. De bana o söyleyemediğin şeyi.
– Öyleyse şu şeyi benim için yap: İstanbul’a vardığında Karadeniz kıyısındaki yarlardan en yükseğine çık, Bolet ile Cenet’in kızı Ayşet sağ, Fransa’da diye deniz ötesine doğru bakıp haykır. Yöremizden, Çerkeslerden biri belki seni duyar… – Ayşet, dayanamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, kendisini Charles de Ferriol’nin göğsüne attı.
(Devamı gelecek)
Ayşet – 11
HAPİ CEVDET YILDIZ·10 OCAK 2019 PERŞEMBE4 Okuma
Meşbaşe İshak (İshak Maşbaş)++++
(Tarihi roman, s. 72-79)
XI
Her zaman, yolculukta, düşünce de kişiye eşlik eder. Uzak ya da yakın yol olması fark etmez. Atlı arabanın (кухъэренэ) tekerlekleri dönüyor, Charles de Ferriol’ün düşünceleri beyninde uçuşuyordu. Rüzgâr gibi hızlı, gökyüzündeki güneş gibi yavaş idiler. Bir fırlıyor, kırları, dağları, denizleri aşıp gidiyor, bir geriye kaçıyor, kontun kafasının içine doluşuyordu.
Charles de Ferriol Paris’teki işlerini istediği gibi halletmişti, ama bir şeyleri unutmuş gibiydi. Şimdi de, çok sayıdaki kadınlarına dönmeyi, elden geçirmeyi düşünüyordu, ama üzüldüğü şeyin nedenini bulamıyordu. Ne olabilirdi bu şey? Charlotte-Elizabéth Aissé’ye gelince, dün yarım gününü ona ayırmış, kızın gönlünü almıştı. Beklenmedik birçok şeyi konuşmuşlardı, manastır yöneticisi güzel Jeanne Nicole ile tanışıp dost olmuş, kral XIV Louis’nin selamını ona iletmişti, kralın başbakanı Dubois’nın kendisinden hoşlanmadığını biliyordu. Yine de, yıllardır özlemini çektiği büyükelçilik görevini almış Türkiye’ye gidiyordu. Hesabının bulunduğu bankaya uğramış, yıllık getirisini, faizini hesaplattırmış, üstüne kaydettirmişti. Ayşet’in gereksineceği parayı, manastıra ödenecek okul masrafını Saint-Cloud’ya peşin yatırmıştı, artan paranın her ay Kontes Marie-Angélique’e ödenmesi talimatını da vermişti.
Küçük kızın olası acil gereksinimleri için harcanacak bin Fransız lirasını (livre) gizlice Sophie’ye bırakmıştı. Sorun neydi? Sevgilisi olan kadınlarla birer gece geçirmişti, onlar için yaptığı harcamalardan pişman değildi. İçlerinden en çok hoşlandığı bir kadına kendisiyle İstanbul’a gelmesi halinde bıkıncaya değin yanında kalabileceğini söylemişti.
Bu düşündükleri dışında Charles de Ferriol neyi unutmuş, neye sıkılmış olabilirdi? Sonbaharın ince ve soğuk yağmuru iki saati aşkın bir süreden beri arabasının üzerine dökülüyordu. Çevreye baktığında, ortalığı kaplayan ve suyu andıran ince bir sis tabakası dışında bir şey göremiyordu. Çevredeki tüm görünüm – ağaçlar ve evler – yere inen ağır göğün bir parçası olmuştu sanki. Fransız Büyükelçinin canını sıkan şey yaşamın değişik sorunları olabilir miydi? Yoksa daha başka neye üzülüyor olabilirdi?
Düşündüğü şey uzunca bir süre önce yitirdiği gençliğiydi. Çağırsan, yalvarsan geri gelmeyecek olan geçmişiydi. Nereye gitmişti bu güzelim gençliği? O dün, evvelki gün, birkaç ay, birkaç yıl öncesi derken uçup gitmiş, çok uzaklarda kalmıştı. Düşündüğünde, geçmişi bugünmüş gibi yakınında görünüyor, gülümsüyor, farkında olmadan geçmişi özlüyordun. Küçük kız Charlotte-Elizabéth Aissé başını kontun göğsüne yasladığında, ardından ağlayarak bağrına sığındığında, Charles de Ferriol bu gerçeğin farkına varmıştı. O bir saat, o birkaç dakika içinde yüreğinde oluşan, farkına vardığı şey ne olabilirdi? Nahıj (yaşlı) – daha yaşlı kişi olduğu için, bu yetim kız çocuğu kontun koruyuculuğuna mı güveniyordu, ya da üzerinden hiç atamadığı kadınlık duygusunun olağan bir sonucu muydu bu?
Kont Charles de Ferriol’ün kişiliğini ve bu kişiliğin neye benzediğini, özelliğini bilmeden, ona ilişkin ne sorarsan sor doğru bir yanıt bulamazsın. Bir topluluk içine girdiğinde, sözüne emeğini katmayacak, kendisini dinletemeyecek, dediğini yaptıramayacak biri değildi. Yiğitlik, acıma, dostluk, utanma ve gurur doluydu. İçtiğinde dağıtan, ne dediğini, ne söylediğini bilmeyenlerden de değildi. Ne kadar çok ve değişik kitap okuduğu ayrı bir sorundu, ama eğitim ve bilim konusunda kimseden de geri kalmıyordu. Hangi konuda olursa olsun, felsefe, tarih, edebiyat, şarkı ve tiyatrodan anlayan güçlü bir belleği, bir bilgi birikimi vardı. Çocukluğundan başlayarak iyi bir eğitim almıştı, kızların peşinden koştuğu yakışıklı bir delikanlıydı. Bugün de donanımlı, iyi giyimli ve sağlıklı biriydi.
Dünya kötü bir bataklık, çirkin bir yer, Charles de Ferriol’ün kalbi ise daha da çirkin. Arabanın penceresine soğuk yağmur damlaları vuruyor, dağılıyordu. Atların ayaklarından, tekerleklerden çamurlar sıçrıyordu, görmese bile seslerini duyuyordu. Sonbahar kargalarının viyaklama, gak sesleri de duyuluyordu. Bilemediği, çözemediği şey, şimdi düşünceleri içinden taşan ve içini karartan gizli sesin ne olduğuydu. O konuda kuşkulanmıyor değildi, ama adını belirtmekten kaçınıyordu: “Ne diye o konuda kendi kendimi kınayacakmışım? Yaptıysam yaptım, kimse beni yap, yapma diye zorlamadı. Yıllarım akıp gitmişse çok mu önemli?.. Kalben yirmi, otuz yaşlarındayım. Beni isteyen kaç yaşındasın diye sormuyor. Tanrıya şükür, kadınların karşısında aciz kalacak bir yanım yok. Beğendiğim benim olur, beğenmediğim de kendini beğenen birini bulur deyip geçip gidiyorum. Yaş konusunda kadınla erkeği karşılaştırmak doğru değil. Kadın çabuk çöker. Erkeğin gücü yerindeyse, kendinden yirmi yaş daha genç bir kadınla da idare edebilir. Benim gibi Tanrı vergisi güçte bir erkekse, kendinden otuz yaş küçük kadına bile bana mısın dedirtmez…”
Kötü sonbahar yolculuğunda Charles de Ferriol kendi kendine iç hesaplaşmaları içinde öğle sonrası sürücü Jaque’a seslendi:
– Melen’de konaklayalım, geceyi orada geçireceğiz.
Çarçabuk hazırlanan akşam sofrasına, oradaki üç kadından birini çağırttı, kadınla bir saat kadar oturduktan sonra Charles de Ferriol, birlikte odasına gitti, hemen soyunup yatağa uzandı, içinden geçeni kadına söyledi:
– Lambayı söndürmeden karşımda yavaş yavaş soyun.
– Söylemen yeter, aşkım, – şarabı biraz fazla kaçıran güzel ve fidan boylu kadın acele etmeden entarisini çıkarmaya başladı…
Kont kızışmış halde ayağa fırladı, çıplak kadını güçlü kollarıyla sardı, ama aynı anda beklenmedik bir durumla karşılaştı, birden bire pasifleşti.
Charles de Ferriole yatakta da birşey yapamadı. Her ikisi bir saat kadar konuşmadan, uyumadan, yüzleri havada yattılar. Kadın ve erkek birbirinden farklı şeyler düşünüyorlardı. Kadın yapacağı ve yapması gereken her şeyi yaptı, erkek ise zor duruma düştüğünde, bir aşığın yapacağı gibi kadına dostça, sevgiyle yaklaştı.
Sonsuz bir aşkın sonunun da geleceğine, bir gün o durumla karşılaşacağını düşünmemiş olan Charles de Ferriol, bu başına gelene ne diyeceğini bilemiyordu, yine de, kalben incinmiş durumdaydı. En çok üzüldüğü şey de böyle bir oluşumu beklemiyor olmasıydı: “İçim istiyor ama fizik olarak güçsüzüm. Böyle bir şey olabilir mi?.. Charlotte-Elizabéth Aissé’nin işleriyle uğraşıyor, kızı koruyorum derken, aşk yaşamımı biraz ihmal etmiş olmamdan ileri gelmiş olabilir mi bu şey? Bir hafta boyunca selam verdiğim kadınlar?.. Şimdi, birkaç gün daha Paris’te kalsam, Jeanette-Nicole gibi çekici bir kadınla, küçük kızı bahane edip bir akşam yanına gitmem ve buluşmam uygun olur. Sakıncası yok, içten gelen bir arzuyla bana bakıyordu… Erkekleri arzulamayan bir kadınla bugüne değin karşılaşmış değilim. Ayrıca Jeanette-Nicole gibi din ile ilgili bir kadınla da ilişkim olmadı…”
– Haydi, giyinmeden sofrada biraz daha oturalım, – sıkıntılı bir biçimde Charles de Ferriol yorganı üzerinden attı.
– Böyle çıplak vaziyette mi?..- kadın duyduğu şeye sevinmiş olsa da şaşırmış gibi yaptı.
– Utanıyorsan yatak örtüsünü üstüne ört.
Kırmızı şarabı beyaz şarapla değiştirerek sofrada oturdular, sonra yatağa geçtiler, ama yararı olmadı. Ne kadar karşılıklı uğraşmış olsalar da, kontun erkeklik gücünü kızıştıracak bir yol bulamadılar.
– Odanın içerisi güzel kokuyla doldu…Ne diye bunları kendine sürdün ki? – Kadının karşısında kont, bahaneler aramaya başlamıştı.
– Erkeklerin hepsi bu kokuyu seviyorlar.
– Şimdi bu başıma gelenin nedenini anladım…Başımı döndürüyorsun…
– Derdin oysa hadi gidip yıkanalım.
– Evi, yatağı ve elbiselerimizi de birlikte mi yıkayalım?
– O zaman ne diyeyim, bahane arıyorsan…- Kadın hızla giyindi.- Nerede benim hizmetimin karşılığı?
– Çıkış kapısı yanındaki sandığın üzerinde. Biraz bekle.
– Niçin? – Güzel kokular yayan çekici kadın odanın ortasında durdu.
– Al, – yorgan sırtında Charles de Ferriol ayağa kalktı, – Sana bıraktığım paraya bunu da kat, kusuruma bakma. Bu akşam gördüğün şeyler aramızda kalsın. Bu sefer seninle bir şey yapamadım diye başkalarının diline düşmek istemiyorum. Ama bunu yayman durumunda başına gelecekleri bilir misin?
– İşimi senin yardımınla yapıyor değilim, Charles de Ferriol. ++++
– Sana söylemediğim halde ismimi nereden biliyorsun?
– Seni Paris ve Melun’da tanımayan kadın yoktur denebilir. Beni tanıyamadın, kont, ikimiz bu otelde birlikte olmuştuk. O sıralar sen güçlü bir erkektin. Beğenmediğin bu kokuyu o buluşmada da sürmüştüm. Senden daha tatlı ve senden daha güçlü bir erkekle yaşamım boyunca karşılaşmış değilim. Bu kez yerinde ya da değil sana acımış olmam da bu nedenle, ben bunu herkese yapmam.
– Söylediğine göre bana acıdın…- Sırtındaki yorgandan görünen çıplak vücudu Charles de Ferriole’yi utandırdı ve hemen kapattı.
– Öyle de olur. Kadınların güçlü erkeklere her zaman saygı duyduklarını unutmuyoruz. Sıkılma, kont, başına olmayacak bir şey gelmedi.
– Teşekkür ederim, senden memnunum. Adımı bildiğine göre, sen de bana adını söyle.
– Kont, biz karşılaştığımız herkese gerçek adımızı söylemeyiz, ama senden saklamıyorum, bana Madlen (Madeleine) derler.
– Giyineceğim, Madlen, kusurumu görme, bana bakma.
– Benden utanıyor musun? – Madlen espri yaparak, başını duvara asılı bir resme çevirdi.
– Senin sorduğun soruya değişik karşılıklar verilebilir, – dedi Charles de Ferriole giyinirken. – Birer çıplak kadın ve erkeğin ilişkisi, giyinik bir kadın ve erkeğinkinden farklı olur. Hayvan değilken hayvan gibi ölçüsüz davranabilir miyiz? Şimdi birbirimize ettiğimiz sözleri bir yana koyup adam gibi bir süre daha soframızda oturalım.
– Öyle diyorsan, bir süre daha oturabiliriz, ama işe yarar mı bilemem… – Madlen ıh-mıh ederek sofraya oturdu, hemen sözlerini düzeltti: – Şaka yaptım, başka bir şey ima etmek istemedim.
– Bilinemez, Madlen, bilinemez, – Bir süre önce kendini yiyip bitiren kişi değilmiş gibi Charles de Ferriole, sofrasına yeniden oturttuğu o güzel kadına, şimdi başka bir gözle bakmaya, onunla şakalaşmaya başladı. – İşte şimdi içimde bir sıcaklık oluşmuş gibi…
– Hayır, hayır, yaşadığımız şeyi, yeniden yaşamayalım, – Madlen şarap dolu bardağını kaldırdı. – Kadınım ama ben de bir insanım. Benden artık bir tad alamazsın. Sadece rahatlamak istiyorsan, kendine gelmekte olmana seviniyorum, uzun bir akşam, benden başka bir kadın getirsinler sana.
– Öyle ama, benim istediğim sensin.
– Denediğimiz şeyi yeniden denemek istiyorsun, öyle mi? – Hayır, hayır, daha sonra, daha sonra.
– Yarın sabah yola koyulacağım, daha sonrası ne zaman olacak?
– Hep İstanbul’da kalacak değilsin ya, döndüğünde olur… Kont, isteklerimizin gerçekleşmesi için kadehlerimizi birlikte kaldıralım, daha iyi olur. – Şarabı içtikten sonra, çok geçirmeden Madlen sordu. – Bu yaz burada konakladığınız sırada yanınızda küçük bir kız çocuğu vardı, kimdi o? Kızın mı, torunun mu? Ya da neyin oluyor?
– Onu da mı biliyorsun? – Charles de Ferriole soruyu ilginç bulmamıştı ama ilginç biçimde Madlen’e baktı. – Evet, evet, Melun’da hiçbir şey gözünüzden kaçmıyor, bu uzun yolda olacakları da biliyor olmalısınız. Küçük kızı beğendin mi? Güzel değil mi? Evet, evet, beğenmemiş olsaydın sormazdın. Kızım ya da torunum değil. Çerkes kızı, İstanbul esir pazarından satın aldım. Birkaç yıl içinde sanırım güzel bir kız olacak. O kıza ilişkin niyetimi senden gizlemiyorum, kimseye sormadığım şeyi sana sorayım: Kızı nasıl buldun?
– Teşekkür ederim, kont, bana güvendiğin için, – “Beni çok sevindirdin” dedi Madlen içinden kendine, – Erkekleri peşinden koşturan, kadınları kıskandıran, birbirine düşüren, eşi Paris’te görülmemiş güzel bir kız olacak o küçük, ama sana iyi bir eş olur mu, olmaz mı, o konuda bir şey diyemem, – “Bu kocamış kişi hâlâ çok şeyin peşinde, ama ne gibi karşılık bulacak bilemiyorum…” kendi kadınlığının başka bir kadınla karşılaştırılmasını beğenmemiş halde kendi kendine içinden söylendi, belli etmeden kadehini kaldırdı. – Kont, yarın sabah erkenden Türkiye yoluna çıkacaksın, iyi yolculuklar diyorum, umarım tüm isteklerin yerine gelir, – Madlen şarabını içip ayağa kalktı.
– Hele bir dur Madlen, hâlâ, önümüzde uzun bir gece var. İstersen sana başka bir teklifte bulunayım: Gidelim, seni İstanbul’a götüremem, ama Marsilya’ya kadar benimle gel. Oraya kadar bir çok kentte konaklayacağız, güzel geceler geçireceğiz, değişik zevkler yaşayacağız. Malsilya’da birlikte birkaç gün de geçiririz. Beni gemiye bindirdikten sonra, bir kontes gibi her yerde karşılanarak sonunda arabam seni Melun’a bırakır.
– Teşekkür ederim, kont, – Madlen hafifçe başını eğerek Charles de Ferriole’yi selamladı, – Söylediklerini yapmışın gibi kabul ediyorum. Uzun bir yolculuktan kaçınacak biri değilim. Doğrusu onca para harcamanı istemiyorum, o günahı, sorumluluğu üzerime alamam…- gösterişli bir biçimde göz kırptı, dudağından kaldırdığı iki elini göstererek odadan ayrılırken söyledi. – İyi yolculuklar, kont. O küçük Çerkes kızının yanına, Fransa’ya döndüğünde, kim bilir yine karşılaşırız. – “Bu erkeklerin tümü birer alamet, yüz vermeye de, her dediklerini yapmaya da gelmez” gülümseyerek Madlen kendi kendine söylendi.
(Devamı gelecek)
Ayşet – 12
HAPİ CEVDET YILDIZ·20 OCAK 2019 PAZAR5 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 80-89)
XII
Dün geçirdiği zorlu yolculuğa, ardından akşam yaşadığı üzücü duruma göre, Charles de Ferriole şimdi çok daha iyiydi. İnsanın içini karartan sıkıcı ve tek düze kırları geride bırakmış, dağlık alana varmıştı, soğuk yağmur ve bulutlardan kurtulmuş, güneşli bir günün içine girmişti, bu nedenle mi ya da başka bir nedenle mi ya da kavuşacağı sevinçli bir şey için mi, ne, neşeli bir hali vardı?
İnsanın dünyası gece ve gündüz gibidir sözü doğru olmalı.
Kont Charles de Ferriole içinde doğduğu toplumun dil ve düşünce biçimi ile yaşamını ve esprilerini, konuşma ve davranışlarını bir yana bırakıp nereye gidiyordu böyle, iyisi ve kötüsüyle, kont, doğduğu bu yere – Fransa’ya- aitti. Aşkın tadını ya da acısını, sevincini ya da kaygılarını bilmeyen yoktur. Herkes bunları kabul etse bile, aşk anlayışı, yine kişilere göre değişir. Biri aşkını gizler, diğeri açığa vurur, ama her biri bir annenin karnından çıkar.
Gizli aşk nasıl olur?
Aşkın olduğu bir yerde gizli aşk da vardır. Fransız aşkı da, diğer ulusların aşklarından fazla farklı değil, ancak haşmetmeap, güneş kral XIV. Louis’nin hükümdarlığı döneminde bazı değişiklikler, ülkede bazı yenilikler gerçekleşmişti. Kralın aşk anlayışındaki değişim ve yenilikler topluma da yansıyordu. Aşırıya kaçan aşklar ya da serbest aşklar, evli aileler ya da evli olmayan kişiler tarafından da yadırganır olmaktan çıkmıştı. Bu durum Fransız geleneğinde yeni oluşmuş bir gelişim olarak benimsenmişti. Bu gibi oluşumlar kral ve kraliçenin katıldığı bitmez tükenmez akşam buluşmalarından başlıyor, değişik sorunların görüşüldüğü ve varlıklı kesimlerin katıldığı salon toplantılarında da devam ediyordu, ayrıca gizli kadın-erkek buluşma yerleri oluşmuştu, aşk ilişkileri oralardan da yayılıyordu. Bu tür toplantı ve buluşma yerlerine katılanlardan biri de, toyluk günlerinden başlamak üzere Charles de Ferriole idi.
Charles de Ferriole’yi şu an mutlu eden şey, ulaştığı sonbahar güneşi, dağlık-ormanlık yerlerin değişik manzaraları, açık gökyüzü değildi, karşılaşacağı zevk uyandırıcı başka bir şey de değildi. Dün akşam başına gelen utandırıcı durumu fazla üzüntü çekmeden tatlı bir sonla kapatmıştı: “Dün akşam bu başıma gelene de ne demeli? Hiç başıma gelmemişti böyle bir şey. Bu şey -iktidarsızlık- o kadın yüzünden mi başına gelmişti, o kadınla sınırlı geçici bir şey miydi bu? Madlen’den sonra getirttiğim küçük kız beni yeniden canlandırdı. O kız Aissé’den olsa olsa beş-altı yaş daha büyüktü. Koynuma sımsıcacık vücuduyla sokulduğunda, onu Aissé sanmış mıyım, ne, kendime gelmemi sağladı… Benzeri bir şeyi bundan sonra da yaşayabilir miyim? Bilemiyorum, bazen pasifleştiğimde, ama ateşli bir kadını da düşlediğimde, aktifleştiğim durumlar oldu. Teşekkür ederim küçük Çerkes kızı, umudum sensin, benim güven, sevgi yumağım sensin. Türkiye’deki görevim sırasında eğitimini tamamlar, arzulayacağım güzellikte bir genç kız olursun…”.
İnsanı sevindirmek ya da üzmek zor şey değil: İyi bir haber ya da beklenmedik kötü bir haber, yeter.
Güzel anıları ile kont yeniden kendine güvenini kazanmış, dağlara-ormanlara neşeyle bakmaya başlamıştı; arada bir karşılaştığı güzel görünümlü çayır ve çimenleri geride bırakıyor, sırtlarda artaklamış bulut parçalarının, sislerin içinden geçiyor, landonunun tekerlek, atların nal seslerini dinliyor, hafifliyor ve içinden şarkı söylemek geçiyordu.
Yol boyundaki tavernalardan zevkine uygun birini görürse, sevdiği kırmızı şarapla şiş kebabını getirtecek, bir saat mola verecekti. Çok güzel bir kadınla karşılaşacak olsa bile, erkek gözüyle ona bakmayacaktı: Yolda, otelde görünüyor demezsen, Madlen, gerçekten güzel ve akıllı bir kadındı. Elbette dikkatli olurum Madlen. İçimden kabul etmek istemesem bile, artık genç olmadığımın farkındayım. İstanbul’a varana dek, dediğine uyar, kadınlardan uzak dururum, sonrasına ise, daha sonra bakarız… Ama bakarsın yine karşılaşırız dediğini unutma, güneş kralımızın dediği gibi, ülke, devlet biziz!”
Charles de Ferriole kadın konusunda verdiği sözü tuttu, Ayşet’i vaftiz ettirdiği ve Fransızca ad verdirdiği Lyon kentine vardı, orada durmayı düşünmüyordu. Ne yapacaktı ki orada, kim bekliyordu onu? Lyon’u geçtikten sonra, Augustin-Antoine’nin çalıştığı Valence (Valans) şehrine yarım günde varacaktı. Orada iki kardeş buluşacak, görüşecek ve bir arada olacaktı. Aynı anadan doğmuş, beraber büyümüş değiller miydi? Birbirlerine söyleyecek, önerecek çok şeyleri vardı: “Zavallı kardeşim belli etmek istemiyor ama şu iki kız kardeşten çektiği şeyler onu yorgun düşürmüş, gözümden kaçmış değil. Ben ona kıyasla otuz yaşlarında görünüyorum. Kardeşim, her şeyi içine atarak kendini yedirdin. Bu nedenle olmalı Valans’a kapanması, vergi işini bahane edip Dauphiné ilinde kalması. Görmüyor musun Claudine- Alexandrine’nin kendini güzel ve üstün görüp kitap yazacağım diye kalkışmasını, yarattığı gürültüyü… Kime küsmüş o? Ulaşamadığı bir aşk mı ya da düş kırıklığı mı? Charlotte-Elizabéth Aissé’yi kız kardeşine bıraktığım gün bunu yapmayabilirdi. Ayrıca Marie-Angélique’nin hamileliği bile onu durdurmadı. Ağabeyi Pierre Guérin de Tencin’in bir din adamı olması da onu engelleyemedi. Öyle diyorum ama o değil miydi bize moral veren kişi? Pierre eğitimli, terbiyeli ve saygılı biri. İki kız kardeşine göre sözüne ve davranışlarına dikkat eden, kişilikli biri. Aissé’yi en iyi manastıra aldırmam konusunda bana yardımcı oldu. Ama din adamlarının ne yapacaklarını bilemiyorum… Jeanette Nicole (Janet Nikol) onlardan biri olduğu halde bana nasıl da insanın içini eritecek biçimde bakıyordu… Zavallı Claudine- Alexandrine şimdi ne durumda? Sol tarafta, Grenoble’ye uzak olmayan bir yerdeki Monflöri (Montfleury) manastırında. Valans’a yarım gün ya da biraz daha uzak mesafede. Kontes Marie-Angélique ile kardeşimin hatırı için Monflöri’ye bir sapsam, ne durumda olduğunu, bir ihtiyacı olup olmadığını bir sorsam, yardımcı olsam, günahlarını hafifletmiş, ben de sevap kazanmış olurdum… Tanrım, bu kız, ne diye en katı, en itici manastırı seçmiş ki?..”
– Dur! – diye sürücüye seslendi. – Bu taverna önündeki Augustin-Antoine’in arabası değil mi? Evet, o, kardeşim. – Augustin-Antoine! – diyerek ağabey Ferriole arabadan atladı, yüzü asık biçimde kendisini karşılayan kardeşine sordu: – Nereye gidiyorsun, yanında kim var? Pierre Guérin de Tencin değil mi o gelen? Evet, o, piskopos bu. Pierre ne de çok oldu seninle görüşmediğimiz! Ne yapıyorsun, nasılsın? İyisin değil mi?
– Her şey iyiydi, kont, bu üzücü olay olmasaydı…
– Nereye gittiğinizi sormayacağım. Claudine- Alexandrine’nin yanına Monflöri’ye gidiyor olmalısınız. Arabamı çeviriyorum, ben de sizinle geliyorum.
– Türkiye yolundasın, kont.
– Önemli mi, yarım ya da tam gün gecikmiş olamaz mıyım? Sorun değil.
Ferriole’ler iki landon (fayton) halinde Monflöri yoluna saptılar. Rüzgar esiyor, güneş ara sıra dağ sırtından görünüyordu, değişik renkte yapraklar sabah rüzgarının etkisiyle hışırtılı sesler çıkarıyorlardı, otlar ve çimenler beyaz bir kırağı ile kaplanmıştı, dağınık bulut parçaları da gökyüzüne dağılmışlardı. Her taraf sessizlik ve dinginlik içindeydi, uyumsuz hiçbir şey görünmüyordu.
Öndeki arabada iki kardeş birlikte oturuyordu, gerideki arabadaysa piskopos Pierre Guérin de Tencin oturuyordu.
– Dünyanın nereye gittiğini tam kestiremediğimiz bir dönemi yaşıyoruz, kardeşim, – arabanın penceresinden bakarak, Charles de Ferriole bir iç çekti, kesintiye uğramış konuşmasına yeniden başladı. – Böylesine güzelim bir dünyayı bırakıp en berbat bir manastıra çekilmek akıl kârı mı? Claudine- Alexandrine’nin böyle bir şey yapacağı aklımın köşesinden geçmezdi. Guérin ve Louise, kızlarının bu yaptığını görmeden aramızdan ayrıldıkları için şanslılar, iyi insanlardı. Tanrım, o iki talihsizin mekânını Cennet eyle. Ziyaretine gittiğimiz Claudine- Alexandrine bir yanlışlık yapmışsa, genç biri, bağışla onu. Gözün üzerimizde olsun, bize yanlış işler yaptırma, günah işlememiş kişi yoktur yeryüzünde, bilerek, bilmeyerek işlediğimiz günahları affet Tanrım, bizi günah işlemekten alıkoy. Günahlardan arınmış kişiler gibi yaşamamızı sağla.
– Amin! – Augustin- Antoine isteksiz bir biçimde ağabeyinin dediklerini onayladı.
Biraz sonra Charles de Ferriole kardeşine sordu:
– Kont, niye konuşmuyorsun?
– Ne söyleyeyim? Söylediklerine katıldım ya.
– Onu demiyorum ben, – Charles de Ferriole kardeşinin isteksiz ve kapalı duruşundan hoşlanmamıştı, – boşboğaz eşinin kız kardeşinin yaptığı uygunsuz bir şey varsa ve biliyorsan bana da anlatmanı istiyorum.
– Bir şey bilmiyorum, – Augustin- Antoine karısından aşağılayıcı biçimde söz edilmesinden hoşlanmamış olduğunu belli eder biçimde konuşmasını kısa kesmişti , ardından kadının adını kötülemeden, yumuşak bir dille eklemede bulundu: – Kontes Marie-Angélique kız kardeşini uyarması sırasında, kız kardeşinin de manastıra kapanacağım diye karşılık vermiş olduğu, o geçtiğimiz günkü o olay dışında bir şey bilmiyorum. Sen de biliyorsun o şeyi.
– Biliyorum, ama bu bir bahane olamaz. Kontes Marie-Angélique ne dedi diye araştırmıyoruz, bize de olur olmaz çok şeyler söylüyor, bu yüzden onu kınıyor ve manastırın yolunu tutuyor değiliz. Doğru konuşmak gerekirse, August, bazen çok konuşuyor demezsek, Kontes Marie-Angélique fena bir gelin sayılmaz, Ferriole ailesinin yükünü taşıyor, Aissé’nin sorumluluğunu da ona yükledim. Peki, Pierre ne istiyor?
– Claudine’yi manastırdan çıkaracak.
– Kolay şey değil bu. Roma’daki Papa’nın izni olmadan kızı çıkaramaz. Papa izin verse bile, evlenmeme taahhüdü ve andı var, onu değiştiremez, o, artık ebedi bekâr yaşamak zorunda. Claudine- Alexandrine’nin çekildiği kadın manastırının kuralları öyle.
– Pierre de öyle olduğunu biliyor, yine de kız kardeşini manastırdan çıkarmak istiyor.
– Kız kardeşi evlenmeyecekse, bunda samimi ise, sorun çıkmaz. Ama emin değilim. Tanrım, bizi duy, bize acı, bizi anla, – içinden onaylayarak yalvardı ve duasını bitirdi: – Senden başka bizi düşünen yok. Amin de, Augustin-Antoine.
– İki kardeş de sessizleşti, bir süre sonra Augustin-Antoine sakınarak ağabeyine:
– Charles, bu yıl Tanrıya içinden hayli yakınlaşmış oldun, dedi.
– Sadece içimden değil, ruhumla da yalvarıyorum ona. Tanrıyı sürekli kalbinde taşı Augustin. Bilerek bilmeyerek çok sayıda olmayacak işler yaptığımız oluyor. Tanrının karşısında hiç tövbe ettin mi? Yılda bir kez olsun Tanrının karşısında tövbe edecek olursan, O’nun seni anlayacağından, seni kötülüklerden-günahlardan uzak tutacağından kuşkun olmasın.
Monflöri manastırının görünümü iç karartıcıydı. Manastır, içeriye ya da dışarıya bakmayı önleyen yüksek taş duvarlarla çevriliydi. Manastır binasının duvarları da kalındı, manastır gür bir ormanın içindeydi. Yeryüzünde en istenmeyecek bir yer varsa, orası, bu yer olmalıydı. Manastırın her yanında, mezarlığı anımsatan bir sessizlik hakimdi, sadece, ağaç tepelerine tünemiş kargaların sesleri bu sessizliği bozuyordu. Görünürde tek bir kişi bile yoktu. Taştan yapılma kilisenin sivra çan kulesi korkutucu bir biçimde duvarların üstüne taşmış dışarıya bakıyordu.
Büyük demir kapıya birkaç kez vurunca, gür bir kadın sesi kapının gerisinden geldi:
– Nereden geliyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
– Ben Ambrön piskoposu, Pierre Guérin de Tencin. Kız kardeşim Claudine- Alexandrine burada Tanrıya hizmet ediyor.
Konuşmasına bir süre ara veren kadın yeniden konuştu:
– Tanrıya hizmet eden bacılar arasında öyle bir dünya adını taşıyan kimse yok, burada Tanrıya hizmet edenlerin hepsi kız kardeştir (avgustin’dir). Bacımızı niçin görmek istiyorsun?
– Onu görmek istiyorum.
– Bacılarımızı başpiskopos, sen de bilirsin, kimseyle bir araya getirmiyoruz.
– Kız kardeşimle görüşmek için Katolik Papa’nın bana verdiği izin kâğıdı elimde.
Konuşma bittiğinde kadın yeniden sordu:
– Kimler var yanında?
– Eniştem ve onun ağabeyi.
– Başpiskopos, seni kız kardeşinle görüştürmeye yetkili biri değilim. Manastırın yöneticisi Grenoble’de, yarın dönecek, yetki onda. Ama başpiskopos olduğun için seni kapı gerisinden kız kardeşinle konuşturabilirim, çağırın onu.
– Claudine- Alexandrine’yi görmüş olsaydım, içim rahat yoluma devam edecektim, – dedi Charles de Ferriole üzülmüş halde, – yine de sesini duyayım, yeter. Siz, anlaşıldığı kadarıyla, Claudine- Alexandrine’nin işini yarın çözeceksiniz.
– Pierre, sen misin? – üzgün bir sesle Claudine- Alexandrine ağabeyine seslendi.
– Benim, Claudine, benim. Augustin-Antoine yanımda. Türkiye’ye giderken Charles de Ferriole ile de yolda karşılaştık, o da bizimle geldi.
– Pierre, Augustin, beni aramaya geldiğiniz için sevindim, teşekkür ederim… Claudine- Alexandrine’nin içi bunaldı.
– Yarın, yarın!.. Gidelim bacımız, – manastır görevlisi kadın telaş içinde Claudine- Alexandrine’yi kapıdan uzaklaştırdı.
Kont Charles de Ferriole’nin başından iyi ya da kötü çok şey geçti, ama şimdiki gibi, kendisine açıkça tepki koyan bir kadınla karşılaşmamıştı. Kadın değil erkekse eğer, ister varlıklı, güçlü, isterse sıradan biri olsun, kral olmasın tek, o kişinin karşısına silahla dikilirdi: “Ne yaptım ben, tavuk beyinli o kıza? Ne diye bana kızıyor? Kızmasını gerektirecek bir suç işlediğimi sanmam. Türkiye’ye ilk gidişim sırasında talipli imişim gibi kendisiyle biraz şakalaşmış olmamı yanlış mı anlamış yoksa? Kadın kısmını umutlandırmak çok kolay. Bana böyle davranacağını bilseydim, güvendiğin güzelliğini görmen için seni kırık aynana baktırırdım. Küçük Çerkes kızı Aissé’yi İstanbul’dan getirmemden sonra bu kız iyice çıldırdı. Tabii, Charlotte-Elizabéth Aissé’nin senden daha güzel olacağını bilmeden onu evime getirmiş değilim. Aissé’yi Saint-Cloud’ya götürürken, o nedenle mi sinirli sinirli pencereden bize bakıyordun?.. Bu işte aşığı Dubois’in parmağı olabilir ya da bilmediğim başka biri mi var? Seni düştüğün o yerden Pierre çıkarabilir ama mutlu bir yuva kurmanı sağlayamaz…”.
Başına bu geleni yorumlayamayan Kont Charles de Ferriole Lyon’u geçemedi, kırbaççısına seslendi:
– Beni Saint-Jeanne Katedrali’ne götür.
Tövbe edilen, günah çıkarılan karanlık dar oda boştu. Kont Charles de Ferriole siyah bir kumaşla örtülü pencerenin önüne oturdu. Çok geçmeden perde gerisinden inanç tazeleyen – günah çıkaran- yumuşak ve narin bir erkek sesi duydu:
– Seni dinliyorum, çocuğum.
– Peder, tövbe etmek (- günah çıkarmak -) için geldim.
– Seni dinliyorum, çocuğum.
– Kırk yaşıma girdim, peder, şimdiye değin evlenmedim.
– Niye öyle oldu, çocuğum?
– Bilmiyorum, peder. Beden sağlığım, elim ayağım yerinde. Birçok değişik kadını seviyorum. Onları memnun ediyorum, onlar da beni memnun ediyorlar, fakat herhangi bir kadına fazla süre bağlı kalamıyorum, çabuk bıkıyorum, tek bir kadınla yetinip mutlu olamıyorum.
– Düşünme tarzı, yaşam biçimleriniz farklı da ondan olmasın?
– Hayır, peder. Aşk duygularımız, davranışlarımız uyuşmadığında, başkasını arıyorum.
– Seni mutlu edecek bir aşkı arıyorsan, çocuğum, bu şey günah değil, peki, sana uygun düşen birine bağlanmayı başarırsan?
– Sorun da bu, peder, ondan da bıkıyorum.
– Çok mu oldu aşk yaşamına adım atışın?
– İlk adımımı attığımda ondört yaşındaydım. Evimizin hizmetçi kızıyla ilk aşkımı yaşadım.
– Birbirinizden memnun kaldınız mı?
– Evet, peder.
– Amaçsız beraberliklerin hepsi, çocuğum, günah.
– Aşkın, peder, yaşlısı-genci olur mu?
– Aşk, karşılıklı olursa, genci-yaşlısı olmaz.
– Sevdiğin kişi kendi ulusundan değilse?
– Aşk kendi ulusundan olup olmamayı dinlemez.
– Peki, o kişi kendi dininden değilse, peder?
– Evet, çocuğum. Bu iş zora dayalı ise, uygunsuz düşer, günahtır.
Charles de Ferriole günah çıkarmak için daha fazla konuşmaya, rahibin tatlı sesini dinlemeye gerek duymadı, Claudine- Alexandrine’yi manastırdan almak için gidenlere katılma nedenini de unutmuş halde Saint-Jeanne Katedrali’nden ayrıldı, sürücüsü Jaque’a yarın Marsilya’ya varma talimatını verdi…
… Charles de Ferriole’nin Fransa elçisi olarak İstanbul’a gitmek üzere gemiye bindiği gün Pierre Guérin de Tencin de, kız kardeşi Claudine- Alexandrine’yi Monflöri manastırından çıkarmış, hafif faytonuyla Paris’in yolunu tutmuştu…
Birinci Bölümün Sonu
Ayşet – 13
HAPİ CEVDET YILDIZ·25 OCAK 2019 CUMA9 Okuma
İKİNCİ BÖLÜM
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 89-98)
I
Yeryüzünde görülen değişimler, kış ve ilkbahar, yaz ve sonbahar ve onların karı, fırtınası, kurağı ve yağışı, soğuğu ve sıcağı, zor gelse de, insan bu şeylere alışıyor. Ama alışılamayan çok şey var yeryüzünde.
Yetimin ve zor durumdakinin durumuna katlanmasını sağlamak kolay değil, bu küçük kız, Ayşet, bir başına zorluklara nasıl katlanabiliyordu? İnsan yaşamı ince bir ip gibidir: Çabuk düğümler, çabuk çözersin. Düğümlendiğinde çözmesi ömür boyu sürebilir de. Zor dersen ipi kesersin. Birbirine eklenmiş noktalar her zaman için halkanın zayıf noktalarıdır. Nazik ve kırılgan olurlar.
Ayşet’e gelince, daha on adım atmış, on yıl gibi mutlu bir süre geçirmişken, o ince yaşam ipi üç kez kopmuştu: Çalındığında, satıldığında ve uzak Fransa’ya götürüldüğünde. İlk ve ikinci düğümler zordu ama kısa sürmüştü. Üçüncüsü ise, ilk ikisinden hızlı gerçekleşmişti, ama düğüm sıkı atılmıştı: Çözmek istedikçe, daha sıkı düğümleniyordu.
“Sakındığın gül elinden düşer, güvendiğin kişi sana diş biler, yükün ayaklarını büker, düşman yolunu gözler, dostsa seni dolanır” dedikleri şey doğruysa eğer, Ayşet şimdi, zorla içine sürüklendiği bu dünyaya nasıl uyum sağlayabilecekti, kim onu koruyacaktı ki? Şanslıydı, içine düştüğü bu yeni dünyayı tanımıyordu, tanımak istese de, bunu anlayacak bir yaşta değildi. Çocuk aklıyla sadece bir yetim ve kimsesiz olduğunun farkındaydı. Yüzme biliyorsan, taşkın sudan, selden yüzüp çıkarsın, bilmiyorsan – dibe çekilir boğulursun.
Evet, ama dünya tümden acımasız değildi. Yeryüzü, masallardaki gibi, ak koç ile kara koçun tokuştuğu bir yerdi. İyilik yanlısı ak koç, kötülük yanlısı kara koça hep üstün geliyordu. Aksi takdirde, kara koç, ak dünyayı boğar, yok ederdi. Ayşet henüz bunların ve daha başka benzerlerinin bilincinde değil. Sadece Ayşet için değil, manastırda onunla birlikte okuyan Fransız kız çocuları da iyi ile kötüyü ve insan topluluklarını ayıracak bilinç düzeyine ulaşmamışlardı. Onların bu yabancı kız çocuğundan farkları, arkalarında ana ve babalarının bulunuyor olmasıydı.
Manastırda dini kurallar dikkate alınıyor, o kurallara uyuluyordu, bu nedenle Paris’teki kontrolsüz, serbest yaşam biçimi değil, geleneksel kurallar uygulanıyordu: Bu öğrenci zengin şu da yoksul kızı, bu daha güzel, bu çirkin, bu kibar, diğeri kaba gibi ayırımlar yapılmıyordu. Giysileri, sofra ve yatakları aynıydı. Aynı saat kaldırılıyor, aynı saat yatırılıyorlardı. Sabah, öğle ve akşam yemeklerini tek bir dakikalık olsun geciktirmiyorlardı. Ders bitiminde, öğle teneffüsünden sonra, her çocuk ilgi duyduğu, sevdiği, seçtiği bir dalda eğitim görüyordu: Okuma, şarkı söyleme, resim çizme, bir müzik enstrümanı çalma, nakış, yabancı dil öğrenme ve iyi konuşma üzerine eğitim alıyorlardı. Pazar dinlencesi ana-babalara ayrılmıştı. O da manastır alanı ile sınırlıydı, çocuklar okulun sınırları dışına çıkarılamıyordu. Pazar günleri değişik gösterilere denk düşürülüyor, veli ve öğrencilerin sıkılmaları önleniyordu.
Her yıl, manastırda büyük bir kutlama günü düzenleniyordu. Kutlama, yeryüzünün en güzel dönemi olan bahar ortasına rastlatılıyordu. Kutlama, kraliçenin gelişi onuruna düzenleniyordu. Nedimeler eşliğinde kraliçeyi gören küçük kız öğrenciler yıl boyunca o günü unutmuyorlardı. Giydikleri elbiseler, taktıkları şapkalar, ayakkabıların biçimleri, kemerleri, hepsini birbirlerine anlatıp dururlardı. Kraliçe ile tanıştırıldıklarında da, kraliçenin söylemiş olduğu sözleri yıl boyunca birbirlerine anlatıp dururlardı.
Geçen yarı yıl içinde, okuma yazma bilen yaşıtı küçük kızlara göre, Ayşet manastırda birçok zorluğun üstesinden gelmeyi başardı: Okuma yazma öğrendi, nakış işinde öne geçti. En ilginç şey de, şiir okuma ve şarkı söyleme yeteneğiydi. Fransızca sözcükleri telaffuz edemiyor, yuvarlıyor değildi, Fransızca sözcükleri ondan dinledikçe, daha çok dinlemek istiyordu insan, çekici bir güzellikte söylüyordu o sözcükleri.
Fransızcanın farklı seslerini ayırma ve aklında tutma konusunda, Charles de Ferriole ve Fahri dışında, iki öğretmeni daha vardı Ayşet’in. Biri Pon de Vel oğlan çocuğu, diğeri Jeanette-Nicole idi. Günlük konuşma dilini okuldaki arkadaşlarından kapıyordu.
Jeanette-Nicole yedi yıllık hizmeti süresince hayli sayıda zeki Fransız kız çocuğunu okutmuş ve mezun etmişti. Bu kızlardan bazıları Paris’in en gözde erkekleri ile evlenmişler ve kraliçenin nedimeleri arasında yerlerini almışlardı, içlerinde yazar ve ressam olanlar da vardı. Ama Adıge küçük kızı Ayşet gibisi ile karşılaşmamıştı: “Söylediğini, bir duyduğunu unutmuyor, elinden düşeni kapıp kaldırıyor, bilmediğini araştırıyor, soruyor, bildiğini anlayacağın bir dille anlatıyor, konuşma, oturma, el sıkma ve el uzatma biçimleri örnek alınacak incelikte. Birisini gördüğünde hemen ayağa kalkıyor olması da çok ilginç. Öğretmen için ayağa kalkmak ve saygı göstermek güzel bir davranıştır, ama öğrenci arkadaşları, yaşça büyük ya da küçük olanlara da ayağa kalkmakta olması anlaşılır şey değil. Niye öyle yapıyor? Kimsesiz ve yabancı biri olduğu, kendini küçük gördüğü için mi yoksa?.. Charlotte-Elizabéth Aissé’yi, bu küçük Çerkes kız çocuğunu Kont Charles de Ferriole’nin esir pazarından satın almış olduğunu manastırda benden başka bilen yok, kontun kimsenin bilmemesi ricasına uyuyorum. Kim bilir, bu kız gibi kaç kişi Fransa’ya uğrayıp ayrılmıştır diyerek işin içinden çıkıyorum…”
Bugün öğrencilerin ve yakınlarının buluşma günüydü, Jeanette-Nicole pencereden baktığında, Ayşet’in kollarını açmış halde bir kadın ve erkeği karşıladığını, onlara sarıldığını gördü. Kadını tanımıştı, Sophie idi. Erkeği tanıyamadı, uzun ve ince yapılıydı. Güzel bir silindir şapkası ve siyah takımı vardı, otuzunda olmalıydı. Karşılıklı birkaç söz söylendikten sonra Aissé ikisine birden yeniden sarıldı. Hemen ardından küçük kız çocuğu her ikisine yeniden sarıldı, sevincinden sıçrayıp durdu. Jeanette-Nicole’nin bulunduğu pencereye doğru baktı, el salladı, ama bununla yetinmedi fırlayıp Jeanette-Nicole’ye doğru koşmaya başladı.
Charlotte-Elizabéth Aissé’nin koşup kendine doğru geliyor olmasından, Jeanette-Nicole kötü bir durum olmadığını anlamıştı, yine bir ürperti duymuştu içinden: Kızı manastırdan çıkaracakları kuşkusuna kapıldı. Manastırı kendi evi imiş gibi belleyen bu küçük kız, manastırdan alınacak diye seviniyor olamaz diye düşünerek hızla kuşkusunu atmıştı. Şimdiye değin gelmemiş olan Kont Charles de Ferriole’yi düşünmeyi bir yana bırakarak penceresini açtı.
– Jeanette-Nicole, sana müjde, – Aissé öğretmenine sayıp döküyordu, – bana iki sevindirici haber getirdiler: Küçük bir kardeşim dünyaya geldi, Arjantal (Arzhantal) adı verildi çocuğa. Claudine-Alexandrine ablam da Monflöri (Montfleury) manastırından çıkarıldı. Bu yanıma gelenler – Sophie, onu tanıyorsun, diğeri – Piskopos Pierre Guérin de Tencin. Claudine-Alexandrine’nin ağabeyi, Marie-Angélique’nin kardeşi.
– Gözün aydın, Charlotte-Elizabéth Aissé, sevindirici haberlerin var. Konuklarını bahçede bekletme, içeri al.
– İçeri buyurmak istiyorum ama aceleleri var, – Ayşet üzgün bir sesle devam etti, – Pon de Vel yine hastalanmış.
Jeanette-Nicole’ün Pazar günü tatili, tatil denirse tabii, nasıl geçtiğini bilmeden öğle saati geride kalmıştı. Öğrencileri görmek için gelen yakınları ayrılmışlardı, yanına gelen tek tük velilerle görüşebilmişti. O süre boyunca, kim ne deyip yaptıysa, kimi ağırlamışlarsa, Ayşetin sevinci gözlerinin önünden gitmiyordu, küçük keskin sesi kulaklarında çınlayıp duruyordu. Manastırda küçük kızla karşılaşmadığı tek bir saati olmuyordu, ama bugünkü gibi merak ettiği, görmek ve konuşmak istediği bir gün çıkmamıştı. Akşama teyzesine gitmeyi düşünüyordu, ama gidemeyecekti. Sıkıntısını gidermek için eline bir kitap aldı – ilgi duymadı. Ayşet’i gördükçe o ince uzun boylu genç gözlerinde canlanıyordu. Tanıdığı biriymiş gibi “Pierre Guérin de Tencin” adı ve soyadı aklından çıkmıyordu: “Bugün bu başıma geleni de nedir?.. Yıllardır hoşlanacağım, seveceğim biriyle karşılaşmadım. Nereden çıkıp geldi bu genç?.. Uzaktan görmüşlüğüm var sadece, andım da var evlenmemeye, bu şey ne diye doğdu içimde? Fraklı ve silindir şapkalı, işlemeli gümüş bastonları ellerinde, faytonları parıldayan çok kişiyle karşılaşmışlığım oldu Paris’te. Bu havalı kişiler kaç para eder ki! Jeanette-Nicole gönlünden Pierre Guérin de Tencin dediğinde, beğenip beğenmediği anlaşılmaz bir biçimde, beyaz yanaklarında güller açmış biçimde gülümsedi, – sesini duyma bir yana, gözlerine bile bakmış değilim. Kahverengi mi, mavi mi, siyah mı?.. – yine kendisiyle dalga geçti. – Ayşet bana el salladığında yanlarına gitmeliydim. Esmer mi, beyaz mı, sarışın mı görürdüm. Eğitimli biri olduğu kuşku götürmez. Yoksa onu piskopos yapmazlardı. Öyle diyorum ama din adamları arasında da baştan çıkmış hayli kişi var. Bu kişi şımarık birine benzemiyor, arabasına hizmetçileri Sophie’yi de alıp geldi. Bir başına gelemez miydi? Çocuğun hasta olmasını bahane edip gitmiş olabilirler mi?.. Bu işte şaşırtıcı bir yan olmamalı, güneş kralımızın Versay’daki büyük evinde, Trianon sarayında yatağına atmadığı tek bir hizmetçi kız bile bırakmadı diyorlar, örnek istersen bir sürü bakan var, patlak gözlü Dubois bir başına yeter, ne yapar onca kişi! Hayır, hayır, birilerine gülümseyip nereye gittiğini bilmeden, okşayarak gönderecek, gece yarısı döndüğünde, gülümseyerek karşılayıp duracak biri miyim ben? Aynı rolü oynayarak, kimseleri umursamadan ben de bu geçici dünyada yaşayabilirim, ama tertemiz, erkek eli değmemiş biri olarak kalsam daha iyi olur…”
Saint-Cloud Manastırı’nın yatma vakti zili çalınca Jeanette-Nicole’ün zarif vücudu sevinçle titreşti. Aynanın karşısına geçtiğinde, kızarmış yanaklarına elledi, kızarmış alnında da elini gezdirdi. Ayşet’le konuşması gerektiğini o an anımsayabilmişti. Ayşet’in yatağını toplayışını, tertemiz hale getirişini, küçücük giysilerini sandalyesine yerleştirişini, gece terliklerini yatağının baş tarafına bırakmasını, dağılmaması için saçını bağlamasını, boş yatağının kenarında Katolik usulü Tanrıya dua edişi Jeanette-Nicole’ün gözünde canlanmış, gülümsemişti: “Aissé gibi küçük bir kızım olsaydı dünya malına değişmezdim. Ne gereği vardı da Kont Charles de Ferriole seni satın aldı? Sana acıdığı için dedi, inanayım mı, ama acıma, merhamet duygusu gelişmiş tanıdığım varlıklı kişi sayısı çok az. Kızı diye üstüne yazdırıp seni manastırda okutsaydı, sorun olmazdı. Elimizdeki belgede seni hayrına okuttuğu yazılı, kraliyet mührü de taşıyor ve bunu doğruluyor. Aissé’nin dört yıllık okuma süresi bugünmüş gibi gelip geçer. Ya sonrası? Onaltı yaşına basacak bu kızcağız sonrasında ne ile karşılaşacak?.. Bu sürenin bitiminde kont, Fransız Büyükelçisi, Fransa’ya döneceğini söyledi, Aissé onun kızı mı, kız kardeşi mi ya da korktuğum gibi, kadını mı olacak?..”
Son sözleri üzerine Jeanette-Nicole’ün beynine kan sıçradı. İnce geceliği ile yatağına oturdu, başı dizleri üzerinde bir süre düşündü, ardından dağılmış saçlarını, küçük Ayşet’in yaptığı gibi, toplayıp bağladı, daha sıcak bir biçimde kendi kendisine söylendi: “Aissé’nin çıktığı Çerkesler ilginç insanlarmış gibi geliyor bana, Doğu, siz Doğu’dan ne anlarsınız” deme dışında Fransa Büyükelçisine, Charles de Ferriole’ye bir şey söyletemedim. Çerkes kadını değil miydi çiçek hastalığı ilacını bulmuş olan kişi? Evet, evet! Ne diye onu şimdiye değin anımsamamışım ki? Aissé bunu biliyor olabilir mi? Nereden bilsin ki bu küçük kız çocuğu, yarın söyler, sevindiririm çocuğu. Çerkeslere ilişkin yazılar varsa aramam ve okumam iyi olur. Aissé’yi manastıra kapatmış Fransız kızı yapmanın peşindeyiz. Onun çıktığı Çerkes toplumunun yaşam biçimini, dünyadaki yerini ve özelliklerini, geleneksel ve göreneksel ilişkilerini, giysilerine değin öğrensek yararı olur, hiç zararı olmaz. Charlotte-Elizabéth Aissé’yi yaklaşan akşam toplantısında Çerkes kıyafetiyle kraliçemize göstersem iyi olur, şiir okutur, şarkı da söyletirdik… “
Bu tür tatlı düşünceler içinde Jeanette-Nicole uykuya daldı, sabah erkenden kalktı. Manastırın güncel işleri ile fazla ilgilenmedi, onları bir yana bıraktı, Adıgelere ilişkin yazılar, giysi ve resimler aramak, bilenlere sormak üzere Paris’e gitti. Galoniphontibus, Luka, İnteriano ve daha başkalarının yazdıklarını kitapçı dükkânlarından buldu. Birini diğerinden ilginç bulmuş halde, Jeanette-Nicole gece boyunca aldığı kitapları okudu, en ilginç bulduğu yerlerin altını çizdi. Adıge giysilerini, en çok da kadın giysilerini anlatan yerleri de işaretledi.
“Bir dikiş ustası bunları okuyacak olursa Aissé’ye Çerkes elbisesi dikebilir” diyerek, böyle bir elbiseyi dikecek terzi aramaya başladı. Ama en acele ettiği konu, Adıge-Çerkeslere ilişkin kitapları Aissé’nin okumasını sağlamak, bazılarını ona nasıl okuyacağı konusuydu.
– Aissé, müjde beklerim, seni sevindireyim, – Küçük kızın geçen gün sevindiği biçimde kendisi de sevinerek kıza söyledi bu sözleri.
– Ne oldu, Charles de Ferriole bana mektup mu gönderdi? – Ayşet öğretmeninin cebine saldırdı, bir şey bulamayınca şaşkın biçimde Jeanette-Nicole’ye baktı.
– Hayır, hayır, şaka yaptım, Aissé. Anımsıyorsan benim sana bir müjde borcum var. İstersen, ödeşelim. Bu kitapların hepsi size, Çerkeslere ilişkin. İşte Çerkelerin ülkesini görenlerin, oraya gidenlerin yazdıkları: “Çerkesler değişik işler yapmaya eli yatkın ve akıllı kişiler”. Bunu diyen kişi üç yüz yıl önce ülkenizde bulunmuş olan Galoniphontibus adında biri. İşte İnteriano’nun sizin için söyledikleri: “Çerkesler eli açık insanlar, dostluğa değer verirler, at ve silah dışında, herşeylerini seve seve verirler. Çerkesler bağımsızlığa, yiğitliğe ve sonsuz özgürlüğe düşkündürler, bu şeylere değer verirler. Onu, nereden ve kimden gelirse gelsin, kim olursa olsun, hiçbir düşmanı durduramaz. En küçük yaştan başlamak üzere bedenlerini güçlendirme, silah kullanma, ata binme ve düşmanı alt etme konusunda eğitim alır, korkaklığı onursuzluk sayarlar”. Askoli de sizi övüyor, bir süre önce ülkenize gitmişti, ne diyor, dinle: “Çerkesler uzun boylu, yakışıklı ve ince bellidirler. Kanları kırmızı, insanca yanları güçlü, gözleri açık kahve rengi ve siyahtır. Gördüğüm kadarıyla kadınları dünyadaki kadınlar içinde en güzel ve en zarif olanlarıdır”. Peki, çiçek hastalığını iyileştiren kadının bir Çerkes olduğunu biliyor muydun, Aissé?
– Hayır, – dedi Ayşet, duydukları küçücük yüreğini kıpırdatmış, yanakları daha da pembeleşmişti.
– Öyleyse Helvetius’un o Çerkes kadını konusunda yazdıklarını okuyayım: “Kızlarının güzelliğini korumak için, canla başla çare arayan ve üzülen bir anneye, dünyada ilk kez çiçek hastalığına çare bulan o Çerkes kadınına çok şey borçluyuz! O kadın nice çocuğu ölüm yolundan döndürdü! Böylece o Çerkes kadını insanlığa büyük bir hizmette bulunmuş oldu!”. Duydun mu, Charlotte-Elizabéth Aissé, sizi görmüş olan gezginlerin sizin için neler söylemiş olduklarını?
– Duydum, Jeanette-Nicole, ama ben, Çerkeslerin öyle olduklarını bilmiyordum, – diyerek Ayşet büyük bir coşku içinde yerinden fırlayıp öğretmeninin boynuna atıldı.
– Ağlama, Aissé. Kimsenin karşısında kendini küçük görme, ilginç bir toplum olan Çerkeslerden biri olduğunu unutma. Üzüldüğüm şey, Aissé, o kitaplarda Çerkes kıyafetine, kadın giysilerine, onların görünümlerine ilişkin çok az bilgi olması.
– Niye öyle konuşuyorsun, Jeanette-Nicole, kendine Çerkes entarisi mi diktirmek istiyorsun? – sinsi ve yapmacık yanı olmayan, annesini kendisine anımsatan bu iç açıcı güzellikteki kadına sordu. – Hangi entariyi giyerse giysin, annem, senin gibi güzel bir kadındı, kendisine yakışırdı…- Ayşet içinde kalmış olan şeyi Jeanette-Nicole’ye söylememişti.
Jeanette-Nicole küçük kıza gülümsedi ve alnından öperek konuştu:
– Yakışacağını bilsem giyerdim. Çerkes entarisi için gerekecek model yok, olsaydı senin için bir entari diktirip kutlama akşamımızda seni kraliçemize takdim ederdim.
– Onu mu demek istiyorsun? – dedi Ayşet pişman olmuş halde, ardından sözünün gerisini getirdi. – Entariyi dikemem ama nasıl dikildiğini sana gösterebilirim.
– Nasıl? – Şaşırması bir yana, çok sevinmiş halde Jeanette-Nicole sordu.
– Resim öğretmenimiz yardım ederse, kâğıt üzerine çizerim.
Entarilik kumaş, göğüs düğmeleri, kol eklentileri örnekleri, kemer ve şapkaya değin ayrıntılar konuşuldu. Jeanette-Nicole asıl merak ettiği ve kaygılandığı şeyi söyledi:
– Bunu başarma umudunu taşıyorum. Kraliçe bu gibi sürprizlere bayılır, seni beğenecektir. Sadece kraliçeyi değil, ana babaları, çocuk yakınlarını da çağıracağız.
– Peki ben kimleri çağıracağım? – Ayşet içinden düşünüp saymaya başladı: Pon de Vel, küçük Arjantel’i iki saatliğine bırakacak kimsesi olduğu için Marie-Angélique. Sophie, gelmezse olmaz, üzülürüm, Claudine ve Laroche. Charles de Ferriole Türkiye’de, haber alamıyoruz. Augustin-Antoine’ye haber verirsek gelir. Peki, kim kalıyor geride?
– Yetmez mi bu saydıkların… – Pierre Guérin de Tencin’in adını söylemeyi unuttuğuna üzüldüğünü belli etmeden Jeanette-Nicole ilave etti.
– Adını asıl söylemem gerekeni unutmuşum! – Ayşet alnına vurdu. – Pierre’yi unutmuşum!
– Onun Paris’te fazla bulunmadığını söylememiş miydin?.. – özür götürürmüş gibi yaparak sordu: Çağırmamı ister misin?
– Gelecekse, çağır… – Jeanette-Nicole içindeki duyguyu gizleyebiliyordu ama tatlı yumuşak sesi onu ele veriyordu.
Ayşet – 14
HAPİ CEVDET YILDIZ·30 OCAK 2019 ÇARŞAMBA
İshak Maşbaş – (Tarihi roman; s. 98-104)
II
İstanbul Boğazı’nın doğu yakasında aniden bir fırtına kopmuş, tüm İstanbul’u sarmıştı. Fırtına, kasırga çatıları uçuruyor, ağaçları deviriyordu, ekmek ve giysi satılan büfe ve barakaları havada uçuruyor, sürüklüyordu. Halk dua ediyor, Tanrıya yalvarıyordu.
Gemi iskelesinde ve ötesinde denizde olup bitenler, görüntü tam bir felaketti: Kayık ve sandallar havada uçuşuyor, sağa sola savruluyor, fırtına gemileri yan yatırıyor, dibe çekiyordu.
Şiddetli rüzgârla birlikte gökten boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kıyamet günü gibiydi, kent çaresizdi.
Charles de Ferriole, Fransa Büyükelçisi, pencereden bakmak bir yana odasında adım bile atmaktan korkuyordu. İki yumuşak koltuk ile yüksek bir yuvarlak masanın ardına gizlenmişti. Şarap şişesi açılmamış halde masada duruyordu. Bir iki yudum alabildiği kahvesi ise soğumuştu. Göğsünde beyaz bir önlük bulunduğunu bile unutmuştu. İçinde et ve peynir dilimleri bulunan tabak da önündeydi: “Tam da sultanla görüşeceğim gün dünya başıma yıkıldı. Henüz erken, vakit var, randevum öğle saat ondörtte. O zamana değin ortalık düzelir mi?.. Ülke sorunları herşeyden önde gelir, herhalde sultan randevuyu ertelemez. Doğuyu kestirmek, bizim Batıdaki gibi kolay değil, bu Asyalıların bana karşı takınacakları tavrı da bilemem. Geçen yıl geldiğimdeki duruma göre, Türkiye’de büyük değişiklikler yaşandı. Üçüncü Ahmed sultan oldu. Onunla sadece bir kez karşılaşmıştım, sultan olacağını nereden bilecektim, sıradan birkaç söz edip ayrılmıştık. Ülke temsilcisi olursan sadece bugünü değil, yarını, yarından sonrasını, gelecekteki günleri ve yılları, olası şeyleri öncesinden kestirmek gerekir. Görmüyor musun bu kısa süre içinde Türkiye’de olup biten onca şeyi? Sultan’ın eşi Çerkes olduğu için çevresindeki kişilerin çoğu da Çerkes. Türkiye bir Çerkes ülkesi değil, peki bu kişiler böyle nereden çıkıp gelmiş olabilirler?.. ”
Ortalık duruluyor gibi oldu, Charles de Ferriole pencereye gitti, yanılmamıştı: Her türlü deniz dalgasına yol açacak şiddetteki fırtına, yarım saat gibi kısa bir süre içinde yapacağını yapıp gitmişti. Öteye beriye kaçışmış olan insanlar yeniden bir araya gelmeye, dükkanlar ve çay evleri açılmaya başlandı. Seyyar su, çay ve börek satanlar da yeniden ortaya çıkıp işlerinin peşine düştüler. Yağmur suyu taşan faytonlar, yük taşıyan merkepler orada burada yeniden görünmeye başlamışlardı.
Saat on bire gelmek üzereydi. Fransa Büyükelçisinin daha üç saati vardı. Sofraya oturdu, soğumuş kahvesini tazeletti. Sabahleyin okuduğu kâğıt yaprağındaki nota yeniden bir göz attı, şaşırmıştı: “Bu kişilerin hepsi Çerkes. Çerkes Osman Paşa Deniz Kuvvetleri Komutanı, amiral. Çerkes Mehmed Paşa, Çerkes Ahmet Paşa, Çerkes Mahmud Paşa Osmanlı Ordusu üst düzey komutanları, generaller. Çerkes Mehmet Paşa Kudüs emini, yarı padişahı gibi biri. Sultan III. Ahmed’in Kafkasya’daki – Çerkes, Dağıstan ve Şirvan’daki – temsilcileri de Çerkes’ti. Sözün kısası Türkiye’deki üst düzey görevlilerin çoğu Çerkes’ti. Öyleyse bu kişiler ülkeyi ele geçirmiş olabilirler miydi?.. Peki, Kraliçe Sultan bir Çerkes kadını, önde gelen yöneticiler de Çerkes olduklarına göre, pazarlarda Çerkes kız çocuklarının satışına nasıl oluyor da izin verebiliyorlar, haremler neden Çerkes kızlarıyla dolup taşıyor… – Elini şarap şişesine uzattığında Ayşet’in geçen yıl “fazla içiyorsun” dediğini anımsadı ve elini geri çekti. – Biraz içsem bir sorun oluşturmaz, ama şarap kokarak randevuya gitmem de uygun olmaz. Biraz boy atmış haliyle Charlotte-Elizabéth Aissé burada yanımda olsaydı, çok iyi olurdu, bir Çerkes damadı olmam Çerkesleri şaşırtırdı, Fransız işlerini daha kısa yoldan çözmüş olurdum…”
Dışişleri protokolüne uygun olarak Charles de Ferriole’nin faytonu randevu saatinde Türk Sultanının sarayına vardı. Altın suyu ile sırmalanmış koca kapılar açıldı, yine duvar ve tavanları altın-gümüş suyu içirilmiş odalardan geçirilerek, III. Ahmed’in taht odasının kapısına götürüldü. Kapıda gelişini beklemekte olan bir vezir hoş geldiniz diyerek Fransız büyükelçisini karşıladı. Kapı kenarında nöbet tutan iki asker kımıldamadı, yere çakılmışlar gibi duruyorlardı.
Bakınmasına zaman bırakmadan Büyükelçi Charles de Ferriole gıcırtı çıkarmayan iki sessiz kapıdan geçirildi, sultanın her yanı ışıldayan büyük makam odasına alındı. Süslemelerle kaplı duvara gömülü taş fırının önünde duran uzun masanın iki yanında iki yumuşak koltuktan birinde sultan oturuyordu. Sultanın sol yanında, uzak olmayan ama pek de yakın olmayan bir yerde, rütbe ve mevkilerine göre sıralanmış yedi görevli dizilmişti. Dördü asker, üçü sivil giyimliydi. İçlerinden birini tanımıştı – Abdülhazret Paşa’yı, o paşa Türkiye’nin dışişlerini yürüten yetkili kişiydi. – 1699 – Karlofça Barış Antlaşması’nın hazırlanması sırasında tanışmışlardı.
Fransız büyükelçinin Sultan’ın yanına varmasına iki üç adım kalmışken Üçüncü Ahmet hiç acele etmeden ayağa kalktı ve öne doğru bir adım atarak elçiyi karşıladı. Charles de Ferriole de iki adım kala sultanın karşısında durdu, başı ile sultanı selamladı, ardından konuştu:
– Türkiye’nin Büyük Sultanı, Mısır, Suriye, Kudüs ve Balkanların egemeni, güneş aydınlığı Üçüncü Ahmed’i Fransa’nın güneş kralı XIV. Louis adına selamlarım, kralımız bütün iyi dileklerinizin gerçekleşmesini dileyen bu mektubu size sunmamı buyurdu, ömrünüzün uzun olması için Tanrıya yalvarıyor.
– Ben de kendi adıma, büyük ülkemiz adına ve Allahın lütfuna nail olan kişiler adına kralınıza selamlarımızı iletmenizi diliyor, hoş geldiniz diyorum, ülkemizin önde ve bilge kişileri ve diğer görevlileri ile sizi tanıştırmak isterim.
Adı söylenen her bir görevliyi Charles de Ferriole elini sıkmadan başıyla selamlıyordu, ardından Sultan yerine geçmeden önce büyükelçiye oturması için koltuğunu gösterdi ve sordu:
– Fransız ülkesi barış içinde mi, kralı da sağlık ve esenlik içinde midir?
– Türklerin ve bayrağınız altındaki diğer ulusların aydınlık sultanı, haşmetmeap XIV. Louis’nin ülkesi barış içinde, İngilizlerle bazen bazı sorunlarımız oluyor ama, kralımız sağlık ve esenlik içindedir.
– Büyükelçi, ülkenizin barış içinde olmasına sevindim. Allah kralınıza uzun bir ömür bağışlasın. O İngiltere denilen ülkenin niyetini biz de biliyoruz. Dünyayı ele geçirme tutkusu içinde, her yerde boy gösteriyor, her işe karışıyor, ama biz de bir dayanışma içinde olursak, hiçbir başarı elde edemez. İngilizler Cebelitarık Boğazı’nı geçip Akdeniz’e (Ч1ыгурыт хы) çıkmayı gece gündüz düşünüyorlar. Doğru değil mi, Kaptanıderya Çerkes Osman Paşa?
– Peki, Fransa’nın büyükelçisi, İspanyol, Alman, İtalyan ve Greklerle (Rumlar) ilişkileriniz nasıl?
– Tüm Türklerin aydınlık büyük sultanı, onlara da gereken karşılıkları veriyoruz.
– Birbirini anlayarak bir arada yaşamak, birbiriyle didişmekten daha iyi. Yunanlılar ve İtalyanlar, aradan iki yüz elli yıl geçmiş olmasına karşın, Bizans’ı, Konstantinopol’u almış olmamızı unutmuyor, bunu içlerine sindiremiyorlar, – Sultan büyükelçinin sözlerinden memnun kaldığını esmer yanaklarından belli eder biçimde gülümsedi.
– Rusya’da o söylediklerinizle birlikte, – içinde olup da Sultan’ın söylemediği şeyi Fransa büyükelçisi söyleyivermişti.
– Duydunuz mu, yiğit komutanlarım, Fransız Büyükelçisinin ne dediğini? – dedi Sultan amiral ve generallerine, hemen büyükelçiye döndü. – Fransa’nın bize gönderdiği büyükelçinin bizi böyle anlamış olmasına sevindim.
– O şeyden daha uzak ve daha yakın şeylere de değinebilirim, tüm Türklerin güneş misali sultanı, – Charles de Ferriole şimdi kendine güveni artmış olarak, Türk sorunlarının yabancısı olmadığını belli eder biçimde konuşmasını sürdürdü, – Balkanların Hıristiyan dini toplulukları da sizi affetmiyorlar. – Böyle bir sorumluluğu yoktu, ama bunu da bilmelerini istemişti. – Bu konuda bize güvenin, Fransa sizi destekleyecek.
– Sevindim, – Sultan’ın sesi şimdi daha gür çıkmıştı, – Fransa temsilcisinin bizi böyle anlamış olmasına sevindim. Biz de dış ilişkilerinde, Fransa bir güçlükle karşılaşacak olursa elimizden gelen desteği sunmaktan çekinmeyeceğiz. Dayanışma gerektiren zorlu bir dönemdeyiz.
Charles de Ferriole minarelerden yükselen ikindi ezanı sesleri İstanbul’u çınlatırken, sultanı ve kendini memnun etmiş biçimde rezidansına geri dönüyordu. Sokaklarda insan kalmamış gibiydi: Herkes abdest alma, Allahın huzuruna çıkma ve bu emanet dünyadaki görevini yerine getirme telaşı içindeydi. “Saat onyediye yaklaştı, – dedi Charles de Ferriole kendi kendine. – Bana tanınan süreyi aşıp sultanın yanında iki saat mi kalmışım? Bu kadar süre içinde onlara ne anlattım, onlar da bana ne dediler… Hayır, hayır, olmayacak bir şey söylediğimi sanmıyorum. Beni dinlediler, ben de onları dinledim. Beni karşılamalarına göre uğurlamaları çok daha sıcak geçti. Ruslar ve Balkan Hıristiyanlarına ilişkin biraz aşırıya kaçmış olabilirim. Ama biz bizeydik, dışarıdan bizi dinleyen oldu mu ki? Doğru ve yalan sözlerin bir arada yürümediği bir devlet işi olmaz. Yalanla başlandığında iş yalanla bitirilir, işin gerçeği ne ise sonunda ona dönülür, bir elçi için en doğru tutum doğru olanı söylemektir. Ama sana istediğini söyletirler mi… Bak bakalım, sabahki duruma, şimdiki güzelim duruma. Denizde ve İstanbul’da hiçbir şey olmamış gibi güneş de batmak üzere…”
Sabah kahvaltısı sırasında masasında kalmış olan şarap şişesi Charles de Ferriole’nin gözünde canlandı, aynı anda Ayşet’in içme diyen sözünü anımsadı, gülümsedi ve içinden sordu: “Nasılsın Charlotte-Elizabéth Aissé? Sormamışım diye seni unuttuğumu sanma, seni anımsamadığım tek bir saatim ve tek bir günüm yok. İşte bugün Türk sultanının yanında senin ulusundan üst düzey kişilerle karşılaştım. Senden söz etmedim ama senin hatırın için onlarla daha fazla yakın olmak istiyorum. Fidan boylular, yakışıklı ve güzel yüzlüler, zeki bakışları var, erdemli ve sabırlı kişiler oldukları, sadece gözlerinden değil, dış görünüş ve davranışlarından da anlaşılıyor. Şimdi ulusunu, Çerkesleri niçin unutmamış olduğunu daha iyi anlıyorum. Bana gücenme, başına gelen bu felaketin sorumlusu ben değilim. Bugün tanıştırıldığım Kaptanıderya Amiral Çerkes Osman Paşa için de, çocukken Çerkesiye’den çalınıp esir pazarından satın alınmış diyorlar. Şimdi o Türkiye ordularının hepsinin komutanı. Senin de on yıl sonra Fransa’da ne olacağını kimse bilemez. Senin için yaptığımı unutma, beni bekle, seni seviyorum, beni anla. Rica ettiğin şeyi Fahri’ye söyledim, artık sana gücenik değil. İstanbul’daki işlerimi yoluna koyduktan sonra, yaza doğru senin için Paris’e gelmeyi düşünüyorum. Narin yapılı ve güzel yüzlü Jeanette-Nicole ne yapıyor?..”
– Rezidansa dönmeden önce bir Boğaz’a uzanalım, – dedi Charles de Ferriole Türk kırbaççısına, biraz düşündükten sonra ekledi: – Boğaz’ın en yüksekte olan kıyısı neresi?
– O yer, Anadolu Kavağı köyü.
– Uzakta mı, uzaksa daha yakın bir yere git. – En yüksekte dedikleri bir yerde fayton durdu. – Çerkes Ülkesi hangi yönde?
– Kim bilir onu, – ne diyor bu kişi diyerek, dikkatli bir dil kullanarak, sürücü yanıt verdi, – Güneşin doğduğu tarafta değilse bilmiyorum.
– Güneş arkamızdan batıyor, o halde doğu şu yönde, Çerkesler de o tarafta yaşıyor olmalılar. – Charles de Ferriole yüzünü doğuya dönüp Ayşet’in istediği gibi bağırdı: – “Çerkesler, beni duyuyor musunuz?! Sizin ulusunuzdan Aissé benden ricada bulundu, ben de ricasını yerine getiriyorum: Bolet ile Cenet’in kızı hayatta, Fransa’da! – “Çerkesler seni duyuncaya değin yerinde kal, bekle” dedi Charles de Ferriole kendi kendine, ardından arabasına binip kendi kendine yüksek sesle dua etti: Sen Bakire Meryem (Марие шыихъ), duydun beni, Charlotte-Elizabéth Aissé’ye verdiğim sözü yerine getirdim. – Bir süre yol aldıktan sonra kont bir karar daha aldı: “Charlotte-Elizabéth Aissé’nin Çerkeslik yanını burada bitirmek gerekiyor! Çerkesleri unutturmadan, kızın Çerkes tarafını yok etmeden, onu bir Fransız kadını yapmak olanaksız!”.
Ayşet – 15
HAPİ CEVDET YILDIZ·3 ŞUBAT 2019 PAZAR
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s.105-111)
III
Kış boyunca üç ay, Jeanette-Nicole, dur durak bilmeden manastırın bahar şenliği için hazırlandı. Ayşet için diktirdiği Adıge elbisesini, Ayşet ve terzisi dışında kimseye göstermeden, kimseye de sözünü etmeden evinde sakladı. Alışması için arada bir Ayşet’e elbisesini giydiriyor, güzelliğine şaşıyor, bıkmadan usanmadan bakıp duruyordu. Bununla da yetinmiyordu: Jeanette-Nicole’nin kraliçe için yazdığı küçük bir şiiri kıza okutuyor, şarkı da söyletiyordu. Zaten güzel olan Ayşet’in, Adıge giysileri içinde daha da güzel göründüğünü görüyor, “bravo” diyerek kızı alkışlıyordu. “Her bir ulusa kendi seçtiği giysisi yakışır, onu güzel gösterir” diyor, bu anasız babasız kıza acıyor ve farkına vardırmadan konuşuyordu Jeanette-Nicole:
– Aissé, terzinin elbiseni bu denli güzel dikebileceğini ummamıştım. – Ardından kurnazca bir eklemede bulundu: – Güzel dikme nedenini istersen sana söyleyeyim: Güzeller içinde sen hepsinden daha güzelsin de ondan.
– Jeanette-Nicole, bana öyle şeyler söyleme demiştim sana…- dedi Ayşet biraz gücenmiş halde, ardından sözünü düzeltti, – bu okulda benden de daha güzel küçük kızlar var.
– Okulda güzel Fransız kız çocukları da var, ama sen onlardan da daha güzelsin.
– Jeanette-Nicole, bir Çerkes kız çocuğu olduğum için bunu söylüyorsan önemli değil, – Ayşet söylediğinden geri adım atmadı, bir ah çekti, hızla dediklerini yeniden düşündü ve konuşmasını sürdürdü: – Güzel dikiş dikiyor, nakış yapıyorsun dediklerinde annem, “herkes benimseyerek seçtiği mesleği sevmeli ve beceri sahibi olmalı” derdi. O Fransız kadın terzisi de güzel olduğum için değil, işini sevdiği ve beceri sahibi, usta biri olduğu için bana bu güzel elbiseyi dikti.
Jeanette-Nicole bu dediğim dedik Adıge kızına yine sevecen bir bakışla gülümsedi:
– Evet, Aissé, evet, işini sevmen gerekir. İşini tam kavrayamaz, öğrenemezsen, zor gelir ve seni yorar. Sadece bir işte değil, hangi işte olursa olsun başarılı olursan, mutlu olursun, dedi.
– Jeanette-Nicole, okul eğitimi yanında şiir okuma, resim, nakış, şarkı söyleme ve dansetme alanında da bizi yetiştiyor olmanız o nedenle mi?
– Evet, çok iyi kavramışsın, Aissé, onları da eğitim ve öğretiminiz kapsamında ele alıyoruz. Yaz dinlencesinden sonra, gelecek yıl boyunca sizi kral tiyatrosuna da ayda bir iki kez götürmeyi düşünüyoruz.
– Nedir o dediğin şey? – Ayşet hiç duymadığı “tiyatro” sözcüğünün ne olduğunu sordu.
– Orada, Aissé, okulda küçük piyesleri oynadığımız gibi, yaşamdan alınan olayları anlatan büyük piyesler oynanıyor, sahneleniyor. Kadın, erkek usta sanatçılar piyeslerde oynuyorlar. Oyuncular değişik sahnelerde boy gösteriyor, rollerini oynuyor, şarkı söylüyor, şiirler okuyorlar.
– Çok ilginç bir şey olmalı bu tiyatro!.. – Ayşet’in küçük yanakları oynaştı.
– Sadece ilginç değil, insanlar orada tanışıp dost oluyorlar. Nasıl giyindiklerini, saç tuvaletlerini, yüz makyajlarını, altın-gümüş takılarını, ziynet eşyaların, bunların nasıl yapıldıklarını ve yakışıp yakışmadığını orada görebiliyorsun.
– Demek ki, Jeanette-Nicole, örnek alınacak ve alınmayacak çok kişi var aralarında.
– Bunu anlamış olmana sevindim, – küçük kızın kavrama yeteneğine şaşırmıştı Jeanette-Nicole, – bu piyeslerin ele aldığı konular içinde kuşku duyacağın olaylar, tanıyabileceğin kişiler de yer alıyor.
– Öyleyse, – Ayşet yine kendini tutamadı ve haykırdı, – Claudine-Alexandine’nin okuduğu kitaplar gibi olmalı onlar da!
– Onlar gibi de olabilir, – Jeanette-Nicole küçük kızın görüşüne katıldı, – Piyeslerin o gibi kitaplardan da alındıkları, tiyatrolarda sahnelendikleri görülebiliyor.
– Kitaplarda bulunan çıplak erkek ve kadın resimleri gibi şeyler de tiyatrolarda sahneleniyor mu? – Claudine-Alexandine fırlattığı kitabı anımsamıştı Ayşet.
– Hayır, orada çıplak kişiler gösterilmez, ama ölçü dışı, serbest aşk sahnelerine de yer verilebiliyor, öpüşmeler de görülebiliyor.
– Çıplak olmasınlar tek, birbirlerini sevmiş olmaları sorun değil, – yaşlı bir nine gibi Ayşet duyduğu şey üzerine görüşünü söyledi, – ama insanların karşısında öpüşmeseler daha iyi olurdu. Bizi kral tiyatrosuna götürdüğünüzde, Jeanette-Nicole, öpüşme sahneleri ile karşılaştığımda ne yapacağımı söyleyeyim mi? Gözlerimi yumacağım.
– Seni utandıran bir şey görürsen öyle de yapabilirsin.
– Öyle tabii. Erkek ve kadının elbise giymesi, insanın görülmemesi gereken (mahrem) yerlerini örtmek için. Bizim taraflarda, Çerkesiye’de soyunmaya izin vermezler.
– Sizin taraflarda kadınların yüzlerini peçeyle kapatmaları o nedenle olmalı.
– Çerkesiye’de Jeanette-Nicole, kadınlar peçe takmazlar, – Ayşet kararlı ve kesin olarak bildiği şeyi güçlü bir biçimde vurguladı, – Örtünenler Türk kadınlarıdır. Mısır taraflarında da örtünme olduğunu söylüyorlar. Kadının yüz ve vücut güzelliğinin gizlenmek istenmesini savunuyor değilim, ama seni utandıracak, mahcup edecek şeyleri gizlemek gerektiğini zavallı annem de, ninem de hep söylerdi.
– Yerinde sözler, o konuda sana katılıyorum, ama şimdi bulunduğun ülkenin Fransa olduğunu da unutma.
– Niye? – Ayşet bu duyduğu şeye kulak kabarttı, – Fransa’da yaşayanlar insan değiller mi? Onlar gibi biz de yemek yiyoruz, gülerlerse biz de gülüyoruz, ağlarlarsa biz de ağlıyoruz, evlenirlerse, bizimkiler de evleniyorlar, kocaya varırlarsa bizim kadınlarımız da kocaya varıyorlar. Fransızlarla Çerkeslerin farkı nedir ki? Bizimkiler gibi Fransızlar da beyaz, esmer ve sarışın kişiler. Fark, dillerimizin ayrı olması.
– Evet, öyle, – Jeanette-Nicole duyduğu şeylere şaşırdığını unutmuş halde Ayşet’in dediğine katıldı, – görünüşümüz, üzülme ve ağlama durumlarımız, espri ve davranışlarımız yönünden, dil dediğin şey olmasa, fazla bir farklılığımız yok, ama içine düştüğün ve katıldığın yer başka bir ülke, insanları da farklı bir ulustan. Bunu, Aissé, şimdi değil, büyüdüğünde anlayacaksın.
Ayşet gerisine bir bakıp odadan ayrıldığında, Jeanette-Nicole’ün içi burkuldu, ağladı. Ama ağladığını birileri görürse diyerek gözyaşlarını sildi, kızdı: “Yaşından umulmayacak denli zeki olan bu kızı ana babasından çalıp pazarda satmak günahtır! Ayrıca insanı kendi toplumundan kopartıp yabancı birine satmak da günah. Bunu satın alan da onlardan iyi biri olamaz. Kont Charles de Ferriole iyi bir şey yapmadı. İyi bir şey yapmak isteseydi, kızı buraya değil, mensubu olduğu Çerkes ülkesine göndermeliydi, o yolla sevap kazanırdı. Öyle yapacak yerde Çerkes kanı ve Çerkes yüreği taşıyan bu küçük kızı okutup Fransız kızı yapmamız için kral buyruğuyla bize bıraktı… Hayır, hayır, bu küçük masumun ruhunu yok edip ona başka bir ruh aşılama işini kabul edemem. O konuda kimse bana gücenmesin, Aissé’ye Çerkes elbisesi diktirmiş olmamdan Kontes Marie-Angélique Ferriole’nin memnun kalmadığını öğrenmiş bulunuyorum, pek de umurumda değil, sorun kraliçemizin bunu beğenip beğenmeyeceği. Kraliçe ulus ayırımı yapmıyor, ama bu yaptığımı kabul etmeyecek olurlarsa, hiç bakmam, her türlü zorluğu göze alır, Aissé’yi geldiği Çerkesiye’ye geri götürürüm…
Çalıntıyı çalıp sahiplerine geri vermem durumunda hırsız olmuş olur muyum?!”- Jeanette-Nicole kendi kendisine değerlendirmeler yaptı ve kendi kendisiyle dalga geçti.
Saint-Cloud Manastırı öğretmen ve öğrencilerinin beklediği 30 mayıs 1704 kutlama günü gelip çatmıştı.
Paris ilkbaharı her zaman güzel ve sıcak olur. Bugün ilkbaharın son günü, yarın da ilk yaz günü olacak, ortalık her zamankinden daha da güzel. Ağaçlar tomurcuklanmıştı, yeşil yeşil süren yapraklardan yayılan hoş kokular hafif rüzgarla birlikte ortalığa yayılıyordu. Gök yüzü temiz, berrak ve yumuşak bir gündü. Öğrencilerin giydikleri döpiyes elbiseler birbirinin benzeriydi ve yepyeniydiler. Öğretmenlerin giysileri farklıydı ama en güzel entarilerini giymişlerdi. Güne davet edilen ana baba ve akrabalar da en yeni ve en güzel elbiselerini giymişlerdi. Jeanette-Nicole de yılda bir ikiz giydiği kahverengi entarisini giymişti, boynunda ince ipek eşarpı bulunuyordu, başında rüzgarda uçuşmak ister gibi sallanan ve yakışan kahverengi-beyaz karışık renkli şapkası vardı.
Peki, Charlotte-Elizabéth Aissé için diktirilen Çerkes elbisesi? Ayşet henüz onu giymemişti, o da diğer kız öğrenciler gibi giyinmişti. Şiir okuma ve şarkı söyleme sırası geldiğinde güzel Çerkes elbisesi ile altın ve gümüş ipliklerle işlenmiş uzun başlığını giyecek, takacaktı. Şu sıralar kraliçeyi beklemekte olan Jeanette-Nicole o nedenle Ayşet’le ilgilenmiyordu.
Kraliçe geliyor dendiğinde, bahçedekilerin koşuşmalarına sıra kalmadan, dönemeçte art arda gelen iki fayton (кухъэрен) göründü. Öndeki arabadan kraliçe indirilmeden önce, ikincisinden altından bir sandalye çıkarıldı ve gölgelik olarak kraliçe için dikilen büyük şemsiyenin altına götürüldü.
Altın-gümüş süslemelerle parıldamakta olan faytonun kapısı açıldı, Kraliçe Maria Theresa araban alınıp altın sandalyesine oturuncaya değin herkes başını eğip ona saygı gösterdi. Sandalyesinin sağında, solunda ve gerisinde birer nedime duruyordu. Ayşet’e şaşırtıcı gelen şey kraliçenin oturduğu altın sandalye, altın ve gümüş suyuna batırılarak güzelleştirilmiş olan entarisi, başında bekleyen genç kadınlar değildi. Ayşet’e şaşırtıcı gelen şey kraliçenin ayakları altına konan küçük altın tabureydi : “Benim babaannem de bir yere konuk gittiğinde, yumuşak bir yatağa oturtulur, etrafı yastıklarla desteklenir, altın olmasa bile böyle bir küçük tabure ayaklarının altına konarak ağırlanırdı…” – Ayşet’in içi depreşti ama belli etmedi.
– Fransa’nın güzel ve seçkin kız çocukları, – diye Kraliçe Maria Theresa toplanan öğrencilere seslendi, – bu kutlama gününüzde sevincinizi sizinle paylaşıyorum, mutlu olmanız ve ülkenizi güzelleştirmeniz dileğiyle Tanrıya dua ediyorum.
Fransa kralı ve kraliçesi için bir kız çocuğu grubunca söylenen bir şarkıyla kutlama programı başlatılmış oldu. Ardından birkaç resim yapmış öğrenci, başlarını eğerek kraliçeyi selamladılar, sırasıyla yaptıkları resimleri göstererek kraliçenin önünden geçtiler. Kız çocukları hayvanları da içine alan küçük bir piyes de oynadılar. Kraliçe bu şeyleri alkışladı, çocuklara kâğıtlara sarılı tatlılar dağıttırdı. Değişik alacalı giysiler giymiş dansçılar ciddi, saygılı ve disiplinli bir biçimde dansedip dik ve ince vücutları belli olur biçimde yerlerine oturdular. Onlara da tatlılar dağıtıldı.
Charlotte-Elizabéth Aissé, Adıge giysileri içinde kraliçenin karşısına geldiğinde, Kontes Marie-Angélique Ferriole bir yana, Sophie de onu tanıyamamıştı. Claudine-Alexandrine ise ağzı açık kalmıştı. Piskopos Pierre ile Doktor Laroche aralarında fısıldaştılar. Jeanette-Nicole ise kalbi çarpıntı içinde kraliçeye baktı, Pierre de durumu süzdü ve aynı anda Kont Charles de Ferriole’yi niçin anımsamış olduğunu anlayamadı.
“Dünya güzel, kraliçemiz ondan çok daha güzel, – Jeanette-Nicole’nin yazdığı bu şiiri Ayşet okuyor, herkes nefes almadan dinliyordu. – Gökyüzü yüksek, güneş bizi ısıtıyor, güneş kraliçemiz bizi daha fazla ısıtıyor. Fransa’nın her bir yanı esenlik, barış, tatlı bir hava ve mutluluk içinde. Bunu bize armağan eden güneş kralımızdır, hep başımızda olsun!”
Ayşet şiiri güzel ve akıcı bir dille bitirince bir alkış tufanı koptu, alkışlama biçimiyle Kontes Marie-Angélique, kraliçenin orada oturmakta olduğunu unutmuş gibi olmuştu. Kraliçe alkışlamasını bitirdiğinde Jeanette-Nicole’yi yanına getirtti:
– Kim bu küçük kız çocuğu? Elbisesi güzel, kendi daha da güzel.
– Kont Charles de Ferriole’nin Türkiye’den getirdiği küçük Çerkes kızı, aydınlık kraliçemiz.
– Bu mu o Çerkes kız çocuğu? – Kraliçe Maria Theresa yanına gelmesi için Ayşet’e el etti. Jeanette-Nicole’nin öğrettiği gibi Ayşet, sol dizini yere değdirmeden başıyla kraliçeyi selamlayıp uzatılan eli öpüp ayağa kalktı. – Adın ne, güzel kızım?
– Charlotte-Elizabéth Aissé Ferriole aydınlık kraliçemiz, – artık dizini eğmeden başını eğerek kraliçeyi saygılı bir biçimde selamladı.
– Evet, evet, Türkiye’ye gönderdiğimiz Büyükelçi Kont Charles de Ferriole’nin kızısın. Güzel bir elbisen var, güzel bir şiir de okudun. Git, arkadaşlarının içinde otur, sana izin veriyorum.
– Yine şarkı söyleyeceğim, nakışlarımı göstereceğim aydınlık kraliçem, – Charlotte-Elizabéth Aissé başı ile selamlayıp kraliçenin yanından ayrıldı.
– Zeki ve güzel bir kız çocuğu, büyüdüğünde, kralımızın gece balolarını güzelleştirecektir, – dedi Fransa Kraliçesi Maria Theresa küçük Adıge kızının ardından.
Ayşet – 16
HAPİ CEVDET YILDIZ·17 ŞUBAT 2019 PAZAR3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 111-120)
IV
Bir ara gemiden atılmasına ramak kalmış olan Orhan, artık boy atmış, gösterişli ve saygılı bir delikanlı olmuştu. Bakışları ve yerinde konuşmaları ile, daha on yedi yaşında olmasına karşın, yaşıtları içinde fark yaratıyor, daha yaşlıları ile de uyum sağlıyordu. Gösterilen yerde duruyor, görevini gereğince yerine getiriyor, var gücüyle de işinin peşine düşüyordu. Başarılı olursa seviniyor, olmazsa yeriniyordu. Niçin başarılı olamadığını düşünüyor, başarılı olmanın yollarını arıyordu.
İnatçı biri miydi ya da başladığı işe ciddi biçimde eğilen biri miydi? Bunlar ve daha başkaları, çocukluğundan beri, Orhan’ı, kısa yaşam süresi içinde, deneyimli birine dönüştürmüştü. Sıkıntı insanı yer bitirir, zor şeylerse kişiyi bilinçlendirir, güçlü kılar dedikleri şeyde bir gerçeklik payı olmalı. Bu özlü, bilgece söz, Orhan için söylenmişti sanki, dert insanı bitirir sözünden çok, zor şeyler insanı biler, güçlü kılar sözü daha yerinde olmalıydı. Daha yedi yaşındayken başına gelen onca zorluğun nedenini anlayamadan Orhan, beş yıllık tutsaklık/ kölelik döneminde bilinçlenmiş, dayanıklılığı artmış, özgür olmanın ne demek olduğunu kavramıştı. Korsika Adası’ndan kurtulmak üzere Süleyman’ın gemisine gizlice binmesi de o nedenleydi. Yakalandığında da, kendisine sert davrananlara “Türküm, Türkiye’ye dönüyorum” demesi de o yüzdendi.
“Gündüz ötmeyle göz çıkarması aynıdır” (Nefe onre ne yćınre zefede) sözünün ne anlama geldiğini Orhan gibi bir oğlan çocuğu bilebilir miydi? Orhan öyle bir deyim bulunduğundan bile habersizdi, ama gemi sahibi Süleyman’a söylediği safça ifadenin temeli de öyle bir düşünceye dayanıyor olabilirdi. Orhan, Fahri’ye çocukluk günlerini yeniden yaşatmış olmalı ki, o gün Orhan’a sahip çıkmış, kendi geçmişini, yaptığı kötü işleri bir yana atarak, çocuğu Kıbrıs Adası’na götürüp ana babasına teslim etmişti.
Aradan dört yıl geçtikten sonra Orhan bugün geri gelerek Fahri’yi sevindirmişti.
– Orhan, kardeşim, sen misin?! – Diye sevinç içinde bahçe kapısında bekleyen uzun boylu delikanlıyı karşıladı. – Günün birinde dönmeni bekliyordum. Ama şimdi değil, daha ileride, olgun biri olduğunda diyordum.
– Daha fazla kendimi engelleyemedim, – söylediğinden ve yaptığından emin olarak konuştu Orhan. – Beni babamlara götürdüğünde söylemiştin, bana söylediğin o iş için, ciddiysen yanındayım. Bana güvenirsen, senin sözün benim sözüm, yaptığın iş benim işim.
– Sözümden caymış değilim. Beni dinleyecek olursan, o işi sana da yaptırmam. Haydi eve gidelim, annen ve baban sağ ve iyi midirler?
– Sağ ve iyidirler, sana selam yolladılar.
– Ve Aleyküm selam, sağolsunlar.
– Gece gündüz senin için Tanrı’ya dua ediyor, bana yaptığın iyiliği unutmuyorlar. Ben de unutmuyorum, yanına geleceğimi bilmeselerdi beni bırakmazlardı.
– Söylediğine göre bana güveniyor olmalılar, – Fahri sevindi ve gülümsedi. – O halde iki yanlı bir güven var: Orhan ben de sana güveniyorum.
– Senin bana karşı hiçbir borcun olamayacağını sana söylemiştim, nahıj (ağabey).
Orhan birkaç gün ve gece kalmış olduğu Fahri’nin evinde bir değişiklik olmadığını gördü. Pencere perdeleri dışında her şey, eskiden görmüş olduğu gibi, yerli yerindeydi. Fahri çalışkan, düzenli ve temiz biriydi, evi de tertemizdi. Orhan evde başka biri var mı diye kulak kabarttı, ama hiçbir ses kulağına çarpmadı: “Anlaşıldığı kadarıyla Fahri yalnız yaşıyordu”.
– Bana katılmak istersen Orhan, bu akşam için yapmamız gereken bir iş var. Buna akşam yemeği diyelim. Komşu çay evine gidelim, gelişini kutlayalım, birileri bir şey yapmışsa yeriz ya da kolları sıvar kendi yemeğimizi kendimiz pişiririz.
– İki kişi için değil, bir kişilik yemek diyelim, diğeri ben olayım. Biraz önce, bir saat bile olmadı, limanda yemek yediğim.
– Nereye gittiğini bilerek, kardeşim, yemek yemişsin, doğru yapmamışsın. – Fahri sitem etti, gence ne yapacağını söyledi: – Öyleyse sen ocağı yak, ben de komşu dükkana gideyim.
– Yemeklik alacak param var, babam vermişti.
– Paran varsa, sende kalsın, gerektiğinde kullanırsın. Paranın fazlası olmaz. Akşam yemeğimiz için biraz para harcadım diye yoksul düşecek biri değilim. – Fahri kapıdan tam çıkacakken bir şey unutmuş gibi durakladı ve sordu: – Orhan limanda Süleyman’ın gemisi gözüne çarptı mı?
– Görmedim ama sordum. Kefe’den (Kırım) gelip İskenderiye’ye (Mısır’a) gittiğini, henüz dönmediğini söylediler.
– Öyleyse beni atlatmadılar, duyduğum şey doğruymuş. Odun ve çıra ocağın yanında, ben hemen döneceğim.
Odun ateşi kora dönüştüğünde bekletmeden hemen koyun etini kızarttılar. Sofraya oturup birkaç lokma aldıktan sonra Fahri merak ettiği bir şeyi sormadan edemedi:
– Orhan, sakıncası yoksa Süleyman’ın gemisini niçin sorduğunu söyler misin?
– Senden saklayacak şeyim yok, söyleyeyim. Sen olmasaydın beni gemiden attıracaktı!.. En üzüldüğüm şey Türk olduğum halde bir Türk’ün beni anlayamamış olması.
– Orhan, kardeşim, – Fahri’nin içi sızlamıştı ama çocuğa sevecen bir gözle bakıp gülümsedi, – Parmak ucuna basıp uzanmakla ağacın tepesindeki elmaya erişemezsin. Seni çalan kişi kim?
– Türk.
– Seni Korsika’ya götüren, haçlılara satan kim?
– Onlar da Türk. Beni götüren de Türk gemisi, satan da bir Türk.
– O gibi işleri yapanların seni anlamalarını nasıl bekleyebilirsin? – Genç çocuğun soru soruş biçimine şaşırmış halde Fahri, vereceği yanıtı beklerken çocuk yine bir soru yöneltti.
– Türklerin hepsi aynı olsaydı, Fahri, – Orhan’ın yanakları anlaşılır biçimde sarardı, – sen beni o Türk’ten satın almazdın! – Üzüntüsü depreşmiş ya da unutmak istermiş gibi elindeki ince bıçağı bir iki kez büktü, doğrulttu.
Orhan’ı içine düştüğü sıkıntıdan çekip çıkarmak amacıyla Fahri rastgele konuştu:
– Ama senin için ödediğim para, Türk parası değil, Fransız parasıydı…
Orhan Fahri’nin dediğine karşı söyleyecek söz bulmakta gecikmedi:
– Babam, para için, insanoğlu ondan daha kirli ve daha acımasız bir şey icat etmemiştir, parayla insan satılıyor, alınıyor, demişti. Şaşırdığım şey paranın zengin ya da fakir ayırımı yapmadığı.
– Babanda insanlık ve acıma duygusu var da öyle demiş olmalı. – Fahri çocukluk günlerini, tutsaklığını, korsanların acımasızlığını anımsayarak bir iç çekti ve konuşmasını sürdürdü: – Çok toy olsan bile doğru düşünüyorsun. Yaşamım boyunca yaptığım ve yapmamam gereken şeyleri şimdi anladım, sana da söyleyeyim: Kötülük yapmadan Allah’ın bize indirdiği kutsal Kur’an’da söylendiği gibi yaşamak en doğrusu. Evet, Orhan, evet, kötülük yapmamış ve baskı görmemiş biri değilim. Çerkesçeyi de o yolda öğrendim.
– Ben de Türkçe dışında Fransızca biliyorum!.. Orhan, duyduğu bu söze karşılık verdi.
– Fransızca bilmiş olman güzel bir şey, ama onu kötü işler için kullanma. Ben Memlûk tutsağı iken küçük oğlan çocuklarının Mısır’da bana öğrettikleri Çerkesçeyi Türk köle avcıları yararına kullandım, bana birçok kötü işler yaptırdılar, bana sürekli suç işlettiler… Neyse, bu şeyler şimdi senin için gerekmez, sonra, daha sonra…
– Fahri ile Orhan, anımsadıkları şeyleri birbirlerine anlatıp dururlarken önlerindeki yemekler soğumuştu. Vakit ilerlemiş, yatsı namazı vakti de yaklaşmıştı, abdest almaya başlarken Orhan sordu:
– Öyle diyorsun Fahri, ama o küçük kız çocuğuna Çerkesçen ile yardımcı olmadın mı?
– Oldum, ama yararı olmuş mu bilmiyorum. O iş için aldığım parayla da seni satın aldım. Şimdi o sorduğun soruya nasıl yanıt verebilirim?
– Nasıl açıklamak gerektiğini bilemiyorum… Satıldı-satın alındı demeyeceksen?..
– Söylemesi kolay. Ama dibini eşelersen ne çıkar?.. Süleyman’nın gemisini sormuş olmanda bu eşeleme de olmalı. Onu da sonra konuşuruz Orhan. Şimdi abdest alalım da, üst başımız ve kalbimiz temiz olarak, insanların yalvardığı ama onun kimseye yalvarmadığı Allah’ın huzuruna çıkalım. Günahlarımızı bağışlaması ve bizi kötülüklerden uzak tutması için ona yalvaralım.
Namaz sonrası Fahri ile Orhan kalben de rahatlamış halde iki ayrı odada uykuya çekildiler. Biri ömrünün baharında zulmün pençesine düşmüştü, yaşam yolculuğunun henüz başlarındaydı, diğeri ömrünün yarısını yaşamış, kalan yarısını da bir başına tamamlamak zorunda olduğunu bilerek gününü gün ediyordu. Her ikisi de öç alma duygularıyla yanıp tutuşuyorlardı, ama bunu nasıl ve nerede yapacaklarını henüz konuşmamışlardı.
Orhan Korsika’da çekmiş olduğu sıkıntılardan çok, Süleyman ve tayfası tarafından kendisine yapılan davranışa kafayı takmıştı, Fahri olmasaydı çoktan deniz canlılarına yem olup gitmişti. İnsanın niye bu denli acımasız olabildiğini kendine soruyordu, ama buna nasıl bir yanıt bulabilirdi ki? İnsan acımasız olabiliyordu, ama insanın acıma, iyilik ve sevgi dolu yanları da vardı. Orhan kısacık yaşamı içinde birkaç kez o gibi şeylere tanık olmuştu. “İnsanın iyilik ve yardımseverlik yanları baskın olmasaydı, insanlık acımasız kişilerin elinde yok olup giderdi” diye babasının söylediği sözleri her anımsadığında, Fahri gibi kendisine iyilik yapan kişiler de aklına geliyordu. Peki, iyilik ve kötülük, niçin yaşamın iki ayrı yanını oluşturuyor?..” Orhan bir iki kez Fahri’nin anlattığı küçük kız çocuğu Ayşet konusunda düşünmüştü: “Kızın başına gelen gerçekten ilginç, enteresan: İyilik olsun diye onu satın aldılar, bana yapıldığı gibi onu başka bir ülkeye götürdüler. Ne denli sıkıntı içine düşmüş olsam da, sonunda Fahri gibi iyi bir insanın yardımı sayesinde kurtulup evime döndüm. Ya o küçücük Çerkes kızı?.. Benim gibi dönüş olanağını bulabilecek mi? Hey gidi Allah’ım, o küçük kıza güç ver, özgür olması için onu iyi bir insanla karşılaştır. Bu kişi Fahri de olabilir, sık sık ondan söz etmesi o nedenle de olabilir. Yoksa küçük kızın başına bu gelen şeyde, kendi dediği gibi, Fahri’nin de bir sorumluluğu, bir payı olabilir mi?..”
Fahri’nin bitmez tükenmez düşünceleri de Orhan’ınkilerden farklı sayılmazlardı, ancak yol ayrımlarında birbirlerinden ayrılıyorlar, ama bir yerde kesişip birleşiyorlardı: Eski işbirlikçisi hırsız İsam’ın kendisine – Fahriye yaptığı şey, küçük Adıge kızının başına gelen yıkım, Fransa Büyükelçisi Kont Charles de Ferriole, adaleti arayan Türk genci Orhan, kısaca söylemek gerekirse, daha yaşlı, daha genç demeden her ikisinin de öç alma duyguları, aynı noktada birleşiyordu. Fahri Türkiye’de olsa da, düşünceleri Çerkesya, Mısır ve Fransa’da geziniyor, sonunda, farkına varmadan her şey, dönüp dolaşıp Orhan’ın üzerinde toplanıyordu. Orhan kendisini iyi olmayan geçmişine yöneltiyor, doğru mu diyerek kendi kendine soruyordu: “Ben birini arıyorsam, Orhan da Süleyman ile elleri kıllı kişiyi arıyor. “Dediğin – dediğim, bildiğin – bildiğim” diyerek bana gelen bu çocuğa aynı sözlerle karşılık verirsem, sırrımı olduğu gibi ona açmam gerekmez mi?.. O konuda her ikimiz de sırdaş olacak bir noktaya henüz gelmedik.
Sırası gelmemiş bir iş için acele etmek olmaz. Bu çocuk ileride acıma ve akıl sahibi biri olarak karşımda belirirse, belki yaşlılığımda başımı dayayacağım biri olabilir. Sağlıklı, eli ayağı düzgün olarak yaşamını sürdürecekse, ona kin tohumları aşılamaya kalkışmam, onu o gibi konulara yönlendirmem doğru olur mu? Daha doğumunda insanın karşısına iyi ve kötü nitelikte çok şey çıkar. Bilinç ve acıma duygusu olan Ayşa’nın başına gelen yıkımın acısını, kendi sırrımı katmadan, benimle paylaşması benim için yeter. Süleyman’la işbirlikçisi el kıllı adamın kirli yüzünü, pisliklerini parayla kendilerine yedirdiğimizi bildiği halde, Orhan ne diye o kişilerin peşine düşüyor ki? Süleyman’la o eli kıllı adamın İsam’la işbirliği içinde olduklarından kuşkulanmış olmam başka şey. Birbirimize destekçi olacaksak, benim işimle Ayşa’nın işini, ikisini birlikte götürmemiz gerekir.
– Konuk, nereye gideceksin? – Tahmin ediyor olsa da, Fahri, çay içme sonrasında evden ayrılma hazırlığı içindeki Orhan’a sordu.
– Limana uzanacağım. Süleyman’ın gemisi bu gece gelmiş olabilir.
– Gelmiş olabilir. Ben de onu düşünüyordum, onun için sormak istedim. Süleyman’a ne yapacaksın?
– Soruyor musun, Fahri? – Orhan bu duyduğuna şaşırdı, kararlı bir yanıt verdi. – Bana yapmak isteyip de senin engel olduğun şeyi ben de ona yapacağım. Sadece ona değil, yakamdan tutup beni sürükleyen o eli kıllı adamdan da yaptığının hesabını soracağım. Bu gibi kişileri yaşatmamak gerekir. Ancak canını almadan önce o kıllı adama adını söyletmek istiyorum.
– O kişinin adı ne işine yarayacak?
– Öldürdüğün kişinin, Fahri, adını, soyunu sopunu, hangi milletten olduğunu bilmen gerekir.
– O tür kişilerin hırsız-katil adı dışında, asıl adı, soyu sopu, ulus adı olmaz. Söz ve işbirliği yapacaksak, kardeşim, sana söyleyeceğim sözü dinle: Canı para olan Süleyman ve yanındaki suratsız kişiyle uğraşmayalım. Onlara yapmamız gerekeni yaptık, babanın dediği gibi pis parayla gemide ağızlarını tıkadık. Bu kadarı Allah katında ve bizim katımızda yeterlidir. Biliyorum, farkındayım, Süleyman için olsun, yanındaki için olsun, o yaptıkları şey onlar için önemli bir şey değil, ama bizim verdiğimiz karşılık her şeye değer, bu bize yeter. Yoksa sen işe başka bir gözle mi bakıyorsun?
Orhan bir iç çekti:
– Fahri, senin dediğin gibi olsun.
– Dediğimi anladıysan, iyi. – Fahri bir süre ara verdi, ardından devam etti: Çerkesler arasında şöyle bir atasözü var: “Hakareti yiyen kişi başını da yedirir”(ШъхьакIо зышхырэр шъхьэшхыгъо ефэжьы). Bundan Süleymanların peşini bırakma gibi bir anlam çıkarmıyorum. Onların İsam ile bir ilişiği olmasından kuşkulanıyorum, bize yaptıklarını işte o zaman onlara ödeteceğiz. Süleyman’ın gemisini gözleyen adamlarım var, o konuda benden habersiz tek bir adım atmanı istemiyorum.
– Anladım, benden kuşkulanma. Ama gizlice durumu izlesem olmaz mı?
– Oturma, gidelim.
– Nereye, limana mı gideceğiz? – Orhan şimdi daha keyifli halde ayağa fırladı.
– Hayır, Fransız Büyükelçisi Charles de Ferriole’nin yanına gideceğiz.
– Çerkes kız çocuğu Ayşa’yı satın alan kişinin yanına mı?
– Evet. İlginç biri, seni onunla tanıştıracağım.
– İnsan satın alan biriyle nasıl dost olunur bilemiyorum… – Orhan’ın suratı asıldı.
– Korkma, – Fahri gülümsedi, – Senin sandığın gibi biri değil o.
– Korkmuyorum, – dedi Orhan, hemen yanıt verdi, – şu an Allah’tan başka korktuğum kimse yok. – “Bu Fahri bazen anlaşılmaz oluyor, insan satın alanlara karşı çıkıyor, hakarete uğrayanlara arka çıkıyor, insanı satın alan, insanı köle olarak kullanan kişilerle seni tanıştıracağım diyor” dedi içinden, benimsemese de daha yumuşak bir sesle ev sahibine yanıt verdi: – Öyle diyorsan, o kişi herhalde beni yemez, seninle gelirim.
– İş o noktaya varacak olursa, kardeşim, ben de kılıcımı çekerim, – Orhan yavaş bir sesle Fahri’ye katıldı, biraz daha alçak sesle uyararak sözlerine devam etti: – Dostum, iyi niyetle alışveriş yapmış olan bir ülke elçisiyle tanışmamak için daha başka tanıdıkların mı var? Öyleyse Çerkeslerin eski bir bilge sözüyle seni bir daha tanıştırayım: “Gözün gördüğü şey insan başı değerindedir” (нэм ылъэгъурэр шъхьэм ыуас).
– Gidelim Fahri, seninle gelmeyecek biri değilim, – Orhan sözlerini geri çekti, “Biz Türklerin bilge ve akıl dolu sözcükleri kalmamış gibi, Fahri, ne diye ikide bir Çerkes atasözlerinden söz ediyor ki” diye içinden geçirdikten sonra devam etti, – İyilik yapmanın değişik yolları vardır. Anne ve babamdan ve senden bu konuda çok şey işittim. Gidelim diyorsan, gidelim. Fransızca biliyor olsam da, dilsiz ve sağır kesilirim.
– Bu işte zorlama yok, Orhan. Yanına gideceğimiz kişi bazı Türkçe sözcükleri öğrenmiş, biliyor, bizi dinlerken dikkatli ol.
– Ne diyorsan öyle olsun, Fahri, – Orhan’ın gözlerinden, sabahkinden farklı olarak sıcak bakışlar yükseldi, – Türklere yakınlık gösteriyorsa, kötü biri olmamalı. Dikkatli ol demiş olmana gelince, sizi dinlediğim sürece, dediğim gibi, dilsiz ve sağır olma dışında, kör de olurum.
Ayşet – 16
HAPİ CEVDET YILDIZ·17 ŞUBAT 2019 PAZAR3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 111-120)
IV
Bir ara gemiden atılmasına ramak kalmış olan Orhan, artık boy atmış, gösterişli ve saygılı bir delikanlı olmuştu. Bakışları ve yerinde konuşmaları ile, daha on yedi yaşında olmasına karşın, yaşıtları içinde fark yaratıyor, daha yaşlıları ile de uyum sağlıyordu. Gösterilen yerde duruyor, görevini gereğince yerine getiriyor, var gücüyle de işinin peşine düşüyordu. Başarılı olursa seviniyor, olmazsa yeriniyordu. Niçin başarılı olamadığını düşünüyor, başarılı olmanın yollarını arıyordu.
İnatçı biri miydi ya da başladığı işe ciddi biçimde eğilen biri miydi? Bunlar ve daha başkaları, çocukluğundan beri, Orhan’ı, kısa yaşam süresi içinde, deneyimli birine dönüştürmüştü. Sıkıntı insanı yer bitirir, zor şeylerse kişiyi bilinçlendirir, güçlü kılar dedikleri şeyde bir gerçeklik payı olmalı. Bu özlü, bilgece söz, Orhan için söylenmişti sanki, dert insanı bitirir sözünden çok, zor şeyler insanı biler, güçlü kılar sözü daha yerinde olmalıydı. Daha yedi yaşındayken başına gelen onca zorluğun nedenini anlayamadan Orhan, beş yıllık tutsaklık/ kölelik döneminde bilinçlenmiş, dayanıklılığı artmış, özgür olmanın ne demek olduğunu kavramıştı. Korsika Adası’ndan kurtulmak üzere Süleyman’ın gemisine gizlice binmesi de o nedenleydi. Yakalandığında da, kendisine sert davrananlara “Türküm, Türkiye’ye dönüyorum” demesi de o yüzdendi.
“Gündüz ötmeyle göz çıkarması aynıdır” (Nefe onre ne yćınre zefede) sözünün ne anlama geldiğini Orhan gibi bir oğlan çocuğu bilebilir miydi? Orhan öyle bir deyim bulunduğundan bile habersizdi, ama gemi sahibi Süleyman’a söylediği safça ifadenin temeli de öyle bir düşünceye dayanıyor olabilirdi. Orhan, Fahri’ye çocukluk günlerini yeniden yaşatmış olmalı ki, o gün Orhan’a sahip çıkmış, kendi geçmişini, yaptığı kötü işleri bir yana atarak, çocuğu Kıbrıs Adası’na götürüp ana babasına teslim etmişti.
Aradan dört yıl geçtikten sonra Orhan bugün geri gelerek Fahri’yi sevindirmişti.
– Orhan, kardeşim, sen misin?! – Diye sevinç içinde bahçe kapısında bekleyen uzun boylu delikanlıyı karşıladı. – Günün birinde dönmeni bekliyordum. Ama şimdi değil, daha ileride, olgun biri olduğunda diyordum.
– Daha fazla kendimi engelleyemedim, – söylediğinden ve yaptığından emin olarak konuştu Orhan. – Beni babamlara götürdüğünde söylemiştin, bana söylediğin o iş için, ciddiysen yanındayım. Bana güvenirsen, senin sözün benim sözüm, yaptığın iş benim işim.
– Sözümden caymış değilim. Beni dinleyecek olursan, o işi sana da yaptırmam. Haydi eve gidelim, annen ve baban sağ ve iyi midirler?
– Sağ ve iyidirler, sana selam yolladılar.
– Ve Aleyküm selam, sağolsunlar.
– Gece gündüz senin için Tanrı’ya dua ediyor, bana yaptığın iyiliği unutmuyorlar. Ben de unutmuyorum, yanına geleceğimi bilmeselerdi beni bırakmazlardı.
– Söylediğine göre bana güveniyor olmalılar, – Fahri sevindi ve gülümsedi. – O halde iki yanlı bir güven var: Orhan ben de sana güveniyorum.
– Senin bana karşı hiçbir borcun olamayacağını sana söylemiştim, nahıj (ağabey).
Orhan birkaç gün ve gece kalmış olduğu Fahri’nin evinde bir değişiklik olmadığını gördü. Pencere perdeleri dışında her şey, eskiden görmüş olduğu gibi, yerli yerindeydi. Fahri çalışkan, düzenli ve temiz biriydi, evi de tertemizdi. Orhan evde başka biri var mı diye kulak kabarttı, ama hiçbir ses kulağına çarpmadı: “Anlaşıldığı kadarıyla Fahri yalnız yaşıyordu”.
– Bana katılmak istersen Orhan, bu akşam için yapmamız gereken bir iş var. Buna akşam yemeği diyelim. Komşu çay evine gidelim, gelişini kutlayalım, birileri bir şey yapmışsa yeriz ya da kolları sıvar kendi yemeğimizi kendimiz pişiririz.
– İki kişi için değil, bir kişilik yemek diyelim, diğeri ben olayım. Biraz önce, bir saat bile olmadı, limanda yemek yediğim.
– Nereye gittiğini bilerek, kardeşim, yemek yemişsin, doğru yapmamışsın. – Fahri sitem etti, gence ne yapacağını söyledi: – Öyleyse sen ocağı yak, ben de komşu dükkana gideyim.
– Yemeklik alacak param var, babam vermişti.
– Paran varsa, sende kalsın, gerektiğinde kullanırsın. Paranın fazlası olmaz. Akşam yemeğimiz için biraz para harcadım diye yoksul düşecek biri değilim. – Fahri kapıdan tam çıkacakken bir şey unutmuş gibi durakladı ve sordu: – Orhan limanda Süleyman’ın gemisi gözüne çarptı mı?
– Görmedim ama sordum. Kefe’den (Kırım) gelip İskenderiye’ye (Mısır’a) gittiğini, henüz dönmediğini söylediler.
– Öyleyse beni atlatmadılar, duyduğum şey doğruymuş. Odun ve çıra ocağın yanında, ben hemen döneceğim.
Odun ateşi kora dönüştüğünde bekletmeden hemen koyun etini kızarttılar. Sofraya oturup birkaç lokma aldıktan sonra Fahri merak ettiği bir şeyi sormadan edemedi:
– Orhan, sakıncası yoksa Süleyman’ın gemisini niçin sorduğunu söyler misin?
– Senden saklayacak şeyim yok, söyleyeyim. Sen olmasaydın beni gemiden attıracaktı!.. En üzüldüğüm şey Türk olduğum halde bir Türk’ün beni anlayamamış olması.
– Orhan, kardeşim, – Fahri’nin içi sızlamıştı ama çocuğa sevecen bir gözle bakıp gülümsedi, – Parmak ucuna basıp uzanmakla ağacın tepesindeki elmaya erişemezsin. Seni çalan kişi kim?
– Türk.
– Seni Korsika’ya götüren, haçlılara satan kim?
– Onlar da Türk. Beni götüren de Türk gemisi, satan da bir Türk.
– O gibi işleri yapanların seni anlamalarını nasıl bekleyebilirsin? – Genç çocuğun soru soruş biçimine şaşırmış halde Fahri, vereceği yanıtı beklerken çocuk yine bir soru yöneltti.
– Türklerin hepsi aynı olsaydı, Fahri, – Orhan’ın yanakları anlaşılır biçimde sarardı, – sen beni o Türk’ten satın almazdın! – Üzüntüsü depreşmiş ya da unutmak istermiş gibi elindeki ince bıçağı bir iki kez büktü, doğrulttu.
Orhan’ı içine düştüğü sıkıntıdan çekip çıkarmak amacıyla Fahri rastgele konuştu:
– Ama senin için ödediğim para, Türk parası değil, Fransız parasıydı…
Orhan Fahri’nin dediğine karşı söyleyecek söz bulmakta gecikmedi:
– Babam, para için, insanoğlu ondan daha kirli ve daha acımasız bir şey icat etmemiştir, parayla insan satılıyor, alınıyor, demişti. Şaşırdığım şey paranın zengin ya da fakir ayırımı yapmadığı.
– Babanda insanlık ve acıma duygusu var da öyle demiş olmalı. – Fahri çocukluk günlerini, tutsaklığını, korsanların acımasızlığını anımsayarak bir iç çekti ve konuşmasını sürdürdü: – Çok toy olsan bile doğru düşünüyorsun. Yaşamım boyunca yaptığım ve yapmamam gereken şeyleri şimdi anladım, sana da söyleyeyim: Kötülük yapmadan Allah’ın bize indirdiği kutsal Kur’an’da söylendiği gibi yaşamak en doğrusu. Evet, Orhan, evet, kötülük yapmamış ve baskı görmemiş biri değilim. Çerkesçeyi de o yolda öğrendim.
– Ben de Türkçe dışında Fransızca biliyorum!.. Orhan, duyduğu bu söze karşılık verdi.
– Fransızca bilmiş olman güzel bir şey, ama onu kötü işler için kullanma. Ben Memlûk tutsağı iken küçük oğlan çocuklarının Mısır’da bana öğrettikleri Çerkesçeyi Türk köle avcıları yararına kullandım, bana birçok kötü işler yaptırdılar, bana sürekli suç işlettiler… Neyse, bu şeyler şimdi senin için gerekmez, sonra, daha sonra…
– Fahri ile Orhan, anımsadıkları şeyleri birbirlerine anlatıp dururlarken önlerindeki yemekler soğumuştu. Vakit ilerlemiş, yatsı namazı vakti de yaklaşmıştı, abdest almaya başlarken Orhan sordu:
– Öyle diyorsun Fahri, ama o küçük kız çocuğuna Çerkesçen ile yardımcı olmadın mı?
– Oldum, ama yararı olmuş mu bilmiyorum. O iş için aldığım parayla da seni satın aldım. Şimdi o sorduğun soruya nasıl yanıt verebilirim?
– Nasıl açıklamak gerektiğini bilemiyorum… Satıldı-satın alındı demeyeceksen?..
– Söylemesi kolay. Ama dibini eşelersen ne çıkar?.. Süleyman’nın gemisini sormuş olmanda bu eşeleme de olmalı. Onu da sonra konuşuruz Orhan. Şimdi abdest alalım da, üst başımız ve kalbimiz temiz olarak, insanların yalvardığı ama onun kimseye yalvarmadığı Allah’ın huzuruna çıkalım. Günahlarımızı bağışlaması ve bizi kötülüklerden uzak tutması için ona yalvaralım.
Namaz sonrası Fahri ile Orhan kalben de rahatlamış halde iki ayrı odada uykuya çekildiler. Biri ömrünün baharında zulmün pençesine düşmüştü, yaşam yolculuğunun henüz başlarındaydı, diğeri ömrünün yarısını yaşamış, kalan yarısını da bir başına tamamlamak zorunda olduğunu bilerek gününü gün ediyordu. Her ikisi de öç alma duygularıyla yanıp tutuşuyorlardı, ama bunu nasıl ve nerede yapacaklarını henüz konuşmamışlardı.
Orhan Korsika’da çekmiş olduğu sıkıntılardan çok, Süleyman ve tayfası tarafından kendisine yapılan davranışa kafayı takmıştı, Fahri olmasaydı çoktan deniz canlılarına yem olup gitmişti. İnsanın niye bu denli acımasız olabildiğini kendine soruyordu, ama buna nasıl bir yanıt bulabilirdi ki? İnsan acımasız olabiliyordu, ama insanın acıma, iyilik ve sevgi dolu yanları da vardı. Orhan kısacık yaşamı içinde birkaç kez o gibi şeylere tanık olmuştu. “İnsanın iyilik ve yardımseverlik yanları baskın olmasaydı, insanlık acımasız kişilerin elinde yok olup giderdi” diye babasının söylediği sözleri her anımsadığında, Fahri gibi kendisine iyilik yapan kişiler de aklına geliyordu. Peki, iyilik ve kötülük, niçin yaşamın iki ayrı yanını oluşturuyor?..” Orhan bir iki kez Fahri’nin anlattığı küçük kız çocuğu Ayşet konusunda düşünmüştü: “Kızın başına gelen gerçekten ilginç, enteresan: İyilik olsun diye onu satın aldılar, bana yapıldığı gibi onu başka bir ülkeye götürdüler. Ne denli sıkıntı içine düşmüş olsam da, sonunda Fahri gibi iyi bir insanın yardımı sayesinde kurtulup evime döndüm. Ya o küçücük Çerkes kızı?.. Benim gibi dönüş olanağını bulabilecek mi? Hey gidi Allah’ım, o küçük kıza güç ver, özgür olması için onu iyi bir insanla karşılaştır. Bu kişi Fahri de olabilir, sık sık ondan söz etmesi o nedenle de olabilir. Yoksa küçük kızın başına bu gelen şeyde, kendi dediği gibi, Fahri’nin de bir sorumluluğu, bir payı olabilir mi?..”
Fahri’nin bitmez tükenmez düşünceleri de Orhan’ınkilerden farklı sayılmazlardı, ancak yol ayrımlarında birbirlerinden ayrılıyorlar, ama bir yerde kesişip birleşiyorlardı: Eski işbirlikçisi hırsız İsam’ın kendisine – Fahriye yaptığı şey, küçük Adıge kızının başına gelen yıkım, Fransa Büyükelçisi Kont Charles de Ferriole, adaleti arayan Türk genci Orhan, kısaca söylemek gerekirse, daha yaşlı, daha genç demeden her ikisinin de öç alma duyguları, aynı noktada birleşiyordu. Fahri Türkiye’de olsa da, düşünceleri Çerkesya, Mısır ve Fransa’da geziniyor, sonunda, farkına varmadan her şey, dönüp dolaşıp Orhan’ın üzerinde toplanıyordu. Orhan kendisini iyi olmayan geçmişine yöneltiyor, doğru mu diyerek kendi kendine soruyordu: “Ben birini arıyorsam, Orhan da Süleyman ile elleri kıllı kişiyi arıyor. “Dediğin – dediğim, bildiğin – bildiğim” diyerek bana gelen bu çocuğa aynı sözlerle karşılık verirsem, sırrımı olduğu gibi ona açmam gerekmez mi?.. O konuda her ikimiz de sırdaş olacak bir noktaya henüz gelmedik.
Sırası gelmemiş bir iş için acele etmek olmaz. Bu çocuk ileride acıma ve akıl sahibi biri olarak karşımda belirirse, belki yaşlılığımda başımı dayayacağım biri olabilir. Sağlıklı, eli ayağı düzgün olarak yaşamını sürdürecekse, ona kin tohumları aşılamaya kalkışmam, onu o gibi konulara yönlendirmem doğru olur mu? Daha doğumunda insanın karşısına iyi ve kötü nitelikte çok şey çıkar. Bilinç ve acıma duygusu olan Ayşa’nın başına gelen yıkımın acısını, kendi sırrımı katmadan, benimle paylaşması benim için yeter. Süleyman’la işbirlikçisi el kıllı adamın kirli yüzünü, pisliklerini parayla kendilerine yedirdiğimizi bildiği halde, Orhan ne diye o kişilerin peşine düşüyor ki? Süleyman’la o eli kıllı adamın İsam’la işbirliği içinde olduklarından kuşkulanmış olmam başka şey. Birbirimize destekçi olacaksak, benim işimle Ayşa’nın işini, ikisini birlikte götürmemiz gerekir.
– Konuk, nereye gideceksin? – Tahmin ediyor olsa da, Fahri, çay içme sonrasında evden ayrılma hazırlığı içindeki Orhan’a sordu.
– Limana uzanacağım. Süleyman’ın gemisi bu gece gelmiş olabilir.
– Gelmiş olabilir. Ben de onu düşünüyordum, onun için sormak istedim. Süleyman’a ne yapacaksın?
– Soruyor musun, Fahri? – Orhan bu duyduğuna şaşırdı, kararlı bir yanıt verdi. – Bana yapmak isteyip de senin engel olduğun şeyi ben de ona yapacağım. Sadece ona değil, yakamdan tutup beni sürükleyen o eli kıllı adamdan da yaptığının hesabını soracağım. Bu gibi kişileri yaşatmamak gerekir. Ancak canını almadan önce o kıllı adama adını söyletmek istiyorum.
– O kişinin adı ne işine yarayacak?
– Öldürdüğün kişinin, Fahri, adını, soyunu sopunu, hangi milletten olduğunu bilmen gerekir.
– O tür kişilerin hırsız-katil adı dışında, asıl adı, soyu sopu, ulus adı olmaz. Söz ve işbirliği yapacaksak, kardeşim, sana söyleyeceğim sözü dinle: Canı para olan Süleyman ve yanındaki suratsız kişiyle uğraşmayalım. Onlara yapmamız gerekeni yaptık, babanın dediği gibi pis parayla gemide ağızlarını tıkadık. Bu kadarı Allah katında ve bizim katımızda yeterlidir. Biliyorum, farkındayım, Süleyman için olsun, yanındaki için olsun, o yaptıkları şey onlar için önemli bir şey değil, ama bizim verdiğimiz karşılık her şeye değer, bu bize yeter. Yoksa sen işe başka bir gözle mi bakıyorsun?
Orhan bir iç çekti:
– Fahri, senin dediğin gibi olsun.
– Dediğimi anladıysan, iyi. – Fahri bir süre ara verdi, ardından devam etti: Çerkesler arasında şöyle bir atasözü var: “Hakareti yiyen kişi başını da yedirir”(ШъхьакIо зышхырэр шъхьэшхыгъо ефэжьы). Bundan Süleymanların peşini bırakma gibi bir anlam çıkarmıyorum. Onların İsam ile bir ilişiği olmasından kuşkulanıyorum, bize yaptıklarını işte o zaman onlara ödeteceğiz. Süleyman’ın gemisini gözleyen adamlarım var, o konuda benden habersiz tek bir adım atmanı istemiyorum.
– Anladım, benden kuşkulanma. Ama gizlice durumu izlesem olmaz mı?
– Oturma, gidelim.
– Nereye, limana mı gideceğiz? – Orhan şimdi daha keyifli halde ayağa fırladı.
– Hayır, Fransız Büyükelçisi Charles de Ferriole’nin yanına gideceğiz.
– Çerkes kız çocuğu Ayşa’yı satın alan kişinin yanına mı?
– Evet. İlginç biri, seni onunla tanıştıracağım.
– İnsan satın alan biriyle nasıl dost olunur bilemiyorum… – Orhan’ın suratı asıldı.
– Korkma, – Fahri gülümsedi, – Senin sandığın gibi biri değil o.
– Korkmuyorum, – dedi Orhan, hemen yanıt verdi, – şu an Allah’tan başka korktuğum kimse yok. – “Bu Fahri bazen anlaşılmaz oluyor, insan satın alanlara karşı çıkıyor, hakarete uğrayanlara arka çıkıyor, insanı satın alan, insanı köle olarak kullanan kişilerle seni tanıştıracağım diyor” dedi içinden, benimsemese de daha yumuşak bir sesle ev sahibine yanıt verdi: – Öyle diyorsan, o kişi herhalde beni yemez, seninle gelirim.
– İş o noktaya varacak olursa, kardeşim, ben de kılıcımı çekerim, – Orhan yavaş bir sesle Fahri’ye katıldı, biraz daha alçak sesle uyararak sözlerine devam etti: – Dostum, iyi niyetle alışveriş yapmış olan bir ülke elçisiyle tanışmamak için daha başka tanıdıkların mı var? Öyleyse Çerkeslerin eski bir bilge sözüyle seni bir daha tanıştırayım: “Gözün gördüğü şey insan başı değerindedir” (нэм ылъэгъурэр шъхьэм ыуас).
– Gidelim Fahri, seninle gelmeyecek biri değilim, – Orhan sözlerini geri çekti, “Biz Türklerin bilge ve akıl dolu sözcükleri kalmamış gibi, Fahri, ne diye ikide bir Çerkes atasözlerinden söz ediyor ki” diye içinden geçirdikten sonra devam etti, – İyilik yapmanın değişik yolları vardır. Anne ve babamdan ve senden bu konuda çok şey işittim. Gidelim diyorsan, gidelim. Fransızca biliyor olsam da, dilsiz ve sağır kesilirim.
– Bu işte zorlama yok, Orhan. Yanına gideceğimiz kişi bazı Türkçe sözcükleri öğrenmiş, biliyor, bizi dinlerken dikkatli ol.
– Ne diyorsan öyle olsun, Fahri, – Orhan’ın gözlerinden, sabahkinden farklı olarak sıcak bakışlar yükseldi, – Türklere yakınlık gösteriyorsa, kötü biri olmamalı. Dikkatli ol demiş olmana gelince, sizi dinlediğim sürece, dediğim gibi, dilsiz ve sağır olma dışında, kör de olurum.
Ayşet – 17
HAPİ CEVDET YILDIZ·21 ŞUBAT 2019 PERŞEMBE3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 120-125)
V
– Kim bu yakışıklı genç? – diyerek Charles de Ferriole Fahri’ye sordu. Sormakla yetinmedi, genci karşısına oturtup Türkçe sordu: – Adın ne?
– Orhan.
– Güzel bir ad. Dostum ve yaşıtım Fahri ile aranızdaki yakınlık nedir?
– Aynı anadan doğmuş olmasak bile, – Orhan Fransızca konuştu, – Fahri’nin kardeşiyim.
– Fransızca da biliyor musun? – Charles de Ferriole kulaklarına inanamadı. – Nerede öğrendin, Korsika aksanıyla konuşuyorsun da.
– Evet, dilinizi tutsak olarak bulunduğum Korsika’da zorla öğrettiler.
– Zora dayalı yapılan her iş, kötüdür, yeryüzünde öyle şeyler oluyor, olmasa çok daha iyi olurdu. Ama o iş bizim değil, Tanrı’nın elinde olan bir iş.
– Bizim Allah’ımızın da, sizin Tanrı’nızın da suçu olamaz, – Orhan’ın yanakları tik atmaya başladı, – sorumlu olanlar beni kaçıranlar ve satın alanlardır. Onların bana, ana babama ve yakınlarıma çektirdikleri acıyı kim bilir!
Charles de Ferriole ile Fahri bu kınayıcı sözler üzerine bakıştılar. İlkin Fransız büyükelçi durumu kavradı ve bir tatsızlık doğmaması için asıl konuya dönüş yaptı:
– Evet öyle…İkiniz aynı anadan doğmamış olsanız bile, doğmuş gibi olmanız çok güzel. Düşman olmaktansa dost olmak çok daha iyi. İnsanlar, ülkeler niçin birbirleriyle savaşsınlar? Benim Türkiye’de yapmak istediğim, güneş kralımızın da benden istediği şey de bu. Nerede olursam olayım insanlık yararına olan politikaları destekliyorum. Elimden geldiğince ülkeler arasında çatışma çıkmasını önlemeye çalışacağım. Bu amaç uğruna başka ulusların dillerini öğrenmeye çalışıyorum. Bakın, şu an tüm gücümle Rusça öğrenmeye çalışıyorum ama zorlanarak değil, isteyerek yapıyorum bunu. Bu konuda Kantemir Dmitri’nin yardımını alıyorum.
– Kim o? – İlk kez adını duyduğu bu kişinin kim olduğunu sordu Fahri.
– Tanımadığın biri. O da bu yakınlarda benim gibi Türkiye’ye gelmiş kültürlü biri. Haftada bir kez olsun buluşuyoruz, dillerinden birkaç kelime bana öğretiyor. Kendi gelemezse adamlarından birini gönderiyor. En iyisi, Fahri, dostum, Rusya’dan gelmiş ya da kaçırılmış güzel bir kadın bulmam, güzel olmasa bile katlanırdım.
– Sırp olsa olmaz mı? Sırplarla Rusların dillerinin birbirine benzediği söyleniyor, – Fahri kendinden küçük Orhan’ın orada bulunduğunu unutmuş, kız kadın konusuna yeniden dalmıştı.
– İstanbul’da Sırp kadını çok, ama dilleri Rusçadan biraz farklı, bozuk, – Ara verdikten sonra, hoş olmasa da sözlerini sürdürdü: – Rus kadınlarının güzel oldukları söyleniyor, ama esir pazarında bulamıyorum. Bir Rus kadınıyla karşılaşacak olursan Fahri…
– Hayır, hayır, kont, – Büyük elçinin sözünü kesti Fahri, – Sen de biliyorsun, o tür işleri bırakalı çok oldu!
– İyi olmadı bu…- Charles de Ferriole kendi adına kaygılandığı şeyi söylemişti. – Beyaz tenli bir Rus kadınını yakalasaydım Rusçayı ondan iyi öğrenirdim. Size söylemediğim bir konu daha var, ne olduğunu söyleyeyim, Rusçayı iyi öğrenirsem aydınlık kralımız beni büyükelçi olarak Rusya’ya gönderebilir.
Bir kızaran, bir bozaran ve bir siyahlaşan Orhan’a baktı Fahri, çocuğun lafa karışmasına meydan vermemek için kontun konuşmasını kesti ve sordu.
– Dillere o denli ilgi duyuyorsan, büyükelçi, ne diye Çerkesçe de öğrenmezsin?
– Çerkesçe mi dedin.. – Charles de Ferriole beklenmedik bu soru karşısında konuşmasına ara verdi, sorunun altında gizli bir niyet görmemiş gibi yapıp yanıt verdi. – Çerkesçe mi dedin, hangi konuda işime yarayacak ki?
– Ayşa ile konuşursun ya?.. Orhan içindeki öfkeyi bastıramadı.
– Ayşa dediğin de kim? – Türkçe söylenen bu adı anlayamamış gibi sordu kont.
– Charlotte-Elizabéth Aissé bunun demek istediği kont… – dedi Fahri ve Orhan’ın patavatsızlığını düzeltti. – Orhan henüz genç biri, kusuruna bakma, içindeki birikimler nedeniyle öyle konuşmuş olmalı.
– Sıkıntı, genç yaşlı demez…- dedi Orhan, Fahri’ye duyurarak, Fransız büyükelçinin anlayıp anlamayacağını umursamadan homurdandı.
– Tabii öyle, Orhan, – Charles de Ferriole çocuğun dediğine katılarak, konuşmasını kendi istediği gibi bağladı, – beni üzecek bir şey söylemedin. Öyle şeyler de olabilir. – Gülümseyerek konuşmasını sürdürdü. – Charlotte-Elizabéth Aissé de Ferriole’yi kastediyorsan, zorlama olmaksızın uzunca bir süreden beri aramızda, o artık bir Fransız kızı sayılır. Sen de gördün değil mi Fahri?
– Fransa’ya götürdüğümüzde, bazı Fransız davranış özellikleri kazanmıştı, – Fahri isteksizce konuştu, – Ama benden sonra ne oldu, bilemem.
– Doğurmadığı çocuğu büyütenlere ilişkin Çerkeslerin dediklerine ilişkin ne söylemiştin, Fahri?
– “Bebek, doğuranın değil, büyütenindir” (Sabıyır ziyer kezıĺfiğer arep, zıṕurer arı) derler.
– Bundan daha gerçek bir sözü Çerkesler söylememiştir! – Charles de Ferriole elçilik mesleğine uygun bir açıklama ve vurgulama yaptı, sözlerini savundu, başkalarının işlerine karışmamalarını istediğini belli ederek tartışmayı kapatmak istermiş gibi konuştu. – Yakından baktığınızda Charlotte-Elizabéth Aissé’nin bir zamanlar küçük bir Çerkes kızı olduğunu artık anlayamazsın. Charlotte-Elizabéth gibi güzel bir Fransızca isme “Aissé” gibi telaffuzu zor bir Çerkes ismi de eklenmemiş olsaydı, Fahri, Çerkes olduğunu çoktan unutmuş olurdu Aissé.
– Kont, o işte benim bir payım, bir dahlim yok, – sözü kesip işin doğrusunu söyledi. – Unuttun mu Çerkesçe ad konusunda Aissé’nin direttiğini?
– Unutmadım… – söylediklerinden pişman olduğu Charles de Ferriole’nin sesinden anlaşılıyordu, ama bir çıkış yolu bulmuştu: – Charlotte-Elizabéth Aissé’nin dediğini yapmamış olsaydım günahını almış, günah işlemiş olurdum… Yahu, öğle yemeği vakti geldi, ne diye oturuyoruz ki! – “Kendi aile sorunlarımı çözmem için sizden yardım istemişim de onun için mi geldiniz” diye içinden geçirdi, kont, yine ustaca bir çıkış yolu bulmayı başardı.
– Teşekkür ederiz, kont. Öğle yemeği için başka bir yere sözümüz var, bizi bekliyorlar, gecikirsek ayıp olur, – Fahri ayağa kalktı. – Haydi, gidelim, Orhan. Bu kadar süre kalmayı düşünmemiştik, buradan geçiyorduk, kardeşim olan bu genci sana göstermek, seni onunla tanıştırmak için uğramıştım.
– Teşekkür ederim, çok memnun oldum, – kont, konukların gidişine memnun olduğunu gizleyerek ayağa kalktı, ama kendine bir paye ayırmayı da unutmadı: – Benim bir sürü devlet işim var, koşuşturup duruyorum, beni burada bulmuş olmanız bir şans. Bu Orhan akıllı bir genç, – içindeki kuşkuyu belli etmeden, ona sıcak bir bakış yöneltti, gülümsedi ve elini omuzuna koydu, – beni onunla tanıştırdığın için Fahri, teşekkür ederim. Öncesinden bir gün kararlaştırır, beni de haberdar ederseniz daha uzun bir süre beraber olur, konuşuruz. Unutmuşum Fahri, hele bir bekle, – kapıya varmış olan Fahri’ye seslendi ve yanına çağırdı, kapı ardındaki Orhan’ın duyamayacağı bir sesle Fahri’nin kulağına fısıldadı: – Bu çocuğa güveniyor musun? Hele, hele, hele, bir şey deme, dikkatli ol, senden de, benden de hoşlanmamış bir hali var. Tutsaklık onu fazla sarsmış olmalı. Fazla uyanık olanlardan uzak durmak iyi olur…
“Kafa ütüleyen-geveze çocuğun ağzından dökülen boş sözleri bir saat dinleyip oturdum…- Charles de Ferriole nasıl sabredebildiğini kendine sorarak odasında dolaşıp duruyordu, aklını oynatmış gibi dolanıyor, suratını asıyordu, gözleri kızarmıştı. – Fahri, ne diye onu yanında gezdiriyor? Bana sataşsın diye mi yanıma getirdi? Charlotte-Elizabéth Aissé için bir “Ayşa”, bir “Aissé” diyerek, ne diye benim işlerime burnunu sokuyor? Satın alan ve büyüten bensem, sahibi de benim, ne yapacağımı, nasıl davranacağımı sadece ben bilirim! Bu Türklere yüz vermeye de gelmiyor, tepene çıkar, adamın başına ummadık işler de açarlar. Kendilerini bana benzeterek, sormadan-randevu almadan geliyorlar, akıllarına estikçe geliyorlar… “
– Dasten, – Charles de Ferriole uşağına seslendi ve ona kızdı: – Sana kaç kez söyledim, gelen kişiye haberim olmadan kapıyı açma diye?!
Charles de Ferriole bir süre odada gezindikten sonra rahatladı, düşünceleri Fransa ve Paris’e uzandı. Neuve Saint-Augustin (Növ Sen Ogüsten) caddesini, çocukluğunu, gençliğini ve sonraki yıllarını geçirdiği ana caddedeki büyük beyaz evlerini, suları yatağından taşarcasına akan Seine Nehrini, Notre Dame Kilisesi’ni, Elysée çayırlarını, kentin önündeki ormanları, birbirinden ayrılan küçük sokakları ve buralarda sıralanan lokanta ve kafeleri, yuvarlak-oval değişik evleri, Versay (Versailles) ve Trianon’daki gezinti ve dinlenme yerlerini uzaklardan anımsadı, aklından geçirdi. Saind-Cloud’ya baktığında, manastırın bahçesinde oynaşan kız çocukları arasında Charlotte-Elizabéth Aissé’yi görür gibi oldu, içi cız etti: “Charlotte-Elizabéth Aissé boy atıyor ama yaşı henüz çok küçük… Erkek eli değmemiş Jeanette-Nicole en iyi günlerini yaşıyor… Acaba ne durumda?.. Bazen farkında olmadan bazı şeyler, rahatsızlıklar yaşıyorum… Bu özel şeylerimi buradaki hekimlere açmam doğru olmaz. İstanbul’a gelmesini istediğim Laroche hâlâ gelemedi, başağrımı giderirse o giderir…”
Hafifçe açılan kapı sesi odada gezinen kontu düşünce dünyasından uyandırdı, uşağı seslendi:
– Laroche, Fransa Büyükelçisi.
– Kim miş bu Laroche?.. – İlkin Charles de Ferriole söyleneni anlayamamıştı, ardından kapıdan gireni tanıdı, küçük bir çocukmuş gibi kollarını açıp karşıladı: – Laroche, sen misin?! Seni bir ay boyunca bekleyip durdum!..
Ayşet – 17
HAPİ CEVDET YILDIZ·21 ŞUBAT 2019 PERŞEMBE3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 120-125)
V
– Kim bu yakışıklı genç? – diyerek Charles de Ferriole Fahri’ye sordu. Sormakla yetinmedi, genci karşısına oturtup Türkçe sordu: – Adın ne?
– Orhan.
– Güzel bir ad. Dostum ve yaşıtım Fahri ile aranızdaki yakınlık nedir?
– Aynı anadan doğmuş olmasak bile, – Orhan Fransızca konuştu, – Fahri’nin kardeşiyim.
– Fransızca da biliyor musun? – Charles de Ferriole kulaklarına inanamadı. – Nerede öğrendin, Korsika aksanıyla konuşuyorsun da.
– Evet, dilinizi tutsak olarak bulunduğum Korsika’da zorla öğrettiler.
– Zora dayalı yapılan her iş, kötüdür, yeryüzünde öyle şeyler oluyor, olmasa çok daha iyi olurdu. Ama o iş bizim değil, Tanrı’nın elinde olan bir iş.
– Bizim Allah’ımızın da, sizin Tanrı’nızın da suçu olamaz, – Orhan’ın yanakları tik atmaya başladı, – sorumlu olanlar beni kaçıranlar ve satın alanlardır. Onların bana, ana babama ve yakınlarıma çektirdikleri acıyı kim bilir!
Charles de Ferriole ile Fahri bu kınayıcı sözler üzerine bakıştılar. İlkin Fransız büyükelçi durumu kavradı ve bir tatsızlık doğmaması için asıl konuya dönüş yaptı:
– Evet öyle…İkiniz aynı anadan doğmamış olsanız bile, doğmuş gibi olmanız çok güzel. Düşman olmaktansa dost olmak çok daha iyi. İnsanlar, ülkeler niçin birbirleriyle savaşsınlar? Benim Türkiye’de yapmak istediğim, güneş kralımızın da benden istediği şey de bu. Nerede olursam olayım insanlık yararına olan politikaları destekliyorum. Elimden geldiğince ülkeler arasında çatışma çıkmasını önlemeye çalışacağım. Bu amaç uğruna başka ulusların dillerini öğrenmeye çalışıyorum. Bakın, şu an tüm gücümle Rusça öğrenmeye çalışıyorum ama zorlanarak değil, isteyerek yapıyorum bunu. Bu konuda Kantemir Dmitri’nin yardımını alıyorum.
– Kim o? – İlk kez adını duyduğu bu kişinin kim olduğunu sordu Fahri.
– Tanımadığın biri. O da bu yakınlarda benim gibi Türkiye’ye gelmiş kültürlü biri. Haftada bir kez olsun buluşuyoruz, dillerinden birkaç kelime bana öğretiyor. Kendi gelemezse adamlarından birini gönderiyor. En iyisi, Fahri, dostum, Rusya’dan gelmiş ya da kaçırılmış güzel bir kadın bulmam, güzel olmasa bile katlanırdım.
– Sırp olsa olmaz mı? Sırplarla Rusların dillerinin birbirine benzediği söyleniyor, – Fahri kendinden küçük Orhan’ın orada bulunduğunu unutmuş, kız kadın konusuna yeniden dalmıştı.
– İstanbul’da Sırp kadını çok, ama dilleri Rusçadan biraz farklı, bozuk, – Ara verdikten sonra, hoş olmasa da sözlerini sürdürdü: – Rus kadınlarının güzel oldukları söyleniyor, ama esir pazarında bulamıyorum. Bir Rus kadınıyla karşılaşacak olursan Fahri…
– Hayır, hayır, kont, – Büyük elçinin sözünü kesti Fahri, – Sen de biliyorsun, o tür işleri bırakalı çok oldu!
– İyi olmadı bu…- Charles de Ferriole kendi adına kaygılandığı şeyi söylemişti. – Beyaz tenli bir Rus kadınını yakalasaydım Rusçayı ondan iyi öğrenirdim. Size söylemediğim bir konu daha var, ne olduğunu söyleyeyim, Rusçayı iyi öğrenirsem aydınlık kralımız beni büyükelçi olarak Rusya’ya gönderebilir.
Bir kızaran, bir bozaran ve bir siyahlaşan Orhan’a baktı Fahri, çocuğun lafa karışmasına meydan vermemek için kontun konuşmasını kesti ve sordu.
– Dillere o denli ilgi duyuyorsan, büyükelçi, ne diye Çerkesçe de öğrenmezsin?
– Çerkesçe mi dedin.. – Charles de Ferriole beklenmedik bu soru karşısında konuşmasına ara verdi, sorunun altında gizli bir niyet görmemiş gibi yapıp yanıt verdi. – Çerkesçe mi dedin, hangi konuda işime yarayacak ki?
– Ayşa ile konuşursun ya?.. Orhan içindeki öfkeyi bastıramadı.
– Ayşa dediğin de kim? – Türkçe söylenen bu adı anlayamamış gibi sordu kont.
– Charlotte-Elizabéth Aissé bunun demek istediği kont… – dedi Fahri ve Orhan’ın patavatsızlığını düzeltti. – Orhan henüz genç biri, kusuruna bakma, içindeki birikimler nedeniyle öyle konuşmuş olmalı.
– Sıkıntı, genç yaşlı demez…- dedi Orhan, Fahri’ye duyurarak, Fransız büyükelçinin anlayıp anlamayacağını umursamadan homurdandı.
– Tabii öyle, Orhan, – Charles de Ferriole çocuğun dediğine katılarak, konuşmasını kendi istediği gibi bağladı, – beni üzecek bir şey söylemedin. Öyle şeyler de olabilir. – Gülümseyerek konuşmasını sürdürdü. – Charlotte-Elizabéth Aissé de Ferriole’yi kastediyorsan, zorlama olmaksızın uzunca bir süreden beri aramızda, o artık bir Fransız kızı sayılır. Sen de gördün değil mi Fahri?
– Fransa’ya götürdüğümüzde, bazı Fransız davranış özellikleri kazanmıştı, – Fahri isteksizce konuştu, – Ama benden sonra ne oldu, bilemem.
– Doğurmadığı çocuğu büyütenlere ilişkin Çerkeslerin dediklerine ilişkin ne söylemiştin, Fahri?
– “Bebek, doğuranın değil, büyütenindir” (Sabıyır ziyer kezıĺfiğer arep, zıṕurer arı) derler.
– Bundan daha gerçek bir sözü Çerkesler söylememiştir! – Charles de Ferriole elçilik mesleğine uygun bir açıklama ve vurgulama yaptı, sözlerini savundu, başkalarının işlerine karışmamalarını istediğini belli ederek tartışmayı kapatmak istermiş gibi konuştu. – Yakından baktığınızda Charlotte-Elizabéth Aissé’nin bir zamanlar küçük bir Çerkes kızı olduğunu artık anlayamazsın. Charlotte-Elizabéth gibi güzel bir Fransızca isme “Aissé” gibi telaffuzu zor bir Çerkes ismi de eklenmemiş olsaydı, Fahri, Çerkes olduğunu çoktan unutmuş olurdu Aissé.
– Kont, o işte benim bir payım, bir dahlim yok, – sözü kesip işin doğrusunu söyledi. – Unuttun mu Çerkesçe ad konusunda Aissé’nin direttiğini?
– Unutmadım… – söylediklerinden pişman olduğu Charles de Ferriole’nin sesinden anlaşılıyordu, ama bir çıkış yolu bulmuştu: – Charlotte-Elizabéth Aissé’nin dediğini yapmamış olsaydım günahını almış, günah işlemiş olurdum… Yahu, öğle yemeği vakti geldi, ne diye oturuyoruz ki! – “Kendi aile sorunlarımı çözmem için sizden yardım istemişim de onun için mi geldiniz” diye içinden geçirdi, kont, yine ustaca bir çıkış yolu bulmayı başardı.
– Teşekkür ederiz, kont. Öğle yemeği için başka bir yere sözümüz var, bizi bekliyorlar, gecikirsek ayıp olur, – Fahri ayağa kalktı. – Haydi, gidelim, Orhan. Bu kadar süre kalmayı düşünmemiştik, buradan geçiyorduk, kardeşim olan bu genci sana göstermek, seni onunla tanıştırmak için uğramıştım.
– Teşekkür ederim, çok memnun oldum, – kont, konukların gidişine memnun olduğunu gizleyerek ayağa kalktı, ama kendine bir paye ayırmayı da unutmadı: – Benim bir sürü devlet işim var, koşuşturup duruyorum, beni burada bulmuş olmanız bir şans. Bu Orhan akıllı bir genç, – içindeki kuşkuyu belli etmeden, ona sıcak bir bakış yöneltti, gülümsedi ve elini omuzuna koydu, – beni onunla tanıştırdığın için Fahri, teşekkür ederim. Öncesinden bir gün kararlaştırır, beni de haberdar ederseniz daha uzun bir süre beraber olur, konuşuruz. Unutmuşum Fahri, hele bir bekle, – kapıya varmış olan Fahri’ye seslendi ve yanına çağırdı, kapı ardındaki Orhan’ın duyamayacağı bir sesle Fahri’nin kulağına fısıldadı: – Bu çocuğa güveniyor musun? Hele, hele, hele, bir şey deme, dikkatli ol, senden de, benden de hoşlanmamış bir hali var. Tutsaklık onu fazla sarsmış olmalı. Fazla uyanık olanlardan uzak durmak iyi olur…
“Kafa ütüleyen-geveze çocuğun ağzından dökülen boş sözleri bir saat dinleyip oturdum…- Charles de Ferriole nasıl sabredebildiğini kendine sorarak odasında dolaşıp duruyordu, aklını oynatmış gibi dolanıyor, suratını asıyordu, gözleri kızarmıştı. – Fahri, ne diye onu yanında gezdiriyor? Bana sataşsın diye mi yanıma getirdi? Charlotte-Elizabéth Aissé için bir “Ayşa”, bir “Aissé” diyerek, ne diye benim işlerime burnunu sokuyor? Satın alan ve büyüten bensem, sahibi de benim, ne yapacağımı, nasıl davranacağımı sadece ben bilirim! Bu Türklere yüz vermeye de gelmiyor, tepene çıkar, adamın başına ummadık işler de açarlar. Kendilerini bana benzeterek, sormadan-randevu almadan geliyorlar, akıllarına estikçe geliyorlar… “
– Dasten, – Charles de Ferriole uşağına seslendi ve ona kızdı: – Sana kaç kez söyledim, gelen kişiye haberim olmadan kapıyı açma diye?!
Charles de Ferriole bir süre odada gezindikten sonra rahatladı, düşünceleri Fransa ve Paris’e uzandı. Neuve Saint-Augustin (Növ Sen Ogüsten) caddesini, çocukluğunu, gençliğini ve sonraki yıllarını geçirdiği ana caddedeki büyük beyaz evlerini, suları yatağından taşarcasına akan Seine Nehrini, Notre Dame Kilisesi’ni, Elysée çayırlarını, kentin önündeki ormanları, birbirinden ayrılan küçük sokakları ve buralarda sıralanan lokanta ve kafeleri, yuvarlak-oval değişik evleri, Versay (Versailles) ve Trianon’daki gezinti ve dinlenme yerlerini uzaklardan anımsadı, aklından geçirdi. Saind-Cloud’ya baktığında, manastırın bahçesinde oynaşan kız çocukları arasında Charlotte-Elizabéth Aissé’yi görür gibi oldu, içi cız etti: “Charlotte-Elizabéth Aissé boy atıyor ama yaşı henüz çok küçük… Erkek eli değmemiş Jeanette-Nicole en iyi günlerini yaşıyor… Acaba ne durumda?.. Bazen farkında olmadan bazı şeyler, rahatsızlıklar yaşıyorum… Bu özel şeylerimi buradaki hekimlere açmam doğru olmaz. İstanbul’a gelmesini istediğim Laroche hâlâ gelemedi, başağrımı giderirse o giderir…”
Hafifçe açılan kapı sesi odada gezinen kontu düşünce dünyasından uyandırdı, uşağı seslendi:
– Laroche, Fransa Büyükelçisi.
– Kim miş bu Laroche?.. – İlkin Charles de Ferriole söyleneni anlayamamıştı, ardından kapıdan gireni tanıdı, küçük bir çocukmuş gibi kollarını açıp karşıladı: – Laroche, sen misin?! Seni bir ay boyunca bekleyip durdum!..
Ayşet – 18
HAPİ CEVDET YILDIZ·23 ŞUBAT 2019 CUMARTESİ
Maşbaş İshak (s. 125 – 127)
VI
Aynı saat Fahri ile Orhan kısa bir konuşma yaptılar.
– Orhan, dediğine ve davranışına dikkat et, – Fahri Orhan’ı uyardı. – Senden yaşlı olanların sözlerine beğensen de, beğenmesen de karışma.
– Tamam, anladım Fahri, kendimi tutamadım, – Orhan kendini kınadı.
Fahri, her gün Süleyman’ın gemisinin dönüşünü gözleyen Orhan’ın dönmemiş olmasından kuşkulanıp vapur iskelesine gitti. İki haftadır bekledikleri gemi sallanır halde kıyı önündeydi, Orhan’sa ortalıkta yoktu. Gemiyi gözlemeleri için tuttuğu iki kişi de ortalıkta görünmüyordu. Kızıla dönüşmüş yaz güneşi batmak üzereydi, Fahri iyice tutuştu: “Orhan haber vermek için eve koşmuş olabilir mi? Öyle yaptıysa sorun yok. Peki, o diğer iki kişi nerede? Onlar da evime koşmuş olabilirler mi?.. Öyle yapmamaları, birinin limanda beklemesi gerekirdi…”
Fahri iskele ve çevresini iki üç kez dolaştı, kaygılandığı şeyi güvenip kimseye de soramadı. Herkes işinin peşindeydi: Yük boşaltıyor, yük yüklüyorlardı. Çayhaneler de doluydu, kıyıda balık tutanlar vardı, su ve çay satan oğlan çocukları ise dur durak bilmiyor, her taraftan sesleri duyuluyordu. Aradığı kişileri göremeyince, Fahri, iyi bir şey olmadığını anladı, Süleyman’ın gemisinin bulunduğu yana baktı, hiçbir değişiklik yoktu, gemi sallanıp yerli yerinde duruyordu. Fahri’nin kafası evindeydi, ama balık tutan bir oğlan çocuğuna sormadan da edemedi.
– Sadece bir balık mı yakalayabildin?
– Biraz önceki kavga dövüşten sonra balık mı tutulabilir?.. – Adamın yüzüne bile bakmadan konuştu çocuk. – Dur hele, balık oltaya vuruyor… – Ustaca oltasını (пцэкъэнтф) çekti, yassı göbekli bir balık çıkardı.
– Kimler dövüştüler? – Fahri’nin beti benzi attı.
– Kimlerin dövüştüğünü ne bileyim?! Ama bir kişi diğer üç kişiyi pataklayıp gitti.
– O dediğin üç kişi nerede olabilir?..
– Neyime gerek, tek kişiyle baş edemeyen o korkaklar!.. Yaralanan delikanlıyı yerden kaldırıp uzaklaştılar.
– Çocuğun yarası ağır mıydı?.. – Onun Orhan olduğunu anlayan Fahri sabırsızlanmıştı.
– Yahu, beni lafa tutup ne diye balık tutmamı engelliyorsun?! – Oğlan çocuğu yetişkin kişi gibi parladı. – Evde balık bekleyen kaç kişi var, sen onu biliyor musun?..
– Tamam, tamam, kusuruma bakma. Seni engelledim, karşılık olarak bu parayı sana veriyorum. – Çocuğun eline iki lira sıkıştırıp ayrıldı.
Fahri evine döndüğünde kuşkulandığı şey gerçek çıktı: Orhan’ın sol kolu bağlı, göz çukurları morarmış, bu başına gelenin utancı içinde oturuyordu.
– Yaran nasıl? – Orhan’ın yarasını fazla önemsemiyormuş gibi sordu ve gülümsedi.
– Yaram sorun değil, sol kolumu bıçakladı sadece… Üzüntüm İsam’ı kaçırmış olmamız.
– İsam olduğunu nesinden biliyorsun?
– Süleyman’ın gemisinden çıkarken kuşkulanmıştım, arkasından İsam diye seslenince gerisine baktı…Aynı anda nereden çıktıklarını bilemediğim iki kişi daha yanıma geldi, bir şey demeye fırsat bırakmadan adam bize saldırıp kaçtı.
– Diğerlerini de senin gibi yaraladı mı?
– Hayır. Onlar beni eve bırakıp seni aramaya gittiler.
– Üçünüz de yanlış iş yaptınız… Fahri bir iç çekip sözünü tamamladı. – Tamam, olan olmuş, üzülme artık. İsam artık elimizden kurtulamaz. Onun Süleyman’la ilişkili olduğunu sana söylememiş miydim? Koluna şöyle bir bakayım, kemik sorunu yoksa, yaranı bir hafta içinde iyileştiririm.
Ayşet – 19
HAPİ CEVDET YILDIZ·6 MART 2019 ÇARŞAMBA3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi Roman; s. 128-136)
VII
“Konuk üç gün ve üç geceden sonra hane halkından sayılır” deyimi Laroche gibileri için söylenmiş değildi. Yirmi yılı aşkın bir süreden beri Laroche, Ferriole’lerin aile hekimi. Şu an kendisini konuk eden kontun yaşıtı, Augustin-Antoine’den de üç yaş daha büyük biri. Feriolelerin aile hekimi olduğunda iki kardeşin ana ve babası sağdı. Marie-Angélique’in düğününde bulunmuştu, iki çocuğunun doğumuna da tanık olmuştu. Kısaca söylemek gerekirse, Laroche’un bilmediği, tanık olmadığı bir olay, bir sır Ferriole ailesi bağlamında yoktu. Marie-Angélique ve Laroche dışında kimse bilmeden, Claudine-Alexandrine’nin iki kez bebeğini kürtaj yoluyla almıştı – Sonuncu bebeği de Türkiye’ye gelişinden birkaç gün önce almıştı. Dr. Laroche, Kont Augustin-Antoine’nin bilmediği, karısına ilişkin beş sırrı daha saklıyordu. Marie-Angélique’in aldırdığı bebeklerden ikisi kocasına, üçü de aşığına aitti.
Laroche’un İstanbul’da gördüğü ve duyduğu şeyler: Caddeler, çarşılar, çayevleri, dükkanlar, çiçekçiler, hamamlar, nargile salonları, giyim mağazaları, tatlıcılar, merkepler, develer, Türkçe – Doğu denilen her şeyi – ilginç bularak, bir hafta boyunca İstanbul’da dolaştı durdu. İkinci hafta Charles de Ferriole konuğunun biraz sıkıldığını görünce sordu:
– Daha gelmeden buralardan bıkmış mısın, bilemiyorum.
– Hayır, kont, İstanbul güzel ve enteresan bir yer, – dedi Laroche, içindekini söylemişti. – Ömrümce göremeyeceğim yerleri, Topkapı Sarayı’nı ve Boğaziçi’nin değişik yerlerini görmüş oldum, bu bana yeter… Ama itiraf edeyim: Paris’i özlüyorum, durgun görünmem bu nedenle olmalı…
– Ben de Paris’te doğdum, ben de Fransızım, ama Doğu’yu seviyorum. İstanbul’dan da bıkmıyorum.
– Kont, ülkeden ülkeye gitmek, diplomatlık, elçilik senin mesleğin, onun için sana normal geliyordur.
– Laroche, o sözünü ettiğin meslek kişiyle birlikte dünyaya gelmiyor, bizler de bıkkınlık geçirmiyor, bir şeyleri özlemiyor değiliz… – Charles de Ferriole evirip çevirmeden sordu: – Öyleyse Charlotte-Elizabéth Aissé nasıl Paris’te duruyor?
– Kont, her ikimiz de ömrümüzün çoğunu geride bırakmış kişileriz, kendimizi Charlotte-Elizabéth Aissé ile kıyaslamayalım, o daha ömrünün baharında.
Duyduğu bu sözler üzerine kontun beti benzi attı, gözleri kararmaya başladı, başı titreşerek ayağa fırladı ve pencereye doğru koştu, Laroche’a doğru yürüdü ve alçak bir sesle :
– Bundan böyle, Laroche, yaş konusunda beni kimseyle kıyaslama! – Daha da üzücü şeyler söyledi: – Bu gibi şeyler söyleyerek, gerekmeyen şeyleri de öğreterek, Charlotte-Elizabéth Aissé’yi şımarttınız. Jeanette-Nicole ne diye ona Çerkes kıyafeti diktirmiş ki? – Ardından alaycı bir tavırla kendi kendisine sordu. – O jeanette-Nicole denen kadın kendini ne sanıyor ki?
Laroche’un İstanbul’a geldiği günlerde bu gibi şeyleri de aralarında konuşmuşlardı. Ayşet’e dikilen elbiseye sevinmiş, şimdiki gibi kötü sözler etmemişti. Jeanette-Nicole’den de övgüyle söz etmiş, güzel bir kadın olduğunu birkaç kez söylemişti. Kraliçe’nin Ayşet için söylediği güzel sözlere de sevinmişti. Peki iki hafta sonra Charles de Ferriole aynı konuda ne diye böyle hiddetlenip ters konuşuyordu? Kontun parmaklarının titrediğini, gözlerinin oynaştığını fark etti. Sol bacağı da titremekteydi. Bazen sağ omuzunu bir yukarı kaldırıyor, bir aşağı indiriyordu: “Şu an karşılık vermesem daha iyi olur, farkında olmaksızın aklını kaçırıyor olmalı… Bunu ilk kez fark etmiş değilim… Konta sakinleştirici ilaç vermem gerekiyor. Şimdiden tedaviye başlamasam, ileride daha da kötü durumlara düşebilir, ben de zor duruma düşerim. Hastalığı bekarlığından mı ya da sık kadın değiştirmesinden mi kaynaklanıyor?..”
– Peki, Laroche, bir şey söylemedin? – Hiçbir şey olmamış gibi sakin bir ifadeyle sorup pencerenin yanından ayrıldı, yerine oturdu, sorduğu soruyu kendi kendine yanıtladı: – Ne dersin, o konuda sen ve ben, çoktan beri o gibi konularda konuşmuyoruz. Sana kırıldığım şeyi söyleyeyim. Bana darılma, açıkça sormak isterim. Kardeşim Augustin-Antoine gibi kaçamak yapmayan, eşine sadık biri misin? Dünyanın onca güzelliğinden kendini yoksun tutan biriysen, delinin tekisin! “Oy, Paris, Paris, oy İstanbul, İstanbul” dedirtenler sizin gibiler olamaz! – İçinden gelerek haykırdı, ardından yumuşadı ama kararlı konuştu. – Sana müthiş bir tat tattırmadan, İstanbul’da tek bir adım bile atmana izin vermem. Anladın mı, konuk?
– Anladım, ama…
– Sana bir şey söylediğimde “ama” deme. Benden utanıyorsan, Fahri’ye söylerim, o götürür. Ama o da uygun biri olmayabilir. O zaman onun Orhan adında genç bir arkadaşı var, seni onunla gönderirim.
Büyükelçi Charles de Ferriole’de görmüş olduğu değişikliklerin nedenini anlayamadan iki üç gün geçirdi. Kont’a durumunun ne olduğunu bildirmeden nasıl bir tedavi uygulayacağını düşündü. Charles de Ferriole’nin moralinin iyi olduğu bir güne denk getirerek sordu:
– Elçilik işlerin seni çok mu yoruyor, kont?
– Sormaya gerek var mı, her gün sıkıntısını yaşıyoruz, – Laroche’un işini sormuş olması hoşuna gitmişti, sevinerek yanıtladı ve övündü. – İki ülke arasındaki sorunları çözmeye çalışmak kolay şey değil, işini iyi biliyorsan, çok şeyi çözebilirsin. Laroche’un kendisi için ne düşündüğünü anlamış gibi sordu: – Niye sordun, doktor, yorgunluğumu giderecek bir ilaç mı biliyorsun?
– Biliyorum, – Laroche öncesinden hazırlamış olduğu bir ilacı, otu torbasından çıkardı. – Bunu yarım saat suda kaynatıp soğumasını bekleyeceksin. Günde üç kez – sabah, öğle, akşam – birer kaşık içeceksin.
– Sıkılsam da sıkılmasam da içecek miyim?
– Evet, kont, her gün, ihmal etme.
– Öyleyse iyi, ekşi olursa bilemem ama, – alıp kokladı, biraz sonra, şakayla karışık Laroche’a sordu: – Erkeklik konusunda bu ilaç nasıl bir etki yapar, zararı olur mu?..
– Yararını görmesen bile zararını görmezsin, – Soracağını bildiği için Laroche hazırlıklıydı, kısa bir yanıt verdi.
– Öyleyse, iyi. Ya bana doğruyu söylemiyorsan Laroche…
– Hayır, hayır, kont, kaygılanma.
Uşak kapıdan içeri girdi:
– Fahri geldi.
– Yanımıza gelsin.
– Yalnız mısın? – İçeri gelen Fahri’ye sordu.
– Allah yanımda, kont, – Yalnız olduğunda her zaman yaptığı gibi Fahri yanıt verdi.
– Senden Allah’ını sormak istemedim, – Kont gülümsedi, – Yanından ayrılmayan o avare Orhan da gelmiş mi diye sormak istemiştim.
– Orhan evde, iyileşmeye çalışıyor, – Kontun arkadaşını küçümsemesine aldırmadan Fahri yanıtını verdi, – Sana selam söylememi istedi.
– Nedir rahatsızlığı? – Gönderilen selamı umursamaz bir tavırla Charles de Ferriole sordu.
– Limanda yaraladılar.
– Onun delilik yapabileceğini sana söylemiştim…
– Hayır, hayır, – Kontun başlattığı konuşmayı Fahri kesti, – Senin düşündüğün gibi değil. Peşinde olduğum İsam’ı buldu ama yakalamaya gücü yetmedi.
– Öyle mi? Öyleyse iyi… – “Yabancı bir ülkedeki sırlarımızı ne diye Laroche’a bildirelim ki?” dedi içinden Charles de Ferriole, Fahri’nin gelmesinden önceki karı-kız işine şaka yollu dönüş yaptı: – Fahri, konuğum iki haftadır İstanbul’da, ama İstanbul denen şeyi henüz görmüş değil. Konuğumuz için ne yapsak?
– Yeter ki sen söyle, kont.
– Öyleyse diyeceğimi yap: Laroche’u en mükemmel kadın evlerinden (хьарам) birine hemen götür.
– Hemen şimdi o işe hazırlıklı değilim!.. – Diye Laroche heyecanlandı.
– Hemen şimdi, yarın, yarından sonra değil! – “Bizim sırrımızı bildiğin gibi senin de bir sırrını öğrenmiş olalım” diye Charles de Ferriole kestirip attı, yumuşak tatlı bir sözle konuşmasını bağladı: – Bu işe hazır değilim dersen, hiç merak etme, gittiğin o yerde seni o işe hazır hale getirirler.
Bu sözlerinden sonra konttan kurtuluş olmadığını anlayan Laroche ısrarcı olmadı. Odadan ayrıldı, bir süre sonra, itiraz edenin o olduğunu unutturacak biçimde temiz elbiseler giyinmiş olarak geri döndü. Küçük kurnazca gözleri parlıyor, siyah ayakkabıları ve uyumlu siyah kabanı döşeme üzerinde parıldıyordu, altın yüzüğü ve tek altın dişi birbiriyle uyumluydu, hepsi ince uzun sırtına yakışıyordu. Alnından başının üstüne değin başı kabak (dazlak) biri olduğunu hesaba katmayacak olursan yakışıklı ve alımlı biriydi.
– İşte şimdi oldu! – Fransız elçi gördüğü bu manzara karşısında sevindi, ardından şaka ve imrenme karışık eklemede bulundu: – Kız görmeye (псэлъыхъуакIо) ben de seninle gelsem mi bilemiyorum. Hayır, hayır, Laroche, ne diye seni engelleyeyim, sana bol şanslar.
Biraz yürüdükten sonra Laroche Fahri’ye sordu:
– Bir çay evine uğrasak iyi olacak, benimle sırdaş olacaksan seninle bir şeyler konuşmak isterim. İşte bu çay evi de olabilir, hayır dersen, daha da uzağa gidebiliriz.
– Sen nasıl istersen, konuk, – Fahri duyduğu şeye şaşırdığını gizleyemedi, – Ama niçin öyle olduğunu bilemiyorum. Bize verilen işi gördükten sonra o işi ele alsak daha iyi olmaz mı?
– Hayır, Fahri, – Şimdi daha kararlı biçimde konuşmuştu Laroche, – Zorlandığım bir konuda seninle konuşmak istemiştim.
– Anladığıma göre harama (kadın evine) gitmek istemiyorsun.
– Sana güvenerek söylüyorum, gitmek istemiyorum!
– Anladım. O zaman daha uzaklara gitsek daha iyi olur, – Fahri bir faytonu durdurdu, – Atla, Laroche, – dedi ve faytoncuya seslendi: – Bizi “Peygamber”e, Cennet Restoran’a götür.
“Peygamber” restoranına girdiklerinde, Laroche, şaşırıp kaldı: Altın-gümüş parıltılar dört bir yandan yansıyordu; yer ve tavan aynalarından kendini görüyordun; pencerelerdeki sarı-kahverengi perdelerle yüksekçe sandalyelerin oturak yerleri yeşil-sarı renkte, birbiriyle uyumlu kadife kumaştandı; garsonların kıyafetleri şık ve birbirinin aynıydı; tabak ve çatal- bıçak takımları dersen son derece temiz ve zariftiler, iştahsız olsan bile seni yemeğe davet eder gibi kişinin yüzüne bakıyorlardı; dik duvarları kaplayan halılarla döşemeye serili ince halılar ve yolluklar, güzellikte birbirleriyle yarışıyorlardı. Restoranda birkaç kişi dışında müşteri yoktu, hiçbir ses ve gürültü de duyulmuyordu. Garsonlar ise ortalıkta yüzüyorlarmış gibi hizmete hazır geziniyorlardı.
– Burada yemek yemek çok pahalı olmalı… – demeden edemedi Laroche.
– Ne kadar pahalı olursa olsun, bizden daha değerli olamazlar, – Fahri, konuğun sözüne aldırmadan yanıt verdi, yemek söylediler, ilk yemeği yedikten sonra, kontun söylediğini konuğa yeniden anımsattı: – Şimdi Laroche, seni dinliyorum.
– Kont Charles de Ferriole’nin ısrar ettiği ve beni sıkıştırdığı şeyi istemediğimi herhalde anlamış olmalısın, Fahri, uzatmayacağım. Kadın evine, harama gitmesek bile, benim için, gittik diye söyle konta. Kadın-erkek ilişkileri, yasak ilişkiler her yerde aynı. O konuda Paris’te yapmadığım bir şeyi İstanbul’da da yapamam, bana gücenme
– Niye güceneyim, herkes bu tehlikeli dünyada kendisini korumaya çalışıyor, – Fahri bir öksürdü, sonra konuşmasını sürdürdü: – Ama ben o işi o yerde yapmayı başaramadım…Birbirimize güven duyacaksak ve bana güveniyorsan sana açılayım: Ferriole ailesi, Marie-Angélique ve kız kardeşi Claudine ve Charles de Ferriole konusunu hiç konuşmadık, onların uygunsuz davranışlarını bildiğin halde, nasıl oluyor da onlarla birlikte yaşayabiliyorsun?
– Doğru, onların iç yüzünü benim bildiğim kadar kimse bilmiyor, – biraz ara verdi, sonra Laroche gülümseyerek konuştu, – doktor olmam ve aldığım iyi para nedeniyle onlarla birlikte yaşıyorum. Bunlar sorun değil, uzun zamandan beri ben onlara alışmış durumdayım. Şu an beni en fazla üzen şey Kont Charles de Ferriole’nin sağlık durumu. Bu nedenle buraya gelmiş bulunuyorum, – Laroche gerçeği gizleyemedi. – Fahri, sana hiçbir şey söylemedim, sen de bende hiçbir şey duymadın.
– Sen söylememiş olsan da, çoktan beri kontun bazı akıl sorunları olduğundan kuşkulanıyordum. – Fahri, bunun üzerine Laroche’a sordu: – Peki böyle biri Aissé’yi nasıl büyütebilir?
– Demek istediğini anladım. Bundan sonra ne olur bilemem, ama Charlotte-Elizabéth Aissé güvenilir ellerde. Jeanette-Nicole bile tek başına hepsine yeter, annesi gibi.
– O kadının yaptıklarını konttan birçok kez işittim, teşekkürü hak ediyor. Ama kadının o yaptıklarından kont pek memnun değil. Peki kontun hastalığının çaresi yok mu, iyileştiremez misin? – Fahri kendi sorununa da bir çare bulma umuduyla sordu.
– Kontun bugün söylediği şeyle yarın yapacağı şeyin farklı, çelişik olabileceğini ikimiz de biliyoruz ve gizliyoruz. Özlemiş gibi yaparak beni buraya çağırdı. Erken tanı konduğunda iyileşmeyecek hastalık sayısı çok az. Bu nedenle Charles de Ferriole’nin rahatsızlığı konusunda şimdilik kaygılanmaya gerek yok. Hazırladığım ilacı içmesi durumda yararlı olacağından kuşkum yok.
– Kont için böyle bir ilaç hazırlamış olmana gerçekten sevindim, – Fahri’nin soğumuş gözleri birden bire sımsıcak oldu, başkası için diyerek, öğrenmek istediği şeyi sordu: – Hasta birini tanıyorum, hastalığını nasıl açıklarım bilemiyorum, ona yardım edebilsen, iyileştirirsen, onun senin için yapmayacağı bir şey düşünülemez…
– Sözünü ettiğin kişi yatalak mı, ya da…
– Hayır, hayır, – Laroche’un sözünü kesti Fahri, – onun yatak sorunu yok. Görünüşü gayet yerli yerinde, ama kadın işinde başarısız…
Doktor Laroche durumu anladı, aslında bunu çoktandır hissediyordu, ama belli etmeden “sırrın sırrım” der gibi Fahri’nin gözlerinin içine baktı, kuşkulanmamış gibi bir tavırla konuştu:
– Nadir görülen-tedavisi bulunmamış hastalıkları iyileştiren hekimlerden biriyim. Adını söyler ve bana gösterirsen, o kişiye yardımcı olurum. Ama sana söyleyeyim, hekimden hiçbir şey saklı tutulmaz, gizlenmez. Her bir hastanın gizlisi, saklısı hekimle hastası arasında kalır.
– Öyle diyorsan, doktor, o kişi tam karşında.
– Durumunu fark ettim. Ama sormak istiyorum, ustura ile erkekliğin alınmış mı?
– Ne usturası?.. – İlkin Fahri soruyu algılayamadı, ardından anladı ve hemen yanıtladı: – Bir ustura ucu bile bana değmedi! İsam bana bir ilaç içirdi. O andan beridir erkeklik gücümü yitirdim…
– O ayrı bir konu. Yine bir soru: Bazen kadınları arzuladığın oluyor mu?
– Oluyor ama başladığı gibi hemen sönüyor.
– Öyleyse hastalığın iyileşmeyecek bir hastalık değil, Fahri, sana yardımcı olurum. Seni tedavi ederim diyorsam da, kesin konuşamam. Tedavi için Paris’e gelmen gerekiyor, seni o gibi konularda uzman bir hekime gösteririm.
– Bir tek bunu benim için yap da, Laroche…- diyerek Fahri ayağa fırlayınca restorandakilerin bakışlarına yol açtı, garsonlar da yerlerinde çakılıp kaldılar. – Hemen söyle, seninle birlikte yola koyulurum, her şeyimi sana veririm.
– Benimle birlikte Paris’e gelmene gerek yok. Charles de Ferriole, Charlotte-Elizabéth Aissé konusunda senden kuşkulanıyor. Bunu söylememem gerekirdi, ama bilmen iyi olur. Özgür bir kişi değil misin? Bir yolunu bulup Paris’e gel ve beni bul. Paris de İstanbul gibi, çok kişi gelir gider. En iyisi, eğer istersen, kont, Paris’e gitmek için hazırlanıyor, onunla birlikte gel.
– Hayır, onunla birlikte gelmem. Charlotte-Elisabéth Aissé ile beni buluşturamaz mısın?
– Bulunduğu okula götürürüm, ama seninle birlikte görünemem…
(Devamı gelecek)
Ayşet – 19
HAPİ CEVDET YILDIZ·6 MART 2019 ÇARŞAMBA3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi Roman; s. 128-136)
VII
“Konuk üç gün ve üç geceden sonra hane halkından sayılır” deyimi Laroche gibileri için söylenmiş değildi. Yirmi yılı aşkın bir süreden beri Laroche, Ferriole’lerin aile hekimi. Şu an kendisini konuk eden kontun yaşıtı, Augustin-Antoine’den de üç yaş daha büyük biri. Feriolelerin aile hekimi olduğunda iki kardeşin ana ve babası sağdı. Marie-Angélique’in düğününde bulunmuştu, iki çocuğunun doğumuna da tanık olmuştu. Kısaca söylemek gerekirse, Laroche’un bilmediği, tanık olmadığı bir olay, bir sır Ferriole ailesi bağlamında yoktu. Marie-Angélique ve Laroche dışında kimse bilmeden, Claudine-Alexandrine’nin iki kez bebeğini kürtaj yoluyla almıştı – Sonuncu bebeği de Türkiye’ye gelişinden birkaç gün önce almıştı. Dr. Laroche, Kont Augustin-Antoine’nin bilmediği, karısına ilişkin beş sırrı daha saklıyordu. Marie-Angélique’in aldırdığı bebeklerden ikisi kocasına, üçü de aşığına aitti.
Laroche’un İstanbul’da gördüğü ve duyduğu şeyler: Caddeler, çarşılar, çayevleri, dükkanlar, çiçekçiler, hamamlar, nargile salonları, giyim mağazaları, tatlıcılar, merkepler, develer, Türkçe – Doğu denilen her şeyi – ilginç bularak, bir hafta boyunca İstanbul’da dolaştı durdu. İkinci hafta Charles de Ferriole konuğunun biraz sıkıldığını görünce sordu:
– Daha gelmeden buralardan bıkmış mısın, bilemiyorum.
– Hayır, kont, İstanbul güzel ve enteresan bir yer, – dedi Laroche, içindekini söylemişti. – Ömrümce göremeyeceğim yerleri, Topkapı Sarayı’nı ve Boğaziçi’nin değişik yerlerini görmüş oldum, bu bana yeter… Ama itiraf edeyim: Paris’i özlüyorum, durgun görünmem bu nedenle olmalı…
– Ben de Paris’te doğdum, ben de Fransızım, ama Doğu’yu seviyorum. İstanbul’dan da bıkmıyorum.
– Kont, ülkeden ülkeye gitmek, diplomatlık, elçilik senin mesleğin, onun için sana normal geliyordur.
– Laroche, o sözünü ettiğin meslek kişiyle birlikte dünyaya gelmiyor, bizler de bıkkınlık geçirmiyor, bir şeyleri özlemiyor değiliz… – Charles de Ferriole evirip çevirmeden sordu: – Öyleyse Charlotte-Elizabéth Aissé nasıl Paris’te duruyor?
– Kont, her ikimiz de ömrümüzün çoğunu geride bırakmış kişileriz, kendimizi Charlotte-Elizabéth Aissé ile kıyaslamayalım, o daha ömrünün baharında.
Duyduğu bu sözler üzerine kontun beti benzi attı, gözleri kararmaya başladı, başı titreşerek ayağa fırladı ve pencereye doğru koştu, Laroche’a doğru yürüdü ve alçak bir sesle :
– Bundan böyle, Laroche, yaş konusunda beni kimseyle kıyaslama! – Daha da üzücü şeyler söyledi: – Bu gibi şeyler söyleyerek, gerekmeyen şeyleri de öğreterek, Charlotte-Elizabéth Aissé’yi şımarttınız. Jeanette-Nicole ne diye ona Çerkes kıyafeti diktirmiş ki? – Ardından alaycı bir tavırla kendi kendisine sordu. – O jeanette-Nicole denen kadın kendini ne sanıyor ki?
Laroche’un İstanbul’a geldiği günlerde bu gibi şeyleri de aralarında konuşmuşlardı. Ayşet’e dikilen elbiseye sevinmiş, şimdiki gibi kötü sözler etmemişti. Jeanette-Nicole’den de övgüyle söz etmiş, güzel bir kadın olduğunu birkaç kez söylemişti. Kraliçe’nin Ayşet için söylediği güzel sözlere de sevinmişti. Peki iki hafta sonra Charles de Ferriole aynı konuda ne diye böyle hiddetlenip ters konuşuyordu? Kontun parmaklarının titrediğini, gözlerinin oynaştığını fark etti. Sol bacağı da titremekteydi. Bazen sağ omuzunu bir yukarı kaldırıyor, bir aşağı indiriyordu: “Şu an karşılık vermesem daha iyi olur, farkında olmaksızın aklını kaçırıyor olmalı… Bunu ilk kez fark etmiş değilim… Konta sakinleştirici ilaç vermem gerekiyor. Şimdiden tedaviye başlamasam, ileride daha da kötü durumlara düşebilir, ben de zor duruma düşerim. Hastalığı bekarlığından mı ya da sık kadın değiştirmesinden mi kaynaklanıyor?..”
– Peki, Laroche, bir şey söylemedin? – Hiçbir şey olmamış gibi sakin bir ifadeyle sorup pencerenin yanından ayrıldı, yerine oturdu, sorduğu soruyu kendi kendine yanıtladı: – Ne dersin, o konuda sen ve ben, çoktan beri o gibi konularda konuşmuyoruz. Sana kırıldığım şeyi söyleyeyim. Bana darılma, açıkça sormak isterim. Kardeşim Augustin-Antoine gibi kaçamak yapmayan, eşine sadık biri misin? Dünyanın onca güzelliğinden kendini yoksun tutan biriysen, delinin tekisin! “Oy, Paris, Paris, oy İstanbul, İstanbul” dedirtenler sizin gibiler olamaz! – İçinden gelerek haykırdı, ardından yumuşadı ama kararlı konuştu. – Sana müthiş bir tat tattırmadan, İstanbul’da tek bir adım bile atmana izin vermem. Anladın mı, konuk?
– Anladım, ama…
– Sana bir şey söylediğimde “ama” deme. Benden utanıyorsan, Fahri’ye söylerim, o götürür. Ama o da uygun biri olmayabilir. O zaman onun Orhan adında genç bir arkadaşı var, seni onunla gönderirim.
Büyükelçi Charles de Ferriole’de görmüş olduğu değişikliklerin nedenini anlayamadan iki üç gün geçirdi. Kont’a durumunun ne olduğunu bildirmeden nasıl bir tedavi uygulayacağını düşündü. Charles de Ferriole’nin moralinin iyi olduğu bir güne denk getirerek sordu:
– Elçilik işlerin seni çok mu yoruyor, kont?
– Sormaya gerek var mı, her gün sıkıntısını yaşıyoruz, – Laroche’un işini sormuş olması hoşuna gitmişti, sevinerek yanıtladı ve övündü. – İki ülke arasındaki sorunları çözmeye çalışmak kolay şey değil, işini iyi biliyorsan, çok şeyi çözebilirsin. Laroche’un kendisi için ne düşündüğünü anlamış gibi sordu: – Niye sordun, doktor, yorgunluğumu giderecek bir ilaç mı biliyorsun?
– Biliyorum, – Laroche öncesinden hazırlamış olduğu bir ilacı, otu torbasından çıkardı. – Bunu yarım saat suda kaynatıp soğumasını bekleyeceksin. Günde üç kez – sabah, öğle, akşam – birer kaşık içeceksin.
– Sıkılsam da sıkılmasam da içecek miyim?
– Evet, kont, her gün, ihmal etme.
– Öyleyse iyi, ekşi olursa bilemem ama, – alıp kokladı, biraz sonra, şakayla karışık Laroche’a sordu: – Erkeklik konusunda bu ilaç nasıl bir etki yapar, zararı olur mu?..
– Yararını görmesen bile zararını görmezsin, – Soracağını bildiği için Laroche hazırlıklıydı, kısa bir yanıt verdi.
– Öyleyse, iyi. Ya bana doğruyu söylemiyorsan Laroche…
– Hayır, hayır, kont, kaygılanma.
Uşak kapıdan içeri girdi:
– Fahri geldi.
– Yanımıza gelsin.
– Yalnız mısın? – İçeri gelen Fahri’ye sordu.
– Allah yanımda, kont, – Yalnız olduğunda her zaman yaptığı gibi Fahri yanıt verdi.
– Senden Allah’ını sormak istemedim, – Kont gülümsedi, – Yanından ayrılmayan o avare Orhan da gelmiş mi diye sormak istemiştim.
– Orhan evde, iyileşmeye çalışıyor, – Kontun arkadaşını küçümsemesine aldırmadan Fahri yanıtını verdi, – Sana selam söylememi istedi.
– Nedir rahatsızlığı? – Gönderilen selamı umursamaz bir tavırla Charles de Ferriole sordu.
– Limanda yaraladılar.
– Onun delilik yapabileceğini sana söylemiştim…
– Hayır, hayır, – Kontun başlattığı konuşmayı Fahri kesti, – Senin düşündüğün gibi değil. Peşinde olduğum İsam’ı buldu ama yakalamaya gücü yetmedi.
– Öyle mi? Öyleyse iyi… – “Yabancı bir ülkedeki sırlarımızı ne diye Laroche’a bildirelim ki?” dedi içinden Charles de Ferriole, Fahri’nin gelmesinden önceki karı-kız işine şaka yollu dönüş yaptı: – Fahri, konuğum iki haftadır İstanbul’da, ama İstanbul denen şeyi henüz görmüş değil. Konuğumuz için ne yapsak?
– Yeter ki sen söyle, kont.
– Öyleyse diyeceğimi yap: Laroche’u en mükemmel kadın evlerinden (хьарам) birine hemen götür.
– Hemen şimdi o işe hazırlıklı değilim!.. – diye Laroche heyecanlandı.
– Hemen şimdi, yarın, yarından sonra değil! – “Bizim sırrımızı bildiğin gibi senin de bir sırrını öğrenmiş olalım” diye Charles de Ferriole kestirip attı, yumuşak tatlı bir sözle konuşmasını bağladı: – Bu işe hazır değilim dersen, hiç merak etme, gittiğin o yerde seni o işe hazır hale getirirler.
Bu sözlerinden sonra konttan kurtuluş olmadığını anlayan Laroche ısrarcı olmadı. Odadan ayrıldı, bir süre sonra, itiraz edenin o olduğunu unutturacak biçimde temiz elbiseler giyinmiş olarak geri döndü. Küçük kurnazca gözleri parlıyor, siyah ayakkabıları ve uyumlu siyah kabanı döşeme üzerinde parıldıyordu, altın yüzüğü ve tek altın dişi birbiriyle uyumluydu, hepsi ince uzun sırtına yakışıyordu. Alnından başının üstüne değin başı kabak (dazlak) biri olduğunu hesaba katmayacak olursan yakışıklı ve alımlı biriydi.
– İşte şimdi oldu! – Fransız elçi gördüğü bu manzara karşısında sevindi, ardından şaka ve imrenme karışık eklemede bulundu: – Kız görmeye (псэлъыхъуакIо) ben de seninle gelsem mi bilemiyorum. Hayır, hayır, Laroche, ne diye seni engelleyeyim, sana bol şanslar.
Biraz yürüdükten sonra Laroche Fahri’ye sordu:
– Bir çay evine uğrasak iyi olacak, benimle sırdaş olacaksan seninle bir şeyler konuşmak isterim. İşte bu çay evi de olabilir, hayır dersen, daha da uzağa gidebiliriz.
– Sen nasıl istersen, konuk, – Fahri duyduğu şeye şaşırdığını gizleyemedi, – Ama niçin öyle olduğunu bilemiyorum. Bize verilen işi gördükten sonra o işi ele alsak daha iyi olmaz mı?
– Hayır, Fahri, – Şimdi daha kararlı biçimde konuşmuştu Laroche, – Zorlandığım bir konuda seninle konuşmak istemiştim.
– Anladığıma göre harama (kadın evine) gitmek istemiyorsun.
– Sana güvenerek söylüyorum, gitmek istemiyorum!
– Anladım. O zaman daha uzaklara gitsek daha iyi olur, – Fahri bir faytonu durdurdu, – Atla, Laroche, – dedi ve faytoncuya seslendi: – Bizi “Peygamber”e, Cennet Restoran’a götür.
“Peygamber” restoranına girdiklerinde, Laroche, şaşırıp kaldı: Altın-gümüş parıltılar dört bir yandan yansıyordu; yer ve tavan aynalarından kendini görüyordun; pencerelerdeki sarı-kahverengi perdelerle yüksekçe sandalyelerin oturak yerleri yeşil-sarı renkte, birbiriyle uyumlu kadife kumaştandı; garsonların kıyafetleri şık ve birbirinin aynıydı; tabak ve çatal- bıçak takımları dersen son derece temiz ve zariftiler, iştahsız olsan bile seni yemeğe davet eder gibi kişinin yüzüne bakıyorlardı; dik duvarları kaplayan halılarla döşemeye serili ince halılar ve yolluklar, güzellikte birbirleriyle yarışıyorlardı. Restoranda birkaç kişi dışında müşteri yoktu, hiçbir ses ve gürültü de duyulmuyordu. Garsonlar ise ortalıkta yüzüyorlarmış gibi hizmete hazır geziniyorlardı.
– Burada yemek yemek çok pahalı olmalı… – demeden edemedi Laroche.
– Ne kadar pahalı olursa olsun, bizden daha değerli olamazlar, – Fahri, konuğun sözüne aldırmadan yanıt verdi, yemek söylediler, ilk yemeği yedikten sonra, kontun söylediğini konuğa yeniden anımsattı: – Şimdi Laroche, seni dinliyorum.
– Kont Charles de Ferriole’nin ısrar ettiği ve beni sıkıştırdığı şeyi istemediğimi herhalde anlamış olmalısın, Fahri, uzatmayacağım. Kadın evine, harama gitmesek bile, benim için, gittik diye söyle konta. Kadın-erkek ilişkileri, yasak ilişkiler her yerde aynı. O konuda Paris’te yapmadığım bir şeyi İstanbul’da da yapamam, bana gücenme
– Niye güceneyim, herkes bu tehlikeli dünyada kendisini korumaya çalışıyor, – Fahri bir öksürdü, sonra konuşmasını sürdürdü: – Ama ben o işi o yerde yapmayı başaramadım…Birbirimize güven duyacaksak ve bana güveniyorsan sana açılayım: Ferriole ailesi, Marie-Angélique ve kız kardeşi Claudine ve Charles de Ferriole konusunu hiç konuşmadık, onların uygunsuz davranışlarını bildiğin halde, nasıl oluyor da onlarla birlikte yaşayabiliyorsun?
– Doğru, onların iç yüzünü benim bildiğim kadar kimse bilmiyor, – biraz ara verdi, sonra Laroche gülümseyerek konuştu, – doktor olmam ve aldığım iyi para nedeniyle onlarla birlikte yaşıyorum. Bunlar sorun değil, uzun zamandan beri ben onlara alışmış durumdayım. Şu an beni en fazla üzen şey Kont Charles de Ferriole’nin sağlık durumu. Bu nedenle buraya gelmiş bulunuyorum, – Laroche gerçeği gizleyemedi. – Fahri, sana hiçbir şey söylemedim, sen de bende hiçbir şey duymadın.
– Sen söylememiş olsan da, çoktan beri kontun bazı akıl sorunları olduğundan kuşkulanıyordum. – Fahri, bunun üzerine Laroche’a sordu: – Peki böyle biri Aissé’yi nasıl büyütebilir?
– Demek istediğini anladım. Bundan sonra ne olur bilemem, ama Charlotte-Elizabéth Aissé güvenilir ellerde. Jeanette-Nicole bile tek başına hepsine yeter, annesi gibi.
– O kadının yaptıklarını konttan birçok kez işittim, teşekkürü hak ediyor. Ama kadının o yaptıklarından kont pek memnun değil. Peki kontun hastalığının çaresi yok mu, iyileştiremez misin? – Fahri kendi sorununa da bir çare bulma umuduyla sordu.
– Kontun bugün söylediği şeyle yarın yapacağı şeyin farklı, çelişik olabileceğini ikimiz de biliyoruz ve gizliyoruz. Özlemiş gibi yaparak beni buraya çağırdı. Erken tanı konduğunda iyileşmeyecek hastalık sayısı çok az. Bu nedenle Charles de Ferriole’nin rahatsızlığı konusunda şimdilik kaygılanmaya gerek yok. Hazırladığım ilacı içmesi durumda yararlı olacağından kuşkum yok.
– Kont için böyle bir ilaç hazırlamış olmana gerçekten sevindim, – Fahri’nin soğumuş gözleri birden bire sımsıcak oldu, başkası için diyerek, öğrenmek istediği şeyi sordu: – Hasta birini tanıyorum, hastalığını nasıl açıklarım bilemiyorum, ona yardım edebilsen, iyileştirirsen, onun senin için yapmayacağı bir şey düşünülemez…
– Sözünü ettiğin kişi yatalak mı, ya da…
– Hayır, hayır, – Laroche’un sözünü kesti Fahri, – onun yatak sorunu yok. Görünüşü gayet yerli yerinde, ama kadın işinde başarısız…
Doktor Laroche durumu anladı, aslında bunu çoktandır hissediyordu, ama belli etmeden “sırrın sırrım” der gibi Fahri’nin gözlerinin içine baktı, kuşkulanmamış gibi bir tavırla konuştu:
– Nadir görülen-tedavisi bulunmamış hastalıkları iyileştiren hekimlerden biriyim. Adını söyler ve bana gösterirsen, o kişiye yardımcı olurum. Ama sana söyleyeyim, hekimden hiçbir şey saklı tutulmaz, gizlenmez. Her bir hastanın gizlisi, saklısı hekimle hastası arasında kalır.
– Öyle diyorsan, doktor, o kişi tam karşında.
– Durumunu fark ettim. Ama sormak istiyorum, ustura ile erkekliğin alınmış mı?
– Ne usturası?.. – İlkin Fahri soruyu algılayamadı, ardından anladı ve hemen yanıtladı: – Bir ustura ucu bile bana değmedi! İsam bana bir ilaç içirdi. O andan beridir erkeklik gücümü yitirdim…
– O ayrı bir konu. Yine bir soru: Bazen kadınları arzuladığın oluyor mu?
– Oluyor ama başladığı gibi hemen sönüyor.
– Öyleyse hastalığın iyileşmeyecek bir hastalık değil, Fahri, sana yardımcı olurum. Seni tedavi ederim diyorsam da, kesin konuşamam. Tedavi için Paris’e gelmen gerekiyor, seni o gibi konularda uzman bir hekime gösteririm.
– Bir tek bunu benim için yap da, Laroche…- diyerek Fahri ayağa fırlayınca restorandakilerin bakışlarına yol açtı, garsonlar da yerlerinde çakılıp kaldılar. – Hemen söyle, seninle birlikte yola koyulurum, her şeyimi sana veririm.
– Benimle birlikte Paris’e gelmene gerek yok. Charles de Ferriole, Charlotte-Elizabéth Aissé konusunda senden kuşkulanıyor. Bunu söylememem gerekirdi, ama bilmen iyi olur. Özgür bir kişi değil misin? Bir yolunu bulup Paris’e gel ve beni bul. Paris de İstanbul gibi, çok kişi gelir gider. En iyisi, eğer istersen, kont, Paris’e gitmek için hazırlanıyor, onunla birlikte gel.
– Hayır, onunla birlikte gelmem. Charlotte-Elisabéth Aissé ile beni buluşturamaz mısın?
– Bulunduğu okula götürürüm, ama seninle birlikte görünemem…
(Devamı gelecek)
Ayşet -20
HAPİ CEVDET YILDIZ·19 MART 2019 SALI3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi Roman; s.136-143)
VIII
Geçtiğimiz yıla, daha önceki yıla göre Ayşet, görünüşü, düşünüş biçimi, hal ve hareketleriyle, içine düştüğü Fransız toplumuna uyum sağlamış ve bambaşka bir görünüme dönüşmüştü. Çıktığı toplumu unutmuş olabilir miydi? Fransız yaşamı, içine daha fazla işlemiş ve kendi de o oluşumun içinde erimiş olabilir miydi ya da öyle bir görüntü veriyor muydu? Hayır, durmadan okuyordu. Fransız tarihi, yazarlar, sanatçılar, şarkıcılar ve sözlü ürünler üzerine kitapları seviyordu. Jeanette-Nicole’ün Çerkeslere ilişkin verdiklerini ise? Onları gözyaşları içinde okuyordu. Başlarda yaptığı gibi onları artık kız arkadaşlarına göstermiyor, onlardan da söz etmiyordu. Soracak olduklarında, “Benim içlerinden ayrıldığım Çerkesleri düşünecek yerde, siz kendi Fransız tarihinizi öğrenseniz daha iyi edersiniz” diye yanıt veriyordu. Ardından kendi kendine de söyleniyordu: “Benim bu durumumdan size ne, neyinize gerek?.. Anılarım bana yetiyor, içimi yakıyor… Sönmüş Adıge ateşimin başına sizi oturtmakla, sizden ne gibi bir yarar elde edebilirim? Bana ait olan, iyi ya da kötü şeyler bende kalsın, bunları kimseye veremem!..”
Jeanette-Nicole’e gelince? Ondan da kaçmaya başlamış mıyım? “Hayır, hayır, Fransa’daki sıcak, yakın çevrem sadece Jeanette-Nicole, Sophie, Pon de Vel ve Argental. Onlar olmasaydı çoktan kendimi yer, bitirirdim… Böyle diyorum ama doğru düşünüyor da değilim. Fransa göğü üzerimde, güneşi beni ısıtıyor, suyu beni yaşatıyor. Zavallı büyük annemin dediği gibi, Allah’ın sana yüklediği yüke katlanacaksın. Bağışla beni kutsal annemiz Meryem, soydaşlarımın Tha’sını (Allah’ını) unutamıyorum. Adıgeler de senin dünyanın ayrı bir topluluğu, onları da yaşat ve koru”.
Günün birinde Jeanette-Nicole aklına takılan bir şeyi Ayşet’e sordu:
– Aissé, bazen kız arkadaşlarından uzak duruyorsun gibi geliyor bana, yanılıyor muyum?
– Yanılmıyorsun, Jeanette-Nicole. Bana “Çerkessin, Çerkessin” diyenlerden uzak duruyorum.
– Niye, soyunun adının söylenmesini istemiyor musun?
– Ben kimseye, Jeanette-Nicole, “Fransızsın, Fransızsın” diye laf atıyor, takılıyor muyum, – Jeanette-Nicole, Ayşet’in bu yanıtına şaşırdı, duyduğu şey içini sızlattı. – Niye, bizi unutmuş olan Charles de Ferriole’ün istediği de bu değil mi, bana yaptığı uyarıyı unuttun mu? “Fransa’da yaşayan herkes Fransızdır” demişti…
– O zaman, Aissé, – Jeanette-Nicole içinden gelmese de gülümsedi, – bizi unutmuş olan kontun dediğini yapıyor olmuyor musun?
– Doğru söylüyorsun, beni kızı olarak kabul etti, ama Paris’e geldiğinde beni unuttuğunu, orta yerde bıraktığını söyleyeceğim, bağışlamayacağım onu. Fransa elçisi olmuşsa ne olmuş, çok mu önemli? Devlet işlerini yapsın, ama seni bekleyenleri-yakınlarını da unutma.
– Doğru, sana katılıyorum, – dedi Jeanette-Nicole, ardından başka bir konuya geçti: Başpiskopos Pierre Guérin de Tencin Paris’e geldi, yarın, Pazar günü bizi nereye götürecek, biliyor musun? Versay “Geyik Parkı”na, hep birlikte gideceğiz.
– Öyle ama, ya Claudine-Alexandrine bizi görürse? – Şu ana değin umursamaz durumda oturan küçük kız ansızın değişti ve tanınmayacak biçimde gözleri açıldı.
– Aissé, ne kadar da ürkek birisin? – Jeanette-Nicole sıcacık bir bakışla küçük kıza gülümsedi. – Pierre Guérin de Tencin bizi davet ettiği için hayır diyemedim. Paris büyük, ayrıca ne diye Claudine-Alexandrine yanımıza gelsin ki? Bizi sevmiyorsa, biz ne yapabiliriz, zorla kendimizi beğendirecek halimiz yok ya? Böyle şeylere kafanı takma. Bu sana getirdiğim kitabı okursan çok daha iyi yapmış olursun. Üç dört yüzyıl önce Mısır’ı yönetmiş olan Çerkes Memluk Sultanlarını anlatan bir kitap. Pıyperıs (Baybars), Barkuk, Kalavun, Kanşavğur (Kansu Gavri) ve daha başkalarını anlatıyor.
– O kişiler yine Mısır’ın sultanları mı oluyorlar? – Ayşet’in gözleri ateşten birer top gibi parladı.
– Hayır, yüzyıldan fazla bir süre Mısır’ı yönettiler, ardından Türkler Çerkes yönetimine son verdiler.
– Bu Türkler ne diye bize hep böyle yaparlar. Niçin bize bir yaşam hakkı olsun tanımazlar… – Ayşet bir iç çekti, gözlerinde Fahri canlandı, ama onu azarlamış olması farklı bir nedene dayanıyordu: – Charles de Ferriole Türkiye’de, onların dil ve geleneklerini öğreniyor. “Doğu, Doğu, ah Doğu, Doğu’yu siz anlayamazsınız” diyor, Çerkesleri ve beni mahvedenleri bir türlü aklına getirmek istemiyor. Ne diye Paris’e dönmez ki? “Paris, Paris, ah Paris” diye söylendiği günleri çoktan unutmuş.
Jeanette-Nicole kızın bu yakarışına karışmamıştı ama kendi kendine söylenmekten de geri kalmamıştı: “Aissé, dış görünüşü ile bir Fransız kızı gibi olmuş, ama kalbi hala Çerkes, onları unutmamış. Aissé, aslında öyle olman gerekiyor. Yoksa, köksüz-başsız biri olarak yeryüzünden silinip gideceksin…”
Yaz güneşinin sıcak ışınları penceresinden içeriye girip yanaklarında oynaşmaya başlayınca Ayşet uyandı. Güzel bir güne uyandığı için sevindi. Üç entarisinden hangisini giyip Versay’a gitseydi. Göğüs kısmı açık, bel kısmında ince bir kemer bulunan kısa kollu ve alaca entariyi mi, yoksa uzun kollu ve boynunu kapatan ipek entariyi mi giyse? Üçüncüsü, kısa kollu entarisi de ince beline iyi oturuyordu. Dün akşam Jeanette-Nicole ile elbise konusunu konuşmuşlardı. İkisi de gelecek olan Pierre Guérin de Tencin’in beğeneceği biçimde giyinmeye karar vermişlerdi.
“Pierre dini kıyafetiyle, rahip elbisesiyle gelecek olursa? – Aklına gelen bu soru Ayşet’i ürküttü, sonra da kendine geldi. – Gelirse görür, biz de ona göre giyiniriz. Manastır okulundaki entarim ütülenmiş halde askıda. Jeanette-Nicole’ün de rahibe elbisesi yok değil ya, birden çok elbisesi var. Jeanette-Nicole göğüs kısmı açık, kısa kollu elbisemi beğeniyor. Evet, ben de bugün o elbisemi giyeceğim…”
Pierre’in faytonu manastırın kapısına yanaştığında güneş hayli yükselmiş, ortalık ısınmıştı. Pierre kısa etekli beyaz bir ceket giymişti, faytondan indi, başı ve ceketi açıktı, siyah saçı ve siyah çizmeleri uyumluydu. Parmaklarındaki siyah boncuklar da diğerleriyle uyumluydu.
– Haydi, Aissé, – Sabırsızlıkla Pierre’i beklemekte olan küçük kıza Jeantte-Nicole gülümseyerek seslendi, – bak, yaz kıyafetlerini giymekle akıllılık ettik.
Uzun boyu ile ince belini gizlemeyen açık sarı entarisini giymiş olan Jeanette-Nicole’ün gerisinden, yeryüzünde kendisinden daha şanslı bir kız çocuğu bulunmuyor muş edasındaki Ayşet yürümekteydi. Evden çıkar çıkmaz kendilerini karşılayan Pierre’e koştu ve ona sarıldı. Faytona bindiklerinde de, Jeanette-Nicole’e karşı düşecek biçimde Pierre’in yanına oturdu, soru üstüne soru sormaya başladı:
– Pon de Vel, tatilde, Ablon’daki yazlık bahçemize gidecekti, gitti mi acaba?
– Marie-Angélique, onu, küçük kardeşi Argental’i ve Sophie’yi de alıp Ablon’a gitti.
– Çok mu oldu?
– Claudine’in dediğini göre geçen hafta gittiler. Seni de bekliyorlar.
– Tatile girmemiz için sadece bir hafta kaldı. Öyle değil mi, Jeanette-Nicole?
– Tatili izleyen gün seni Ablon’a (*) göndereceğim, orası bambaşka bir güzellikte, huzur dolu, sakin bir yer, umarım sevdiklerinle birlikte güzel bir yaz geçirirsin.
– Sen de yanımızda olsaydın, iyi olurdu… – Ayşet iç çekti.
– İyi olurdu tabii, ama Aissé benim okulda bir sürü işim var, – Jeanette-Nicole gizlice Pierre’e baktı, küçük kızın kalbini kırmadı.
– Durum öyleyse, Jeanette-Nicole, yaz dinlencesi süresince seni özleyeceğim, okulumu, kız arkadaşlarımı da özleyeceğim, – düşük bir ses tonuyla söyledi bunları Ayşet, ardından bir iç çekti ve beklenmedik biçimde bir soru sordu: – Laroche hala İstanbul’da mı?
– İstanbul’da olabilir, kendisine ilişkin bir şey duymadım.
– Claudine-Alexandrine?
– Paris’te bulunduğum üç gün içinde sadece bir kez gördüm.
– Claudine’i uzun bir süreden beri görmedim, geçtiğimiz ayın başlarında yanıma bir kez gelmişti. Ona dargın değilim, görmek istiyorum. En çok da Augustin-Antoine’ı özledim.
– Bir süre önce Dauphine iline gitmiştim, orada Augustin-Antoine’ı gördüm, seni sordu, senden övgüyle söz etti. O da Ablon’a gitmek ve orada dinlenmek istiyor.
– Beni unutmadığı için ona teşekkür ederim… – Ayşet, söyleyemediği şeyi Jeanette-Nicole’a hissettirerek, daha duyulur biçimde bir iç çekti.
Jeanette-Nicole, Ayşet’in aile bireylerini özlemle sorması, onlara karşı duyduğu sıcak duyguları şaşkınlıkla karşılıyor, belli etmeden küçük kıza bakıyor, içten içe üzülüyordu. Ayşet’in küçücük kalbinde olup biteni ise Ayşet’ten başkası bilmiyordu: “Üzüntü içindeydi, Charles de Ferriole’a kızıyordu ama onu özlüyor, niçin gelmediğini merak ediyordu. O kadar süre içinde sadece üç ya da dört kez yazmıştı. Mektuplarında “boy ve endam yönünden büyüyüp büyümediğini” merak ediyor ama okulunu ve sorunlarını sormuyordu. Son mektubunda yazdıkları kuşkulanmasına neden olmuştu. “Yola çıkacak durumdaysan, buna hazırsan, birilerini gönderip seni İstanbul’a aldırayım” diye yazmıştı. Mektubu gösterdiğimde Marie-Angélique ve Sophie de bunu kabul etmemiş, kızmışlardı. Claudine-Alexandrine ise gülümsemiş, ama sesini çıkarmamıştı. “İstanbul’dan Paris’e altın kaplama yol döşeseler bile Aissé’yi yola çıkarmam. Kendisi gelse bile gözlerimi bir an olsun kızın üzerinden ayırmam!…”
– Gittiğimiz yere niçin “Geyik Parkı” diyorlar? – diye Aissé sorunca, Jeanette-Nicole kaygılı düşüncelerinden sıyrıldı.
– Eskiden orada geyiklerin yaşadığı bir orman vardı, o nedenle oraya “Geyik Parkı” diyorlar, – diye Pierre yanıt verdi, – İşte, orada döndürülen koca çarkı, büyük tekerleği görüyorsun, korkmayacaksan bineriz.
– Ne kadar da ilginç bir şey, Piyer, ona binenler korkmuyorsa, ben ne diye korkayım ki? Sen de bizimle biner misin, Jeanette-Nicole?
– O kadar yüksek bir şeye, dönme dolaba ikinizi yalnız bindirmeyi benden bekliyor musun, Aissé? – Küçük kızı sevindirip başka bir konuya geçti: – Güneş kralımızın su değirmeni de parkta.
– Ne öğütüyor ki? – Ayşet bu duyduğuna şaşırdı.
– Bozulmuş, çalışmıyor… – Diye şimdiye değin konuşmayan sürücü Jacques mırıldandı.
– Hayır, hayır, çalışıyor, – Başpiskopos Pierre Guérin de Tencin yumuşak bir sesle araba sürücüsüne yanıt verdi, – haftada bir iki gün çalışıyor. Birinin yaptığı iyiliği, bağışı unutmamak gerekir. Tanrı iyiliği unutmaz, görür, – sözlerini daha yumuşak bir ses tonuyla bağladı.
Arabayı gönderip parka tam girecekleri bir sırada, önden ve arkadan iki atlı muhafız eşliğinde giden dört at koşulu bir landon (büyük fayton) durdu, içinden Claudine-Alexandrine indi ve seslendi:
– Pierre, Aissé ve Jeanette- Nicole, sizi gördüğüm için durdum, – dedi, şarap kokuyordu, lüks landondan inmeyen yanındaki kişiye de seslendi: – Kardinal, Dubois, niye hala arabadasın, gel de merak ettiğin Charlotte-Elizabéth Aissé’yi sana göstereyim. – Utanmış-istemiyormuş bir tavırla kardinal, landondan indi, ileri yaşta esmer bir adamdı, Claudine-Alexandrine, adamı oradakilerle tanıştırdı: – Bunu tanıyorsun, Pierre Guérin de Tencin. Bu da Fransa Büyükelçisi Charles de Ferriole’nin Türkiye’den bize getirdiği evlatlığımız Charlotte-Elizabéth Aissé. Diğeri de Jeanette- Nicole, Saint Cloud Manastırı müdiresi (eŝhatêt). Sizi tanıştırdığım kişiye gelince Fransa Kardinali, Başbakan Dubois.
– Bizi tanıştırmış olmana sevindim, – dedi, Ayşet ile Jeanette- Nicole’ü başıyla selamladı, kendi takmış gibi küçük kıza adını söyleyerek sordu, – Charlotte-Elizabéth Aissé, eğitim- öğretim durumun nasıl? Fransızcayı öğrenmede zorluk çekiyor musun?
– Okumam iyi, Fransızcam da fena sayılmaz, monsenyör, – Ayşet kestirmeden kardinale yanıt verdi.
– Durum öyleyse iyi, sevindim. Kont Charles de Ferriole’den memnun olduğumu ilk gördüğümde kendisine söyleyeceğim, siz de söyleyin. Bizim acele bir yere varmamız gerekiyor, – dedi ve ayrıldılar.
Kardinalin landonu uzaklaşır uzaklaşmaz Ayşet ağzını açtı:
– Claudine-Alexandrine ile karşılaşacağımızı size söylememiş miydim!
– Söylemiştin, ama böyle bir karşılaşmayı beklemiyordum, – Claudine-Alexandrine’den yayılan şarap kokusunu yok sayarak Ayşet, Jeanette- Nicole ile şakalaştı, kimseyle karşılaşmamışlar gibi parka girdiler.
Kralın “Geyik Parkı” yılın her mevsiminde güzel ve ilginç bir yer. Bugün yaz mevsiminin ilk günüydü, sıcak bir hava vardı, her taraftan kalabalık insan uğultu ve sesleri geliyordu: Kız ve erkek çocuklar çimenlere dağılmış oynuyorlar, salıncaklara biniyor, yüksekçe olmayan yuvarlak ağaç köprüler üzerinde yürüyor, kaydıraklardan aşağı kayıyor, kelebeklerin peşinde koşuyorlardı. Gölgeli yerlerdeki banklarda oturan ana ve babalar da çocuklarını gözlüyorlardı. Bazıları su içiyor, tatlı şeyler yiyordu.
İki grup insanın nöbetleşe çevirdiği büyük çark, tek seferde bekleyenlerin bir çoğunu içine alıyordu, yine de bekleyenlerin ardı arkası kesilmiyordu.
– Bütün gün beklesek bile, sıra bize gelmez, – diyerek Ayşet, başını Jeanette-Nicole’ün omuzuna yasladı.
– Bıktıysan binmeyiz, – diyerek Jeanette-Nicole küçük kızı kendine çekti.
– Paris’i yukarıdan göreceksem akşama değin beklerim, – Ayşet kendi kendine söylendi. – Önümüzdeki grup biner, onların arkasındaki grup da binerse sıra bize gelir. Değil mi, Pierre?
– Evet, fazla beklememiz gerekmeyecek.
Yüksek çark, dönme dolap iki kez döndürüldükten sonra, sıra, Ayşet’in tahmin ettiği gibi kendilerine geldi. Geniş çapraz derilerle üçü de kayığa bağlandılar, ikisinin arasında oturan küçük kız, yükseklere çıkartılacaklarını umursamaz bir tavırla sordu:
– Korkuyor musun, Jeanette-Nicole?
– Bilemiyorum…
– Korkma, yukarı bak, aşağıya bakma. Pierre, Paris’in üstüne çıkıyoruz!.. Ne kadar da güzel!.. Yeryüzünü seyrediyorum!.. Her yönden Paris’i görüyorum!..- Ayşet sessizce Jeanette-Nicole’e fısıldadı: – Çerkeslerin ülkesi hangi tarafta?..
– Çerkeslerin güneşin doğduğu tarafta yaşadıkları söylenir.
– Öyleyse şu tarafta yaşıyor olmalılar… – Düşük bir sesle söylendi, ardından sesini yükseltti ve konuyu değiştirdi: – Peki Ablon, gideceğim Ablon hangi tarafta?!
– İşte, tam önünde görünüyor, – Pierre eliyle Ablon’un bulunduğu yeri gösterdi.
– Pon de Vel, Argental, Sophie, duyuyor musunuz beni?! – diyerek herkesi kendine baktıracak biçimde haykırdı. – Size seslenen benim, Charlotte-Elizabéth Aissé!..
(*) – Ablon – Paris’in banliyölerinden biri – ç.n.
(Devamı gelecek)
Ayşet – 21
HAPİ CEVDET YILDIZ·10 NİSAN 2019 ÇARŞAMBA4 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 144 – 153)
IX
” Sır, sır olarak kaldığında onun tutsağı olursun, sırrı saklayamazsan onun eski tutsağı olursun” (Ŝefır vevŝefıfe – vıriğer, femıvŝefme – vıriğerıĵ) atasözü Fahri’nin başına geldi. Bugün yarın derken, Fahri’nin Paris yolculuğu altı ay gecikti. Dayanamayınca Charles de Ferriole’e koştu:
– Yaz mevsimini geçirdik, sonbahar da geçiyor, ne zaman Paris’e gideceğiz?
– Paris’e gideceğiz demiş miydim sana ben?.. – Konuyu hiç görüşmemişler gibi bir tavır takındı Charles de Ferriole, ardından hiçbir şey olmamış gibi durumu düzeltti: – Evet, evet, gideceğiz demiştik… – Bir süre sonra gözleri fır dönerek sordu: – Yahu, Fahri, ne diye acele ediyorsun, acele etmen için Paris’te bıraktığın biri mi var? Charlotte-Elizabéth Aissé diyorsan, yanlış yaparsın. O, çoktan beri seni de, beni de, Çerkesleri de unutmuş biri…
Kontun kendisine yönelik soğuk davranışını ve taş gibi ağır sözlerini kaldıramayan Fahri, dayanamadı ve Charles de Ferriole’nin sözünü kesti:
– Bir şey demeyim diye sabrettim ama, yetmedi mi benimle böyle konuşman! – Fahri ayağa kalktı. – Ben, yemin vermeden Paris’e niçin gitmek istediğimi sana duyurmaya, sezdirmeye çalıştım, sense benimle dalga geçiyor ve beni üzüyorsun.
– Hele, hele, bir dur, sadece şaka yaptım, seni üzecek ne gibi bir nedenim, garezim olabilir! – Kont sevecen bir tavırla konuğuna baktı, – Biliyorsun, görüyorsun Fransa’nın devlet işlerinin bana nefes almaya fırsat bırakmadığını. Sorumsuz, serbest biri olduğumu mu sanıyorsun? Kralımız ile onun başbakanı Dubois’den izin gelmediği sürece Paris’e gitmeme olanak yok, ölüyor, özlüyorum, ama durum bu… Ayakta kalma, hele bir otur, – konuşmasını Türkçe sürdürdü, – Kalbimi kırma, sen de kendini yiyip bitirme. Bugün yarın derken seni umutlandırmış olduğumu unutmuşum, böylesini unutkanlıklar bu yıl başıma gelmeye başladı, benim de başka bir konuda kendime baktırmam gerekiyor. Bu nedenle yaptığım hatalar nedeniyle senden özür dilerim, – diyerek Fransız Büyükelçi Fahri’ye karşı iki yüzlü bir tutum takındı.
– Öyle diyorsan, muallim, sözümü geri alıyorum, – Fahri’nin öfkeli halinde yumuşama oldu, – Ama Paris yolculuğunu uzatmasak iyi ederiz, gecikiyoruz.
– Bu kez de, bağışla beni Fahri, yine seninle gitmeyebilirim. Bensiz Paris’e gidebileceksen vakit henüz geçmiş değil, ama kış gelirse deniz dalgaları ile karşılaşacağını unutma. Laroche sana bir şeyler söylemişse sözünü yerine getirir. Ama yine uyarıyorum, – Kontun soğuk gözleri parıldadı, – rica etmiyorum, men ediyorum: Charlotte-Elzabéth Aissé’yi görmek bir yana, uzaktan bakmanı bile bağışlamam. Hayır, hayır, Fahri, sana güvenmediğim için değil, bu yerlerden giden küçük kızımın kafasının karışmasını istemiyorum. Çerkes olduğunu unutturmamak için Jeanette-Nicole’nin ona gereksiz şeyler söylediğini, öğrettiğini duydum, bu nedenle ona yazdım ve onu uyardım.
“Laroche bana söylediğini gerçekleştirsin, – Fahri içinden gülümsedi, – senin kuşkulandığın şeyler umurumda değil. Ama ne desen, ne yapsan bile, Paris’e gitmişken Aissé’yi görmeden dönmem. En iyisi, İsam’ın bana yaptığını Paris’e gitmeden önce ben de ona yapabilseydim, öcümü almış olurdum. Herkes önce kendini düşünür, ama ben senin gibi sadece kendi çıkarını düşünen biri olmayı istemem. Yoksa Allah beni bağışlamaz, adil kulları da beni dışlarlar”.
– Anlıyorum, muallim, birbirimize güvenmezsek böylesine açık seçik konuşmazdık, – dedi Fahri, ama içindeki ile söylediği çelişiyordu.
– Doğru, doğru, birbirimize güven duyuyoruz, – Charles de Ferriole gülümsedi, iki yüzlü, yapmacık tavrını gizliyordu ama üzerinden atmıyordu, – kendi iktidarsızlığını Laroche’a söyledin ama bana söylemedin.
Fahri acayip gülümsedi.
– Ne oldu, sana doğru olmayan bir şey söylemişim de onun için mi gülümsüyorsun?
– Hayır, muallim, hekim olmadığın için sana söylemedim, – Fahri kendisini azarlayan bu kişiye kendi de gülümsedi, ardından içten konuştu:
– Durumumu anımsıyorsan hiç konuşmamış değiliz. Böylesine olumsuz şeylerden pek söz edilmediği için, üzerinde durmamıştık.
– Onu anımsıyorum. Haremlerdeki erkeklere yapılan şey sana da yapılmıştır diyor, bunu sana yapanlara içimden kızıyordum, duyduğum şey gerçekten şaşırtıcı. Sırrını Laroche’a açacak yerde bana çıtlatsaydın daha iyi olurdu. Erkeğin iktidarsızlığı sorununu gideremeyen çok sayıda doktor var. Laroche da bunu bana söylemedi… Onu kınamıyorum, bir hekim öyle yapmalı, öyle olmasaydı, güvenmez ve aile hekimi yapmazdık onu. – Charles de Ferriole kısa bir duraklama yaptı, şaka yapıyormuş gibi Fahri’ye sordu: – Benimle ilişkili bir şey söylemedi mi sana o sahtekar düzenbaz?.. Sana söyleyecek ne bilir ki, o sadece kadın hastalıklarından anlar, erkek hastalığından anlamaz. Paris’e gitmekte kararlıysan seni iyi bir hekime göndereyim. Evet, evet, senin gibiler için zor bulunur biri. Ama baştan söyleyeyim: Cebin dolu değilse, yüzüne bile bakmaz. – Kont eline beyaz bir kağıt aldı ve üzerine bir şeyler yazdı, sonra Fahri’ye uzattı: – Burada gideceğin cadde, ev ve doktorun adı yazılı. Başından geçeni anlat, işini olmuş bil. Benim için de bir ilaç göndermesini yazdım, unutma. Al bunu da, – bir tomar parayı masaya koyup uzattı.
– Getireceğim ilacın bu kadar tutar mı?.. – Fahri gördüğü şeye şaşırmıştı.
– Al, artanı da işin için sana bir yardımım olsun.
– Beni düşkün biri mi sandın, muallim.
– Sana yardımcı olayım dedim sadece, yoksulsun demedim.
– Çulsuz biri olarak İstanbul’da oturuyor değilim, paranı geri al, istediğin ilacın ve daha başkalarının giderini karşılayacak durumdayım sanırım.
– Öyleyse, dediğin gibi olsun, bizi getir-götür işine sokmuş olmuyor musun?
– O konuda bir şey diyemem, ama dediğin gibi, öyle bir dünyada yaşıyoruz.
– Ne yapalım dünya düzeni böyle, – Charles de Ferriole geri çevrilen parayı masasının köşesine itti. – İyi yolculuklar, Fahri. Tanrının isteğini yerine getirmesi için dua edeceğim, – diyerek şakalaştı: – İyileştiğinde, iyileşeceğine inanıyorum, güzel bir Fransız kadını ile ilk denemeni yapmadan Paristen dönersen, seni İstanbul’a sokmayacağımı da bil.
Fahri uzun süredir Paris’e gitmek üzere hazırlıklıydı, ertesi sabah Orhan’la birlikte limana gitti. İstemediği gemiden başka bir hafta boyunca Fransa’ya gidecek gemi olmadığı için Süleyman’ın gemisine binmek durumunda kaldı. Ayrıca acelen varsa, değil Süleyman’ın gemisi, en azılı düşmanının gemisini bile kaçırmak istemezsin. Niçin Süleyman’a karşı olsun ki, gemisinden İsam’ın çıktığı görülmüşse ne olmuş ki? İsam ister dostu, ister can arkadaşı olsun, biraz para verdin mi, Süleyman, sorduğun şeye karşılık verir.
– Nereden çıktınız bu özlediklerim! – Süleyman, Fahri ve Orhan’ı görünce oradakilerin dikkatlerini çekecek biçimde haykırdı. – Geçen yıl mı, daha önceki yıl mıydı, bana kırılmış olarak ayrılmıştınız yanımdan, ama anlaşılan birbirimizi özlemişiz. Bu yanındaki Orhan değil mi, gerçekten yaman bir delikanlı olmuş!.. Orhan konusunda, Fahri, beni kazıkladın, bana attığın bu kazığı her anımsayışımda kendimi aldanmış hissediyorum.
– İyi bir şey yapmadığın için kendini sorumlu görmen normal, Sü, ama ben ne diye sorumlu olacakmışım ki?
– Niye o olayı unutmadın, Fahri! – Süleyman yöneltilen dokundurmayı başından atıp kendi kısa adına dönüş yaptı: – Marsilyalı kızların bana “Sü” dediklerini unutmamışsın. Marsilya’ya mı Korsika’ya mı gidiyorsunuz? Yoksa başka bir yere mi?
– Ben Paris’e gidiyorum, Orhan beni yolcu etmeye geldi.
– İstersen, Orhan, seni Marsilya’ya götürüp getiririm, – Süleyman ciddi mi şaka mı anlaşılmayacak biçimde, bir zamanlar sana yaptığımızı bağışla der gibi konuşup Orhan’a gülümsedi.
– Beni ayağınla dürttüğünü, denize atmalarını söylediğini unutturmak istiyor olmalısın? – Süleyman Orhan’dan beklemediği bir yanıt almıştı. – O önerdiğin şey, senin için de benim için de çok hafif kalır.
– Fahri, bunun bana dediğini duydun değil mi!.. – Süleyman işi şakaya vurdurdu, biraz da kendini kınıyor gibi yaparak konuştu: – Hey gidi Allah’ım, yaptığım iyi olmayan davranışlarımın yol açtığı sonuç bu. O gün bu çocuk için yaptığım yanlışı bir daha kimse için yapmam. Anımsıyor olmalısınız, eli kıllı adamla arkadaşını geçen yıldan beri yanımda çalıştırmıyorum, onların edepsizliği ile benim kusurumu artık unutalım. Böyle bir üzücü durum yaşadık, Tanrıya şükür, üçümüz de sağ ve salimiz.
– İstanbul’da öğle namazı kılınırken gemi İstanbul Boğazını terk etti, güneş batımına doğru Çanakkale Boğazını da geçip Ege Denizi’ne ulaştı.
Uzun bir yolculuğa çıkan Fahri öğle ve ikindi namazlarını kıldı. Allah’ın huzurunda el bağlayıp istediği şeyi elde etmek için dua ettikten sonra, başka bir gözle ortalığa baktı: Deniz çarşaf gibi, dalgasız, gemi süzülerek ilerliyor, gökyüzü yükseklerde, güneş de yavaş yavaş iniyor, batmaya hazırlanıyor. Fahri geminin kenarında ayakta. Denizin yavaş yavaş, hafifçe dalgalanışı gibi Fahri’nin düşünceleri de akıp gidiyor. Gemiye ilişkin aklında uçuşan şeyler Süleyman ve İsam’a ilişkin. Batıya doğru uçuşan düşünceleri ise Paris’teki Ferriole ailesine yönelik. Diğerleri İstanbul yönünde koşuşuyorlar. Adıge memleketine ilişkin düşüncelerine gelince? Fahri’ye yıkım da deniz ötesinden, o yerden gelmişti.
Bu konuda kim suçluydu, kendisi mi, Adıgeler mi suçluydu? Gidelim diyenler olur, ama işin olmayan yere ne diye gidersin? Memluk olduğu dönemde imrenerek Adıgeceyi öğrenmişti, ama Adıge toprağında bunun zararını görmüştü. Yıllarca arkadaş diye bağrına bastığı İsam’ın kendisine atacağı kazığı nereden bilsindi ki. Kazık da erkek çekişmesinden değil, kız yüzünden çıkmıştı.
– Bakıyorum da, Fahri, batan güneşin kalbime hüzün verişi gibi, sen de hüzünleniyor olmalısın.
– Sen misin, Süleyman? – rahatsızlık vermesinden hoşlanmamış olsa da Fahri belli etmedi. – Bütün gün düşündüğün şey batıda olursa, öyle olabilirsin. Yoruldum, gidip ayaklarımı biraz uzatayım.
– Dur, Fahri, seninle işim var. Aradığın İsam’ın senden kaçtığını duydum.
– Duyduysan ne olmuş? – Fahri isteksiz biçimde geri döndü.
– Ne mi olmuş? – Ciddi biçimde Fahri’ye baktı ve gülümsedi. – İsam’ı buldun bil, ama bir bedeli olur, o iş parasız olmaz.
– Aranızdan ne geçti, ne oldu ki? – Birkaç ay önce Orhan’ın yaralanmış olmasını anımsadı, Fahri kendisini tutamadı ve sorduğu sorunun yanıtını beklemeden Süleyman’a konuştu: – Fazla para istemeyeceksen, söyleyeceğin bedele ben de eklemede bulunurum, ama Fransa’dan döndükten sonra.
– Aramızdaki pazarlıktan çok, – Süleyman ağzındaki boş lüleyi çıkardı, – para verecek olmana memnun oldum. Ben alacağım parayı düşünüyorum, bunu hayır için yapacağımı sanma. Anlaşmamız durumunda her zaman için ben hazır olurum.
Kırk yedi yılı geride bırakmış yaşamı boyunca Fahri, iyi ya da kötü çok sayıda değişik iş yapmıştı, ama şimdiki gibi istediği bir işin böylesine hızlı ve kolay eline geçeceği bir durumla karşılaşmamıştı. Paris’e varıp otele yerleştiği gün aradığı hekimi buldu. Kendisini Charles de Ferriole’nin gönderdiğini söyleyip elindeki yazıyı verdiğinde hekimin karşılayışının daha dostane olduğunu gördü, başından geçeni anlattıktan sonra, konuşma sırası karşısındaki güler yüzlü sarışın hekime geldi:
– İyi Fransızca bilen bir Türk’le ilk kez karşılaşmış bulunuyorum, ama seni sevindirmek istemem o nedenle değil: Seni üç gün içinde iyileştireceğim. Bu güvenim, içtiğin içkinin seni iktidarsız yapacak güçte olmaması nedeniyle. Sana hazırladığım bu karma ilacı aç karnına günde üç kez içeceksin, bugün ve yarın içeceksin. Yararını görüp görmediğini dördüncü gün gelip bana söyleyeceksin.
İlk gün ilaçtan içtiğinde Fahri’nin içinde bazı kıpırtılar oluştu, ikinci gün kadınlara ilgi duymaya, bakmaya, ardından kadınlara takılmaya başladı, dördüncü günü beklemeden hemen doktorun yanına koştu.
– Ne oldu saygıdeğer dostum, – kendisi iyileşmiş gibi hekim, gülerek Fahri’yi karşıladı, – kadın gördükçe kendini tutamıyor musun yoksa? Seni kutlarım, ama emin olmadığım bir durumu daha sana söyleyeyim: Çocuğun olacağına garanti veremem, onu kimse bilemez… Bu bir Tanrı işi, benim işim değil. Bu karma ilaç sana bir ay yeter.
– Ya ilaç biterse?.. – Fahri önüne çıkan fırsatın kaçmasından kaygılandı.
– Bittiğinde, gerek duymayacaksın. İlacı artık her gün içmeyeceksin, haftada bir kez içeceksin. Bu da kont için hazırladığım ilaç.
– Bu da benim ilacım gibi bir şey mi?.. – “Fahri kadın düşkünü kontun başına bu da mı gelmiş, bilemiyorum…” düşüncesiyle sordu.
– Hayır, – dedi doktor gülümseyerek, – kont bunu nasıl kullanacağını biliyor. Hele bir dur, fazla sevindim diye önüme fazla para koyma. Gençlik arkadaşım Charles de Ferriole’nin hatırı için senden yarı ücret alacağım. İyileştiğinden emin olman için, istiyorsan, akşama yanına alımlı bir kadın yollayayım.
– Hayır, doktor! – Fahri beklemediği bu öneriyi kabul etmedi. – Bugünkü sevincimi kimsyle paylaşmak istemiyorum.
– Öyleyse iyi yolculuklar diyeyim, bütün işlerin başarılı olacak. Fransa Büyükelçisine selamı ilet, kendisini özlediğimizi de söyle.
Fahri’den daha mutlu bir kişi yoktu bugün için yeryüzünde! Dünya aydınlığını başka bir gözle görüyordu artık, gökyüzü yüksek, güneş de sıcacıktı. İnsanlara gülümsüyor, kendisine de gülümsüyorlardı. Yabancı bir kentte değildi sanki, duyduğu dil de yabancı bir dil değildi, yabancı bir ülkede de değildi. Berrak gözleri dünyaya sığmıyor gibiydi: “Fazla mı seviniyorum, bilemiyorum… – diyerek kendisini kınadı, eleştirdi – O benim gördüğüm doktor dolandırıcının biri olamaz, sevincimi benimle paylaştı. Gereksiz yanına gitmiş değilim ya? Önümde bütün bir gün var. Laroche’u görmesem de olur, kendi de pek istekli değildi. Ama Aissé’yi görmeden dönebilir miyim?.. Fransızca bildiğime göre, ben kendim Saint-Cloud’yu bulamaz mıyım?..”
Fahri, manastır bahçesinde Ayşet’i kız arkadaşları ile birlikte oynadığını gördü. Ayşet, dört yıl önce esir pazarında satın aldıkları kız çocuğu olduğunu, ince uzun boylu görünümüyle, yaşıtı kız çocukları içinden hemen seçti ve Adıgece çağırdı:
– Ayşet!
Adıgece Ayşet denildiğini duyunca, Ayşet, arkadaşlarına fark ettirmeden başını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı, tanıyınca, koşmuyormuş-koşuyormuş gibi Fahri’ye doğru geldi, gördüğü şeye şaşırmış gibi Adıgece sordu:
– Fahri beni nasıl bulabildin?
– İşim gereği Paris’e gelmişken seni görmeden dönmek istemedim.
– Charles nerede, yanında değil mi?
– O elçilik işlerinden ayrılamıyor.
O sırada Jeanette-Nicole geldi, alçak bir sesle Aissé’ye sordu:
– Bu konuştuğun kişi kim?
– Bu Fahri, Jeanette-Nicole, Fransa’ya getirildiğimde Charles de Ferriole’nin tercümanıydı. Çerkesçe ile Fransızcayı iyi biliyor. Bir ara sana sözünü etmiştim, iyi biri, boşuna kalbini kırmıştım. O konuda pişmanlık duyduğumu Charles de Ferriole sana söylemedi mi Fahri?
– Söyledi, Ayşet, – Fahri Adıgece konuşmasını Ayşet gibi Fransızcaya çevirmedi, – teşekkür ederim beni tanıdığın için, dedi Çerkesçe olarak. – Doğrusunu sorarsan, küçük küçük kız kardeşim, temiz Fransızca konuşuyor olmana sevindim.
– Bunda şaşıracak şey yok, – Ayşet Fransızca konuşmayı sürdürüyordu, – içine düştüğün toplumun dilini ve özelliklerini öğrenmezsen aralarında barınamazsın.
– Aissé, ne diye seni ziyarete gelen ve seni özleyen biriyle Çerkesçe konuşmuyorsun? – Jeanette-Nicole alçak bir sesle Ayşet’i uyardı. – Benim için sorun değil, konuş onunla kendi dilinde. Böyle bir fırsatı bir daha ne zaman ve nerede bulabilirsin ki?
Jenette-Nicole’nin son sorusu Ayşet’in kalbini kıpırdatmış olsa da, kendini tuttu ve Adıgece olarak Fahri’ye sordu:
– Ne zaman yola çıkacaksın?
– Seni görmedışında bir işim kalmadı burada. Hemen şimdi bizim tarafa gitmek üzere yola çıkacağım, – “Bizim tarafa” sözünü bastırarak söylemiş olmasının ne anlama geldiğini Ayşet kavramıştı, ama içindeki kıpırdanmaları belli etmedi.
– İyi yolculuklar, Fahri… – Ayşet’in sesi titreşti, içi fenalaştı ve sözüne eklemede bulundu: – Adıgeliğim konusunda bir şey diyemem ama Adıgecemi burada sonlandırıyorum… – Charlotte-Elizabéth Aissé adlı Ayşet sendeledi ve başını Jeanette-Nicole’nin göğsüne dayadı.
Daha fazlasını görmeyi kaldıramayan Fahri hemen başını çevirip yitirdiği Adıgelik için üzülen Ayşet’in ve yabancı bir diyarda onun tek koruyucusu olan Jeanette-Nicole’nin yanından ayrıldı.
(Devamı gelecek)
Ayşet – 22
HAPİ CEVDET YILDIZ·5 EYLÜL 2019 PERŞEMBE·15 DAKİKA5 Okuma
İshak Maşbaş (s.153- 163)
(Tarihi roman)
X
Paris’i çevreleyen küçük kasaba ve köylerden biri de Ablon’dur, Paris’ten uzakta sayılmaz, faytonla bir saatte varılabilir. Yüksek olmayan sırtlar arasına dağılmış, birbirinden uzaklaşan vadilere yerleşmiş bir belde, ağır ağır akan dereciklerin her iki yakasında ve tümseklerde değişik görünümlü güzel evler, villalar sıralanıyor, bu evleri çevreleyen, budanarak biçim verilmiş korular ve meyve bahçeleri de birbirini izliyor. Havası, yaz ve kış, ilk ve son bahar yumuşak, iç açıcı.
Ferriole’lerin korusu ve bahçesi dere sırtındaki düzlükte yayılmış uzanıyor, sanatsal biçimde düzenlenmiş dört patika yol iki katlı evleri önünde birleşiyor, evin kenarından yavaş yavaş yükselen bayırda gözden kayboluyordu. Ağaçların dışında kalmış olması nedeniyle, ev ve bahçe sürekli güneş alıyordu. Değişik renklerde boyanmış sandalyeler, şezlonglar güneş gören ve gölgelik yerlere yerleştirilmişti. Ön bahçeye bakan pencereden çocuk bahçesi de izlenebiliyordu.
Yaz sıcağı henüz bastırmamıştı, bahçe ormanından, ön bahçe ağaçları ile yakın-uzak yerlerden kuş sesleri yankılanıyordu. Bülbül sesleri diğer sesleri bastırıyordu. Kuşlar gün ışığı ile birlikte uyanıyor, güneş doğumunda ise seslerini daha da artırıyor, gün batımı susuyorlardı. Ama hepsi susmuyor, tek tük ötüş sesleri öteden beriden duyulabiliyordu.
Sadece bülbülleri değil, diğer kuşları dinlemeyi de seviyordu Ayşet. Sabah erkenden uyanan kuşları değil, güneşin doğmasından sonra karşılıklı koro halinde öten kuşları da seviyordu. İşte o sırada Ayşet uyanır, penceresini açardı. Kuşların bu karşılıklı şarkılarını ne denli seviyor olsa da, gün boyu bıkmadan usanmadan dinlediği ses küçücük bülbülün sesiydi. Sevimli bülbül şarkıları dışında, bazen üzüntü ve kaygı yansıtan baykuş sesini dinleyecek anları da bekliyordu. Ama hemen değil, kuşların ötmekten bıkmaları ve akşam çayı sonrasında dinlerdi baykuş sesini.
Bir yönden sevinç, diğer yönden üzüntü. Niye öyle oluyor ki? Bunun anlamını içinde duysa bile yanıtını veremiyordu. Kuşların karşılıklı ötüşlerini, cıvıltılı seslerini değil de, niye yakın ve uzaktaki baykuş, kukumav sesini kendine daha yakın bulmaktaydı?
Açık pencere önünde bugün de içinden sayıyordu: “Bir, iki, üç, dört… on, on bir…on üç… ötsene artık, “on dört” desene… yarın ben on dört yaşımı doldurmuş olacağım. Augustin, Pierre ve Claudine bugün Ablon’a gelecekler. Unutmadıysa Janette-Nicole de geleceğim demişti. Gelir o! Dördü de aynı landonda (faytonda) gelselerdi ve onları öyle beraber görse ne iyi olurdu. Hayır, Pierre ve Janette-Nicole, Augustin ile Claudine ayrı arabalarla gelirlerse daha güzel olur, komşu kız ve oğlanlar imrenirlerdi. Öte yanda, bizim ülkemizde, baba annem ile komşu kızlar “taze soğan çıktığında kukumav kuşu öter” öter derlerdi… Acaba, baykuş ötüşlerinin azalmış olması taze soğan mevsimi geçtiği için olabilir mi..?
Ayşet başına gelen bu durum nedeniyle kendine takılmadan edemedi: “Sen on dört kez ötmemiş olsan bile, on dört yaşımı geride bırakmamı engelleyemezsin!”
– Aissé, güneş yükselmeden ırmağa gidelim, – Argetal’in elini tutmuş halde Pon de Vel pencereden seslendi.
– Bir başınıza suya gitmeyin, hemen geliyorum, – diyerek Ayşet ince uzamış boyuyla ayağa fırladı. Küçük Argental için kaygılanmış halde Ayşet evden çıktı ve elini tuttu, aynı anda Argental de abisinin elinde kurtuldu.
– Ne oldu ki, çirkin çocuk, beni ırmağa götür diye yalvarıyordun! Böyle yapacak olursan sana masal da anlatmam, seni dönme dolaba da bindirmem. – Argental yanıt vermeden ağabeyine baktı ve yeniden ağabeyinin elini tuttu. Pon de Vel de, elini tutmuş diye kardeşini azarlamaktan vazgeçmemişti: – Sen hep, bir şeylerini yitirecekmişsin gibi bir yerlere yapışıp duruyorsun… İnatçı seni!
– Birbirinizi yemeye son verin, – Ayşet ikisini de yatıştırıp daha uysal, daha küçük olan Argental’e döndü, – Jan, en küçüğümüz, iyi çocuk.
Irmak göründü, ırmaktan şırıltı sesleri gelmeye balayınca Pon de Vel kardeşini bırakıp koşmaya başladı, gerisine bakıp seslendi:
– Bana yetişebileceksen koş!..
– Koş, koş, suda boğulacaksın sen! – diye Argental abisinin arkasından seslenince, Ayşet karşı çıktı:
– Jan, öyle şey denmez, iyi değil o dediğin şey!
– Öyleyse bizi geride bırakmasın… – Argental gitti, ağlamaklı bir biçimde, abisine seslendi: – Pon, dur, suya girme!..
Irmağın plajı, kumsal oğlan ve kız çocuklarıyla doluydu, daha büyükleri derince yerlerde yüzüyor, küçükler de kıyıdaki kumlarda oturuyor, oynuyorlardı.
Ayşet’le Argental’i görünce komşu esmer kız Marie-Madlen de La Vieville bağırdı:
– Aissé, gel, su ılık, gir, çok güzel!..
– Irmağa girinceye değin sen çok beklersin… – diye ırmakta yüzmekte olan oğlan çocuğu André, kız çocuğu Marie’ye laf attı.
– Mayo giymeyen biri nasıl suya girsin ki?! – diyerek sıvanmış paçalarıyla suda duran şişko çocuk Onri André’yi destekledi.
– Henüz soyunmaya fırsat bulmamış haldeki Pon de Vel, hızla kızkardeşine laf atanların üzerine çullandı, bastırıp Onri’nin başını suya daldırdı, büyük çocuklar güçlükle çocuğu Vel’in elinden aldılar. Ağabeyine yardım etmek için su kıyısından gelen küçük Argentel’i engelleyerek Ayşet seslendi:
– Tamam, Pon ve sen de Jan, sakinleşin. Onri’nin dediği ağzından kaçmış bir söz, yoksa bana bir kastı yok. Değil mi, Onri? Doğru değil mi Marie? Irmak kıyısında yapılan çocuk kavgasının çıkış nedeni olan küçük kızı tanık yaparak Ayşet kıza sordu:
– Evet öyle, Aissé, – Marie hemen Ayşet’i doğruladı, – Onri şaka yapayım derken içinde olmayan bir şey ağzından kaçtı. Onri iyi bir çocuk, bağışlayalım.
– Öyle diyorsanız, – Pon de Vel isteksiz konuştu, – ablamdan özür dilesin, biz de bağışlarız. Değil mi, Argental?
Argental sevgi dolu gözle ablasına bakıncaya değin, kısa boylu şişko Onri ağlamaklı Ayşet’e döndü:
– Bağışla beni, Aissé…
– Olur, ağlama… – Pon de Vel burnunu çekmekte olan Onri’ye kızgınlık içinde elini uzattı – uzat elini. Sen de bunu bağışlıyor musun, Aissé?
– Sizin gibi bana arka çıkan kardeşlerim olduğuna göre bağışlıyorum, – Ayşet yalancıktan Marie’ye bir göz attı.
– Ben de bağışlıyorum! Argental da büyüklük taslar halde, abisi ile ablasından geri kalmadı.
Kapışma sona erdikten, ırmağın kumsalından çıkmakta olan çocukların gerisine geçen Marie Ayşet’e sordu:
– Bir ayı geçti, Aissé, suya girdiğini, yüzdüğünü hiç görmedim. Korkuyor musun, yoksa yüzme mi bilmiyorsun?
Ayşet bu duyduğuna gülümsedi:
– Deniz kıyısında doğup da yüzme bilmemek olur mu?
– Peki şimdi niye suya girmiyor, niye yüzmüyorsun?
– Oğlan çocuklarının karşısında nasıl soyunayım ki?
– Soyunmak mı?! – Kurnaz Marie söyleneni anlamıştı, ama kendi istediği gibi sormuştu.
– Marie, – Ayşet saf gözleri ile dikkatle baktı. – Dediğin şey yakışmadı, ayıp! Ülkemizde kadınların suya girdiği yerler ayrı olur. Tek bir erkek yanlışlıkla da olsa o yerin yakınından geçmez.
– Öyle mi?.. – Marie duyduğu şeye şaşırarak, alaylı bakışlarla incecik kaşlarını yukarı kaldırdı: – “Kadın güzelliğini ne diye erkeklerden saklasın ki?..” – kafa bulur gibi içinden konuşmuştu.
Aynı gün öğle sonrası, güneşin inmeye, ortalığın serinlemeye başladığı bir sırada komşu kız ve erkek çocuklar Ferriolelerin yaz bahçesindeki tiyatral (teatral) gösteri için toplandılar. Bir kutlama yoktu, cumartesi (şembet) günleri yapılan buluşmalardan biriydi. Karşılama görevi Argental’a verildiği için barıştığı Onri ile birlikte bayırda koşuşuyordu. Teatral gösteri işi Charlotte-Elizabéth Aissé ile Pon de Vel ve iki erkek çocuğa yüklenmişti. Birbirlerine danıştılar. Ayşet’in rolü baş rol idiyse de, Pon de Vel öne atılarak kardeşi ile komşu çocuğa sordu:
– İkiniz hazır mısınız?
– Ben her zaman hazırım! – dedi Argental hemen. – Ben köpek, Onri de kedi olacak. Ben havlayacağım, Onri de sırtını yukarı kaldırıp, kamburlaşıp bana pençe atıyor gibi yapacak.
– Sözcükleri unutmayın, – diye söze karıştı Ayşet, – size gösterdiğim gibi, çekinerek birbirinize diklenin. Kanatlarını kaldırmış durumda André-yaşlı horoz size doğru koştuğunda, korkmuş gibi yapıp oradan kaçın. Bu ilki, ikincisi flütünü (sırıne) unutma.
– Şimdi de yanlış yapacak olursan, Onri, ırmak kıyısında seni bağışladığımı unut! – Pon de Vel bugün kavga ettiği Onri’yi uyarıyor gibi yapsa da, ciddi olarak kestirip atmıştı.
– Pon, – Ayşet yine çocuğa arka çıktı, – Onri artık yanlış yapmaz. Bak flütünü de getirmiş, taburede duruyor.
– Siz, Aissé, – Pon de Vel kendinden küçük iki çocuğun durumuyla ilgilenmeden büyüklerin görevini üstlenmeye çalışıyor, – Marie ile birlikte bize göstereceğiniz elbise ve şapkalar hazır mı?
– Benim şapkam, Marie’nin elbisesi hazır, göstereceğimiz kişiler beğenecek mi, bilemem… – dedi utanaraktan Ayşet ve daha kesin eklemede bulundu: – Biz yalnız değiliz, şarkıcılar, dansçılar da hazırlar, Laroche onları çalıştırdı. Ya senin okuyacağın şiir?
– Benim şiirim de hazır… Üç çocuktan biri olsun şiiri sorma düşüncesinde değildi, Pon de Vel, artistik bir poz takınarak, iki elini açarak konuştu: – Hayır, hayır, sormayın bana, söylemem, biraz sonra size sunacağım bir armağanım olsun!..
Ayşet yatalı çok olmuştu, geçmiş dünyası ile gelecek dünyası arasındaki düşünce ve karşılaştırmalar içine dalmış uyuyamıyordu. Dün ırmak boyunda kendisine ilişkin olanları, ardından akşama değin süren tiyatro gösterisini, yarını ile on dört yaşına girmiş olmasına ilişkin Pon de Vel’in okuduğu şiirini ve izleyen alkış seslerini düşünüp yatıyordu. On dört yaşına girmiş olmasını umursamıyor gibi yapmasına karşın düşünmeden de edemiyordu. Ablon’daki yaz yaşamı ne denli hoş ve keyifli ise de, Saint-Clou’yu ve kız arkadaşlarını özlüyordu, öğretmenleri de aklından gitmiyordu.
Ayşet niye uyuyamıyordu? Yattığında bir süre, bir saat kadar uyumamış da değildi, ama biri kendisini dürtmüş gibi ne diye uyanmıştı ki? Penceresinde beliren dolunay aydınlığı mı yüzünü okşamıştı ya da kısa yaz gecesinin sessizliği mi kendisini ürkütmüştü? “Nedir o?.. – Ayşet kulak kabarttı, arkada ormandan gelen sesi duyunca Adıgece ve Fransızca karışık döktürdü: “Allah belanı versin, ötüp duruyorsun, peşimi bırak da bir nefes alayım. Güzel yaz gecesinin ay ışığını görmeyen ne çirkin bir kuşsun sen!.. – Ayşet kalkıp pencereyi kapattı, yattığında da baykuşun çirkin sesini duymamak için yorganı başının üzerine çekti, ama aynı zamanda baykuş da ötüşünü durdurdu. – Orada, bizim ülkemizde, bahçemizdeki ağaçların tepesinde bir baykuş otururdu… Onu komşumuz Türk Memet öldürtmemiş olsaydı, belki bu felaket başımıza gelmezdi… İstersen, seni azarlamış olmama aldırma, öt, öt, yararını göreceksen, içini ferahlat… Ben de senin gibi inildeyerek bazen iç çekiyorum, bazen bağırıyorum, ama kimse beni duymuyor…”
Ayşet sıkılmış halde bir o yana, bir bu yana döndü, yumuşak yastığını daha da yumuşattı, yorganını üzerinden attı, yeniden örttü. Saint-Clou’daki öğrenci arkadaşı Vichy Champon’un günün birinde söylediği aklına geldi, yüz, iki yüz, üç yüz, beş yüz, bin saydı, ama yararı olmadı. Kendisine ilişkin olan olmayan her türlü olumsuz düşünce aklına gelmeye başlayınca baba annesi Çabe’nin “Gece uyuyamadığında, iyi şeyler düşün, kötü şeyleri aklına getirme” sözünü anımsadı.
“Dediği doğru, – Ayşet rahatladı, – aralarında bulunduğum Ferrioller iyi kimseler, beni büyütüyor, iyi davranıyorlar, hiçbir şeyimi eksik etmiyorlar. Marie-Angélique beni seviyor, öz çocuklarından ayırmıyor, onlar için yapmadığı iyi şeyleri benim için yapıyor. Pon de Vel’in benim için yazdığı şiiri Pon’dan dinlediğinde, Marie-Angélique’in nasıl sevindiği, oturanları ayağa kaldırıp ayakta alkışlanmamı sağladığı… Küçük Jan’ın koşup karşımda diz üstü çöktüğü ve elimi öptüğü gerçeğini unutabilir miyim?.. Ya André’nin bana sunduğu koca çiçek demeti?.. Onri’nin ayağa fırlayıp yanaklarını daha da şişirerek benim için flüt çaldığını?.. Sophie?.. İnce yazlık şapkamla yanlarına geldiğimde “bravo” diye kendisini karşıladığına, kendi kendisinden adeta boşanırca sevinmesine ne demeli?.. işte yeşil gömleği, benim hafif şapkamı andıran şapkasıyla Laroche’un, bizi dolaştırarak bize akordeon çalmasına ne demeli?.. Öyleyse, doğum günüme öncesinden hazırlanmış olmaları gerekmiyor mu?.. Hayır, hayır, kutlama yarın olacak! Augustin, Claudine, Pierre ve Janette-Nicole yarın gelecekler. Charles de Ferriole de 14. Yaş günüm için geleceğini İstanbul’dan bana yazmıştı. Başka biri o, belki gelmiş de Paris’te bulunuyor olabilir – Beklenmedik anda ortaya çıkmayı, sürpriz yapmayı sever. Öyle olsaydı çoğu kişi şaşırıp kalırdı. Bir biçimde gelemese bile ona kızmam. Devlet işleri, Janette- Nicole’nin dediği gibi, yabancı bir ülkede görevliyken dilediği gibi elbette hareket edemez!..” – Ayşet her şeyi iyiye yorarken gece yarısına doğru uykuya daldı.
Pon de Vel ile Argental hiç alışık olmadıkları üzere erken saatte kalktılar. Sadece onlar değil, Charlotte-Elizabéth Aissé dışında bütün bir aile ayaktaydı. Hepsinden çok küçük olan Argental desen koşuşturup durmaktaydı: Aissé’nin doğum günü kutlamasının yapılacağı yemek salonu ile ablasının uyuduğu oda arasında gidip geliyordu. Bir saate yakın bir sürede ayak uçlarına basarak sessizce gidiyordu, ablasının kapısına üç kez gitmediği çıkmıştı. Bunun da bir nedeni vardı: Babası Augustin, teyzesi Claudine ve dayısı Pierre ile Janette-Nicole’nin faytonlarını tek tek karşılamıştı. Her karşılamada Charlotte-Elizabéth Aisse’nin uyuduğunu söylemiyor, uyandırmamalarını tembihliyordu – bu gizli isteği yerine getiren kişi de annesi Marie-Angélique idi.
Ferriolelerin sofrası kuşluk vakti hazırlanmıştı. Sofrada aile dışı tek kişi Janette-Nicole idi. Kont Augustin-Antoine ile Kontes Marie-Angélique arasındaki boş sandalye Charlotte-Elizabéth Aissé’ye aitti. Anne ve babanın her iki yanında Pon de Vel ile de Argental oturuyordu. Onların da karşılıklı yanlarında Pierre Guérin de Tencin ile Janette-Nicole oturuyorlardı. Her zaman için başı ve sırtı dik, bir başına oturan kişi ise Claudine-Alexandrine idi. Onun solunda biraz mesafeli Laroche oturuyordu. Kapıya doğru sofra ucunda da Ayşet’i çağırmaya gönderilen Sophie’nin sandalyesi duruyordu.
Charlotte-Elizabéth Aissé’nin yaşadığı yılları simgeleyen pastaya daldırılmış on dört ince mum, kendilerini söndürecek kişiyi bekliyormuş gibi kendi kendine yanmaktaydı. Açık kapının gerisinden ayak sesleri gelince Argental ayağa fırladı:
– Charlotte-Elizabéth Aissé geliyor!
İncecik belini daha da belli eden beyaz entarisi ile, dün rüzgarda dalgalanan hafif pembe şapkası başında, topukları fazla yüksek olmayan beyaz ayakkabıları ile Ayşet odaya girince, içerdekiler onu alkışlarla karşıladılar. Ayşet de kardeşi Argental’dan başlayarak sofradakilerin bir bir yanaklarından öptü, ardından sandalyesine geçtiğinde, Kont Augustin-Antoine söze başladı:
– Bugün, Charlotte-Elizabéth Aissé, senin mutlu günün. On dört yaşını geride bıraktın, bu nedenle ben ve buradakiler, hepimiz bu mutlu gününü seninle paylaşmak istedik. Sadece bizler değil, uzak Türk ülkesindeki ağabeyim ve senin de baban Charles de Ferriole de aynı sevinci paylaşıyor. Devlet işlerinden ayrılamadığı için gelemedi, ama seni unuttuğunu sanma. İşte bu altın kolye (пшъэхъу) ile küpeleri sana vermem için bana gönderdi. Aile olarak bizler de bu altın bileziği (Iэпшъэхъу) bunlara ekliyoruz. Şimdiki tatlı küçük kız çocuğu olduğun gibi hep sevimli kalmanı, mutlu ve sağlıklı olmanı, okulundaki gibi insanlığınla bizi sevindirecek biri olmanı diliyoruz. Geride bıraktığın bu on dört yılın güçlü bir anı olarak aklında kalması için haydi bu mumları söndür.
Charlotte-Elizabéth Aissé oturanlara incecik bir kız çocuğu gibi görünüyor olsa da iki üflemeyle on dört mumu söndürdü, oturanlar yeniden onu alkışladılar, övücü konuşmalar (hohu) yaptılar, içtiler, gümüş yüzük, ipek eşarp, güzel broş, parıldayan tarak, tabanca görünümlü kumbara ve kitaplar hediye ettiler.
– Bu kitabı, Charlotte-Elizabéth Aissé, – dedi Claudine-Alexandrine tebrikten sonra, – ilk yayınlanan bu kitabımı, sana en değerli armağanım olarak veriyorum. Bu kitabı ilk olarak sana veriyorum, henüz kimseye vermiş değilim. Çekinme, bir defasında, anımsar mısın, bana geri fırlattığın kitaptaki resimler gibi şeyler yok bu kitapta, sevgi üzerine bir kitap, – şaka yaparak görüşünü söyledi: – Beğenirsen oku, beğenmezsen istediğin gibi yap, sana darılmam.
Güneş batımı öncesine değin Ferrioller coştular, neşelendiler, Laroche’un akordiyonu eşliğinde şarkılar söylediler, dans ettiler. Pierre ile Janette-Nicole Paris’e dönmek üzere kalktıklarında, selamlaşma sırasında Janette-Nicole Ayşet’in kulağına fısıldadı:
– Bugün, Aissé, çok güzeldin. Ömrün boyunca hep böyle kalmanı isterim.
Ayşet – 23
HAPİ CEVDET YILDIZ·10 KASIM 2019 PAZAR·17 DAKİKA4 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s. 163-173)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
I
Kişinin yaşamı, üstünde yaşadığı dünyası gibidir: Bazen güneşli, bazen bulutlu, bazen rüzgarlı, bazen de yağmurludur. Orada, yeryüzünde bolluk, kıtlık-kuraklık, sağlık ve hastalık, sıcak ve soğuk, mutluluk ve mutsuzluk dolaşır durur. Biri atlı, biri yaya. Biri tok, diğeri aç. İlginç bir şey değil bu: Ağacın biri devasa, diğeri küçük, büyük ağacın gölgesi küçüğün büyümesini engeller. Biri meyve dolu, diğeri meyvesiz.
Yeryüzü – canlı, cansız – her varlık için gizli bir yer değil. Gecesi, gündüzü, soğuğu sıcağı bilinir. Sevgi ile yoksulluğun gizlenemeyeceği bir yer.
Kont Charles de Ferriole böylesine can sıkıcı şeyleri düşünen, o gibi şeylerle ilgilenen biri değil. Ama bundan verilen büyük elçilik görevlerini savsakladığı anlamını çıkaramayız, o konuda kralına ve ülkesine bağlı, sadık biri, ancak bitmek bilmeyen kadın tutkusundan ve kadın değiştirmekten bıktığı da yok. Türk ülkesinde geçerli kadınlara bakış açılarına aldırmadan davranıyor, o konuda gizli-kapalı yanı az, deli dolu yanı daha fazla, yokuş ile inişi ayırmadan, gerisine bakmadan dolu dizgin gidiyordu. Kadınlara aşırı düşkünsün diyenleri alaya alıyor, Türk geleneklerine aykırı davranıyorsun diye kendisini eleştirenlere kızıyordu.
Fransız elçisi uygunsuz kadınları koluna takmış gezerken ya da lüks lokantalarda göründüğünde Türk kadınlar korkuyor, erkekler de donup kalıyorlardı. Rahatsız edenleri de az değildi, arkasından tükürenler daha çoktu. Aşırı sofu olanların bazen eli kaşınıyor, ama Fransız elçisi olduğunu öğrendiklerinde, öfkelerini kusmaktan vaz geçiyor, kendilerini dizginliyorlardı.
– Seni tanımayanlar sana bir kötülük yapmasınlar? – diyerek Fahri sordu.
– Beni beğenmeyen soydaşların bana zarar vermeden önce, – Kont neşeli bir kahkaha attı, – Fransa ile Türkiye arasında savaş çıkmasını istemiyorlarsa, benim kim olduğumu bir sorsunlar. Fransız büyük elçisi olduğumu İstanbul bir yana bütün bir Türkiye ne diye bilmesin ki? – Şakaya vurdurup sordu, ama hemen sözünü değiştirdi: – Biliyorum, biliyorum, siz Türklerin açık söz ile göz çıkarma aynı şeydir gibi bir sözünüz var, öyle yapmasam daha iyi, ama beni mutlu eden şeyi, ne yaparlarsa yapsınlar görmemezlik edemem. O zaman Fransız yanımı içime gömmüş olmaz mıyım?..
– Sadece Fransızlarda mı var sevmek dediğin şey?.. – Fahri laf atıp kontu azarladı. – Aşkı içinde yaşatmak, gizlemek daha güzeldir, onu ulu orta yere sermek, herkese göstermek gerekmez. Kadın ile erkek arasındaki gizli ilişki doğan çocukları ile anlaşılır, yoksa kadını belinden sarıp caddelerde gezmekle, at yarışına gitmekle, lokantalarda görünmekle bu iş yürümez.
– Evet, evet, Fransa’dan döner dönmez evlenmen, koca gözlü karını hamile bırakman gibi mi olmalı bu iş? Ummadığım, beklemediğim biri gibi çıktın!
– Elinden geliyorsa, bunu başarman işten değil diyen sen değil miydin, muallim? – Fahri duyduğu sözlerden hoşnut kalmış gibi yanakları renklendi. – Beni tedavi için Fransa’ya gönderen, bana yardımcı olan sen değil misin, teşekkür ederim, bu iyiliğini yaşadığım sürece unutmayacağım.
– Helal olsun Fahri, helal olsun, kendi emeğinle başardığın şey seni mutlu eder, her ikinizin mutlu bir yaşam sürdürmenizi, beklediğiniz bebeğin hayırlı olmasını kendi Tanrım ve sizin Tanrınız adına dilerim, – dedi Charles de Ferriole, ardından derinden bir inildedi ve rastgele sordu: – Hayli zamandır Orhan’ı görmedim, ne durumda?
– Polis oldu, polisliğe ısındığını söylüyor.
– İyi, iyi, Orhan gerçekten becerikli bir çocuk, yirmi yaş çocukluk yaşı sayılır, adam olacak biri o…
Bu gibi şeyleri ve daha başka anılarını anlatarak Charles de Ferriole yumuşak sonbahar güneşi altında oturuyordu. Rüzgar esmiyor, güneş de yakmıyordu. Bahçedeki çiçeklerden yayılan nefis kokular havaya yayılıyordu, ikindi namazı vaktinin geldiğini bildiren ezan sesleri İstanbul’da yankılanmaya başladı. Ezan seslerine alışmıştı, o sesler yoluyla vaktin ne olduğunu kestiriyor, zamanı şaşırmıyordu.
Bugün Fransa’dan gönderilen yazıları gözden geçirip okuyordu. Günlük, acil olanları ayırıyor, onları kırmızı dosyaya alıyor, diğerlerini sandığa koyuyordu. Başka dostlar edinmişti ve bu nedenle daldığı düşüncelerden ayrıldı: “Bir gün Kantemir Dmitri’nin yanına gittiğimde, bize sofra kuran kadın ne de güzeldi! Teni seni gösteriyor, ayna gibi… Ya gözleri?.. Çoktan beri öylesine güzel bir kadınla karşılaşmamıştım. Bu nedenle olmalı, Rus kadınları için sütle yıkanmış gibi güzeller denmiş olması… Çerkes kızları?.. – Charles de Ferriole’nin tek bir gün olsun aklından gitmeyen Charlotte-Elizabéth Aissé’nin görüntüsü karşısında canlanır gibi oldu. – Benim sözünü ettiğim güzel kız işte bu, yoksa kıçını oynatan o kadın ne ki?! Aissé on dört yaşını bitirdi, artık genç bir kız görüntüsü almış olmalı, birkaç ay içinde tanınmayacak hale gelir. Ayrıca uzun boylu bir kız, yaşından umulmayacak ölçüde alımlı olmuştur. Fahri onu bir yıl önce görmüştü, ama güzelliğini ve akıllılığını anlatmakla bitiremiyor. Şimdiye değin Aissé’nin yanına gitmemekle iyi etmişim… Hep karşında gördüğün birinden, istesen de istemesen de bazen bıkıyorsun, uzağında olursa hayalini özlüyor, daha da seviyorsun.
Ezan seslerinin kesildiği, namaz kılanların camilerden ayrılmaları üzerinden hayli zaman geçmişti, ama Charles de Ferriole’nin düşünceleri Paris, Saint-Clou ve Melen de dolaşıyordu. Paris ve Saint – Clou’nun Melen’e katılması neden ola ki? O küçük kent dün ya da bugün kontun aklına gelmiş değildi. O küçük yerde Madlen’le yaşadığı şey zaman zaman beyninde depreşiyordu. Fahri ‘den Paris yolculuğu sırasında Melen’e de uğrayıp Madlen’i sormasını istemişti, ama gidişi ve dönüşü sırasında sordukları kadını tanımıyorlarmış gibi ona karşı davranmışlardı. Bir şeylerin kendisinden gizlendiğini fark etmişti, ama orta bir kadın olduğunu düşünerek üzerinde fazla durmamıştı. Charles de Ferriole de o kadına ilişkin sırrını kimsenin bilmesini istemediğinden, “başına olmayacak bir şey gelmiş olmalı” diyerek, Fahri’ye fazla sormamıştı.
Fahri ile İsam’ın durumu Charles de Ferriole’yi düşündürmüyor değildi: “Erkeklik gücüne yeniden kavuşunca, huzur bulmuş olabilir mi? Öyle durumlar da görülebiliyor. Ama ben olsam bağışlamam. Benim erkeklik tarafımı yok edene aynısını yapmadan duramam. Karısının hamile olmasının verdiği sevinçle kendisine yapılan bu kötülüğü unutmuş olmalı. Orhan’a gelince, karşısına İsam çıkınca polis yazılıp işin içinde sıyrıldı. Anlaşılan İsam pis biri olsa da yiğit yanı olan biri, kendisini koruyor… Şu batmak üzere olan güneş de ne denli kızıla dönmüş, batan güneşin kızıllığı dumansız ateş görüntüsünde!.. Bu nedir?.. Zarfın üzerindeki soy adını tanıdı: “Guérin de Tencin Claudine-Alexandrine”. – İlginç, Montrel manastırı kapısında beni çiğnediğini unutmuş mu yoksa, ne yazmış olabilir ki bana?..”
Kont zarfı bir süre açmadı, evirip çevirip durdu. Batmak üzere olan güneşe tutup baktı. Ortalığın kararmakta olması nedeniyle acele ederek okumaya başladı: “Değerli akrabamız Fransa Büyükelçisi, saygıdeğer Charles! Bu mektubu sana yazan Claudine-Alexandrine’dir. Öncelikle, benim için Montrel’e geldiğinde kalbini kırdığım için beni affet. O gün sana da başkalarına da iyi davranmadım. Augustine manastırına düşmemin nedeni bugün aydınlık kralımızın başbakanlıktan azlettiği ihtiyar Dubois’tir. Seni bana kötüleyen ve beni sana düşman eden de odur. Makamını kapmandan korktuğu için senin için kullanmadığı kötü söz kalmamıştı, ben de kitabımın yayımlanmasını engellemesi kaygısıyla onun suyundan gittim. Şimdi onun yerine kim atandı biliyor musun? De Pri markizin aşığı ve onun oyuncağı olan de Conde Bourbon’dur. Ama uzun süre o görevde bırakılmayacağı anlaşılıyor. Kralın çevresi , dostumuz Ercol-André de Fleury’nin adı üzerinde duruyor, bu kişi Fransa Başbakanı olursa bizim için yerinde olur, kendisini tanıyoruz, ziyaretimize geliyor. Şimdi benden daha çok kaygılandığını bildiğim için Charlotte-Elizabéth Aissé’den söz etmek istiyorum. Aissé yaşından umulmayacak bir gelişme gösterdi, genç kız görünümü aldı. Bugün yarın etrafı yavuklular tarafından sarılırsa, şaşırmamalı, hayır demeyeceğini sanıyorum. Annesi mi, ablası mı, kız arkadaşı mı, kim miş, bilemiyorum, Janette-Nicole onu kendine bağlamış, sana bana, hiçbirimize kızı göstermeyecek gibime geliyor. Paris’te kendinden daha güzel bir kadın bulunmadığını sanıyor, ama orada durmuyor: Tek erkek kardeşimiz Pierre’nin aklını çelmiş, etrafında fır döndürüyor. Bunları yazmasam da olurdu ama kendimi dizginleyemedim. Daha ne yazayım? Seni sevindirecek daha sıcak bir haber bilmiyorum. Paris, bildiğin Paris, hayat dolu, Versay, Trianon şenlik ve kutlama içinde. Dış ülkede devlet işlerini yürütürken çok şeyden yoksun kalıyorsun. Paris’in sana ihtiyacı olduğunu ve seni beklediğini ancak öğrenmiş bulunuyorum. Ferriolelerin büyük beyaz evinde yaşayanların tümü selam ve sevgilerini sana yolluyorlar. Mektubuma yanıt verebilirsin, ama asıl seni görebilirsek daha çok sevineceğiz. Claudine-Alexandrine”.
Charles de Ferriole, kızgınlığından tutuşmuş halde ayağa kalktı. Mektuba bir kez daha baktı, yeniden ele aldı, bıraktı ve yerine geçti. Akşam vakti ilerlemiş, bahçeye karanlık basmıştı, gök yüzünde tek tük yıldızlar görünmeye başlamıştı. Boğaz tarafından dalga sesleri, şırıltıları geliyordu, İstanbul gece yaşamına hazırlanıyordu. Bahçe mumlarını yakmasını beklediği uşağı Desten’e seslendi:
– Ne oldu, bu akşam beni burada, bahçede bırakmak mı istiyorsun? – Diye elinde Claudine-Alexandrine’nin mektubu mırıldana homurdana Fransız Büyükelçisi odasının yolunu tuttu.
Charles de Ferriole evde de huzur bulamadı: Kafası Paris ve Saint-Clou’da geziniyordu.
“Dedikoducu-yedi dillidir” dedikleri gibi, şimdiye değin kont böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Aklında hep Paris vardı, Paris’ten verilen işleri bir heves ve tutkuyla yerine getiriyordu, ama ilk yıllarında olduğundan farklı olarak, Paris’i düşünmeden günlerini ve aylarını İstanbul’da zor geçiriyordu. Şimdi beklediği haberler kendisine ulaşmış bulunuyordu. Birçok söylenti kulağına gelmişti ama “Davulun sesi uzaktan hoş görünür” dendiği gibi, bunları duymazlıktan gelmişti.
Evet, bu işte ““Dedikoducu-yedi dilli olur” gibi bir şey olamaz: “Claudine-Alexandrine gördüğü, duyduğu şeye katlanamadı, kalbi ve ruhu ile bana yakın olduğu için durumu bana yazdı. Benden nefret eden Dubois yüzünden başına geleni, Aissé konusundaki kaygılarını benden gizlemedi. Kardeşi Pierre ve ona yapışan Janette-Nicole’nin durumunu bana bildirdi. Akraba ve hısım isen böyle davranman gerekir. Aissé’yi satın alan, okutan ve sahibi olan benim, sevgiyle yaklaşıp onu kandırmaya çalışan Janette-Nicole değil. Hele bir Paris’e gideyim, Aissé için ne düşündüğünü ondan dinleyeyim. Bir akşamlık gezinti birlikteliğin beraberlik için yeterli olmayacağını, birine bel bağlanamayacağını Pierre’e anlatırım. Hele, Claudine-Alexandrine ne yazmıştı bana?.. – Mektubu alıyor, odada gezinirken mektubun son bölümünü okuyor: – “Mektubuma yanıt vermesen de olur, ama bize bir görünürsen, daha sevinirim. Claudine-Alexandrine”. Görüyor musun, duyuyor musun ne dediğini? Sevinirsin tabii, Dubois ihtiyarı tarafından kenara atılmış birisin, seni memnun edersem elbette sevinirsin!.. Sözünü ettiğin Janette-Nicole de çirkin, kötü bir kadın değil… Onlara ilişkin kararımı Paris’e geldiğimde veririm. Sorun buysa uzun uzadıya ortada bırakmam!..”
İçeri giren uşağı Desten kontun düşlerini dağıttı:
– Polis Orhan geldi.
– Ne polisi? – Charles de Ferriole ilkin anlayamadı, ardından hemen kendine geldi. – Orhan mı dedin, neyin peşinde, gelsin. – Orhan polis giysisi içinde, uyumlu yüksek fesi başında, kaması ve sopası belinde, pantolonunun uçları çizmesinin içinde odaya girdi. Yalnız olduğunu görerek sordu: – Yalnız mısın? – Konuşma usulünü bildiğinden hemen sözünü düzeltti. – Evet, evet, Allah beraberinde, buyurun, otur. Bu elbiseyle ilk kez seni görüyorum, yakışmış.
– Teşekkür ederim, acelem var.
– Ne oldu, kötü bir şey mi oldu? – deyip sözünü sürdürdü – Türk polis elbisesi giymiş birini değil odamıza, Fransız elçilik bahçesine bile sokmuyoruz.
– Korumanızı atlatırken bunu anlamıştım.
– Anladıysan bundan sonra böyle yapma, – sesini daha da alçaltarak Fransız Büyükelçisi sordu: – Seni dinliyorum.
– İsam’ı yakaladık.
– Nerede? – diye Charles de Ferriole ilkin yerinden fırlayacak oldu, ama hemen kendini topladı. – Yakaladıysanız çok güzel. Bu iş ne diye beni ilgilendirsin ki?
– İlgilendirmez olur mu, Aisse’yi kaçıran kişi İsam! – Orhan’ın kara gözleri yerlerinden fırlayacak gibi oldu.
– O kişi sadece Charlotte-Elizabéth Aisse’ye zarar vermekle kalmadı, o kişinin Fahri’ye de borcu var.
– İkinizin de İsam’dan alacağı olduğu için Fahri beni sana gönderdi, – Charles de Ferriole’nin bu umursamazlığı Orhan’ı iyice şaşırtmıştı. – İsam’ı Süleyman’ın gemisinde yakaladık, Fahri seni orada bekliyor.
Fransız Büyükelçinin dudaklarında soğuk bir gülücük belirdi:
– Türkiye’de İsam dışı bir işimin olmadığını düşünüyorsanız, söyleyin, hak ediyorum derim. Yıllardır yakalayamadığını Süleyman’dan satın aldıysa, o kişi sana ne yapmışsa sen de ona onu yap dediğimi Fahri’ye ilet. Bu bir. İkincisi, Türkiye içinde olup biten işlerle benim bir ilgimin olmayacağını üçünüz – sen, Fahri ve Süleyman öğrenin artık. Ben Fransa’nın, Fransa Kralının bir elçisiyim, görevim dışındaki işlere beni bulaştırmayın, anladın mı?
– Anladım.
– Anlamadın!. – Charles de Ferriole kızgın bir ifadeyle devam etti.
– Anladım! – Orhan da daha yüksek sesle söylediğini sesini alçaltarak yineledi.
– Anladıysan, burada bitiriyoruz, – kont yüzü kabarmış halde ayağa kalktı. – Bugün böyle bir konuda hiç konuşmadık, yani seni ne gördüm, ne de sen beni gördün.
Charles de Ferriole Orhan’ın ardından kendi kendine mırıldandı: “Bu Türklere yüz vermeye gelmiyor, yüzlerine bir gülümsedin mi, tepene çıkarlar… Fransa’ya gittiğinde Aissé’nin yanına gitme dedim, ama Fahri Saint Clou’ya uzandı, küçük kızın ve Janette-Nicole’nin karşısında pozisyonumu düşürmekle kalmadı, İsam’ı yakaladım diye bu laf taşıyıcı polisi bana gönderdi, öc alışına tanık olmamı istiyor! Çok beklersin! Paris’teki işleri halletmeliyim… Janette-Nicole’nin aklına gelenleri Tanrı bilir… Dubois düzenbazından kopmuş olan Claudine-Alexandrine de iyi durumda olmamalı, beni görmek istiyor, sabırsızlanıyor… Beriki üç kişi İsam’a ne yapmak istiyor olabilirler? Parayı alır almaz Süleyman’ın sıvışacağı kuşkusuz. Ne olacak, biz de işin sonucuna bakarız… – Charles de Ferriole gülümsedi, içindeki Paris özlemi büsbütün arttı.
Yatsı namazı sıraları rıhtım tenhalaşıyordu. Yaz mevsimi dolunayı gökyüzüne doğru yükselirken Orhan bir paytona atlayıp Süleyman’ın gemisine doğru yola çıktı.
Fahri yatsı namazını kılmaktaydı, İsam’sa bağlı ve ağzı bezle kapatılmış halde yerde yatıyordu. Birşeyler söylemek için başını yere vuran hırsıza aldırmadan Orhan abdest aldı ve Fahri’nin sol tarafında namaza durdu.
Namaz sona erince Fahri sordu:
– Ne oldu, yalnız gelmişsin?
– Beni gönderdiğin kişinin yanına yalnız gittim ve yalnız döndüm, Allah’tan başka kimse yanımda olmadı. Gittiğim kişi, – ikisi de ağız birliği etmiş biçimde isim söylemedi, – neyi uygun bulursanız onu yapın, size katılırım, dedi. Süleyman nerede?
– Bundan sonrası için onun bizimle işi olmaz.
– Doğru. Peki başını yere vuran bu kişi ne istiyor?
– Ağzındaki bezi al da konuşsun.
– Müslümansanız, – diye yalvardı İsam,- yatsı namazını kılmama izin verin.
– Biz Müslümanız, ama senin dinin nedir bilmiyoruz, – dedi Orhan gülümsedi ve İsam’ın ağzını bezle yeniden kapattı. – Buna ne yapalım? Söyle, Hemen gerekeni yapayım.
– Buna ne yapılırsa, hak ediyor… Ama dokuz çocuğunun günahını yüklenemeyiz, bunu kaldıramayız.
– Allah onca çocuğu bu acımasıza mı verdi?
– Kendine gelsin, aklını başına alsın diye vermiş ama, hiçbir iyi yanı yok, zalimin, uğursuzun biri olarak yaşıyor… – Hamile karısı ansızın Fahri’nin gözü önünde canlandı, konuşmasını kesti, gönlünü alıyor, soruyormuş gibi Orhan’a baktı. – Söyle bakalım, buna ne yapalım?
– Sana ne yaptıysa sen de aynını yap, – diyerek Orhan kestirip attı.
– Hayır, hayır, – Fahri telaşlandı, – ben kurtulmayı başardım, bu durumda öyle yapmayalım. Sen de ömrünün ilkbaharındasın, karşında koca bir yaşam var, – İsam’ın bağlı el ve ayaklarını çözmeye başladı, ağzındaki bezi de aldı.
– Onca para verip ele geçirdiğin bu adamı serbest mi bırakıyorsun?! – Orhan ayağa fırladı.
– Evet kardeşim, evet. İyiliğimiz ona değil, çocuklarına olsun. Kalk ayağa, iblis! Bundan sonra birine bir kötülük ettiğini bir duyalım, hiç bakmaz canını alırız, bunu iyice öğren!
Üç kişi gemiden ayrılıp rıhtıma ayak bastığında, Orhan sabredemedi, adamın arkasından bağırdı:
– Hele bir dur! Geçen sene bu yerde bana yaptığını anımsıyor musun?
– Bağışla beni… – Daha önce göğsünü kabartıp duran İsam gitmiş, yalvaran bir İsam gelmişti, – kendimi korumak için öyle yapmıştım…
– Ben bana yapılanı Fahri gibi bağışlamam, bunu iyi bil! – Orhan kamasının ucunu İsam’ın koluna batırdı, bağırarak kaçan adamın arkasından bağırdı: – Bu benim ilk öç alışım, uyarım, rahat durmazsan gerisi canını alıncaya değin sürer.
– Fahri gördüğü ve duyduğu şeye anlam veremeden bir süre durdu, ardından Orhan’a bağırdı:
– Bunu yapmamalıydın. İyiliğimizi, sadakamızı Allah katında yok ettin…
– Evet evet, iylik yapmaya değmeyecek kişiler için niçin iyilik yaptığını anlayamıyorum, iyilik yapıp duruyorsun. Böyle diyerek, beni denize atmaya kalkışanları bana bağışlattın. Suratsız Süleyman’la barışmamı sağladın, ardından ona bir avuç para saydın. Alın terinle kazandığın onca para sana fazla mı geldi?
– Fazla gelmedi, ama onun gibi zalim olma, Orhan, – Fahri bu öç alma biçimine şaşırmış halde genç polise nasihatte bulundu, – zalim olmanın zararını görürsün, yararını göremezsin. Memluk (tutsak) olduğumuz zor günleri yeniden anımsayalım, asla unutmayalım. İyilik yapmayan iyilik görmez. – Siz gençler ne denli acımasız-duyarsız olmuşsunuz?..” – Fahri kendi içinden söylendi.
Orhan da düşüncelere dalıp gitmiş, verilen öğüt dolu sözlere şimdilik yanıt verecek durumda değildi.
Ayşet – 24 (s.173-183)
HAPİ CEVDET YILDIZ·1 ŞUBAT 2020 CUMARTESİ·16 DAKİKA4 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman)
II
Yola çıkmayı sevmeyenler vardır, sevenler de az değildir. İkisi de Charles de Ferriole için farksızdı. Zor karar verir, bir verdiğinde de durdurulması zor olurdu.
Bu kez Fransız elçiye Paris yolu görünmüştü, istese de istemese de yola koyulacaktı. Acele harekete geçme nedeni de Claudine- Alexandrine’nin gönderdiği mektuptu. Birkaç yıldır Türkiye’deydi, şimdiye değin Claudine öyle bir mektup yazmamıştı.
Bazı aşk-meşk ilişkilerini iş edinip yollara düşecek biri değildi kont, ama uzak bir yolu göze almasının nedenleri üzerinde de duruyordu: Önünde beliren sorunu iki hafta içinde yoluna koymalıydı.
Yaz mevsimiydi, deniz çarşaf gibiydi, gemi yoluna devam ediyordu, kendi de engel tanımıyordu. Claudine-Alexandrine’nin “can sıkıcı” mektubunu “dikkate alması gerekiyordu”, sadece bir aşk mektubu mu idi bu, yoksa başka bir niyet mi taşıyordu? Üç ayrı sorun olabilirdi. İlki kendi ve Ayşet’e ilişkin ailevi sorun. İkincisi Claudine’nin bitmez tükenmez yakınmaları ve karışık aşk ilişkileri. Charles de Ferriole üçüncüsünü en önemli buluyordu – Fransa başbakanlığı sorununu. Bu görevi Dük de Conde Bourbon’un başarıp başaramayacağı belli değildi. Dük, kadro değişikliklerine gidecek olursa ülkenin başına büyük bir iş açmış olacaktı.
Claudine-Alexandrine’nin yazdığı yazı iyi incelenecek olursa, üç değil, dört önemli nokta vardı: “Ne diye Jeanette-Nicole ile Pierre’nin ilişkisini unutmuşum? – Charles de Ferriole kendini ayıpladı. – Anlaşılan, Claudine, Jeanette-Nicole’den hoşlanmıyor. Anlaşılan iki kişi arasına girmemi ve abisini manastırı yöneten o kadından çekip almamı bekliyor. Acaba beni “görmek” için “sabırsızlanması” bu nedenle olabilir mi”? Ah bu kadınlar… Benim tanıdığım gibi kimse onları tanıyamaz, ancak doğrusunu söylemem gerekirse, benim de bir bildiğim yok… Hele bir Paris’e varayım, bacaklarını kırarım ben onların!.. Marie-Angelique yengemin, Jeanette-Nicole’e ilişkin farklı bir görüşü olabilir mi? Güzel biri olursan seni kıskananlar çok olur. “Kıskançlık göz çıkarır” (Шъухъогъоным нэр рекIы) derler, gerçek olmalı. Başka bir deyim de var Türklerde: “ Kedi olmayan evde fareler cirit atar”. Bu nedenle olmalı Ferriole’lerin erkeksiz evinde ilginç olaylar yaşanıyor olması…
Paris’e varmak için sabırsızlanıyor olsa da, Charles de Ferriole küçük Melen kasabasında mola verme gereği duydu. Otelde oda ve sofra hazırlatıp yıkandıktan sonra Madlen’in kendisine getirilmesini söyledi. Ancak Madlen’in başına gelen üzücü olayı garsondan öğrendiğinde beti benzi attı, bağırdı:
– Madlen öyle şey yapacak bir kadın değil!
– Kont, gördüğüm ve bildiğim bu.
– Ne zaman yaşandı bu olay?
– Geçen yıl.
– Kaç yıl hapis verildi?
– Üç yıl.
– Hangi cezaevinde? – diyerek Charles de Ferriole odayı arşınlıyordu.
– Melen cezaevinde.
– Kimin göğüs kemiğini kırmış?
– Cezayirli bir Arap şeyhinin.
– Az bile yapmış!.. Söyle de arabayı hazırlasınlar…
Charles de Ferriole Madlen’in hapsedildiği hapishaneyi bulmakta zorluk çekmedi. Kimliğini yetkili gardiyana söylediğinde, koca suratlı sarışın kadın önce şaşırdı:
– Yıllardan beri bu hapishanede görevliyim, ilk kez sizin gibi soylu ve üst kesimden biri ile karşılaşmış bulunuyorum. Sorduğun o kadına gelince… Ne gibi bir bağın var?.. Akraban mı, tanıdığın mı?..
– Akrabam ya da tanıdığım değil diyemem, – diyerek kont ne istediğini söyledi: – Madlen’i görmemi ve konuşmamı sağlasaydın çok memnun olacaktım. Görmek istediğim kadın, inanmak istersen kötü biri değil. Bu sözlerimle adi biri olduğum gibi bir şey aklına gelmesin.
– Böylesine insanca davranıyorsan, ne diye sana başka gözle bakayım ki? – Gardiyan kadın kontu onayladı ve onu övdü, – doğrusunu söylemem gerekirse, kendime olan güvenimi de artırmış oldun. Madlen’i ben de iyi bir kadın olarak tanıyorum, ama hepsi bizim için birer mahkum. İyi niyetle gelmiş olduğun için seni onunla buluşturup konuşturacağım, – kadının soğuk mavi gözlerinden memnuniyet okunuyordu, konta yaklaştı ve sözlerine bir eklemede bulundu, – ama ikinizi baş başa bırakamam, buna yetkim yok.
– Madam, o söylediğin şeyi benim için yapsaydın, olmaz demezdim, – kont gülümsedi. – Tasalanma, ben buraya başka bir amaçla geldim. Madlen’e yardım etmek, elimden gelirse onu tahliye ettirmek için geldim.
– Çok iyi, – koca suratlı kadının gözleri parladı, – Erkek isen, başında şapka taşıyorsan öyle yapmalısın. Aslında zorda kalmadıkça kadın kimseyle kavga etmez… İşte, birazdan onu senin için getirtirim…
Odaya alınan Madlen, gördüğü manzara karşısında önce bir ürktü:
– Sen misin, kont?.. – dedi.
– Benim, Madlen, benim… – Charles de Ferriole kadını karşıladığında, kadın üzerindeki eski-püskü giysilere aldırmaksızın koşup kontu kucakladı.
– Madlen, bu başına gelen şey de ne ola ki?.. Durumunu bugün öğrendim… Moralini bozma, adalet diye bir şey kalmışsa, senin için elimden geleni yapacak ve seni tahliye ettireceğim.
– Diyecekleriniz varsa, benden çekinmeyin… – Mahkum, ziyaretçin, güvenilir biri.
– Teşekkür ederim, madam, – kendisi için yapılan ve söylenen söze karşılık verdi. – Bu kadını tahliye ettirmek için elimden geleni yaptıracağım. Sen de ona göz kulak ol, yardımcı ol.
Charles de Ferriole üzgün bir biçimde cezaevinden ayrılmış, neşesiz yola koyulmuştu.
Charles de Ferriole önündeki sofraya ellemiyor, yatağına uzanmıyor, garsonu duymuyor, yumuşak koltuğunda uyukluyordu. Rüya görüyor gibiydi. Kadının biriyle dans ediyor, bazen kadının elinden kurtuluyor, sahne değişiyor, boynuzlu bir erkekle oynuyor, tek başına pistte durma diye kadına işaret ediyordu. Yaklaştığında da kadın kayboluyor, erkekle dans etmeye başlıyordu.
Birisi kendisine dokunuyor gibi olduğunda uyanıyor, nerede olduğunu unutmuş halde odayı gözden geçiriyor, kendi kendine mırıldanıyordu: “Ne oluyor, rüya mı görüyorum?.. Kim o kadın, Jeanette-Nicole mi, Claudine-Alexandrine mi?.. Hayır, hayır, onlar değil, Madlen olabilir mi? Peki, ne diye onun gözleri Aissé’ninkilere benziyor? Uzun, fidan gibi boylarıyla birbirlerini andırıyorlar. Charlotte-Elizabéth Aissé’yi çok oldu görmeyeli, onun gözleri ile vücudunu ne diye onlara benzeteyim ki!.. Öbür dans ettiğim boynuzlu erkek de kim ola?.. O kişi Fahri ile Pierre’e benziyor olabilir mi, bilemiyorum… Orhan olabilir mi?.. O kafa ütüleyici çocuğu ne diye anıyorum ki?.. Bu başıma geleni bilemiyorum, bir haller geldi başıma…” – Charles de Ferriole ayağa fırlayıp sofraya koştu, kadehine şarap doldurdu, kapıya baktı ve dinledi. Hiçbir ses gelmiyordu ve oda sessizliğe bürünmüştü. Sofradaki üç mumdan biri sönmüştü, ikincisi de sönmek üzereydi.
– Garson! – diye bağırdı.
– Buyurun, kont – Kapı dışında beklemekte olan garson başı öne eğik karşına dikildi.
– Şimdiye değin neredeydin, ne diye bir başıma bıraktın beni?
– Uyukluyordun, iki üç kez odana baktım, seni uyandırmaya kıyamadım.
– Kâbus göreceğime beni uyandırsan daha iyi ederdin, – garsonu azarlıyor gibi yapıp kendini zora sokan rüyayı bir yana atıp Charles de Ferriole kendine bir pay çıkarmasını da bildi: – Yahu güzel bir kız rüyamda karşıma çıktı, elinden zor kurtuldum, neye yorayım bilemiyorum.
– Çıplak mıydı?
– Yoo, çıplak yanı yoktu.
– Öyleyse sorun yok. Çıplaksa iyi değil derler.
Uzun bir süreden beri garsonu tanıyan Charles de Ferriole’nin gözlerinin önünden Madlen gitmiyordu, işin ilginç yanı onun yumuşak kucağını, saçlarını, sıcacık ellerini hissediyor, aklından çıkaramıyordu: “Zavallı kadını mahvettiler… Mahvettiler mi yoksa kendi kendisini mi mahvetti?.. Yaşamadıktan sonra neyin ne olduğunu bilmek olanaksız. Gardiyan kadının “Kadın zorda kalmadıkça kimseyle kavga etmez” demesinde bir gerçeklik payı olmalı. Evet, evet, kadın baştan çıkıyorsa, bunda biz erkeklerin de suçu vardır… “
– Garson, haydi doldur da biraz şarap içelim.
– Bu teklifini reddetmem, kont. Ama benden daha iyi sana eşlik edecek tatlı bir kadın da var.
– Hayır, hayır! – Charles de Ferriole kestirip attı, biraz şarap içtikten sonra sordu: – Kim ki o kadın, tanıdıklarımdan biri mi?
– Anımsarsan, kont, Madlen’den sonra sana gönderdiğim kadın.
– Şimdiye değin bunu unutmadın mı? – Kont memnun olmadığını belirtti, ardından şakaya vurdurarak durumu düzeltti ve sordu: – Öyle bir şey de yaşamıştık… Bazen avcının tüfeğinin ateş almadığı çıkar… Dediğin, o küçük tatlı kadınsa getir bana. Ama ava çıktığımızda tüfeğimize dikkat etmediğimizi sanma.
– Kont, böyle bir şeyi hiçbir zaman sana yakıştıramam. Buraya gece yatısına gelenlerin hepsi, – sesini alçaltarak, – kralımız da dahil hepsi senin gibi, – gönül alarak sessizce odadan ayrıldı.
Kapıda görünen şişman ya da zayıf olmayan kadının göğsünü sıkan beyaz ipekten ince bir entarisi vardı, içeri çekik göbeği görünüyordu, özlemiş ve çok beklemiş gibi gelip kontun kucağına oturdu, kucaklayıp kırmızı dudaklarıyla fısıldadı:
– Kont, ne diye bunca yıl kendini bize özletiyorsun?..
– Hele, hele bir dur, güzel kız, – dedi Charles de Ferriole ve boynuna sarılan yumuşacık kadından kendini geri çekti, soğuk bir ifadeyle, – şöyle uzaklaşıp şu sandalyeye bir otur.
– – Kont, beni çıkaramadın mı?.. – Gözleriyle “Ne kadar da unutkansın” der gibi, darılarak, kontun yüzüne baktı, sinirlenmişti ama belli etmedi, onunla olan geçmişini gizlemedi: – Bir seferinde derdine derman olmuştum, o kadın benim…
– Biliyorum, Gabriel, seni tanıdım… – Charles de Ferriole gülerek konuştu ve kendi arzu ettiği gibi bir yanıt verdi, – benim sana vurgun olduğumu sanarak üstüme atlama. Bu işte hiçbir yapmacık yanı olmadan, her ikimiz de isteyerek birbirimize yaklaşmalıyız. Bu nedenle, şu an aramızda bulunan şeyleri unutalım, bizi üzmüş olan şeyleri konuşmayalım. Gabri bana öyle isteksiz bir gözle bakma, seni istemediğimi de sanma.
– Kendini öyle görüyorsan, iyi, – Gabriel’in yumuşak ve küçük pembe dudaklarında imalı bir gülümseme belirdi ve gösterilen sandalyeye oturdu, – doldur şarabı, söyleyecek şeyin varsa seni dinliyorum, endişeli ya da huzursuz değilim! – Gabriel’in sıcak mavi gözleri yeniden parıldamaya başlamıştı.
– Aşk özlemi ile bana geldiğini ya da seni getirttiğimi söylemek mi istiyorsun? – Kont sözünü esirgemedi.
– Kont, bu akşam neşesiz olduğunun farkındayım… – Gabriel şimdi daha yumuşak bir tonda konuştu, kendini mi kontu mu sorumlu tuttuğu anlaşılmayacak biçimde sözünü tamamladı: – Hayat beklenmedik olaylarla doludur, sen de bilirsin. Herkes alnında ne yazılıysa, Madlen gibi, onunla karşılaşır. Seni üzen şey Madlen ise, iş olup bitmiş, yapacak şey yok artık.
– Ne diye yapacak şey olmasın, hapse konan herkes kenara mı itiliyor? Birini aramak, yardımcı olmaya çalışmak kötü bir şey mi?
– Madlen’den iyilik görmüşsem karşılığını vermem gerekir elbette.
– Madlen’in bir iyiliğini mi gördün yoksa? – Charles de Ferriole duyduğu bu söze sevindi.
– Gördüm tabii. Madlen hapse konmamış olsaydı şimdi beni yanına getirtir miydin! – diye acımasız bir ses tonuyla karşısındaki yakışıklı adama karşılık verdi: – Kont, beni mutlu et, daha iyi olur!.. Yoksa, daha önce olduğu gibi, benden yine derman mı bekliyorsun?
Charles de Ferriole’nin yüzü kızardı, kendini zor tuttu, utanma ayıp duygusu taşımayan Gabriel’in gözlerine baktı, biraz da ona acıdığını belli eder biçimde onu azarladı:
– Bir ara beğendiğim küçük kız olup olmadığını anlayamıyorum.
– Bunda şaşacak şey yok, – üst üste atılmış bacakları, çıplak baldırları ile çekici biçimde Gabriel gülümsedi, – yılda dört mevsim var, mevsimden mevsime fark var, sabah, öğle ve akşam vakitleri birbirini izler. Beğendiğini sever, onu alırsın.
– Senin mesleğin öyle şeyler demeye uygun değil.
– Değil tabii, beni öyle yapanlardan biri de sensin, – Kadınca üzüntüsü ağır basmış biçimde Gabriel gülümsedi. Niçin gelmiş olduğunu da unutmadı: – Yahu, ikimiz böyle bir birimize laf yetiştirip oturacak mıyız? Gecemizi boşa mı geçireceğiz?
– Ne diye boşa geçirecekmişiz?.. – Kont her zaman çıkardığı parayı kadının önüne koydu.
– Ben hak etmediği parayı alan biri değilim, – gördüğü bu hakareti gizleyerek , uygunsuz bir sesle gülümseyerek odadan ayrıldı. Ancak kapıdan çıkarken de başını içeriye uzatıp: – Bu hak etmemi engellediğin parayı, istersen yarın sabah hapishaneye Madlen’e götürürsen sevap kazanırsın.
– Güle güle, Gabri, güle güle, – dedi Charles de Ferriole içi şarap dolu bardağını göstererek, – sağlığına kaldırıyorum.
Kont ile Gabriel birbirine gücenik ayrılmış, geceyi bu olayı düşünerek geçirmişlerdi. Madlen’in talihsizliği konusunda Charles de Ferriole elinden geleni yapacaktı. Dün cezaevinde karşılaştığı manzara ile akşam sofrada yaşamış olduğu olay kararını pekiştirmişti. İşin içine dalmıştı, ama iyi yapıp yapmadığı konusunda kararsız kalmıştı: “ Bilemiyorum, Gabriel ile dikkatsiz bir konuşma mı yapmışım ?.. Kızmış bir kadının söylemeyeceği, yapmayacağı şey yoktur. Daha önce bana yumuşacık yaklaşmış olan Gabriel şimdi beklenmedik bir ateş topu gibi karşımda patladı. Bu gibi durumlarda erkeğin ilacı kadındır dememeliler!.. Öyle diyerek canımıza okuyor, isteklerini yerine getirmezsek, bizi sorumlu görüyorlar. Zavallı Madlen’in işiyle ilgisiz bir şey bu. Öyle diyorum ama, o küçük aksi kadın, elinden gelse tek bir kaburga kemiğimi değil, bütün kemiklerimi kırardı. Her iki yönden, erkekler ve kadınlar olarak kusurluyuz: Vücudumuzu satıyor, satın alıyoruz… Suçlu ile suçsuzu kollayacak yerde, kendimize bir çeki düzen versek daha iyi olur. En iyisi elimizdeki ile yetinip elimizde olmayana göz koymamak olmalı. Ama ne yapalım, dünya kıskanç insanlar dünyası… “ – kendini kınayarak, eleştirerek gece yarısına değin gözleri uyku tutmayan kont sonunda uykuya yenik düştü.
Gabriel? Başına bu geleni kendine yakıştıramıyor, dönüp kendini suçluyor, yatağında dönüp duruyordu: “Zavallı, yakışıklı ve paralı kontum benim… Erkek olduğunu anımsattığımı unutmuş olmalı, “seni satın almam için bana yaltaklanma” diyor bana, oysa, o “kendini beğenmiş” zevk hastası pezevenk, arzu ederek, beni yiyecekmiş gibi bakarak karşımda oturuyordu… Beni küçümsemiş olmalı, karşılığını vermediğim parayı önüme koyuyor… Bilmiyorsun, be bunak, ben senin önüme koyduğun paranın üç mislini tek bir gecede kazanıyorum. O parayı ne yapacağını bilmiyorsan, nerene süreceğini söyleyeyim: topak yapıp kıçını sil!.. Günün birinde aç kalmış karşıma çıkarsan, o zaman Madlen’in niçin hapsedildiğini unutturur, tasmanı tutup seni köşe bucak gezdiririm, seni gidi kendini beğenmiş bunak herif seni! Sevap işleyenin bir tek kendin olduğunu sanma, biz de acıma nedir biliriz… “ – kötüleyerek, sabah olduğunda nasıl bir iyilik yapacağını düşünürken, sonunda Gabriel de uykuya daldı.
Sabah uyandığında cezaevine, Madlen’in yanına gideceğini anımsadı, yanına gideceğim bu kişi iyi biri değil, daha işimin başlangıcında ve sonrasında birçok engel koymuştu önüme diye düşünerek, Gabriel yatağından kalktı, elbisesini giydi, bazı tatlıları yanına alıp konta inat cezaevinin yolunu tuttu. Ürkütücü hapishane duvarlarını görünce, içi cız etti, sıcak ortama karşın Gabriel’in yüzünden soğuk bir ter dökülmeye başladı. Sarımsı-kirli giriş kapısı önünde durdu, bir süre bekledi, kalbi küt küt kapıyı çaldı.
Kapı üzerindeki dar pencere açıldı ve kendisine gülümseyen koca suratlı bir erkek yüzü ile karşılaştı:
– Sen misin, cici bebek? Yolunu mu şaşırdın yoksa Tanrı mı seni bana gönderdi?
– Canımı sıkma, çirkin şey!.. Gardiyan madam Katrin’i (Catherine) görmek istiyorum, – Bekçi kem küm ettiyse de, şapka giyenlere davrandığı gibi yine gülümsedi, – elinden geliyorsa beni onunlar görüştür, bakarsın benim de sana bir iyiliğim dokunur.
– Evet, evet, benim gibileri sana çok lazım…
– Hele bir dur, acele etme, yakışıklım, öyle deyip başıma kakma, – Gabriel yumuşak bir göz atarak kapı bekçisine yeniden bir gülümsedi, kem-kümünü kestirdi, – paranın kötüsü yoktur, kokmayacağını bilirsin. Anladın mı, yakışıklım? Hapishane kapısını aç da içeri gireyim.
– Memnuniyetle açardım, cici kız, ama küçük bir kapısı yok ki buranın, – artık yüzü sevimlileşmiş halde Gabriel’e gülümsedi, daha da ileri gitti: – Elimden gelseydi, senin için küçük bir kapı bile yaptırırdım… Şimdi elimden gelecek olanı söyleyeyim: Madam Katrin’i öbür kapı girişinde bulabilirsin. Acıma duygusu olan bir kadındır, seni anlar. Benimle karşılaştığını da sakın ona söyleme, siz kadınlar nerede duracağınızı bilmezsiniz… – sözünü kesti. – İşini görüp görmediğini bana bildir, yararım olmasa da zararım olmaz.
Gabriel Madam Katrin’i görünce, “O koca suratlı adama ne kadar da benziyor” diye içinden geçirdi, kendinden iki kat iri gövdeli bu kadının istediğini yerine getireceğini ummuştu, ama yine de sorgulanmaktan kurtulamamıştı:
– Birbirinizin dostu iseniz, yetkim olmasa da, ikinizi görüştürürüm. Ancak anlayamadığım bir şey var: Dün gelen kont ve sen bütün bir yıl neredeydiniz? Anlıyorum, anlıyorum, herhalde kont ile sen birbirinizi tanıyor olmalısınız…
– Öyle, Madam Katrin, öyle, – Gabriel kaygılanıp kadını onayladı, – Kont özü sözü doğru biri, yanılmıyorsun, Madlen’i düşünmüyor olsaydık, o da ben de buraya gelmezdik.
Kapıdan adım atar atmaz Madlen odada gördüğü Gabriel’e kendinden geçercesine bağırdı:
– Seni gidi dişi köpek seni, şimdi de neyin peşindesin! Yıkıl karşımdan! – ardından daha dikkatli olarak, daha saygılı bir ifadeyle gardiyandan ricada bulundu: – Madam Katrin, başıma bu felaketi açan kişi işte bu kadın, elimden bir kaza çıkmadan, beni bulunduğum koğuşa geri gönder… Bu kadın tam bir baş belası, bütün erkekler için bir baş belası… – dedi Madlen odadan çıkarken gerisine bakarak.
Ayşet – 25
HAPİ CEVDET YILDIZ·14 MART 2020 CUMARTESİ·17 DAKİKA1 Okuma
(s.183-193)
III
Paris her geçen gün daha da güzelleşiyor, kent enine boyuna genişliyor, büyüyordu. Caddeleri uzanıp gidiyor, kente yeni meydanlar ve bulvarlar ekleniyordu. Yeni ve gösterişli binaları kuşatan ağaçlar da boy atıyor, büyüyorlardı. Çift ya dört at koşulu faytonlar ve landonlar koşuşuyor, karşılaşıyor ve birbirini geçiyor, lüks arabalarda da silindir şapkalı erkekler, hafif şapkaları ve dalgalanan ipek fularlarıyla kadınlar görünüyorlardı.
Çiçek, yemiş ve sebze dolu yük arabaları, çocuk arabaları, satıcılar ve alıcılar, gölgeliklerde dinlenen yaşlı başlı kişiler ve çocuklar dört bir yana dağılmıştı.
Claudine-Alexandrina’nın (*) yazdığı gibi, Charles de Ferriole’nin yoksun kaldığı canlı bir yaşam sürüp gidiyordu Paris’te. Peki, gerçek yaşamın kendi de öyle miydi Paris’te? Bu da gözün gördüğü ve hissettiğin kadarıyla algılanabilirdi. Kont, istediği her şeye erişen, bulamadığı şeyler önüne getirilen biriydi, ancak o da bir insandı. Şarkı söyleyenin ağladığı anlarının olduğunu bilmeyen biri değildi. En güzel giysi bile yırtılır, parçalanır, en güzel şapka da insanın başından uçabilirdi. Yaşam, dünyamızın bir parçasıydı: Günler bazen güneşli, bazen yağışlı geçerdi. Nerede ve ne zaman gök gürültüsünün patlak vereceği bilinemezdi…
Charles de Ferriole yumuşak landonuna – lüks faytonuna – kurulmuş geride bıraktığı Melen, Versay, Trianon ve will- Vicomte’u düşünüyordu: “Versay’da güneş kralımız yaşıyor, devlet işlerini görüyor, kararlar alıyor, “Geyik Parkında” değirmeni var, çalışıyor. Melen iç açıcı küçük bir kent, ama Madlen’in tutulduğu hapishane de orada. Charlotte- Elizabéth Aisse ile Janette-Nicole’yi görmeden ve o işi halletmeden önce Madlen için Melen’e gidebilirim. İyi ile kötü, her ikisi de yaşamın bir parçasıdır denir. İşte güzelim Sen (Seine) nehri, akıp gidiyor, – Növ Sen Ogüsten’e (Neuve Saint Augustin) varmaya az kaldığını gösteren köprüyü geçtiğinde, kontun içinde bir sevinç doğdu, ırmağın üzerinde sandallar ve gemiler yüzüyordu. Sen nehri, zengin fakir herkesin işine yarıyordu ama bir taştığında da her iki yakasını kırıp geçiriyordu… “
Bir Pazar günü sabahıydı, herkes kendi yaşamını sürdürüyor, değişik insan davranışları görülüyordu: Biri sevinçli, diğeri üzgün, birinin düğünü, diğerinin de cenazesi vardı. Kontun landonu diğer lüks landonlarla karşılaşıyor, bazılarını geçiyor, insanlar tarafından çekilen el arabaları, öküzler tarafından zor zahmet çekilen arabalar ve yayalarla karşılaşılıyordu.
Notre Dame ve Aziz Şapel (Sainte Chapelle) kiliseleri, Souiller (Suviyye) oteli ve diğer güzel ve yüksek katlı binalar Paris’in hemen her yerinden seçilebiliyordu. Nefis, temiz bir hava vardı, kulakları Fransızca sesler dolduruyordu. Kont Charles de Ferriole’nin , gördükleri ve duydukları ile göğsü sevinçle dolmuştu, sonunda coşkuyla haykırdı: Seni sevenlere “Hey gidi Paris, Paris” dedirtmiş olman bu yüzden! – Biraz sonra, birkaç yıl boyunca tanıdığı ve sevdiği doğu kentine de dönüş yaptı: – Bağışla beni, İstanbul-Konstantinopol, sen de benim canımın içisin… “
Landonu Növ Sen Ogüsten caddesine vardığında ve kendi büyük beyaz evini gördüğünde, Charles de Ferriole’in içi iyice duruldu. Aynı anda Charlotte- Elizabéth Aisse içinde belirdi: “Bugün Pazar, eve getirilmiş olabilir mi?..” diye.
Araba büyük bahçe kapısının önünde durdu, araba sesi üzerine Ayşet kapıya doğru fırladı.
François Marie Arua Voltaire’in şiirini okumaya ara vermişti. Olup biteni anlayamayan Claudine-Alexandrina ile Pon de Vel de büyük bahçe kapısına doğru koşan Ayşet’e baktılar. Bir şeyi kaçırmış olmamak için Arjantel de, Ayşet’in peşinden koştu. Meyve suyu içmekte olan Charles Louis Condon Montesquieu (Monteskiyö) yerli yerinden kımıldamadı. İnce yüzlü ve sivri burunlu François Marie Arouet Voltaire, okuduğu şiir yaprağı iki elinde çocukların koştuğu yöne baktı. İki yana açılan koca kapıdan içeri giren landonu ilkin Claudine-Alexandrina farketti:
– Kont Charles de Ferriole’nin arabası bu gelen!
Arabadan inmek yerine atlayan Charles de Ferriole’nin beyaz ipek entarisine Charlotte- Elizabéth Aisse sarıldı, iki oğlan çocuğu da amcalarına iki yandan sarıldılar.
– Aissé, Charlotte- Elizabéth, sen misin?.. Ne kadar da büyümüşsün!.. – Kontun göğsüne kapanan küçük kızın başını okşadı. – Ağlama, kızım, ağlama. Evet, evet, beni özlemişsin, ben de seni özledim… Artık Türkiye’de fazla kalmayacağım, en çok bir yıl. Ağlama, kızım, ağlama.
– Pon, – amcasıyla Ayşet’e bakarken heyecanlandı, – Aisse’ye ağlamamasını söylesene!
Bu son yıl içinde görülür biçimde büyümüş olan Arjantel’in endişeli sesini duyunca , Ayşet, sevinç göz yaşı içinde kardeşine gülümsedi:
– Jan, küçük kardeşim, endişelenme, ağlamıyorum ben, gülüyor, seviniyorum, değil mi, baba? – Nasıl ağzından düştüğünü bilemeden, ilk kez “baba” diyerek konta sordu ve yanıtını beklemeden yine sordu: – Gidelim, baba, seni arkadaşlarımla tanıştıracağım, – diyerek iki eliyle tuttu ve kontu arkadaşlarına doğru götürdü: – Bu François Marie Aruet Voltaire, diğeri Charles Louis Condon Montesquieu. İkisi de Pon de Vel ile Arjantal’ın okuduğu Büyük Louis Koleji öğrencisi. Claudine-Alexandrina ayda iki kez bizi buluşturuyor, bugün de buluşma günümüz. Karşılıklı şiirler okuyoruz, ilginç kitaplar, değişik yaşam sorunları üzerine konuşuyoruz.
– Claudine de kendi yazdığı parçalardan bazılarını bize okuyor, – diye Arjantal söze karışmadan edemedi.
– Güzel, çok güzel, – dedi Charles de Ferriole duyduklarına sevinmişti, – bu gördüğüm gençler sizin akıllı dostlarınız olacaklardır kuşkusuz. Kitap okuyun, içinizden şiir yazmak geliyorsa, yazın, yaşamı öğrenin, bilginizi artırın, Fransa’nın eğitimli insanlara, akıllı insanlara gereksinimi var. – Biraz ara verdikten sonra, Fransızlarla İngilizler arasındaki rekabetten söz ederek sözlerini bağladı: – Bize hep yukarıdan bakan o kendini beğenmiş İngilizlerden aşağı kalır bir ulus değiliz, gurur duyacağımız ve övüneceğimiz değerlerimiz de onlarınkinden az değil. Peki, Claudine, kitaplar yazıyorsun, gençler seni beğeniyorlar, sense hiçbir şey demiyorsun? Böyle bir yeteneğinin olduğunu bilmiyordum… Onca yolu aşıp Türkiye’den gelmiş olduğumu görmüyor musun? – Claudine’nin yazdığı mektup üzerine geldiğini başkalarının anlamaması için şakaya vurup durumu anımsatmak istemişti.
– Kont, değerli damadımız, – Claudine-Alexandrina’nın yanakları kıpırdadı, “nedir baba” diye göğsüne yaslanan iki yüzlü Aisse’nin yaptığı gibi benim de seni öyle karşılamamı mı bekliyordun” diye içinden geçirip konta gülümsedi, – Geldiğine sevinmez olur muyuz, başka türlüsü aklımızdan bile geçmez. Gelmeni bekliyorduk, ama bugün geleceğini ummamıştık. Sana söyleyecek çok şeyimiz var, senin de daha fazlasını bize anlatmanı isteyeceğiz.
Ferriole ailesi gün boyu bayram yaptı. Dört yıldır görmedikleri kont için mükellef sofraya büyük küçük hep birlikte oturdular ve öğle sonralarına değin kalkmadılar, Ferriole’lerin değinmediği bir konu kalmadı. Bazen izin almadan Pon de Vel ile Arjantal sofradan kalkıyorlardı, sofradan kalkmayan, Charles de Ferriole’ye yapışık gibi kalan tek kişi Ayşet idi. Diğerleri ısrarla kendisini çağırsalar da onu yerinden kıpırdatamıyorlardı. Ayşet kontun üzerine titriyor, yiyeceğine, tabaklardaki yiyeceklere dikkat ediyor, içeceği çayın sıcaklığına ve çaya koyacağı şekere özen gösteriyordu. Bu yaptıklarını Maria-Angelica ile Claudine-Alexandrina bakışlarıyla onaylıyorlar, ama belli etmiyorlardı. Dahası, adını söylemeden kontesi övüyorlardı:
– Evet, kont, çok istememe karşın, Tanrı kardeşinle bana kız çocuğu vermedi. Bu iki oğlan çocuğu var ya, neye yararlar, sana yardım etmezler, sana tatlı dil dökmezler, sana sevecen yaklaşmazlar. Görüyorsunuz bunların yaramazlıklarını, sormadan sofradan kalkıp geri geliyorlar.
– Maria-Angelica, bir tanem, – Ayşet, kontese, ilk kez “bir tanem” demişti, bunu ilk kez duyan Claudine-Alexandrina da şaşırmış, ince güzel kaşlarını yukarı kaldırmıştı, – kardeşlerimi böyle çekiştirme, bunu kabul edemem. Onlar anlayışsız değiller, seni seviyor ve özlüyorlar. Arjantal dersen, tek bir kız değil, bin kız değerinde.
– Evet, evet, Charlotte- Elizabeth Aisse, yerinde konuştun, – Ayşet’in Fransızca dediği şeyi, Kontes Maria-Angelica oradakilerin önünde altını çizercesine yineledi, – Oğullarımdan memnunum, onları seviyorum, beni özlüyorlar, beni görmediklerinde sabırsızlanıyorlar… – O sırada kapıdan başı uzanan Arjantal annesinin konuşmasını kesti, – kapıdan bakıp durma, oğlum, gel buraya.
– Anne, senin için gelmedim, Aisse’nin yanınızda kaldığı yeter, yanımıza gelsin.
– Bakın şunun dediğine!.. – Maria-Angelica kendisine atılan bu söze aldırmamış-şaşırmış gibi yapıp, şimdiye değin isteyip de diyemediği şeyi, Ayşet’e de duyuracak biçimde konta söyledi: – Benim demek istediğim, bunların istediği kişi, onları doğuran ben değilim. Gün boyu, kont, Charlotte- Elizabéth Aisse onlarla birlikte olsun, ondan bıkmazlar. Haydi kızım, git onların yanına, bize rahat vermezler, bize küsmesinler, kötü söz ettirme onlara.
– Hayır, Maria-Angelica – anne, babamın bana geldiği bu gün onu yalnız bırakamam, – dedi Ayşet güler yüzle, bak şimdi benim yalnız olmadığıma der gibi şakağını kontun omuzuna koydu.
– Evet, evet, farkındayım, yıllardır babanı özlemişsin, – Maria-Angelica söyleyip de yaptıramadığı şeyi o an değiştiriverdi, bunun ne anlama geldiğini, gizli bir tarafı olsa bile belli etmeden sözünü tamamladı: – Akşama Saint Cloud’ya gitmen gerekiyor, Jeanette-Nicole yarım saat geç kalmanı bile bağışlamaz. Seni çok özlemiştir.
– Maria-Angelica – anne, – Ayşet bu kez sesini daha da yükseltti, sesini yükseltmiş olması, söyleyeceği şeylere haklılık katma nedeniyleydi, – Geç gitmemi Jeanette-Nicole’nin kabul etmeyecek olması yerinde değil mi? Kurallara uymazsak, ödevlerimizi yapmazsak, bizim için de sizin için de uygun olmaz, okulumuzun değeri de kalmaz, kraliçemiz de bizi takdir etmez.
– Sevindim, Charlotte- Elizabeth Aisse, okulunu böyle seviyor ve savunuyor olmana sevindim, – Charles de Ferriole duyduğu bu sözlerle gurur duydu, – işte öyle olmalı, kızım, Fransız ülkesinin bir yurttaşı olarak, olman ve değer vermen gereken şey de bu! Bu değerler evinde, okulunda, göğünde ve toprağında, kralında ve akrabalarında başlar ve yeşerir.
– Akrabalarımı başkaları ile bir tutamam, baba, onları sizin yerinize koyamam ama, öğretmenlerimi, en başta Jeanette-Nicole’yi hepsini seviyorum, birlikte okuduğum kız arkadaşlarımı da seviyorum, – Ayşet içinden onaylayarak kontun dediklerine katıldı.
“Öğretmenlerini, seninle birlikte okuyan kız çocuklarını, akrabalarını, kardeşlerini ve onların arkadaşlarını ve Sophie dahil hepsini sev” – Ayşet’in yüksek sesle söylediği sözlere, Claudine-Alexandrina alay edercesine içinden geçenleri küçük kıza söyledi, – tabii diyerek, iki yüzlü Jeanette-Nicole’nin dediğini umursama, kendini aptal durumuna düşürtme… “ diye kendi kendine söylenip dudak ucundan konuştu:
– İyi, iyi, öyle olman gerekir. Seni onaylıyorum, tanıdığın gençler içinden görünür biri olmasan bile, geri plana düşmüş biri değilsin, – Ayşet’i öğdü, ama içinden de azarladı: “Bize bir fırsat tanıyıp kontla konuşmamızı sağlasaydın daha iyi ederdin… Öyle yapmazsan sana ne yapacağımı bilirim… ” – Hemen döneceğim, – İnce belli ve uzun boylu Claudine-Alexandrina salondan ayrıldı, Sophie’yi bulup sordu: – Charlotte- Elizabeth Aisse’nin dönüş saati gelmedi mi, Sophie?
– Daha vakit var, Claudine-Alexandrina, – diye Sophie, ne denmek istendiğini anlamamış halde kontese yanıt verdi, – Ancak Charlotte- Elizabeth Aisse’nin acele etmesi, giyinmesi ve üst başını düzeltmesi gerekiyor, bu da zaman alıyor. Yoksa, kont geldiği için, kızı birkaç gün yanınızda alıkoymayı mı düşünüyorsunuz?
– Hayır, öyle bir şey yok, – Claudine-Alexandrina, salondan ayrılma amacına ulaşmış oldu, – ayrıca Jeanette-Nicole de bunu kabul etmez. Charlotte- Elizabeth Aisse’nin hazırlanması için ona yardımcı ol, eksiklerini ona anımsat, kontu gördüğü için her şeyi unutmuş yanında oturuyor.
Sophie kendisine söyleneni yarım saat içinde yerine getirdi:
– Kont, sana da, kontes, sözünüzü kestiğim için bağışlayın, Charlotte- Elizabeth Aisse’nin gitme vakti yaklaştı, onu hazırlamam gerekiyor.
– Sophie, yarım saat var… – diye Ayşet yalvardı.
Maria-Angelica bu duyduğu şeye sevindiğini belli etmeden aceleci davrandı:
– Hayır, hayır, Charlotte- Elizabeth Aisse, Sophie’nin dediğini yap, güneş inmeye başladı, yetişemezsin.
– Öyle diyorsan, anne, olur, – Ayşet durumu kabul etti, salondan ayrılırken arkasına baktı ve şöyle dedi: – O zaman beni Saint-Cloud’ya babam götürsün. En güzel takımını giy, baba, – diye eklemede bulundu Ayşet.
Salondaki üç kişi birbirine bakıştı, gülümsedi. İlkin Maria Angelica şakaya vurdurup konuştu:
– Kont, duydun mu, bizi nasıl yönlendirdiğini? Dediğini yaptırmadan yakanı bırakmaz, acıma duygusu ve tatlı yanı da var, ama dediğini de yaptırır .
– Öyleyse, Arjantal gibi değil mi? – ne denmek istendiğini düşünmeden kont gülümsedi, – İstenen şey yerindeyse, yapılmış olması kötü olmaz. Jan’ın beğendiğim yanı da bu, bazen küçüklüğümü bana anımsatıyor.
– Siz ikiniz, Arjantal ve sen Fransızsınız, – sorunu olan Claudine-Alexandrina söze karıştı. – Beriki?.. Jeanette-Nicole, Charlotte- Elizabeth Aisse’ye Çerkes olduğunu unutturmuyor…
– Bunu konuşmayacağız dedik ya! – Charles de Ferriole’nin suratı ekşidi.
– Dedik ama, kont, – Maria Angelica kız kardeşini destekledi, – akıllı küçük kızımıza Çerkes denirse ve Çerkes olduğu unutturulmazsa, Jeanette-Nicole onu bizden uzaklaştırır. En önemlisi, Charlotte-Elizabeth Aisse’nin Jeanette-Nicole’u dinlemesi, Claudina’nın dediklerine kulak asmaması. Hayır, kont, başka bir konuda tasalanma. Ben, Claudina, sen ve kardeşin Augustine Antoine kontuz, Fransız olduğumuz için kaygılıyız, sana söylüyoruz… O uzun bacaklı nereden bulursa bulup getiriyor, Çerkeslere ilişkin yazıları kıza okutuyor… Beriki de Çerkesler ne tarafta yaşıyorlar diye bize soruyor. Bu işe el atmadan olmaz, küçük kızı elimizden kaçıracağız.
– Durumu Augustine bilmiyor mu?
– Kardeşin, kont, kendi işi dışında hiçbir şeyle ilgilenmez. İki oğlu ile de ilgilenmiyor…
– Bu kaygınızı kardeşiniz Piskopos Pierre Guerin de Tansen’e söylemediniz mi? – Charles de Ferriole, iki kız kardeşe Pierre’in Jeanette-Nicole ile olan ilişkisini belli etmeden sormuştu.
– Doğrusunu diyecek olursak, kont, piskopos kardeşimizi, bu işe karıştırmak istemedik, – sorulan soruyu bekliyormuş gibi Claudine- Alexandrina yanıt verdi. Jeanette-Nicole’nin güzel ve akıllı oluşunu beğenmediğini, öncelikle belirtti, – Biz sana anımsatmasak da Charlotte- Elizabeth Aisse’nin öğretmeninin ne olduğunu bilirsin, istemesen, görmek istemesen de durduramazsın, gözünün içine girer… Fena bir öğretmen sayılmaz ama işgüzar, işi olmayan şeylere burnunu sürüyor… Nereye gitse – tiyatroya, parka, alışverişe ve pazara, diğerlerinden ayırıp yaşıtı imiş gibi onu yanında götürüyor…
– Çerkes giysisi de diktirdi desene… – kız kardeşinin konuşmasına Maria Angelica da karıştı ve haksız yere suçlamada bulundu: – Charlotte- Elizabeth Aisse on dört yaşına basınca, güzelmiş denen o kendini beğenmiş Jeanette-Nicole, çağırmadığımız halde kutlamamıza geldi, güzelmiş-akıllıymış tavırlarıyla, ileri geri konuşarak, gün boyu küçük kızımızla doyasıya bir arada bulunmamızı engelledi. Küçük kızı yitirmeden okulunu bir bitirseydi. Okuldan alsak mı ne, bilemiyorum, kont? Bir sürü paran da ziyan olup gidiyor… O para oraya harcanacağına evimizde kalsaydı, biliyorsun her gün yaşam daha da ağırlaşıyor, eldeki para yetmiyor.
– Bir senesi kaldı… – Charles de Ferriole söylenenlerden kafası şişmiş halde kendi kendine söylendi, bir süre sustuktan sonra kestirip attı: – Öyle bir şeyi aklınıza bile getirmeyin. – “Bu iki kız kardeş bana ne yaptırmak istiyorlar? Kont içten bir gülümsedi . – Kardeşiniz sizi dinlemiyor, küçük kızı bahane edip beni Jeanette- Nicole ile kapıştırmak mı istiyorsunuz? Boşuna üzülüyorsunuz, o kadın kardeşinizi elinizden kapamaz. Unuttunuz mu piskoposlar için evlenme yasağı olduğunu? Jeanette-Nicole de sizin gibi bir insan, bir kadın, o da gizli açık yaşamdan bir tat almak istiyor. Anlaşılan sizin gizli açık yaptığınızı, onun yapmasını istemiyorsunuz, değil mi? Charlotte- Elizabeth Aisse’nin Çerkes kökenli olduğunun ona anımsatılmasını istemiyorsunuz, o konuda sizinle beraberim, bir kadınla takıştırmak gibi bana yaptırmak istediğiniz şeyde ise yokum, çok saçma. Kısa yaşam süresi içinde sevmek ya da sevilmek güzel şey. Bakın bu son birkaç yıl içinde sünepe Claudine’nin nasıl da güzelleştiğine! Unuttun mu beni görmek için sabırsızlandığını yazdığını?.. “ – Kaygınızı anlıyorum, Jeanette-Nicole’ye gidip onunla konuşacağım.
Ayşet içeriye girdi ve Charles de Ferriole’ye çıkıştı:
– Henüz hazırlanmadın mı?..
– Bu kıyafetimle olmaz mı?
– Bu kıyafetin de fena değil, ama Jeanette-Nicole güzel giyimli insanları daha bir beğeniyor.
– O beğendiği kişiler erkekler mi oluyor? – Claudine-Alexandrina kardeşi için söyleyemediği şeyi, şakaya vurdurarak Ayşet’e sordu.
– Hayır, Claudine, – Ayşet hemen yanıtını verdi, – Jeanette-Nicole için kadın ya da erkek fark etmez, güzel giyinmiş herkesi beğendiğini sen de bilirsin. Claudine, gücenmeyeceksen söyleyeyim: Jeanette-Nicole senden aşağı kalmayacak biçimde güzel giyiniyor.
– Ne diye gücenecek mişim, – Kontes Claudine-Alexandrina, kendisinin bir öğretmenle bir tutulmasından hoşlanmamıştı, ama şakaya getirerek güldü, – önüme çıkmasın yeter, başka şey istemem.
– Evet, evet, Charlotte- Elizabeth Aisse, – dedi Maria Angelica, kız kardeşi ile Ayşet arasında baş gösteren tartışmayı yumuşatmak için, – Jeanette-Nicole güzel giyiniyor, çekici bir kadın, ama senin ve Claudine’nin güzelliğine-saygınlığına nasıl erişebilir ki o, siz kont soyundansınız, bunu asla unutmayın. Kontesler her zaman için daha güzel, daha zarif ve daha eğitimli olurlar. Peki sorun ne? Söylesenize, açıklamada bulunsanıza…
“Bu kadın milletini anlaması ne de zormuş, gizli açık her şeyleri birbirine dolaşık: Altın dersin, gümüş çıkar, olur da beğenirsin, gümüş dediğin de demir çıkar… – Charles de Ferriole içinden gülümsedi. – Onları tanımadığımı söyleyemem, ama şimdiye değin onları yeterince çözebilmiş değilim. Bazen seni yakarlar, bazen de ısıtırlar, bazen seni iteler, bazen yanlarına çekerler, bazen sana göz kırparlar, bazen de kendilerine bakmana bile fırsat tanımazlar. Üçünüz de aynı kumaştan örülmüşsünüz, o çekemediğiniz Jeanette-Nicole’yi de kendinize katın… “
– Siz de öyle diyorsanız, – Charles de Ferriole – daldığı düşten uyandı, – o zaman ben de güzel giysilerimi giyerim. Tamam, Charlotte- Elizabeth Aisse.
(*) – Daha pratik olacağı düşüncesiyle bazı Fransızca kişi adlarını İngilizcesine dönüştürerek yazıyorum – hcy
Ayşet – 26 (s.194-195)
HAPİ CEVDET YILDIZ•11 MAYIS 2020 PAZARTESİ•OKUMA SÜRESİ: 2 DAKİKA
2 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman)
Aynı Pazar günü akşamı Kont Charles de Ferriole Ayşet’i Saint Cloud’ya götürdüğünde, Jeanette-Nicole ile arasında ve Ayşet’in yokluğunda kısaca şöyle bir konuşma geçti:
– Charlotte- Elizabeth Aisse’nin eğitimi ve öğretimi ile ilgilendiğin için, Jeanette-Nicole senden memnunum.
– Teşekkür ederim, kont, elimizden geleni yapıyoruz.
– Senden memnunum, ancak küçük kızımın Çerkes soylu olduğunu şimdiye değin sık sık anımsattığın bana söylendi.
– Kont, – Charlotte- Elizabeth Aisse’nin bir Çerkes olduğu bilinmeyen bir sır mı?
– Bunu güneş kralımıza değin herkes biliyor, Çerkesçe adını da adına eklettiren de benim.
– Peki, kont, Charlotte- Elizabeth Aisse’yi Çerkes giysisi içinde kraliçemizle tanıştırmış olmam nedeniyle mi beni suçluyorsun?
– Hayır, biraz daha dikkatli ol, Fransızlık duygusunu ona benimsetsen diyorum, yoksa seni suçluyor değilim. Fransızların hepsini Fransız soylulardan oluşmuş mu sanıyorsun?
– Gerçek her zaman gerçektir, kont, sana katılıyorum. O konuda anlaştığımızı söyleyebilirim. Ayşet konusunda da birbirimizi anladığımızı varsay.
– Kuşkusuz, – “Gördüğüm kadarıyla durum fena değil” diyerek, Charles de Ferriole kestirip attı, daha sıkı bir tembihte bulundu: “Kont, Fransa elçisi bir dediğini iki kez yinelemez. Ne diye burada oturup duruyoruz, Jeanette-Nicole? Landonum (arabam) dışarıda. Paris bizi çağırıyor, bize fısıldıyor, hoş havasından bıkarsak, Melen uzakta değil, Melen’in geceleri neşeli olur, mehtaplı bir gecesi de var.
– Kont, bilemiyorum, elçi olman yetmemiş, bir de şair mi olmuşsun? – “Bu havasında –lovelace- kişinin dediğine bir bak” diye içinden geçirdi, gülümsedi Jeanette-Nicole, kontun ağzını açmasına fırsat tanımadan takılaraktan konuştu: – Sözlerin yerinde, hoş ve anlaşılır bir dil. Kont, sana iyi akşamlar diyeyim, beni burada bekliyorlar.
– Bu akşam olmasa bile yarın akşam da olur, – kont ayrılmakta olan güzel vücutlu kadının arkasından seslendi, konuşmak istemeyerek kendisine bakan kadına “Ben senin gibi nicelerini yola getirmiş biriyim” diye arkasından söylendi.
(devam edecek)
Ayşet – 27 (s.195-202)
HAPİ CEVDET YILDIZ•13 TEMMUZ 2020 PAZARTESİ•OKUMA SÜRESİ: 12 DAKİKA
(Tarihi roman)
Nasıl görünürse görünsün, Charles de Ferriole, tüm güzellikleri seviyordu, ama tanıyor olsun olmasın, tüm güzel kadınlara karşı ilgi duyuyor, içinde onlara karşı ateşli duygular uyanıyordu. Ama tanışı olan Jeanette-Nicole’ye karşı dün akşam beklemediği bir yanıt almıştı. Arkasından söylediği “Senin gibi çok kişiyi yola getirmeyi bildim” demesi bir anlam taşımıyordu: Atı kaçırdıktan sonra kuyruğundan tutmak gibi bir şeydi.
Yıllarını İstanbul’da geçirirken, özlemini duyduğu şans şimdi kontun kapısını çalmış olabilir miydi? Kendisini ağırdan satan ve kendini çok beğenmiş olan o kadın boşuna yazmazdı. Kıskaç içine alıp ele geçirmeye kalkışsan bile, zayıf tarafını bilmediğin sürece onunla başa çıkamazsın. Tatlı dilin yılanı yuvasından çıkarması gibi, onu memnun etmeden, karşılığını vermeden onu konuşturmak olanaksızdı. Bunu anlatan değişik deyimler de vardır: Kızın peşinden yüz talipli koşar, ama sadece birine varır.
Bunlar ve başka şeyler. Charles de Ferriole, Fransız elçisi için çözümü zor şeylerden değildi. Kont, “Senin gibi nicesine boyun eğdirdim” diye kızın arkasından söylenmişti, ama şimdi yapması gereken şey beklemek, sabırlı olmaktı. Böyle demekle iş çözülecek olsaydı… “Niçin olmasın?” Aklına böyle bir soru geldiği için kont ilginç bir biçimde gülümsedi. – “Bu akşam olmaz diyorsan, yarın akşam da olur” dediğimde o gösterişli kadına, gerisine dönüp bana bakmıştı, ama bir şey dememişti . Bunu neye yormalı? Bizim diplomat mantığımıza göre bu şeyin anlamı “isterim-istemem” demektir, ama zorlamadan, akılıca yaklaşırsan ya da başka yaklaşma yöntemleri bulursan, kız yola gelir. Daha alıcı bir gözle baktığımda, onun alıcı, çekici, esmerimsi ve beyaz yüzlü bir güzel olduğu belli oluyordu!.. Tanrı onda bir eksik yan bırakmamış. Pierre de Tencin budala biri değil, kadınları tanıyan biri, kafasız herif piskoposluk gibi bir mesleği boşuna seçmiş. İlişkiyi uzatır, sürdürürse başına ne gelir bilemem… Jeanette-Nicole’ü, kızın öğretmenini, yarın akşam için umutlandırdım, ama birkaç akşam bekletsem de olur. Arzuladığın şey tatlı olur demeleri doğru. Bu arada ben de zavallı Madlen’in işinin peşine düşerim”.
Madlen’i hapisten çıkarmak için Charles de Ferriole’nin üç yolu vardı: Kral XIV. Louis, Dışişleri Bakan yardımcısı Bernard de Grand, Paris Emniyet Müdürü Henry de Farge. Üçünün adını mırıldanınca kendi kendisiyle dalga geçti: “ Ne diye bir hayat kadınının hapiste olduğunu krala ve bakan yardımcısına söyleyip kendimi rezil edeyim? Melen kenti Paris’e bağlı, orasının emniyeti arkadaşım Henry de Farge’nin emrinde. Kadın konusunda, benim dışımda onu bastıracak tek kişi Fransa’da yoktur. Ne diye onu unutmuşum ki! Madlen, zavallı talihsiz kadın, bir süre daha dayan, küçük oğlun sağ salim, birkaç güne değin hapishane kapısını sana açtıracağım. Bu sorunu Henry de Farge benim için çözer mi?.. – Kontun hercai düşünceleri, ara sıra landonundan baktığında gördüğü Paris caddelerindeki yaşama takılıyor ve kaygısı dağılıyordu. – Bu şeyi olsun Henry benim için yapsaydı tek… Ricada bulunduğun kişi kim ki diye beni ayıplar mıydı?..” – Üzüntüsünü Jaque’a boşaltıyor:
– Yahu, bugün niye böyle kendinden geçmişsin, bunlardan birini deviremez misin?
– Ben de buna dikkat ederek atları koşturuyorum. Yoksa bu dilencilerden kurtulamayız.
– Bu son üç dört yıl içinde Paris’teki dilenci sayısı artmış anlaşılan… – diye Charles de Ferriole kendi kendisine konuştu, ardından Jaque’a seslendi: – İstanbul da büyük bir şehir, ama Paris’teki gibi dilencisi çok değil. Şaşırma, Müslüman dini yoksulları kolluyor.
– Nasıl? – diye bu duyduğuna sürücü şaşırdı.
– Söyleyeyim, her Cuma akşamı aileler yoksul komşularına yardım (sadaka) gönderiyorlar, cami önünde toplananlara da cemaat yardımda bulunuyor. Daha ilginci Kur’anlarında yazılı: Alın terinle kazandığın maldan, aileni, çocuklarını ihmal etmeden, yoksullara yardımda bulun. – Biraz düşünüp eklemede bulundu: – Bizim İncil’imizde de benzeri şeyler yok değil, ancak Müslümanlar bu konuda daha ciddi davranıyorlar. Bu konuda ve başka konularda da İslam dininde örnek alınacak güzel yanlar var. Namaz durup Tanrının karşısına çıkmadan önce abdest alıp üst başlarını temizliyorlar. Dua eşliğinde hayvan kesiyorlar. Erkek çocuklarını, temiz olmaları için, ergenlikten önce sünnet ediyorlar… Ne diye gülümsüyorsun? – homurtusu üzerine sürücüye sordu – Olmayacak bir şey mi dedim, Jaque? İyi olanları aklında tut, kötü olanları aklından sil, gitsin. Sen atların ile arabanı tanrıların sayıp yaşamını sürdürüyorsun.
– Sadece onlar değil, kont, sen de benim tanrımsın. – Ferriolelerin sürücüsü her zaman yaptığı gibi, kontunun uyarına gidecek biçimde sözlerini sürdürdü, – Sen olmasaydın ben çoluk çocuğuma nasıl bakardım?
– Ferriolelerin iyiliğini unutmaman güzel şey, ama at ve arabanı tanrılardan sayman beni üzdü, bu da tanrı inancın olmadığını gösteriyor.
– O sözünü ettiğin konuya farkında olmadan girmiş bulunuyorum, yoksa kont, seni onlarla asla bir tutmam! Ama seni tanrı yerine koyduğumu yadsıyacak değilim. İstavroz çıkarmayan, kiliseye gitmeyen biri değilim, sen acıma duygusu olan iyi bir insansın, seni dediğim biri gibi görüyorum.
– Olur, olur, beni o kadar da övme, – Charles de Ferriole sürücüsü ile şakalaştı, biraz kızdığını da belirtti, – Dört yıl oldu beni gezdirmediğin. Benimle Türkiye’ye gel dediğimde kabul etmedin, Maria-Angelica ile Claudine – Alexandrine’yi seçtin. O iki kız kardeş sana nasıl davranıyor, gece gezmeleriyle seni canından bezdirmiş olmalılar.
– Yakınmıyorum, kont. Bildiğin gibi, bana karşı iyiler. Gece gezdirmeleri ara sıra, çok az… güzel atlarım, haydi biraz hızlanın! – Jaque atlarım diyerek konuyu değiştirmek istedi, ama o iki kadın konusunda kendini tutamadı. – Onları gezdiren landonlar bizimkiler gibi değiller, altın suyu yaldızlı landonlar, atların ayaklarında da gümüş nallar var… Kont, bir de bana, tanrısız diyorsun.
– Öyle Jaque, öyle, ne yapalım, öyle bir dünyada yaşıyoruz… Öyle de olsa, yaşam bir mutluluk kaynağı, işte bak Paris ne kadar da güzel!.. Güzel caddem hala uzakta mı?
– “İşte, işte” – diye sürücü derin bir iç geçirdi, – Kendiniz ve yeme içme dışında bir kaygınız olmadan zevk içinde, Tanrının dünyasında yaşayıp gidiyorsunuz, biz de açlıktan ölmesek yeter diye sürünüp duruyoruz!.. Siz çalışarak elde etmediğiniz mal varlığınızı tepe tepe sevgilileriniz için har vurup savuruyorsunuz, Çerkes kızcağızı Aisse gibilerini oyuncak bebeğiniz olması için satın alıyorsunuz. Kıçımız çatlayarak, sizleri gezdirerek kazandığımız azıcık parayı evdeki karıya veriyor, karı da kuruş kuruş hesaplayıp evin geçimi için harcıyor. Sen kendi gelininin durumu ile ilgilenmiyor, “Ne yapalım, dünya düzeni böyle” diyerek keyfine bakıyorsun. Benim Katolik inancımı sorguluyor, bana Müslüman dinini övüyorsun”… – Bütün bunları düşünürken sürücü kontun sorduğu şeyi de unutmuş değildi:
– Vaktin kaldıysa, kont, gideceğimiz yere varmak üzereyiz.
– Vaktim olmayan bir işin peşine düşmem… Hele, hele, arabayı bir durdur!.. – Charles de Ferriole gördüğü şeye şaşırmış halde kapıyı açıp dışarı fırladı.
Charles de Ferriole vakti olsun olmasın, sevdiği caddesine girdiğinde, acele etmeden landondan iniyor, altın-gümüş işlemeli bastonu elinde alışveriş yaptığı yol kenarındaki pahalı dükkanlardan birinde gördüğü tanıdık bir kadını kalabalık içinde yitirmemek için hemen peşine düştü: “Neyin peşinde bu kadın? .. Yalnız mı, yoksa kendisini bekleyen birinin yanına mı gidiyor?.. Yanında kimse yok. Paris’in en ünlü kuyumcu dükkanına girmişti Jeanette-Nicole…. Sıradan bir öğretmenin orada ne işi olabilirdi ki? Claudine- Alexandrine’nin birgün dediği gibi aylığı dışında geliri olmayan biriydi o kadın. Altın alma bir yana, doğru dürüst iç çamaşırı parası bile yoktur… Ah bu kadınlar… Ama onlar olmasaydı, biz erkekler, ne yapardık?.. Biz kendimizi yakışıklı, akıllı ve dünyanın direği sayıyorsak da gerçekler çok farklı. Eğer işler öyleyse, ne diye yaman kişiler olduğumuzu açık açık söylemiyoruz: Yaşamımızı güzelleştirenler, bizi yiğit ve akıllı yapanlar da işte o kadınlar. Ama onlar yüzünden az çekmiyor da değiliz… Jeanette-Nicole’e göre olmayan o dükkanda, acaba benden daha paralı biri onu bekliyor olabilir mi? … Öyle değil, demeyeceğim ama, – Charles de Ferriole kendi kendine düşündü, erkeği kıskandı ve kendi kendine homurdandı, – Güneş kralımızdan sonra Paris’te, Fransa’da benden daha eğitimli kim var ki? Hele, hele, o kişi, gizlice görüştüğü Pierre Guerin de Tencin olmasın?!” – Ardından kalbi atarak ışıltılar içindeki dükkana kızın ardından girdi.
Dükkanda Jeanette-Nicole dışında müşteri yoktu. Kadın da altınların satıldığı bölümde değildi, pahalı bastonların satıldığı bölümde önüne konan bastonlara bakıyordu.
Charles de Ferriole’nin dükkana girdiğini gören kadın satıcılar kendisini karşıladılar:
– Kont, Charles de Ferriole, hoş geldiniz, burada olmadığınızı bilsek de sizi özlüyor, görmek istiyorduk.
Kontun adını duyar duymaz Jeanette-Nicole hemen gerisine baktı. Charles de Ferriole ona dönüp başıyla onu selamladı ve sordu:
– Jeanette-Nicole, hayatım, o sen misin? Parıldayan ince sopası elinde kadının uzattığı eli öptü.
– Benim, kont. Seni gördüğüme sevindim.
– Yalnız mısın?.. – Yalnız olduğuna inanamayarak yeniden sordu.
– Gördüğün gibi, yalnızım.
– Ben de yalnızım, Jeanette-Nicole, – Charles de Ferriole’nin sevinci sadece yanaklarına değil, vücuduna da yansımıştı, – Gizleyecek değilim, seni gördüğüme ben de sevindim, bu konuda bu güzel kadınlar da tanığımdır. Ama İstanbul’da ahbabım olan bir Türk delikanlısı var, “yalnız mısın” diye sorduğumda, “Allahla birlikteyim” derdi bana, biz de yalnızız demeyelim, “Tanrı bizimle birlikte” diyelim. Hayır, o kişi tanıdığımız Fahri değil, Fahri evlendi, en mutlu günlerini yaşıyor. Sözünü ettiğim kişiyi sen tanımıyorsun. Orhan adlı yaman bir genç. Orhan kendi Tanrısı için yaşıyor, biz de kendi Tanrımız için yaşasak iyi olmaz mı?..
– Güzel, kont, çok güzel, ama gerekli ya da gereksiz durumlarda Tanrıdan söz edip durmaktan çok, Tanrıyı kalbinde yaşatmak daha iyi.
– Çok doğru, ben de Tanrı konusuna öyle bakıyorum. Güzel hanımlar, bu dediğim doğru değil mi, – diyerek kendisini karşılayan, sonra yerlerine çekilen satıcı kadınlara dönüp sordu, verecekleri yanıtı beklemeden kendi istediğini söyledi, – bu bastonlara niçin gereksinim duyuyorsun, anlayamadım. İstemiyorsan soruma yanıt vermeyebilirsin. Ancak kaliteli baston seçme konusunda biraz deneyimim var, sana yardımcı olabilirim. İlk önce, Jeanette-Nicole, özel bir şey değilse, bastonu alacağın kişinin yaşını bilmem gerekir.
– Bunda özel, gizli bir şey yok, – Jeanette-Nicole’nin gözlerinden kurnazca bir gülümseme yansıdı, – Senin yaşında, senden yaşlı ya da genç biri değil.
– Öyleyse, sorun yok, – “Pierre için değil”, dedi içinden, – istediğimiz bastonu daha iyi seçebiliriz. Bu elimdeki baston gibi olsa olmaz mı?
– Hayır, kont, hayır, – dedi aceleyle Jeanette-Nicole.
– Niye? Paran yetmeyecekse bende var.
– Hayır, hayır, kont, – şimdi Jeanette-Nicole’nin sesi daha sert çıkmıştı, ama ardından yumuşayıverdi, – Bende de para var. Bunu aldığım kişinin seninki gibi değerli bir bastonu da var. Şu altın-gümüş suyu işlenmiş bastonu nasıl buluyorsun, kont, fazla mı alacalı, beğeniyor musun?
– O da güzel bir baston. Kendim için olsaydı, alacalıların hepsini beğeniyorum, ben de o senin beğendiğini seçerdim.
– Öyleyse alıyorum.
– Bastonda küçük ve güzel bir kadın başı var, aldığın kişi beğenir, – diye Charles de Ferriole şaka yaptı ve sözüne eklemde bulundu, – ama senin güzelliğine yetişemez o baş.
Jeanette-Nicole’nin güzelliğini, Charles de Ferriole tanıdığı dükkandaki satıcı kadınlara da duyuracak biçimde söylemişti bunu, ama kadın duymamış gibi yaptı ve ses çıkarmadı. Jeanette-Nicole, bastonu aldığında, kont, söylemek istediği şeyi dükkandakilerin duyacağı biçimde söyledi:
– Bu güzel kadın, Çerkes’ten, böyle bir ülke var, biliyor olmalısınız, bilmiyorsanız söyleyeyim, uzak Çerkes ülkesinden getirdiğim küçük kızın, Charlotta-Elizabeth Aisse’nin, Saint Cloud Manastırı’nda okuttuğum kızımın öğretmeni Jeanette- Nicole, sizi onunla tanıştırıyorum, Fransa adına bizi utandırmayacak eğitimli biri. Bu nedenle, dükkanınızdaki eşyalardan birini hediye olarak ona versek nasıl olur?
– Kont, Charles de Ferriole, – Bu beklenmedik sözler üzerine Jeanette-Nicole’nin yanaklar kızarmıştı, kontu onaylayan dükkandaki sıradan kadınlara sert bakışlarını yöneltti, – Rica ediyorum, beni utandırmayın. Teşekkür ederim, iyi bir alışveriş yapmama yardım ettin. Bu görevi bana yükleyen kişi de bundan memnun olacaktır. Şimdi başka bir yere gitmem gerekiyor, kont, beni bekliyorlar.
– Peki, Jeanette-Nicole, hatır tanımaz biri miyim, öyle mi görüyorsun beni? – Alttan alarak ve sesini daha da yumuşatarak sordu,- Küçük kızımın hatırına sana bir hediye almama izin versen olmaz mı?
– Öyle diyorsan, kont, anlaşalım: Bana hediye alacak kimsem var, sen istersen hediyeni Aisse’ye al. İstersen, aramamıza gerek yok, ne alacağını söyleyeyim.
– Küçük kızım Charlotta-Elizabeth Aisse için yapmayacağım, almayacağım bir şey yok, söylemen yeter.
– Haç takılı küçük bir altın kolye. Aisse böyle kolyesi olan kızlara imreniyor.
– Haç takılı en değerli altın kolyeyi bana getirin, – dedi Charles de Ferriole, para cüzdanını çıkarırken satıcı kadınlara.
– Kont, Charlotta-Elizabeth Aisse için değerli haç gerekmez, – Jeanette-Nicol karşı çıktı, – Kız arkadaşlarının ki gibi olsun yeter.
(Devam edecek)
Ayşet- 28 (s.202-204)
HAPİ CEVDET YILDIZ•27 TEMMUZ 2020 PAZARTESİ•OKUMA SÜRESİ: 3 DAKİKA
3 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman)
Esmer, karakaşlı ve geniş suratlı Paris Emniyet Müdürü Henry de Farge, kuyumcu dükkanından yorgun argın çıkmış olan Charles de Ferriole’yi kucaklayarak ve oda içinde kaldırıp birkaç kez döndürerek karşıladı ve sordu:
– Arkadaşım, eski dostum, Türkiye’de kilo alacağını düşünürdüm, ama daha da inceleceğini bilmiyordum. – Ardından kıkırdayarak bir gülümsedi ve işi şakaya bağladı: – Ateşli Türk kadınları seni eritmişler mi desem?
– Dikkat etmezsen, Henry, doğunun esmer ve balık eti bacaklı kadınları adamı öyle dediğin hale düşürmekten geri kalmazlar, – içinden pek gelmese de kont zoraki bir gülümsedi, – o gibi yerleri terk ettiğimiz çok oldu… Onlar sorun değil, asıl sen nasılsın?
– Kont, seni tanıyamıyorum, sen misin?! İstanbul’da seni iyice doyurmuşlar mı, ne?.. – Henry de Farge istediği şeyi arkadaşına dokundurarak söyledi. – Ne diyorsun, kadınlar sorun değilse, erkekler olarak işimiz ne ki bizim! Gidelim, ne diye oturuyoruz ki! Adetin olmadığı halde geldin ve beni öğle vaktine değin eyledin, oyaladın. Biri diğerinden şahane dilberler bizi bekliyor.
– Henry, onlar güzel şeyler, ama benim senden bir ricam olacaktı.
– Ne ricası? – İlkin koca gözlü ve koca burunlu Henry durumu anlayamadı, ardından durumu düzeltmek için işi şakaya vurdu: – Hadi söyle, bizi bekleyenlere olan ateşim sönmeden söyle.
– Tanıdığım bir kadın bir yılı aşkın bir süreden beri Melen hapishanesinde.
– Suçu ne ki?
– Cezayirli bir Arapın kaburgasını kırdı.
– O zaman hapis süresini doldurmuş say. Adı nedir?
– Madlen.
Henry de Farge odayı çınlatırcasına bağırdı, içeri giren ve kendisinden daha cılız olmayan dört köşe gibi bir adama kesin emrini verdi:
– Hemen Melen’e gidiyor, Madlen adlı bir mahkumu gürültü patırtı çıkarttırmadan tahliye ettiriyorsun. İyi hal nedeniyle toplum içine katılmasının yaralı olacağına karar verdik. Gerekli belgeleri uygun bir biçimde hazırla, anladın mı? – Buyruk alan memur odadan çıkınca, arkadaşına sordu: – Daha başka, kont?
– Ricamı kısa yoldan hallettin, – Yorgun, bitkin oturuyor diyeceğin Charles de Ferriole birden bire canlandı ve ayağa fırladı, – haydi gidelim, bizi bekliyorlar dediğin yere şimdi gitmeye hazırım!
“Oy, Paris, Paris, Paris!.. “ – Her ikisi de, birlikte ve aynı tempoyu tutturarak odadan ayrıldılar.
(Devamı var)
Ayşet – 29 (s. 204-211)
HAPİ CEVDET YILDIZ•6 AĞUSTOS 2020 PERŞEMBE•OKUMA SÜRESİ: 13 DAKİKA
2 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman)
Sonbaharın ilk ayının sonları yaşanıyordu, ama Paris’te hoş, yumuşak bir hava sürüyordu. La-Mansh, İngiliz Kanalı istikametinden henüz soğuk bir deniz rüzgarının gelmemekte olması Parislileri sevindiriyor, güneş batımı serinliğini evlere taşıyor, çok hafif rüzgarın ara sıra salladığı yaprakların hışırtıları işitiliyordu.
Böyle durumlarda açık pencere önünde durup yüzük görünümlü bir yuvarlak top gibi ufku kaplayan ve kızıllaştıran gün batımını izlemek Claudine- Alexandrina’nın hoşuna gidiyordu, fırsat buldukça da bunu kaçırmıyordu. Landonda olsa bile, arabayı durdurur bakar, grup içinde ise, sessizce ayrılır, ufukta kontrolsüz tutuşmuş olan güneşe bakar, üzüntü, soru ve yanıtsızlığını onunla paylaşırdı.
Claudine- Alexandrina bu alışkanlığı yeni edinmemişti, Montfrel- Augustine manastırında kaldığı yıl bu alışkanlığı edinmişti. Ne zaman olmuştu bu şey? Çok ya da az birkaç yıl geçmişti üzerinden. Manastırda fazla değil, beş ay kadar kalmıştı. Ama kendisine beş yıl gibi gelmişti bu süre. Charles de Ferriole’nin Türkiye yoluna koyulacağı gece, yatağa girmeden önce, bunun sorumluluğunu içtiği şampanyaya ve ablasına yüklemişti…
“Bu batan yüzük gibi yuvarlak olan güneş beni ısıtmıyor ve güzelleştirmiyor diye kızmanın bir anlamı olabilir mi?! – diye Claudine- Alexandrina kendi kendine söylendi. – Güneş çok şeyi ısıttı, yaktı, bilen bilmeyen çok. O geceki davranışımdan pişman değilim, ama kontun aramızda hiçbir şey yaşanmamış gibi davranması tuhafıma gidiyor. Bunu belli etmemeye çalışsam bile, Maria-Angelica yapacağından geri kalmadı, ikimizi aynı evde bırakıp onca uzaktaki kocasına koştu. İki kız kardeşin iki erkek kardeşin karısı olmasını istiyor olmalı. Konttan çok daha genç olsam da, satın aldığı küçük Çerkes kızını büyütüyorsa… bizler büyütüyor isek… Tanrı bunu alnımıza yazmış olmalı. Kız kardeşim, ablam akıllı, uyanık bir kadın, iş mal mülke gelince, onu bir kenara atacak ya da onu bundan alıkoyacak kimse olamaz. Pierre’e söylemiyorum, manastıra onun yüzünden kapanmıştım. Evet, evet, parmaktan düşen yüzük paslanır… “
Claudine- Alexandrina bu akşam bir yere gidecek değildi, kendisine gelecek olan da yoktu. Bu akşamki gibi giyindiği durumların üzerinden iki üç yıl geçmişti, Maria-Angelica’nın yanına gittiği günün ertesinde giyinmişti. Kim sorarsa sorsun, kapı bekçilerine ve hizmetçilere kentte olmadığını söylemelerini tembih etmişti. Güneşin batışına, ufukta kızıllık belirene değin beklediği kişi, yelpazesi elinde bahçede oturup çay içen Kont Charles de Ferriole idi. Onursuzca yanına gitmeyi, laf atmayı, oturmayı kendine yakıştıramıyordu. Koca bahçede çekilecek, oturacak başka bir köşe bulamaz mıydı, dolaşır gibi yapıp ona görünebilirdi, ama onun asıl kendisinin arzulayarak yanına gelmesini istiyordu.
Neuve Saint-Augusten caddesi dönemecinden gelen bir fayton sesi Claudine- Alexandrina’nın üzüntülü duygularını dağıttı. Fayton büyük kapının önünde durduğunda, arabaya ya da gelen kişiye kendini göstermemek için hemen pencereyi kapattı, ama gördüğü şey ilginçti: Giyimi ve güzelliği ile kendine değer verdiği anlaşılan şık bir kadın arabadan indi.
Kim olabilirdi o kadın? Ne istiyor olabilirdi? Kadın Claudine- Alexandrina’nın tanıdıklarından değildi. Maria-Angelica’nın bir arkadaşı dese, çok gençti ve ilk kez görüyordu onu. Laroche için gelmiş olabilir miydi? Doktor Laroche, eve erkek ya da kadın hasta kabul etmiyordu. Hele, hele, Charles de Ferriole için gelmiş olmasın?.. Erkek kadının peşinden gider, bildiğimiz bir şey bu. Ama kadın hazırlanmış, erkeğin yanına talipli gibi gidiyorsa, buna bir anlam veremem!.. Claudine- Alexandrina merakından tutuşmuş halde, kim görmek isterse görsün diyerek pencereyi açtı. Aynı anda Charles de Ferriole’nin gelen kadını gülerek karşıladığını ve sesini duydu:
_ Madlen, sen misin?! Salıverildin mi?..
– Senin merhametin, senin insanlığın, kont, sensin beni özgürlüğüme kavuşturan, – diyerek, kadın başını ve göğsünü eğip selam verdi, kontun ellerini bir bir öptü, – senin bana yaptığın iyiliği asla unutmam, oğulcuğum da unutmaz.
– Madlen, rahat ol, – kont her iki elini geri çekti, – beni utandırma, senin için hak etmeyeceğin bir şeyi yapmış değilim. Sorun yok, otur, konuşalım. Claudine- Alexandrina, ne diye pencere önünde duruyorsun, buyurun, gel, seni Madlen’le tanıştırayım. Madlen, asıl benim sana ulaşmam gerekirken, sen bana nasıl ulaştın?
– Türkiye’ye gidebileceğini düşünerek seni iki üç gün Melen’de bekledim, ama dayanamadım, yola çıktım, sürücü de evini bilen biri çıktı. Kont, bağışla beni, akşamını, dinlenme zamanını almış oldum.
– Bağışlanacak bir şey yok, iyi yaptın, beni sevindirdin.
Ancak Madlen söyleneni dinlememiş, Charles de Ferriole’nin çağırdığı kadına kafası takılmıştı, dayanamayıp sordu:
– Bu çağırdığın kadın kim, kont, genç eşin mi yoksa? Beni görünce parçalayacak gibi pencereyi açmıştı da.
– Demek dikkatinden kaçmamış, – kont bu sözlerden hoşlanmış gibi gülümsedi. – Hayır, Madlen, halen bekarım. Birkaç yıl Türkiye’de kalacağım, döndüğümde beğeneceğim güzel bir kızla evlenmeyi düşünüyorum. Bu gelen ise yengemin kız kardeşi.
– Yengenizin kız kardeşi de olsa, kont, kadın değil mi?.. Madlen gülümsedi ve konta dokundurdu: – Güzel bir kadın, dikkatli ol…
Beklenmedik konuk kadınla rekabet içine girmiş gibi Claudine- Alexandrina da güzel giyinmişti. Kadınla tanıştırıldığında, eski bir tanıdığı imiş gibi, ikisine de laf attı:
– Niye karanlıkta oturuyorsunuz? – Ardından ciddi ya da şaka olduğu belirsiz bir eklemede bulundu: – Bu gecenin mehtaplı olacağı kuşkulu. Bahçe görevlisine bütün bahçe lambalarını yakmasını söyleyeyim.
– Hayır, hayır, telaşlanmayın, – dedi Madlen, tanıştırıldığı kadını beğenmediğini belli etmeden, – ben buraya oturmaya gelmedim, kont ile bir işim var.
– Madam, bunu bilmiş olsaydım, araya girip işinizi bölmeye kalkışmazdım, – Claudine- Alexandrina, duyduğu bu söze hiddetlenmiş olsa da, belli etmeden, işin gidişine göre konuştu: – Bir erkeğin yanında iki kadın oturmasını uygun bulmuyorum.
– Tanıştığımıza memnun oldum, – dedi Madlen, ardından sordu: – Guerin de Tansen Claudine- Alexandrina denen sen olmalısın, değil mi?
– Benim, – soy adının söylenmiş olması Claudine- Alexandrina’yı şaşırttı, – soy adımı nasıl öğrendin?
– Adını anımsayamıyorum, ama küçük bir kitabını okumuştum, oradan aklımda kaldı.
– İlk kitabım olmalı bu sözünü ettiğin, – geri döndü ama oturma niyeti yoktu, kitabından söz etmesine sevinmişti. – Kitabı nasıl buldun?
– Benim okuduğum parçaya göre, – Madlen bir iç geçirdi, – en iyi şeyi en kötü şey sanırsın… Dünkü kötü anılarımı yeniden yaşamak istemiyorum.
– Madam Madlen, kafa ütüleyen bir Arap yüzünden, Claudine, duymuş olmalısın, Melen hapishanesine atılmıştı.
– Duydum, duydum… Sen miydin o? Sen, kendisi için kitap yazılacak biri gibisin, madam. Tanışmasaydık, söyleseler de inanmazdım… Bu da başımıza gelebilir, herkes kendine göre olayı büyütebilir küçültebilir. Doğru değil mi, kont?
– Öyle, öyle, yaşam ilginç girinti-çıkıntılarla örülü, gece ve gündüz gibi belli ve gizli yanları var, – kont yerinde konuştuğundan emin, soru sorana sevgi dolu bir bakış yöneltti, anladın mı der gibi genç yazara gülümsedi.
Genç yazar Guerin de Tansen ayrıldıktan sonra, Madlen başını kaldırmadan kaygısını söyledi:
– Vakit geçiyor, kont.
– O konuda çaresiziz, Madlen. Bildiğime göre, zamanın önünü kesebilecek tek bir şey var, o da ölüm.
– Kont, altın kalpli sevdiğim, ne diye böyle acı sözler edersin?.. Ben başka şey söylemek istiyorum, kişiyi rahatlatacak, içini ısıtacak şeyler söylemek istiyorum. O sevdiğin Melen’de, o sevdiğin otelde son gecemizi mutlu geçirmemiz için yanına gelmiş bulunuyorum. Landon bizi bekliyor.
– Açık bir aşk teklifi alınca ya da duyunca Charles de Ferriole’nin içi aşk ateşiyle aniden tutuştu, ekim akşamı alaca karanlığında iki gözü parladı. Güzel kadının açık teklifinden yansıyan hararetten başı döndü ve çay yerine şarap içmek istedi. Ancak “Son akşam ağırlaması yapmak istiyorum” diye Madlen’den duyduğu söz karşısında kendisini dizginledi, bunu başkası için söylenmiş gibi karşıladı ve güldü:
– Teşekkür ederim, Madlen. Gizlemiyorum, yaşamım boyunca önümden birçok kadın gelip geçti. Bundan sonra ne olacağını ben bilemem, Tanrı bilir. Bana güzel bir haber getirdin, beni sevindirdin. O “gece ağırlamasını” gerçekleştirdiğimizi her ikimiz de kabul edelim. Madlen, bana farklı bir gözle bakma, erkekliğimi yitirmiş olduğumu da sanma. Şu an bile hazırım, ama aramızdaki ilişkiyi burada tadında bırakalım.
Seçme otellerde, mükellef sofralarda keyf sürdüğü geceleri anımsayarak Madlen gülümsedi. İçeri girmeyip arka bahçeden kulak misafiri olan Claudine- Alexandrina ise duruma anlam veremedi, “kendine saygın kalmamışsa, kont olmak da beş para etmez, böyle şeyler ve daha başka şeyler de adamın başına gelir” diye söylenerek eve döndü.
– Kont, yüksek sesle gülmüş olmamı bağışla. Dediklerini alaya almış değilim. Yanımdan ayrılır ayrılmaz unuttuğum erkekler, kont, senin gibi değillerdi… Öyle diyorsan, tekrarlamayı istemediğim o konuyu daha fazla konuşmayız. Bana yaptığın iyilik için yeniden teşekkür ederim, Paris-Marsilya yolu üzerinde beni gördüklerini bir daha duymayacaksın… – Madlen, boşanırcasına ağladı.
– Madlen, ne olmuş ki, artık sus, – elinden tutup sakinleştirmeye çalıştı, – sen güçlü bir kadınsın…
– Evet, öyle kont… – Madlen hemen kendini topladı – geçmişi kınayarak, geleceği düşünüyorum…
– Öyleyse çok iyi, Madlen. – Elleri soğumuş olan kadını teselli etmeye devam ediyordu Charles de Ferriole, – Sürdürdüğün mesleği bırakacaksan güzel şey. Öbür gelecek günlerin ne olacağını bilmiyor telaşı içinde olabilirsin, belki daha güzel olacaktır. İyi kötü başımıza gelecek olanları öncesinden bilecek olsaydık, işin ilginç yanı kalmazdı… Peki, Madlen, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
– Paris ile Melen’den uzaklaşıp memleketim İsviçre’ye döneceğim, kente uzak bir dağ köyüne yerleşip küçük oğlumu büyüteceğim.
– Mekan değiştirmeye karar vermişsen, seni onaylarım, yol ücreti ve ilk ayların için gerekecek para konusunda sana yardımcı olurum.
– Hayır, kont, o gibi işlere kalkışma, benim için yaptığın bana yeter, – Madlen ayağa kalktı. – Oğulcuğumu büyütmeye yetecek param var. Adam olduğunda beni anlarsa yetmez mi?
– Yükünü omuzladığın kişi bunu anlar, – Charles de Ferriole düşünmeden konuştu. – Anlayamadığım bir şey var, Madlen, – şakacı, kurnazca bir sesle kont eklemede bulundu, – ben “sık sık kadın değiştiren erkeklerden” biriyim. Hayır, hayır, bunu övünme anlamında söylüyorum, üzülüyor değilim.
– Evet öylesin… – Madlen, duyduğu bu sözleri yadırgamamış, kontu onaylamıştı, – ama erkek olarak saydığın o kişilerde senin insanca yanından zerre bile yok. – Evet, kont, – şimdi işi şakaya dökmüştü, – yola koyulacağım şu anda, parasız bir öpücük kondurmama izin ver…
Madlen’in landonu (кухъэрен) Feriollelerin bahçe kapısından uzaklaştıktan hayli zaman sonra da, sesi kontun kulağından gitmiyordu. Yarım saat mi, bir saat mi geçmişti, kendisi ve başkaları için dur durak bilmeksizin vakit akıp gidiyordu.
Bu kadar süre içinde Claudine-Alexandrina, Charles de Ferriole’nin ilgisini çekmek için pencereyi bir iki kez açıp kapamıştı. Aynı yerde kümelenmişler gibi yıldızlar bir bir parıldamaya başlamışlardı, yarım ay da görünmüş, bir ağacın gerisinden bakıyordu.
Kont Charles de Ferriole elli yıllık geçmiş yaşamı boyunca sayısız değişik olayla karşılaşmıştı. Paris, İstanbul ve daha başka yerlerde az kadınla tanışmamıştı, çoğunun adını bile anımsamıyordu, ama Madlen’i onlardan daha fazla anımsamakta olmasının nedenini anlayamıyordu. Bir defasında başına gelen şeye gelince, başından öyle şeyler geçmemiş erkek olmamalıydı. Vücut yapısı ve endamı ile iç açıcı güzel bir kadın olması Madlen’i unutmaması için bir neden olabilir miydi? Claudine-Alexandrina da ince yapılı, boylu ve endamlı bir kızdı. Saint-Cloud’dan iki tanıdığı vardı, ama onların durumu farklıydı… “Evet, evet, sonunda Madlen “para istemeden” beni öptü. Ağladı, sustu, beni kucakladı. Kendisinden yapmacık, yapay ve içten olmayan sözler duymadım, gel de böyle birini sevme… Tanrım, Madlen dediğini yapar mı?… “
Kendi dilediği gibi, akşamın düşüncelerine dalan ve sorularına yanıt bulamamış olsa da Charles de Ferriole,kısmen rahatlamış ve dinginleşmiş olarak odasına döndü. Yıkanıp bir bardak kırmızı şarap içti ve yatağına uzandı
Lambayı söndürüp uyuma niyetinde değildi, her zamanki alışkanlığı üzere, kitap okurken uykuya dalmak istiyordu: “Madlen’in Claudine-Alexandrina’nın küçük kitabında gördüğü o şey, neden o denli ilginç olabilir ki? – diyerek, ara ara gülümseyerek, dün geceki gibi, o kitabı almaya fırsat kalmadan, kapıyı çalmayarak Claudine-Alexandrina odaya geldi:
– Ne oldu, kont, ilk kez mi bir kadın görmüşsün?.. Benim, ben Claudine-Alexandrina’yım. Akşam boyu okşadığın Madlen değilim, onun ne gibi bir kadın olduğunu söylemek bana düşmez.
– Ne denli onursuz bir davranış bu, Claudine!.. – Charles de Ferriole ayağa fırladı, ancak kadının açık elbisesi arasından taşan iki diri göğsünü görünce, patlayıp saçılmaya hazır ateşi birden bire söndü ve yumuşadı: – İlişkimizi bitirdik demiştik değil mi?..
– İlişkimizi, kont, yatağında bana yer kalmadığında bitirmiş olacağız…
– Öyleyse, Claudine, sevdiğin kırmızı şaraptan içtim, sen de iç…
– Şarap olmasa da, içimde tutuşturduğun ateş bana yeter, hayatım, yana kay da sıcak koynuna uzanayım… – “parmaktan düşen yüzük paslanır mı, paslanmaz mı, sana anlatayım… ” Claudine-Alexandrina içinden böyle söylenerek, yorganını kaldırıp kontun yanına uzandı….
(Devam edecek)
Ayşet -30 (s. 212- 220)
HAPİ CEVDET YILDIZ•24 EYLÜL 2020 PERŞEMBE•OKUMA SÜRESİ: 14 DAKİKA
4 Okuma
İshak Maşbaş (Tarihi roman)
Ne denli yüksek ve irice olsa da bir ağacı yaşatan ve ayakta kalmasını sağlayan köküdür. Kökü sağlam değilse, rüzgara, sele ve fırtınaya, kurağa ya da balta- nacağa dayanamaz. Gövdesi orta yerinden kırılsa, dalları kırılıp dökülse, dibinden kesilse bile, kökünden yeniden fışkırır.
Birkaç kral çıkaran Burbon Hanedanının Fransa’da sağlam bir kökü var mıydı yok muydu belli değil. Valois (Valuva) Hanedanının ardından Burbon Hanedanı Fransa’da tahtı ele geçirmişti. Kral XIII. Louis (Luvi) Burbon soyundandı. Tahta geçinceye değin Fransa’yı vekaleten yöneten kişi ise Kardinal Richelieu oldu. XIII. Louis’nin oğlu XIV. Louis kırk iki yıl kral olarak Fransa’yı yönetti. Ancak 22 yaşına gelinceye dek kral olup olmadığı belli değildi: Annesi Avusturyalı Anne kral naibi idi, ancak ülkeyi asıl yöneten kişi Kardinal Mazarin idi.
Kardinal Mazarin ölünce, XIV. Louis (Luvi), kendisinden umulmayacak bir hamleyle dizginleri eline aldı: “Bugünden sonra ülkeyi yönetecek olan kişi benim” diyerek kendisini takmayan parlamentoya meydan okudu. Bununla yetinmedi, gidip cübbe giyen parlamenterlerin karşısına geçti, onlara yetkiler tanıyan belgeleri yırtıp önlerine attı, “Ülkeyi kendi malınız olarak mı görüyorsunuz?” diye sorup ardından “Devlet benim!” dedi.
XIV. Louis’nin Fransa Kralı oluşunun 45. yılı, yarından sonra Vesailles de (Versay) kutlanacak. Kutlamaya ilişkin akşam balosuna kont aileleri Ferriole ve de Tansen’ler de davet edilmişlerdi. Augustin-Antoine de Ferriole ve Pierre Gueren de Tansen balo için Paris’e gelmişlerdi. Saint-Cloud Kız Manastırı koruyucusu Kraliçe Maria Theresa, okulun yöneticisi Jeanette-Nicole’yi de unutmamıştı.
Kont Charles de Ferriole, Ayşet’i baloya götüreceğini söylediğinde duyduğu sevincin daha fazlasını kraliçenin Jeanette-Nicole’yi de baloya çağırdığını öğrendiğinde duymuştu. Hangi kıyafetleri giyeceklerini birbirlerine sormuşlardı. Jeanette-Nicole, Ayşet’e Çerkes kostümünü giydirmek istiyordu, ancak dar geleceğini anlayınca, Ferriolelerin Ayşet için diktirdiği kostümde karar kıldı.
Paris’in en ünlü terzisine diktirilen ve bugün gönderilen kostümü Ayşet giymişti ve bütün Ferriole ailesi bu anı bekliyordu. Enstrümanını çalmaya hazırlanan Laroche da oradaydı. Versay’a götürülmemelerine gücenmiş olan de Pon ile de Arjantal da belli etmeden, umursamamışlar gibi oturuyorlardı.
Maria-Angelica idi sabredemeyen tek kişi:
– Sen üst baş konusunda yeteneklisin, Claudine, git de yardımcı ol.
– Üzülme, kontes, – Claudine-Alexandrina gizli bir bakış yöneltip gülümsedi, – Charlotte-Elizabeth Aisse’yi birazdan bir güzellik abidesi gibi saçı, yüzü ve giyimi ile uyum içinde karşına gelmiş görürsün.
– Terzide giyindirip getirmeniz gerekirdi… – dedi bıyığı henüz terlemeye başlayan de Pon kalın sesiyle.
– Evet, öyle yapılmalıydı, – diye Arjantal da ağabeyine destek çıktı.
– Tamam, size soran yok! – Claudine-Alexandrina yeğenlerine çıkıştı.
– O zaman Charlotte-Elizabeth Aisse üzerine konuşmayın, – diye karşılık verdi Arjantal.-Zaten olmayacak bir eksiklik bulup dalga geçersiniz. Biraz pembeye kaçan uzun beyaz bir kostüm, aynı kumaştan hafif bir şapka ve onlarla uyumlu ve yüksek ökçeli olmayan ayakkabıları, dirseklerine ulaşmayan hafif iki beyaz eldiveni, uzun boynu ile uyumlu açık ve dik yakası, boynuna asılı altın haçı ile Charlotte-Elizabeth Aisse salona gelince, bekleyip duranların ağızları açık kaldı. Kendine gelen Laroche armonikasının tuşuna basınca, Claudine-Alexandrina dışındakiler ve kızı getiren Sophia, hep birlikte alkış tuttular. Utanma duygusuna yenik düşmeden Ayşet, kral ve kraliçenin karşısında eğilerek selam verir, provasını yapar gibi dizleri üzerinde eğilip kendisini alkışlayan ya da alkışlamayan herkesi selamlayıp belinden başlayarak genişleyen entarisine dikkat ederek Charles de Ferriole’nin yanına oturdu, hafif şapkasını eliyle düzeltti.
– Herşey mükemmel, çok güzel, – dedi baldırları açık oturan Claudine-Alexandrina, – ama Charlotte-Elizabeth Aisse’nin gerçek görüntüsü budur diyemiyorum, eksik bir yanı olmalı.
– Elbisesi fazla uzun mu desem? – diye sordu Laroche.
– Uzun olması daha iyi, – diye karşı çıktı Claudine-Alexandrina, – kısa elbise ile kralın karşısına çıkmazlar ve saygın kişilerin toplantılarına da gitmezler.
Arjantal her zamanki gibi öne atıldı:
– Charlotte-Elizabeth Aisse’nin eksiğini ben biliyorum – küpe! Görmüyor musunuz Claudine ne kadar da güzel küpeler takmış…
– Doğru söylüyorsun, Arjantal, dediğin doğru, – Charles de Ferriole ayağa kalktı, – kavrama yeteneğin mükemmel. Haydi, – Charlotte-Elizabeth Aisse, benim için bana gümüş asa aldırdığın o kuyumcu dükkanına gidelim, beğeneceğin bir küpe takımı alayım sana. Sen ve Arjantal, üçümüz gidelim.
Claudine-Alexandrina dükkana gidenlerin arkasından seslendi:
– Alacağınız küpeler sakın benimkilerin bir benzeri, aynısı olmasın…
Yirmi yıl önce XIV. Louis’nin yaptırdığı Versay Sarayına hızlı bir landon ile bir buçuk saatte varılır. At ile gidersen daha erken de varabilirsin.
Versay Sarayında kral ve kraliçe adına düzenlenen akşam baloları erken başlamaz, gece saat 22.00 gibi başlar. Ama hiçbir davetli saat 21.00’i geçirmez. Biraz erken gitmekte yarar vardır: izdihama kalmadan süslü halılar döşenmiş merdivenlerden yukarıya çıkabilirsin, bitişik ve aydınlanmış odalardan geçerek salona varırsın, kapıda adını okuyan teşrifatçılar, ellerinde altın ve gümüş kaplı mum meşalelerle seni balonun verileceği salona götürürler, kral ve kraliçeyi saygıyla selamlamada yardımcı olurlar.
Balo saatine yakın Ferriolelerin bahçe kapısından üç landon ayrıldı. İlkinde Charles de Ferriole, ikincisinde Augustin-Antoine ile Maria-Angelica, üçüncüsünde Claudine-Alexandrina Guerin de Tansen oturuyordu. Genç yazar bir başına olmaktan gurur duyuyor ve hiç yakınmıyordu. Üç landonu Versay girişinde, uzun bir yoldan, Saint-Cloud’dan gelen dördüncü landon yakalayacaktı. Son arabada Piskopos Pierre de Guerin ile manastırın yöneticisi Jeanette-Nicole oturuyordu.
Kalabalık demezsen Paris’in gecesi de gündüzü de güzeldir, ancak uzakta, kırda parıldayan Versay Sarayı bambaşka bir dünya cenneti gibi görünüyordu.
Charlotte-Elizabeth Aisse, entarisi ile şapkasını ezmemeye dikkat ederek landonun penceresinden dışarıya bakıyordu. Gördüğü her şeye, akşam vaktinin cadde ve ev görüntüleri, köprüler, gemiler, hepsi ilginç geliyordu ona, ama kral ve kraliçe tarafından Versay Sarayına davet edildiği günden başlayarak söyleyemediği bir şeyi sormaktan çekiniyordu. Kız arkadaşları sormuş olmasalardı o denli üstüne düşmezdi. Dün akşam kuyumcu dükkanında Charles de Ferriole’ye sorma fırsatı doğmuştu, ama satıcı kadınların davranışlarını beğenmemiş, kendisine alınan güzel küpeleri incelerken soracağı şeyi unutmuştu.
Yumuşak landon sallanmadan koşuyordu, Charles de Ferriole araba sesini dinliyor gibi davransa da, karşısında özenle oturan uzun boylu Ayşet’e, Charlotte-Elizabeth Aisse’ye çaktıramadan bakıyordu : ” Vay anasını, bugün yarın derken kız büyümüş gitmiş… Yine de tam büyümüş sayılmaz, ama bunun yaşıtları İstanbul’da haremleri süslüyor, şenlendiriyorlar… Sadece İstanbul’da mı? Claudine yatağıma, yanıma sokulduğunda kaç yaşındaydı dersin?.. Aisse öyle yapmaz, ama bir iki yıl içinde adama vurgun yedirecek güzellikte bir kız olur… Fransa dışında bulunarak, onu aç köpeklerin önüne mi atıyorum, bilemiyorum…. Şu Claudine’ye bir bak… Benden ayırıp Aisse’yi kendi landonu ile Versay’a götürmeye kalkıştı… “
Elinden en değerli bir şeyi alınıyormuş gibi, Charles de Ferriole, tatlı bir gözle Ayşet’e baktı, üzerine yayılan kızarma içine, yumuşak ve kibar bir biçimde Ayşet’e seslendi:
– Arabanın gidiş yönüne ters oturuyorsun, gönlüm buna razı değil, gel yanıma otur, daha rahat edersin.
– Hayır, baba, birbirimizi daha iyi görelim diye böyle oturuyorum, – tatlı bir kız evlat gözüyle bakıp, baba dediği Charles de Ferriole karşılık verdi Ayşet.
– Öyle mi?.. Öyle diyorsan, olur, – dedi ve kendisine sürekli “baba denmese daha sevinirdim” diye düşünerek kont Ayşet’e sordu: – Sana bakıyorum, Aisse, bana bir şey demek istiyorsun gibi geliyor bana.
– Doğru bildin, baba, doğru bildin, – Ayşet daha da güzelleşen bir yüz ifadesiyle konuştu: – Seni davet ettikleri, Claudine’nin davet edildiği gibi, beni de Versay’a davet ettiler mi? Böyle dememin nedenini biliyor musun, baba? Bizim ülkemizde, Çerkesiye’de, düğün olduğunda, saygı göstermek için, güzel kızların yanına, kızı getirecek kişiler gönderilir ve kız landon ile teşrifatçılar eşliğinde düğüne getirilir.
– Tabii, benim gibi sen de davetlisin, Aisse, – kızın diyeceğini bilirmiş gibi kont hemen yanıt verdi, “Bak hele kendine ne denli değer veriyor… Çerkesler kadına değer vermiyor, kendi de kendine değer vermiyor olsaydı, bu şeyi sormazdı” diye şaşkınlık içinde eklemede bulundu.
– Öyleyse beni davet eden kişi Kraliçe Maria Theresa olmalı, – dedi Ayşet.
– Kraliçemizin adını biliyor musun?
– Fransa’nın kralı ile kraliçesinin adlarını bilmeden nasıl Fransız yurttaşı olursun, diye bana söyleyen sen değil miydin, baba?
– Bendim, bendim, kızım, – kendisine “baba” dendiği için dediklerini unutmuş halde Charles de Ferriole bastırarak “kızım” sözcüğünü ağzından çıkarmıştı. Davetin kendinden gelmediğini, Aisse’nin adını andığı kraliçeden geldiğini Aisse’ye söyledi: – Seni baloya davet eden Kraliçe Maria Theresa’dır, seninle tanıştığını ve ona şiir okumuş olduğunu unutmamış.
– Öyleyse, olur, teşekkür ederim, – Kraliçeyi çoktan beri tanıyormuş, balolarına katılıyormuş edasıyla konuştu Charlotte-Elizabeth Aisse, isteyip de dile getiremediği şeyi söyleyiverdi, – Jeanette-Nicole’nin benim için diktirdiği Çerkes kıyafetini de beğenmişti… – Ama sözlerini hemen değiştirdi: – Bu elbisem, şapkam, zincir ve küpelerim de çok güzel… Baba, Kraliçe Maria Theresa’yı görecek miyiz?
– Kralı da kraliçeyi sadece görecek değiliz, Aisse, adlarımız okunarak takdim edilecek ve onları selamlayacağız.
– Ne kadar da güzel ve önemli, baba!.. – duyduğu şeyi büyük bir onur ve eşsiz bir şans sayarak Charlotte-Elizabeth Aisse yerinden fırlayıp babasını yanına oturdu. Koluyla göğsünden sardı, başını omuzuna dayayarak bir süre oturduktan sonra, üzüldüğü şeyi söylemeden edemedi, – Öyle ama, Pon de Vel ile Arjantal davet edilmediler…
– Onlara da bir gün sıra gelecek… – diyerek Charles de Ferriole, kendine paye çıkaran bir yanıt verdi. – Bunun nedeni nedir biliyor musun, Aisse, Augustin-Antoine benim kardeşim, onu küçük düşürmek istemem. Ben Büyük Fransız Krallığının bir büyük elçisiyim, Augustin’in görevi benimkinin düzeyinde değil. Bu nedenle onun çocukları olan kardeşlerinle sen farklı bir konumdasınız. Ama günü gelecek ben onları da kralımızla tanıştıracağım. Bunun için bu çocukların, kont soyundan olma dışında iyi bir eğitim almaları, Fransa’da önemli görevlere gelmiş olmaları gerekir. Senin saygı görmek için bir nedenin, bir dayanağın var, o da benim. Önemli ve ilginç bulacağın çok şeyi, hele bir Türkiye’den döneyim, sana gösteririm.
– Öyle diyorsun, baba, ama bir türlü dönmüyorsun.
– Bir yıl içinde, göreceksin, Paris’e döneceğim. İstersen, Charlotte-Elizabeth Aisse, okulu bitirirsen, seni İstanbul’a götürür, bir süre beraber kalırız.
– İstemem! – Ayşet’in sevinci uçup gitti, yüzü morardı, kestirip attı. – İstanbul’da çektiklerim bana yeter!..
Birkaç yıldan beri uğramadığı esir pazarı Charles de Ferriole’nin gözünde yeniden canlandı. Şu an yanında oturan kızın o pazardan satın alınan bir kız olduğu artık düşünülemezdi: “Bu durumda bile getirildiği yeri unutmamış, “Bizim yöremizde kızlara büyük saygı gösterilir, teşrifatçılar (xeğerıye) gönderilir, öyle düğünlere çağrılırlar” diyor. Nasıl olurdu, bilemem, ama bir fırsatını bulup şu Çerkesleri bir görseydim iyi olurdu… Sizden çalınan ve pazarda satılan kızınız benim evimde, onu bir Fransız kadını yapmak için uğraşıyorum desem onları sevindirir miydim? – Kont kendi kendisiyle dalga geçti. – Eceline susamışsan yanlarına gidersin… Fahri’nin İsam’ı yakaladığını, kendisinin ve Aisse’nin öcünü almadan serbest bıraktığını, şimdi özgürce dolaşıp durduğunu söylesem mi?.. Bunu öğrenirse, olmaz diyen kız yaya olarak İstanbul’a koşar!.. Benim de ona gereksinimim yok, kadın eksikliğini duyduğum yok, benim için en iyi yol, pılımı pırtımı toplayıp İstanbul’an ayrılmak ve Aisse’nin yanına dönmek olur… “
– Doğru dedin, Aisse, – Charles de Ferriole biraz ara verdikten sonra konuştu, kıza söylediği şeyi geri aldı, – İstanbul’da ne yapacaksın ki, bu gittiğimiz Versay’ın yanında pazar yerleri ve çayhaneler dışında görülecek bir yeri yok, – haremler diyecekti ki, hemen yutkundu, – ilginç bulacağın ve dinleneceğin bir yer göremedim ben orada.
Mum ışıkları ile pırıl pırıl aydınlatılan Versay’ın bahçesinden landon ve insan sesi dışında bir şey gelmiyordu. Göğe doğru yükselen ışık demetleri de buna eklenince, kişi kendini başka bir dünyada sanıyor ve Paris kafasında uçup gidiyordu. Charlotte-Elizabeth Aisse bütün bu şeyleri ilk kez görüyordu, gözleri kamaşıyor, kalbi çarpıyordu. Böyle de olsa, sağında, solunda ve üst katlarda olup bitenlere alışkın imiş gibi, erkek ve kadınların kendisine yönelttikleri hayranlık dolu bakışları, kendisi için fısıldaştıklarını fark ediyor ve aldırmıyormuş gibi davranıyordu.
Her şeyi ile eksiği olmayan ve kızıyla birlikte olan Kont Charles de Ferriole de selamlamalardan payını alıyordu. Sol yanında, halı serili merdivenlerden uzun elbise ve güzel endamıyla yukarı çıkan kızının kulağına fısıldadı: “Görüyor musun, erkek ve kadınların senin güzelliğine bakmadan nasıl geçemediklerini?.. “Charlotte-Elizabeth Aisse bu sözlerden hoşnut olmuş olsa da, konta karşılık verdi: “Baba, bana öyle şeyler deme, benden çok daha güzelleri var burada… “
Böyle diyor olsa da, kalbi çarpmakta olan Ayşet’in kadın yanı ağır bastırıyordu: Bana bakın, beni izleyin, fısıldayın dermiş gibi adımlarını atıyor, vücudunu dik tutuyor ve yüzünden gülücükler yayılıyordu. Kontun başıyla her selam verişinde, kendi de ona katılıyordu. Ancak en ilginç olanı, öyle bir yere düştüğünde elinden geldiğince, “saygılı ol, kendini üstün görme, alçak gönüllü ol” diyen ninesi Çabe’nin sesini, Ayşet’in çok uzaklardan duyar gibi olmasıydı.
Nedir bu şey? Bir ulusal anı mı ya da insanın doğuştan kanına girmiş olan bir ses miydi?..
Fransa kral ve kraliçesine giden altın kapı açıldı ve saygılı bir dille teşrifatçının sesi duyuldu:
– Kont Charles de Ferriole ve kızı Kontes Charlotte-Elizabeth Aisse!
İki üç adım atıp Kral XIV. Louis ve Kraliçe Maria Theresa’nın önüne geldiler, kral ve kraliçeyi selamladılar, ardından kraliçe krala döndü:
– Işığım, sana sözünü ettiğim kız işte bu Çerkes kızı. Görüyor musun kızın göz kamaştırıcı güzelliğini? – Kraliçe diğer kızlara göstermediği ilgiyi Ayşet’e gösterdi, elini uzattı, başını hafifçe eğip kızı selamladı, el öpmeden sonra, arkalarından gelen Claudine ailesinin de duyacağı bir tonla konta seslendi: – Kont, çok güzel bir kızın var, Çerkes elbisesini giymiş olsaydı daha da güzelleşecekti. – Ardından küçük kıza dönüp iltifat etti, – Ama onu giymemiş olsan da, kontes, güzelsin, çekici bir kızsın, bu kutlama gecemizin yıldızları içinde, özellikle senin ışık saçmanı bekliyorum.
(Devamı var)
Ayşet – 31 (s. 220-225)
Hapi Cevdet Yıldız
20 Ekim, 20:19 • 8 dakikalık okuma •
Herkese Açık ile paylaşılıyor
İshak Maşbaş (Tarihi roman)(Tarihi roman)
Kralın kutlama töreninden, balosundan üç dört gün geçtikten sonra Claudine-Alexandrine kaygı duyduğu şeyi söylemeden edemedi:
– Kraliçe ne derse desin, Marie, Çerkes kızımız balonun en güzel kızıydı. Kralın torunu Philip Orleanski’nin güzel bir karısı var, yine de gözlerini Aisse’den ayırmadığını sana göstermek isterdim.
– Gördüm… – Marie-Angelique elini yüzüne götürdü, iki ince parmağını kaşlarında gezdirerek hapşırdı. – Dahasını söyleyeyim: Aisse, Henri de Farge ve sivri burunlu ve koca dudaklı karısı ile atıştı. Şansımız var ki, kont işi şakaya bağlayabildi, arkadaşının karısını dansa kaldırdı, yoksa başımıza iş açılabilirdi.
– Bizim ne gibi bir ilgimiz olabilir bununla? – diyerek, Claudine-Alexandrina, kız kardeşinin üzüldüğü şeyi yersiz buldu. – İş açılmış olsa, daha iyi olurdu!
– Claudine, çıldırdın mı, anlayamıyorum seni! – Marie-Angelique kızdı, sesini yükseltti. – Kendine mi düşmansın? Aisse bizim kont ailemizde büyütülüyor…
– Bizim kontumuz evli değil! – Claudine-Alexandrine, ne dediğini bilerek sesini yükseltti ve ekledi: – Biz Guéren de Tancin’iz, bunu unutma.
– Claudine, anlayamıyorum, bilerek mi böyle konuşuyorsun yoksa bana öfkeni mi kusuyorsun?.. Ferriolelerin gelini olduğumu, soyadlarını taşıdığımı unuttun mu?
– Onlar için iki çocuk doğurduğunu da ekleyebilirsin…
– Bundan utanıyor değilim, gurur duyuyorum. Claudine, hele bir bekle, anlaşılan bugün ters tarafından kalkmış olmasın, başına olmayacak bir şey mi gelmiş? – ardından yumuşak bir sesle sordu: – Birileri mi üzmüş seni, küçüğüm benim?
Saldırmaya hazır azgın bir boğa yılanı gibi başı yukarıda tutan Claudine-Alexandrine, yumuşadı, kül rengi soğuk gözleri biraz canlandı ve sıcaklaştı, özür dileyen bir bakışla konuştu:
– Kimse kalbimi kırmış değil, ama ne diye sana yüklenmişim, bilmiyorum… Bağışla beni, bazen böyle oluyorum.
– Canı sıkılmayan, başına bir şey gelmeyen kimse yoktur. Ben de bazen öyle oluyorum, ama dilime ve davranışlarıma dikkat ediyorum. – dedi kız kardeşine ettiği sözlerin onu üzebileceğini düşünerek, Marie-Angelique hemen ardından sözünü değiştirdi: – Öyleyse, Claudine, beklemediğin bir şeyi sana söyleyeyim: Güneş kralımızın gününe gelen konuk kadınlar arasında, ben dahil, Aisse, kadınların en güzeli olarak seni seçti.
– Aa, Aisse çok şey söyler… – Claudine-Alexandrine, bu işittiği şeyi umursamıyormuş gibi davrandı.
– Evet, evet. Ben de aynısını söyledim. Seni dansa kaldıranlar, başta Kont Charles, seni kapışıyorlardı.
– Evet, evet, sıra savmak için beni dansa kaldırıyorlardı, ama gözlerini Aisse’den ayırmıyorlardı. O yaramaz kız, yaman bir dansçı çıktı, nereden öğrenmiş, bilmiyorum.
– Jeanette-Nicole’ün nasıl dans ettiğini görmedin mi?.. Kendisi gibi Aisse’yi de dansçı yapmış. Charles de Ferriol o biçimsiz Jeanette-Nicole’e ne diyordu?
– Nereden bileyim, umurumda mı?
– Umursamıyorum, öylesine dedim.
– Onu umursayacak olan biz değiliz, umursayacak olan, papaz cübbesi giymediği halde, giymiş gibi hareketsiz duran sevgili kardeşimiz Pierre idi… Bu yakışıklımız kızı dansçıların arasına atıp gece boyunca bakıp durdu… Öyleyse, Maria, ben de sana bilmediğin bir haber ileteyim.
– Ne gibi bir haber? Ferriol’lere ilişkin mi?
– Evet.
– Ferriol’lere ilişkin benim bilmediğim haber ne olabilir? Marie-Angelique kardeşinin sözünü yadırgadı, ardından korkmuş gibi bir bakışla sordu: – İyi mi kötü mü?
– Benim adıma iyi değil. Beni beraberinde Türkiye’ye götüreceğini söylemedi.
– Bana bir umut verdi dememiş miydin?
– Yatağını ısıtırken, öyle diyor, soğuduğunda da, başka türlü konuşuyor.
– Marie-Angelique’in yüzü kızardı, yer yer kabarcıklar oluştu, ancak, yanıt veremeyeceği durumlarda yaptığı gibi lafı değiştirdi:
– Kralımız ile Markiz Monteopan arasında bir şeyler yaşanmış mı bilemiyorum.
– Kim miş bu Monteopan markizi? – Kendi derdi ile baş başa olan Claudine-Alexandrine sordu, ama kısa sürede durumu anımsadı, kralın dostunun adını söyleyerek sordu: – Françoise Athenais de Rochechouart (Fransuvaz Atene Roşeşuar) mı demek istediğin?
– Başka kim olabilir?.. Görmüyor musun onların ilişkilerinin soğumuş olduğunu?
– Bunu söylemenden önce, Marie, yaşlarını sor da, aşklarının soğuma nedenini sana söyleyeyim.
– Evet, genç sayılmazlar, fazlası yoksa yetmiş yaşına varmış olmalılar… Kralımıza baktım, Claudine, Tanrı duyurmasın, ne kadar da tipsiz bir görünümü var. Gençken de yakışıklı değildi tabii… Burnu sivri, dudakları ip ince, çenesi top gibi sarkık, ne acayip bir yaratıktı o… Bu konuda birileri ile sırdaş olma, yoksa hepimizi yakarsın…
– Marie, yeter artık, – diyerek Claudine-Alexandrine ablasına çıkıştı, – Kral ya da sevgilisi ile bizim bir işimiz olamaz. Kendi sorunumuzu çözsek daha iyi olur… Ne yapacağımı da bilemiyorum… – Kendi kendisiyle dalga geçti, ardından kendisine kızdı, öfkesini dışa vurdu: – Kendini beğenmiş bu Ferriol’ler dışında Paris’te tanınmış kimse kalmamış mı?!
– Niçin kalmamış olsun ki? – çok kişi var! Etrafında fır fır dönüp duran La Freinet yoksul biri mi?
– Geç o sarı bıyıklı kişiyi!..
– Bıyığını beğenmiyorsan kestirir ya da boyatırsın… Erkek üstüne titrediğinde hamur gibi yumuşar, küçüğüm, istediğin gibi yönetebilirsin, sonra da…
Marie- Angelique sözünü tamamlayamadan Pierre içeri girdi, iki kız kardeş arasında iyi bir şey geçmediğini anladı ve geldiğine pişman oldu, ama kız kardeşlerini görmeden kentten ayrılmayı uygun bulmadı, üzüntülerini paylaşmadan gitmek istemedi.
– Sevgili kontesler, ne oldu, başınıza ne geldi, niye üzgünsünüz böyle? – diyerek ve şakaya getirerek kız kardeşlerine sordu Pierre .
– Öyle bir durumumuz yok, – Güler yüzle, gülümseyerek Marie-Angelique yanıt verdi, – Erkekleri, sen de dahil, elekten geçiriyoruz. Sen? Peki sen neye üzülüyorsun?
– Kont Charles de Ferriol’ün hal ve hareketlerine üzülüyorum, – diye utanır gibi alçak bir sesle konuştu Pierre. – Bunu size değil, damadımız Augustin-Antoine’a demem gerekirdi, ama Dauphine’e (Dofin’e) döndü.
– Aklı başında mı? – Claudine-Alexandrine kuşkulandığı konuda acele etti.
– Aklı başında olsaydı, Aisse’den çekinmeden Jeanette-Nicole’e yaptığı şeyi yapmazdı.
– Aşkın insanın aklını başından aldığını yen mi fark ettin, Pierre? – Şaka mı yapıyor yoksa iğneliyor mu belli olmayacak biçimde Claudine-Alexandrine kardeşine sordu, biraz bekledikten sonra, kuşkulandığı şeyi sordu: – Konuşuyor ve kur mu yapıyor?
– Kur yapıyorsa sorun yoktu, iyice arsızlaştı, kabadayılaştı. Buna da şaşmıyorum, bir gün biraz eleştirmek, uyarmak istediğimde, bana ne dediğini biliyor musunuz? Sevgilimle ne diye konuşuyor, takılıyorsun? Papazlar, piskoposlar için evlenme yasağı olduğunu biliyorum, ama o kızı alacaksan onu seninle evlendiririm, dedi.
– Pierre, seninle şakalaşmış olmalı… – Maria-Angelique kaynı adına duyduğu bu sözlerden bozulmuş halde konuştu. – Eyvah, delirip Aisse’yi üstümüze yıkarsa yandık…
– Yıkarsa ne yapacağını bilmiyor musun? – diyerek Claudine-Alexandrine kül rengi gözleriyle gülümsedi. – İyi bir hizmetçi, iyi bir odalık kadın olur.
– Claudine, o kadar da acımasız olma… – Pierre, duyduğu bu sözü kendine yediremeden ayağa kalktı. – İş o senin dediğin yere varırsa, bunu Tanrı kabul etmez, Jeanette-Nicole de buna izin vermez, benim henüz ölmediğimi, Kraliçemizin de Charlotte-Elizabeth Aisse üzerinde titrediğini unutma.
– Evet, evet, Pierre, Tanrı bizi korur, – Marie-Angelique kardeşinin sözlerini destekledi, iki tarafı da yatıştırmaya çalıştı, – bilmiyorum, bilmiyorum…
– Bilmiyorsan, Marie, – dedi Claudine-Alexandrine ve sesini yükseltti, – Laroche’a sor, doktordur, sana söyler.
– Sormam!.. – Marie-Angelique kız kardeşine çıkıştı, erkek kardeşine sevecen bir bakışla yaklaştı: – Ambren’e döneceksen iyi yolculuk, merak etme, her şey iyiye gidecek, biz kontesliğini kenara atanlardan değiliz. Öyle değil mi, Claudine?
– Öyle tabii, Marie, – Claudine-Alexandrine ince başını yükseltti, – Kont Ferriol’lere göre, Guérin de Tancinler daha saygın bir kont ailesi. Marie, duymuş olduğun bir şeyi mi anımsıyor? Ferriol’leri övmeye başladığında, “ziḱu visme yavered keveo/ зику уисмэ яорэд къэоIо” (Arabasına bindiğin kişinin türküsünü çağırırsın) diye bir Çerkes atasözüyle seninle şakalaştığını anımsıyor musun?
– Claudine, yeter artık, Tanrıdan kork! – Pierre’in sesi yumuşaktı, ama gözleri morarmıştı. – Kalbini bastır, sabrı elinden kaçırma.
– Evet, evet, Pierre. Yine de Marie, kaynı için Laroche’a danışsın…
(Devamı var)