Ayşet- 37 (s.260-269)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
I
Maşbaş İshak (Tarihi roman)
Güzel bir sonbahar günüydü. Değişik renkte güllerle, değişik ağaçlarla bezeli ve değişik yaya yolları bulunan Kont Ferriol’lerin bahçesi farkında olmaksızın insanı etkiliyor, iç açıcı düşüncelere daldıran bir yer oluyordu. Ayşet’in çok sevdiği, bazen konuştuğu , dert yandığı, sanki bir masal dünyasından çıkagelmiş gibi duran ulu bir meşe ağacı vardı ön bahçede.
Dalsız ağaç olur mu?.. Dalsız ise, birileri varıp dallarını kesmiştir, yoksa dalsız ağaç görülmüş şey değil. Ağacın çok dallı olma nedeni de bellidir: Ağaç güzelliğini gizlemez, herkes görsün ister, sıcaktan bunalan birini gölgesine alır, üşüyen birine de yakacak olur. Kuş, ağacın üzerine, dallarına ve içine tüner: Kimi sessiz olur, kimi öter. Yuva kuranı da görülür.
Sadece kuşlar değil, yapraklarında yorgun düşmüş rüzgar da dinlenir. Kış gelir, çıplak dallarıyla kara kışla baş başa kalır, bahara kavuşma umuduyla direnir ve ayakta kalır, yaz mevsimini sevinçle karşılar, sonbaharı özler.
Okulu yeni bitirmiş olan Charlotte-Elizabeth Aisse bütün bunları düşünerek, Claudine-Alexandrina’nın bahçelerinde düzenlediği edebiyat toplantısında yerini almıştı.
– Aisse, nedir senin bu ağaçta gördüğün şey, bizi dinlemiyorsun, – Claudine-Alexandrina konuşmasını kesip Ayşet’in dikkatini çekti.
– Aisse, şu an başka bir dünyada, – diye gülümsedi François Voltaire.
– Aisse başka bir dünyada değil, – Voltaire’in Ayşet için söylediği şeye Arjantal karşı çıktı, bildiği bir şeyi açıkladı, – o kendi ağacı ile konuşuyor. Değil mi, Aisse?
Maria de La Vieville duyduğu bu sözlere şaşırıp tepki gösterdi, Pon de Vel ile Maria de Vichy Champony de onu desteklemiş, Claudine de gülümsemişti.
– Kont Arjantal de Ferriol’ün sözlerinde gülünecek bir şey görmüyorum, – dedi Montesquieu ince sesiyle, – ağacın seni anladığına inanıyorsan, onunla konuşabilir, onu anlayabilirsin. Claudine-Alexandrina, o senin anlattığından daha ilginç şeyler bulunur ağaçlarda. İnsanlar gibi ağaçlar da üredikleri yerlere ilişkin özellikler taşırlar. Kabul ediyorsanız ilk sözü ben alayım. Ama Charlotte-Elizabeth Aisse ağaçları seviyor, kadındır, önceliği ona bırakıyorum.
– Öyle diyorsanız, ağaçlara ilişkin inandıklarımı size söyleyeyim, ama lütfen beni alaya almayın, – Ayşet utanırcasına konuşmaya başladı. – Ağaçları seviyorum. Onları bazen insanlara benzetiyorum. Bazen onlarla konuşuyorum, onlar da benimle konuşuyorlar. İşte bu ulu meşe ağacımıza bir bakın, babamın dedesinin onu dikip yetiştirdiği anlatılır. Şimdiye değin Ferriol ailesini soy ağacı olarak koruyor. Güzel, büyük, kökü, gövdesi ve dalları ile sağlam bir ağaç. Bizim de, kaçırıldığım Çerkesiye’deki bahçemizde buna benzeyen ulu bir meşe ağacımız vardı, hala ayakta mıdır bilemem… Bu büyük meşe ağacı, başka bir ağaç da olsa, onun yerine geçiyor ve bahçeyi koruyor, bu büyük bahçeyi ve bu meşe ağacını sevmemin nedeni de bu… – Ayşet’in sesi kısılacak gibi oldu, ama göğsüne bastırıp sözünü tamamladı, – Ağaçlar sahipleri ile birlikte yok olurlar derdi büyük annem, o ağaç da bahçemizden yitmiş olabilir… Bu nedenle, güzel-sağlam dediğimiz şeyler, bizim sandığımız gibi hep ayakta kalacak değiller…
– Bazen güzelden bıktığımız da olur, – dedi Ayşet’e katılarak Voltaire.
– Bunu nasıl anlayabiliriz ki? – dedi Maria de La Vieville küçük göz kapaklarını oynatarak.
– Çirkin suratın insanın içini kararttığı gibi olmalı, – küçük el arabası ile her gün bahçe kapılarının önünden geçen sakat ihtiyarı birden anımsadı Pon de Vel.
– Pazara giden ihtiyardan söz ediyorsan Pon, – dedi Arjantal ağabeyine, – bize selam veriyor, baş parmağını gösteriyor. Onun da yaşama hakkı yok mu? Mal satıyor, alıyor, tatlı dil döküyor, azarlıyor.
– Sürekli gözünün önünde olan şeye alışıyorsun değil mi? – diye Claudine- Alexandrina yeğenine sordu.
– Hayır, Claudine, – dedi Ayşet, Arjantal’ın yerine, – alıştığın kişinin güzel ya da çirkin yanını görmez oluyorsun. Yarın, öbür gün bize bir yenilik, değişiklik getirmeyecekse, ilginç olmaz.
– Aşk ve sevgi de öyle bir şey mi? – diye Maria de Vichy Champony kaygılandığı şeyi sordu.
Hepsinden biraz daha yaşlı olan Charles Montesquieu başlattığı bu yarışmadan memnun kaldığını gizlemeden François Voltaire’e gülümsedi, konuşmadan birbirleriyle iletişim kuruyorlar dedi Claudine- Alexandrina’ya gözüyle bakarak.
– Marie, sorduğun aşk hangisi? – Aisse konuşmaya devam etti. – Ben aşkı, sevgiyi üçe ayırıyorum, ama fazlası da olabilir. İlki, anne ve babanın evlat sevgisi; ikincisi, erkek ve kadın arasındaki sevgi; üçüncüsü, kişinin dünya sevgisi. İkincisini bilmiyorum. İlkine ilişkin büyük annemin demiş olduğunu size söyleyeyim: “Anne evladını aşırı derecede sevmemeli, “cegum pago kéqıjı” (Ocaktan kurtçuk [pago] çıkar) derdi. Evladına sınır koymayan, “dur” diyemeyen bir anne varmış. “Çocuğunun eline böyle makas verme, makasla oynamasına izin verme” dediklerinde, “Oynasın, ne sakıncası var ki” diye yanıt verirmiş, ama çocuğun o makasla gözünü çıkardığı anlatılır. Buna da “ kör sevgi” (шIулъэгъу нэшъу/ šuleğu neşu) denir, Tanrı bunu kimsenin başına getirmesin. Dünyaya, doğaya ilişkin sevgi üzerine çok şey anlatılabilir. Bu büyük meşe ağacımızı, dediğim gibi seviyorum. Yılda dört kez değişim geçirir. Her bir süreçte değişik bir görünüme bürünür: Soğuğa karşı direnir, kurağa dayanır, rüzgara karşı diretir, her türlü güçlüğe yakınmadan, her zaman sevgi ve dinginlikle direnir, bize sevgi dolu yüzle bakar.
– Anlattığına göre, Aisse, – Ayşet’in hemen ardından Voltaire, onun sözlerine eklemede bulundu, – Ağaçlar insanlara çok sayıda yarar sağlar. Onların insan düşüncesini ilerleten, hamle yaptıran büyük bir yararı olduğunu biliyorum. Bunu siz de bilirsiniz: Ağaç baltayı tasarladı, icat etti.
– Nasıl, François? – duyduğunu neye yoracağını bilemeden Voltaire’e sokularak , Maria de La Vieville’e sordu, ardından Montesquieu de sordu: – Ağaçlar balta tasarlayabilirler mi, Charles?
– Ağaçlar oturup bir şeyler tasarlamış değiller, – Montesquieu gülmek istemişti, ama kendini tuttu, – kişi ağaçtan yararlanma yolunu bulamayınca, ona denk gelecek farklı bir gücü düşündü ve tasarladı: Balta, ilkin taştan, ardından demirden üretildi.
– O zaman baltayı da ağaçtan üretmiş olmadılar mı? – de Maria de Vichy Champony de kız arkadaşından geri kalmadı.
– Doğru, Mari, doğru düşündün, – dedi Voltaire, arkadaşları arasına balta öyküsünü yaymış olmaktan gurur duydu ve sığ düşünen biri olarak gördüğü kızı destekledi, – düşünecek olursan, bu konuda başka bir şey de söyleyebiliriz.
– Onu biliyorum! – diyerek Arjantal öne atıldı.
– Biliyorum diye her şeye burnunu sokma, bir kez olsun çeneni kapa, – babasının ağzı sıkılığını yansıtır bir oturuşu olan Pon de Vel kardeşine çıkıştı. – Bunu uyarsana, Claudine.
– Jan’ın çenesini kapatırsam Pon, – dedi Claudine-Alexandrina. – o zaman kardeşinin ne düşündüğünü öğrenemeyiz. Size de öyle davranacak olursam, bana artık açılır mısınız? Herkes görüşünü açıklarsa daha iyi olmaz mı?
– Bravo! – Charles Montesquieu alkış tuttu, Pon de Vel’e döndü:
– Bağışla beni, kont, Claudine-Alexandrina’nın dediği gibi , birbirimizi dinlemezsek, bizi bir araya getiren bu masamızın bir özelliği kalmaz, birbirimizden koparız.
– Anladın mı?.. – diye Arjantal yeniden bir çıkış yaptı, ama ağabeyinin sert bakışı üzerine sustu ve büzülüp yerine oturdu: – İyi, çok iyi, daha başka bir şey söylemeyeceğim. Öyleyse bildiğimi söylememe izin verin: Ağaç, balta gibi insana testereyi de buldurdu. Öyle değil mi, Aisse?
– Öyle, Jan, söylediğin şeyde doğruluk payı var… – Ayşet anımsadığı bir şeyden etkilenerek, sarımsı ve pembemsi yapraklarıyla doğaya hışırtılı sesler yayan büyük meşe ağacına bir kez daha baktı, o sesleri sadece kendi duyuyormuş gibi kendi kendisine sordu: – Bu ulu güzel ağaç da bir gün balta-testereye yenik düşecek mi?
– Alın yazımızı, geleceğimizi bilecek olsaydık, Aisse, başımıza gelecek olanın anlamı kalır mıydı? – François Voltaire gülümseyerek, sordu ve yanıtını kendi verdi: – Herkes geleceğini bilir ve kabullenir, işsiz güçsüz oturup durur, ölümü beklerdi.
– Alnımda yazılı olan şeyi bilmek istemem! – dedi Maria de Vichy Champony beklenmedik bir biçimde haykırarak, topluluğu korkuttu ve yaptığına pişman oldu: – Bağışlayın, yaşam güzel ve tatlı şey, mutlu bir yaşam istiyorum… Başka bir konuya geçelim, Claudine…
Gençler, bahçenin sonbahar güzelliğine değişik bir güzellik katarak ve özenerek gelmekte olan Kontes Maria-Angelica’ya hep birlikte baktılar, kontes gülümsemekteydi, ama eleştiriyle söze başlamıştı: – Ne diye didişip duruyorsunuz? Charlotte-Elizabeth Aisse, Pon de Vel ve François Voltaire bu yıl okulu bitirdi, birbirinizi kutlamıyor musunuz? Evet, evet, – anımsayınca kontes hemen geri dönüş yaptı, – bir önceki toplantınızda birbirinizi kutlamış idiniz, şimdi anımsadım. Gençliğin tadını çıkarmaya bakın, gençlik bir gitti mi, ardından top atıp bağırsanız bile dönüp geriye bakmaz.
– Mama, ne diye bugün süslenip giyindin böyle? – Arjantal annesini iyice bir gözden geçirdi.
– Sen de okulunu bitirdiğinde, oğlum, şimdikinden daha güzel süslenip giyineceğim. İsterseniz size bir itirafta bulunayım: Bana gençlik günlerimi anımsattınız, bu nedenle süslendim… Aisse, niye ayaktasın, otursana yerine, – Maria-Angelica, geldiğinde, kendi Adıge geleneği gereği ayağa kalkan Ayşet’e dedi.
– Arjantal, sana kaç defa söyleyeceğim, büyüklerin geldiğinde oturma diye? – diğer gençleri de uyaracak bir biçimde Ayşet, Arjantal’i kınadı.
Ayşet’in ne demek istediğini anlayan Charles Montesquieu hepsinden önce ayağa kalktı, François Voltaire, Pon de Vel ve Arjantal da ayağa kalktı, olup biteni anlayamayan iki kız da ayağa kalktı, hepsinin gerisinden Claudine-Alexandrina da gülümseyerek konuştu:
– Öyleyse, önümüzdeki toplantıda büyük-küçük ilişkileri konusunu ele alıp konuşuruz, ona göre hazırlanın. Bu konuda böyle şeyleri en iyi bilen Aisse’ye danışırsınız… – içinden dalga geçerek Ayşet’in adını andı.
– Anlaşılan ilginç bir toplantı yapacağız, – Charles Montesquieu, alaylı sözüne kulak asmadan Claudine-Alexandrina’yı onayladı.
– Öyleyse kadın-erkek ilişkileri konusunu da görüşelim, – başka bir dünyadan geliyormuş gibi Maria de La Vielle de öne atıldı.
– Tamam, Claudine, ayağa kalkmışsınız, oturumunuzu yeniden başlatmayın, – Maria-Angelica, kız kardeşinin bir şeyleri beğenmemiş olduğunu fark etmişti, – hadi gidelim, öğle yemeği sizi bekliyor.
Gençler içki bulunmayan sofrada fazla oyalanmadılar, yemek üzerine birer bardak su içip sofradan kalktılar.
Gençler gittikten ve iki kız kardeş baş başa kaldıktan sonra, Maria-Angelica rahatsız olduğu şeyi söyledi:
– Bugünkü gibi, Claudine, Aisse’ye laf atma, onunla didişme diye sana kaç defa söyledim? Genç kişi büyüğü için ayağa kalksa ve saygı gösterse, doğru ve daha güzel olmaz mı? Görmedin mi, Charles Montesquieu ile François Voltaire’in, bunu kavrayıp hemen ayağa kalktıklarını? Aisse benim için ayağa kalktı diye kıskandın mı yoksa?
– Marie, o kadar da kuşkucu olma! – Claudine-Alexandrina ablasına serzenişte bulunmuş olsa da, ona iyi gözle baktı: – Aisse, saygı gereği sadece sana mı kalkıyor sanıyorsun? Ona bir bahçe korkuluğu (nısĥap) göster, onun için de ayağa kalkar…
– Claudine! – Maria-Angelica’nın kızgınlığı arttı.
– Tamam, tamam, Mari… Ama bu evine getirilen Çerkes’in özü ve sözü bir değil… Başlamışken sana başka şeyler de söyleyebilirim: İçime sinmiyor, daha doğmamışken güzel ve akıllı görünmeye çalışıyor. İki yıl bekle, onun neye dönüşeceğine akıl erdirebilir misin?
– Anımsarsan, sana söylemiştim, yine söylüyorum: Senin için sorun olmayanı, sorun etme.
– Nasıl sorun etmeyeyim, aynı evde oturuyoruz, birbirimize bağlıyız.
– Bana ne anlatmak istiyorsun?
– Bilmiyorum, bir düşün… Her şey ne zaman açıklığa kavuşacak biliyor musun? Şu an İstanbul’a giden Laroche geri döndüğünde…
– Konta ilişkin benim bilmediğim bir şeyler biliyorsan benden saklama.
– Senin bilmeyip de benim sakladığım bir şey yok, – Claudine-Alexandrina ablasına güvenmiyor olsa da, gözlerinin içine bakarak konuştu ve devam etti, – Charlotte-Elizabeth Aisse için kendi gelmeden yerine İstanbul’dan adamlar göndermiş olmasının nedenini anlamış değilim…
– Ne adamı?
– Pierre sana söylemedi mi?
– Söylemedi… – Beklenmedik bu sevimsiz haber üzerine Maria-Angelica’nın gözleri fal taşı gibi açıldı: – Arkamdan ne gibi işler çevriliyor… Bir tek ben mi kaldım güvenilmez kişi olarak? Bana yabancı bir kıza bakmamı, büyütmemi söylüyorlar, kendileri de dilediklerini yapıyorlar… – Maria-Angelica gözlerini ovdu, ardından bezle sildi ve bezi sofraya attı. – İnsan sayılmazsın, Claudine. Artık beni abla diye anma.
– Olur, Mari, üzülme, – Claudine- Alexandrina bacaklarını üst üste atmış oturuyordu, – işin sonunu öğrenemedik, geldikleri gibi gittiler. Daha da önemlisi kontun ne yaptığını bilmeden İstanbul’da bulunuyor olması…
– Biraz bilgim var, Laroche döndüğünde bize anlatır.
– Laroche’u değil, kocan Augustin’i İstanbul’a göndermeliydin.
– Niye Augustin’i göndereyim, doktor olan Augustin mi? – Maria-Angelica sesini yükseltti, ardından pişman olup yumuşattı: – Augustin’i tanımıyor musun, kıpırdayıncaya değin kıyamet kopar.
– Bunu bildiğin halde ne diye onunla evlendin? – umursamadan konuştu Claudine-Alexandrina.
– Onunla evlendim, çünkü Pierre de, sen de çocuktunuz, bir şeylerden eksik kalmanızı istememiştim… – Maria-Angelica yeniden gözlerini ovuşturdu. – Şimdi kimsenin umurunda değilim, çocuklarım yetmezmiş gibi, üstüne yabancı birini de getirip başıma oturttular…
– Keyif ve coşku içinde, parfüm kokusu yayarak Ayşet yemek odasına koştu, gözlerini silmekte olan Maria-Angelica’yı gördü, koşup kucakladı ve sordu:-Ne diye, anne, bu sevinçli günümüzde ağlıyorsun?.. Claudine, birileri annemi üzdü mü yoksa?
– Bilmiyorum, kendin sor, – Claudine-Alexandrina soğuk bir yanıt verip odadan ayrıldı.
– Anne, Claudine ile birbirinize kızdınız mı yoksa? – Ayşet Maria-Angelica’nın omuzlarını okşayarak sordu.
– Hayır, Aisse, birbirimize kızmış değiliz, – Maria-Angelica yumuşak bir ifadeyle yanıt verdi, – senin için Türkiye’den elçiler gelmiş olduğu söyledi de ona üzülmüştüm.
– Maria-Angelica anne, – Ayşet gülümsedi ve daha sıkı bir biçimde kontese sarıldı, yanaklarından öptü, – o konuda üzülme, seni üzmek istemediğim için söylememiştim. Gelenler geldikleri gibi gittiler. Beni asıl üzen şey nedir, biliyor musun? Bu olayın ardından babama iki kez mektup yazdım, ama yanıt alamadım. Okulu bitirdiğim için beni kutlamaya yola çıkmış olabilir, ama Laroche’u niçin çağırdığını anlayabilmiş değilim.
– Ben de buna üzülüyorum, Aisse. Laroche’u niçin çağırdığını bilemiyorum, kont armonika (pşıne) dinlemeyi sever, İstanbul’da bir Fransız pşınavesini (müzisyeni) nereden bulsun ki, bu nedenle onu çağırmıştır diye düşünüyorum. Her elçi imrenilecek biri olamaz. Elçiler bıkkınlık içinde ülkelerini özleyen kişilere dönüşürler sonunda, deniyor, – Maria-Angelica, konta yönelik bildiği bir parça şeyi Ayşet’e anlatır gibi yaparak, kız kardeşi ile kendisi arasında patlak veren gerilimi gizledi ve şaka yollu sordu: – Peki, Aisse, yeni diktirdiğim bu kostümüm (entarim) için bir şey demiyorsun, beğenmedin mi yoksa?
– Çok güzel! Bunu söylemek için gelmiştim. Sadece ben değilim, Vieviller de beğendiler. Maria de Vishi Champony de senin için “güzel kontes” diyor.
– Peki, François Voltaire ve Charles Montesquieu? – Kibirli kontes, güzelliğine ilişkin kızların söylediklerini yeterli bulmuyor, erkeklerin ne dediklerini de duymak istiyordu.
– Adını söylediğin bu kişiler, anne, çok okuyan ve çok akıllı olan gençler, onlar da seni güzel buluyorlar, söylediklerini de ilginç karşıladılar…
– Entarim diyorum, – Maria-Angelica Ayşet’in söyleyeceklerini yarım bıraktırdı, – entarim güzel bulunmadı mı yoksa?
– Evet, anne, güzel buldular.
– Öyle tabii, Aisse, bir de benim ağladığımı söylüyorsun, gülüyorum yoksa ağlıyor değilim. Anladın mı şimdi! – Aynı anda Maria-Angelica Ayşet’e ilişkin niyetini gizleyerek sordu, Ayşet’i okşadı. – Her şey güzel olacak, küçücük kızım, üzülme.
İshak Maşbaş (Tarrihi roman, s. 260-269) (I)