Paris’te Bir Çerkes Kızı – 23 (s. 455-599)
VII (s. 459 – 468)
Bütün güzel kadınlar şanslı olurlar diyebilir miyiz? Böyleleri yeryüzünün her yerinde, Fransa’da ve Çerkesiye’de de varlar, ama kendi Adıge ad ve soy adları unutturulmuş Bolet Ayşet ile yabancı ad ve soyadını almış olan Ferriol Charlotte-Elizabéth Aisse söz konusu olduğunda durum değişir, yanıtlanması zor bir durum ortaya çıkar.
İnsan sırrını kendinde saklıyorsa, buna tutarlı bir açıklama getirilemez. Ama Ayşet’in kendi kendisine yarattığı “tatlı sır”, beklediğinin aksine acının acısı bir sır haline dönüştü. Ayşet bu başına geleni o denli umursamayabilirdi, dünyada buna benzer çok olayla karşılaşılıyor, Fransa’da da görülüyor, “gayrı meşru” (куигъэ), piç ve çirkin denen şeyi içinden kesip atsan da, bunu, aralarından çıktığın Adıgelere anlatamazdın… Buna, diğer karşılaştığı zorluklar gibi katlanabilirdi, sorun, doğurduğu bebeği başka, yabancı kişilere bırakmış olmasıydı… Ayrıca bebeğin babası sağdı ve “bana ait değil” diyerek reddetmemişti, onunla birlikte faytonda oturuyor ve Paris’e dönüyordu.
Şövalye de Edie’nin içinden geçen sıkıntılar solmuş yüzünden okunuyordu. Bu son, Ayşet’in doğuma hazırlandığı bir ay içinde, onun gece-gündüz çektiği sıkıntıyı kendinden başka kimse bilemez. Bu başlarına gelen şey yüzünden şövalyeyi bağışlamak düşünülemez. Ayşet ile tanıştığı andan başlayarak, kendisi için evlenme yasağı olduğuna aldırmadan ilişki kurmuş, onu eş yapmayı düşünmüştü. Şu anda bile göz yaşları içinde yanında oturan genç anne ile, eğer o da isterse, onunla evlenmeye hazırdı: Söylemese bile, bir başını sallasın, sevdiği kızın kendisi için doğurduğu bu bebeği, kızı Seleni’yi alıp Périgord şehrindeki anne ve babasının yanına götürürdü. Bunu kabul etmeyecek olursa Paris’teki köşküne götürür, herkesin şaşıracağı, görenlerin imreneceği görkemli bir düğün yapardı.
– Aisse, içinden geçen şeyleri benden başka bilen yok, güçlü-yaman biri olduğunu biliyorum, sana akıl veriyor değilim, sadece ricada bulunuyorum, kendini harap etme. Daha önceleri de söylemiştim, yine söylüyorum: Şimdi üç kişi olduk, artık “evet!” de bana.
– Hayır, Edie, hayır, – Ayşet, Edie’nin sözünü kesti, – Bu konuyu daha önce konuşmuştuk, – şimdiye değin gizlediğimiz şeyi bugün açıklayacak değiliz, işi oluruna bırakalım…
– O kadar da inatçı olma, Aisse. Senin için yapamayacağım, göze alamayacağım bir şey olamaz, seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?
– Ben de seni seviyorum, Edie… – Ayşet kendini tutamadı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Bağışla bu durumumu. Durdur arabayı…
– Başın mı döndü?.. – Edie telaşlandı ve Ayşet’le birlikte arabadan indi.
– Üzülme…- Ayşet yol boyundaki bir ağaca sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında, iyi ki yanında, kendisini yatıştıracak Edie vardı. Ama hiçbir zaman yapmadığı gibi sert bir sözle Edie’ye karşılık verdi: – Bana dokunma!..
Şövalye Edie Ayşet’e bir şey demedi ve kendini zor tuttu, buna bir anlam veremedi ve geri çekildi. Bu arada kendi kendisini sorguladı: “Gözleriyle beni yiyecekmiş gibi öylesine kötü bir baktı ki bana, ne diyeceğimi bilemiyorum?.. Beni suçluyor mu?.. Suçlamıyor olsaydı, her yanı titreşerek “bana dokunma!” demezdi her halde… Hamileyken böyle değildi, şimdi nedensiz olarak benden nefret ediyor olabilir mi?.. Gökler tanığım olsun, Tanrı beni esirgesin, Ayşet’e bir yanlışlık yaptığımı anımsamıyorum…”. Şövalye bunları düşünürken Ayşet daldığı düşüncelerden sıyrıldı:
– Kalbini kırdım, Edie, bağışla beni.
– Kalbimi kıracak bir şey dediğini duymadım, Aisse, – Edie Ayşet’in elinden tutup onu dikkatle faytona bindirdi, yanına oturttu, oturtur oturtmaz da Ayşet başını Edie’nin omuzuna dayayıp uyudu.
– Blaise Mari de Edie Sans’ta ve yolda karşılaştığı zorlukları unutmuş, başı omuzunda Ayşet’i bir eliyle de destekliyor, sevdiği ve bebeği için ne yapacağını bilemeden Paris yolunda ilerliyor, gördüğü manzaralara ilgi duymadan ılık bahar havasını soluyordu, kafasında yanıtını veremediği bir sürü soru dolaşıyordu: “İnsan ne diye dünyaya gelir, zorluk ve mutluluk içinde ölünceye değin niçin çırpınır durur? Zorluk zor şey, peki mutluluk da kişiyi bitirir mi?.. – şövalye içinden kendi kendisiyle alay etti. – Ne de güzel bir bahar günü, ama niçin tadını çıkaramıyorum?.. “güzel başı omuzumda Aisse’yi uyutuyor muyum?” – kendinden olmayan bir ses duymuş gibi oldu, hemen karşılık verdi: – “İyi ya da kötü günümde o, sevdiğim kişidir!”. İyilik yaptıktan sonra, ne diye aşkını gizlersin ki?”. “Ben miyim?! – sorusuna yanıt bulmadan kendi kendine haykırdı.
– Bir şey mi dedin Edie?- Ayşet başını kaldırdı.
– Hayır, Aisse, – sevgilisine gülümsedi, başka konulara geçti: – Güzel bir bahar, şahane bir gün.
– Nereye vardık, Paris’e yaklaştık mı?
– Melen’e giriyoruz.
– Melen mi dedin?..
Küçük bir kızken, Paris’e götürülürken Melen’de durduklarını, öğle yemeğini bir restoranda yediklerini ve geceyi orada bir otelde geçirdiklerini anımsadı. “Görüştüklerinde Madlen, Ayşet’e küçük bir kız çocuğu olarak Melen’e, restoran’a, otele geldiğini ve seni gördüğümü bugün imiş gibi anımsıyorum” demişti. “O olay ne zaman yaşanmıştı?.. Başıma gelen onca olay?.. Bana yardım ederek beni bugünlere getiren ve beni dertlerle baş başa bırakan papa artık yaşlandı. Sorun değil, yaşlanmaktan kimse kaçamaz, sağlıklı kalsaydı tek… Papa şimdi ne durumda acaba? Kendi derdim zavallı papayı unutturdu bana. Türkiye’de kalsa daha mı iyi olurdu? Fahri ve arkadaşı ne oldu?.. Onları dinleyip ülkeme dönseydim belki daha iyi olurdu… Seleni bebeğim var, anılarımı artık ne yapayım? Onu yaban ellere bırakıp ne diye Paris’e koşuşturuyoruz ki? Kara talihimizden mi kaçıyoruz?..”
– Öğle yemeğini Melen’de yeriz, Aisse.
– Hayır, hayır! – Ayşet, ürkmüş olduğu için utandı. – Bağışla beni, Edie, ben hiçbir şey istemiyorum, yemek yemek istiyorsan başka bir yerde dururuz. – Anımsadığı şeyi, geçmişi içinden atmak istedi: – Melen’i, Marsilya’yı ve Lyon’u görmek istemiyorum…
– O zaman tek bir yer kaldı, – moral vermek üzere Ayşet’e gülümsedi, – Paris’e gidiyoruz.
– Hakkı bende kalmış zavallı papam olmasa, oraya da adımımı atmazdım… Sana tuhaf gelmesin, Edie. Bir ara o konuda konuşmuştuk, şimdi de, papanın bana uygunsuz davranışları sonrasındaki sözümde duruyorum: Onun benim için yaptıklarını bir ben bilirim, yaşadığı sürece onu gözetirim, kimseye de tu kaka yaptırmam. Ancak şu an kalbim Sans’ta kaldı… – Ayşet’in sesi yükselmişti, ama hızla toparlandı, kendi kendine konuşur gibi, ama kızının babasına da duyuracak bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü: – Durumumuz böyle olduğu sürece Fransa dışında bir ülkede yaşamayı düşünmüyorum… – Ayşet’in göz yaşları yeniden boşaldı…
– Aisse, canım, – Edie Ayşet’i kucaklamış okşuyordu, – ağlama, moralini bozma, her şey iyi olacak. Tek derdimiz Seleni’yi uzun süre göremeyecek olmamız, yoksa Isabelle-Louis ona mutlaka bir bakıcı bulacaktır. “Hazırım” dediğinde, üç kişilik bir aile olarak gideceğimiz yeri söyleyeyim mi? Tam istediğimiz yer olmasa da, alın terimi ve kanımı döktüğüm Fransa için ülkem demiştin, küçük kız bebeğimiz için burayı uygun bulduğun için çok sevinçliyim. Ama kökünün dayandığı Çerkesiye’yi de unutma. Sana söylediğim gibi Kafkasya’ya, Çerkesiye’ye seni ve Seleni’yi de götüreceğim.
– Edie, sevgilim, – Ayşet, güzelliğini daha da güzelleştiren bir tavırla, kendisine güzel sözler söyleyen şövalyeye baktı, – ikimizden başka o konuyla ilgilenen ve konuşan kimse yok… Çerkesiye bir güneş rüzgârı gibi gözlerime görünüyor, bir zamanlar görmüş olduğum gibi artık gözlerimde canlandıramıyorum Çerkesiye’yi. O ülkeyi zihnimden atmış olabilir miyim?.. Beni oraya götürmüş olsan bile, dağlarını, ormanlarını, ovalarını, ırmaklarını, çayırlarını görüp unuttuğum dili için ağlayıp dönmeyeceksem, kimin umurunda olacağız, kim bizi karşılar ve ağırlar?.. – Ayşet’in yine içi bunalmıştı, ama gördüklerinden büyülenmiş gibi kendisini frenlemesini bildi. – Versay göründü, Paris artık uzakta değil.
Ayşet daha fazla Edie’yi zorlamak istemedi, hangi eve gideceklerini sordu:
– Aisse, seni üç konuttan hangisine götüreyim?
– Hangi üç konut? – Ayşet başını kaldırdı.
– Ferriollerin evi mi, Bolingbrokelerin evi mi yoksa kendi evimiz mi demek istedim.
– Kendi evime, Ferriollerin evine götürürsün, başka bir yerim yok, – dedi ama, Ayşet, hemen sözünü değiştirdi, – hayır, hayır, kuşkulanmamaları için beni önce Bolingbrokelerin evine bırak, oradan Ferriollere dönerim. Beni bağışla sevgilim, seni beklemediğin sorunlarla baş başa bıraktığım için…
– Yeter, Aisse, o söylediğin şeyleri duymak istemiyorum, – Edie, Ayşet’in konuşmasını kesti, – sana ilk aşk sözünü söylemiş olan benim, sen değilsin. Sana darılmış, söylediğim, yaptığım şeyler için pişmanlık duymuş değilim. Bu yeryüzünde bana senden daha yakın olan birini tanımıyorum. Bunu binlerce kez söylesem de, yine söylemekten bıkmam.
– Aşk teşekkür gerektirmez, Edie, ben de seni seviyorum, teşekkür ederim. Benimle dalga geçme, bizim dışımızda aşka değer veren kimse Paris’te ve Fransa’da kalmamış gibi durumlar oluyor. Abartıyor olsam da hep öyle kalsın!.. Sonra, Edie, bize dediğin yere, çok özlemiş olsak da biraz bekleyelim, Tanrı katında görevini yapmamış ve günahkâr biri durumuna beni düşürme. Yalvarırım, beni anla, beni yanlış yola sevk etme.
Edie, Ayşet’i Bolingbrokelere bırakıp evine döndükten sonra, dinlenecek yerde, birkaç gün boyunca çektiği sıkıntılar yeniden içinde boy gösterdi. Yol boyunca yaptıkları konuşmaların çoğunda Ayşet’in dediklerini onaylamış olduğunu düşündükçe, bu şeyi erkeklikle de bağdaştıramamıştı: “Çocuğumuz olacağını söylediği günden başlayarak doğru davranmadım. “Kadının güzelliğine ve tatlı dudağına vurulursan, kör ya da dilsiz olursun”. Bunu Molière mi, başka biri mi söylemişti? Kim söylemişse daha doğrusunu kimse söylemiş olamaz. Aisse nedeniyle başıma geleni de bu… Aşk konusunda gönül kimseye danışmaz. Üstümde evlenme yasağı bulunmasına rağmen, onu sevdim, o da bunu bildiği halde beni sevdi. Ama bu bahaneyle başımızı eğip yaşayacak mıyız?.. Bunu başkaları biliyorlar, lafımızı edecekler diyerek bebeğimizi manastırda sakladık. Kim lafımızı edecekmiş, Orleans Dükü mü? Onun büyütmesi Kral XV. Louis mi? Claudine-Alexandrine gibileri mi? Temiz kalpliliğini ve insancıllığını her şeyin üstünde tuttuğum Aisse’nin çekindiği ve ne yaptığını bilmeyen hasta Kont Charles de Ferriol mi?! Her ikimiz de bir çıkış yolunu bulamadık! Bekâr halde hane kuran biri gibiyim… Bu işi bir sona erdirmem gerekiyor. Ama, Aisse’yi her gördüğümde, ne olduğunu anlayamadan vurulup kalıyorum…”
O akşam Ayşet Bolingbrokelere değil, belli etmeden Ferriollere gitmeyi düşünüyordu, ama başından geçenleri anımsadığında cenazesi yeni kaldırılmış biri gibi keyfi kaçmıştı.
– Aisse, beni yanılttın, yoksa böyle olduğunu bilseydim, yol yorgunu ve bitkin halinle seni Ferriollere yola çıkarmazdım, – gördüğü bu şey karşısında Marie-Claire Bolingbroke’nin içi sızladı ve Ayşet’i azarladı, – betin benzin solmuş. Maria-Angelique’in ne menem biri olduğunu unuttun mu yoksa?.. Haydi, dönelim, toparlanıncaya değin benim yanımda kal.
– Şövalye de Edie beni sizin evinize bırakırken de öyle demişti… Lord Henry ve ikinize çok teşekkür ederim, sırrımı sakladınız, eviniz evim gibi, ama kendi evime gidersem daha rahat ederim. Yol yorgunusun diyorsun, bir gece dinlenirsem geçer. Kendimden geçerek başıma açtığım bu sorunun ömür boyu kurbanı olacak olan küçük kız bebeğimden başka derdim yok! Bağışla beni Marie-Claire, şövalye de bağışlasın beni, sizi hak etmediğiniz bir zahmetin içine attığım için, büyük hatamın yükünü Tanrı katında ömrüm boyunca taşıyacağım, – Ayşet kendi yol açtığı hatayı kabul etmişti, beti, benzi attı, el ve ayakları titremeye başladı.
Marie-Claire, sevgi dolu bir gözle Ayşet’e bir göz atıp onu övdü:
– Seni böyle tanıyorum, böyle tanımak da isterim hep, Aisse.
Ferrioller akşam yemeği için sofradaydılar, Ayşet’i görünce, Kontes Maria-Angélique dışında, sofradakilerin hepsi kalkıp koşuştular. Pon de Vel ile Arjantel Ayşet’e sarılıp yanaklarından öpmeye başlayınca, Maria-Angélique sabredemeyip oğullarına seslendi:
– Şöyle biraz nefes aldırın da Aisse’yi yanıma getirin. Ne diye o kadar Bolingbrokelerin yanında kaldın ki, kendini çok özlettin, o denli yanlarında tutacaklarını bilseydim, seni hiç göndermezdim. Pon de Vel, Arjantal, Sophie, Aisse’ye bir bakın, daha güzel, daha ince olmadı mı? Bizim çiftliğimiz Pon de Vel’in yanında la source daha mı güzel yoksa?.. Aisse’yi çağırdığınızda, Marie-Claire benim de sizin yanınıza gitmemi istemişti… Evet, Aisse, amcan Augustine aramızda değil, kontun yanında. Kont iyi değil, yetişemezsen diye endişeleniyordum, ama belli etmiyordum, bir başına git de ona bir görün, seni tanır mı bilemem… Pon de Vel ve Arjantal de seninle birlikte olsun. Biz de, Markiz Marie-Claire ile biraz sohbet ederiz. Sophie sen de bize çay kaynattır.
Markiz, Maria-Angélique’in bıktırıcı konuşmalarını dinlemektense çayı bir yana bıraktı, kocasının evde yalnız kaldığını bahane ederek ayağa kalktı:
– Uzun bir yoldan geldik, Henry evde yalnız, faytonum da kapıda bekliyor. Kontun hastalığına üzülüyoruz, Tanrı’dan şifa dileyelim, bir gün ziyaretine geliriz.
“O sözünü ettiğin kişi sanki size çok meraklı, siz de ona meraklısınız” diye içinden geçirerek Maria-Angélique gülümsedi, konuğunu yolcu ettikten sonra, kontun yanında neler olup bittiğini görmek üzere üst kata çıktı. Gördüğüne ne diyeceğini bilemeden yerinde çakılı kaldı: Yatakta yatan kontun başında Ayşet diz üstünde oturuyor, kontun yüzünü ve alnını okşuyordu, bu arada kontun ve Ayşet’in gözyaşları dökülüyordu.
– Tanıdı mı Aisse’yi?.. – diye Maria-Angélique Augustine’e fısıldadı.
– Görmüyor musun… – karısına sertçe bir baktı ve hastanın başını çevirdi.
– Tabii, elbette tanır… – kocasının sert tavrını dikkate almadan, iyimser bir tavır takındı ve Desten’e seslendi: – Görmüyor musun Charlotte-Elizabéth Aisse’nin” diz üstü yerde oturduğunu, altına bir şilte koyun. Kont nasılsın? Düne ve daha önceki güne göre daha iyi görünüyorsun, Charlotte-Elizabéth Aisse sana döndüğü için iyi olmuşsun anlaşılan…
– Bana döndü! – dedi kont, odadakilerin şaşkın bakışları altında doğruldu ve kendi kendine oturdu. Gittiğin Çerkesiye’de seni nasıl karşıladılar?.. Seni kırdılarsa benden saklama, boşuna Türk sultanı mı olmuşum?..
– Papa, Çerkesiye diyen sensin… – diye çıkıştı Ayşet, ama hemen ardından kendine geldi: – Lord Bolingbrokelerin yanında idim.
– İngiltere’de miydin?.. – duyduğu bu şeye şaşırdı, odadakileri şöyle bir gözden geçirdi ve homurdandı: – Ama bu çirkin kişiler senin Çerkesiye’ye gittiğini söyleyip beni aldattılar… Lord Bolingbroke Henry St.John, iktidarı torilere (*) kazandırmışsa, harika! Öyle olması gerektiğini ve ne yapacağını ona söylemiştim, sözümü dinlemiş. Ama, Charlotte-Elizabéth Aisse, sana ne diyeceğimi biliyor musun, günün birinde bu dünyadan göç ettiğimde, evet, evet, artık başında olmadığımda, bu berbat grubun içinden ayrıl ve Çerkesiye’ye dön, başlarına geçmen için sana izin veriyorum, bunu yapmanı istiyorum.
– Al, şu ilacını iç, – dedi konta Ayşet, konuyu hemen değiştirdi, Séléni ile Edie’yi düşündü, kontun saçmaladığını anladı ve sözünü değiştirdi, – dediklerini, papa, şu an yapacak durumda değilim.
– Elbette değilsin, Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol, Çerkesiye’ye dönemezsin tabii, seni boşuna mı Fransa için yetiştirmişim!.. – ilacını içtikten sonra kont konuşmasını sürdürdü – Şimdi yemek yemek istiyorum.
“Ölüyor derken şunun dediğine de bir bakın!..” – dedi içinden Marie-Angélique, bu işin sorumlusu olarak Laroche’a bir baktı, kocası Augustine-Antoine’ı ürkütürcesine ayağa fırladı:
– Charles, ne istediğini söyle yeter, hemen getirelim…
– Yeni tutulmuş, taze nehir balığı isterim, – dedi kont düşünmeden.
– Hemen yerine getiririz… Haydi, Desten, pazara git.
– Pazardan alınmış balık istemiyorum, Sen Nehrinden yeni çıkarılmış balık isterim… Augustine, ne diye oturuyorsun, unuttun mu çocukluğumuzda balık tuttuğumuz o yeri?..
(Devamı gelecek)
İshak Maşbaş, Tarihi roman, s. 459 – 468.
(*) – Toriler (Tory), muhafazakarlar İngiltere’de bir siyasi parti ve taraftarları. – hcy.
(s.468 – 473)
VIII
“Kendisine beşik yapılıp da mezarı kazılmayan kimse yoktur” atasözünü doğrular biçimde Kont Charles de Ferriol akraba ve yakınlarını terk edip 26 Ekim 1722’de yaşama gözlerini kapadı.
Kont Charles de Ferriol’ün defin günü, diğer sonbahar günlerinden farklı olarak, ölünün geçmiş yaşamını ve başarılarını bilmeyen kişilerin iyi bir insandı dedikleri, kendisini tanıyanların Tanrı ona rahmetini göstermiş dedikleri gibi, güneşli güzel bir gündü. Yükseklerden güneşin sıcaklığı geliyordu, cenaze arabalarının sesleri ve insan konuşmaları, Aziz Rok heykelinin olduğu mezarlığa vaktinde yetişmenin telaşı içinde olduklarını belli ediyordu.
Üstü açık tabutta yatan cenazenin kenarlarında Augustin Antoine, Marie Angélique, Pon de Vel ve Arjantal ölünün ellerini ve göğsünü tutuyorlardı, Ayşet, Başpiskopos Pierre de Tencin, Claudine Alexandrine, Sophie, Jeanette-Nicole, Laroche ve Desten de yanlarındaydı. Bunların dışında bilmedikleri ilerlemiş yaşta kadınlar, kontun arkadaşları da küme küme bir aradaydılar, bir ara kontun evinden kovulmuş olan Lulu da içlerinden seçilebiliyordu.
– Auguste, şunlara da bir bak… – diye kocasına fısıldadı Marie Angélique gözlerini siler gibi yaparak, – teşekkür ederiz, kontu unutmamışlar. Bak, bak şu gelenlere … François Voltaire cezaevinden salınmış mı?.. Ne zaman salınmış?.. Yanındaki de Montesquieu (Monteskiyö) değil mi?..
Kont Augustin Antoine dirseği ile dokunarak, çok konuşmaması için karısını uyardı. Peder (papaz) dini görevlerini tamamladıktan sonra, konuşmak isteyen var mı diye sordu, François Voltaire tabutun yanına geldi, topluluk fısıldaştı, Ayşet de heyecanlandı.
– Özgürlük öğütleyen şiirler yazıyorsun, bozgunculuk yapıyorsun diye beni Bastil Hapishanesi’ne koymuşlardı, daha dün serbest bırakıldım, karşınızda bugün konuşmasam da olurdu. Ama aramızdan ayrılan ve Fransa için büyük işler başarmış olan Kont Charles de Ferriol’ün karşısında, onun kızı ve kız kardeşim saydığım Charlotte-Elizabéth Aisse, kontun kardeşinin çocukları Pon de Vel ve Arjantal çocukluk arkadaşlarımdır, onların babaları Kont Augustin Anoine’ın insanca yanına da büyük bir değer veriyorum, Feriollerin acılı gününü paylaşmak üzere buraya gelmiş bulunuyorum. Fransa’yı seven, güzelliğini duyuran, bayrağını kaldıran herkese değer verme, yüceltme göreviyle baş başayız. Sen kont, bu gibi büyük insanlardan birisin, sana minnettarız, uğurlar olsun diyerek, seni son yolculuğuna uğurluyoruz.
– Evet öyle, Claudine, – diyerek Marie Angélique kız kardeşine fısıldadı, adımızı anan olmadı, kimseler için de de gerekli değiliz… Şuna, şu şövalyeye de bir bak… Asker kıyafeti kuşanmış, sanırsın bir general kaldırılıyor. Kendini göstermek mi istiyor ya da Aisse’yi etkilemek mi istiyor?..
Albay üniforması içinde Şövalye Blaise Marie de Edie tabutun yanına gelip kısaca konuştu:
– Uğurlar olsun, kont, Fransa için çalıştın! – Askerlerin yaptığı gibi dik durup elini kaldırarak kontu selamladı.
“Ömrünü, yaşamını adadığı Fransa için fazlalık mıydı ki, Kral bir çift söz edecek birini olsun göndermemiş… – diye homurdandı Marie Angélique, Ayşet’e doğru bakıp kızdı: – Bunun sorumlusu da gözyaşlarını döken şu sivri akıllı kız, Kral naibi Orleans Düküne göz kırpacak, gülümseyecek yerde, onu bize düşman etti. Zavallı dükün hasta olduğu söyleniyor, hastalığı ne olabilir?.. ” İlginçtir, birbirine benzemeyen birlikte dans etmez, huyları uyuşmayanlar da evlenmezler dedikleri gibi, bu kötü düşünceler Claudine Alexandrine’de de vardı. Ama dedikodu yapmaktan kaçınıyor, yüz yüze bakacağız diyerek susuyordu.
Güneşli güzel bir gündü. Kont toprağa verildiğinde öğle vakti gelmişti. Mezarı terk ederlerken Claudine Alexandrine gülümsedi ve ablasına fısıldadı:
– Arkana bakma, Marie. Ben olsam mezar taşına ne yazardım, biliyor musun – Avare kişi!
– Duyacaklar… – dedi Marie Angélique kız kardeşine, faytonuna doğru yürürken. Augustin Antoine, Ayşet, Pon de Vel ve Arjantal’in hâlâ mezarın başında olduklarını görünce Claudine Alexandrine’e bozuldu: – Bak şuraya!.. Aile direği olduğum Feriolllere karşı beni hep küçük düşürüyorsun…
– Marie, sakın mezara geri dönme, iyi olmaz! – Claudine Alexandrine ablasının tez canlı olduğunu bildiği için onu hemen uyardı ve daha da korkutucu bir söz söyledi: – Bu ne ki, utanacağın günle de karşılaşırsın.
– Ne günüymüş o gün?
– Bana sormadan önce, onu sallapati Auguste’üne sor, hayır dersen sizinle ne oranda mal paylaşımı yapacağını Aisse’ye sor.
– Ölenin Aisse’ye bir iyilik yaptığını mı biliyorsun?
– Bildiğim bir şey yok, benimki bir sadece kuşku.
– Peki, hiç hazzetmediğin zavallı kontun bu işte payı nedir?
– Şimdi yeniden sevmeye başladığın kocanın, Marie, ölenin kardeşi olduğunu unuttun mu? Kont Aisse’ye bir şeyler bağlamadan, vasiyet etmeden bu dünyadan ayrılmış olamaz. Sor, sor kontuna. Haksız isem bağışlanmamı dilerim, ama fazla zaman geçirmeden işinizin peşine düşün. Sandığınızın aksine Aisse içini başkalarına açan biri değil.
– Bilmiyorum, Claudine, Aisse sandığın gibi biri olabilir, şu an güvenebileceğim bir kimse kaldı mı ki yeryüzünde? – Marie Angélique’in gözleri kırpıştı. – Geçinmesi için Aisse’ye yıllık 4000 livre (Fransız lirası) tahsis ettiğini biliyorum… dedi ve kendi kendisine kızdı: – Zavallı konta başka şeyler de yaptırmışsa, o uğursuza dünyayı zindan ederim! Bu konuda vurdumduymaz kocamın da canına okurum!
– Sesini kes, Marie, dönüyorlar… – Dediğini yaptıran Claudine Alexandrine ablasına fısıldamakla yetinmedi, ayrıca çimdiklemeden de edemedi: – Geçen aylardakiden farklı olarak Aisse bu ay ne diye bu denli zayıflamış, incelmiş olabilir?
– Aman Tanrım, benim kuşkulandığım şeyden sende mi kuşkulanıyorsun?.. Ömrü boyunca kadına doymayan kaynımın yapmayacağı şey olmaz… Evet, eksik kalan şey de bu olmalı…
Mezarlıktan dönüş sonrası, ölü yemeği yerken, Ferrollerin evindeki akşam buluşmasında ve mezarlıkta konuşulanlar Marie Angélique’in kulağından gitmiyor, kocasıyla baş başa kalacağı yatma zamanını bekliyordu. Şimdi kocam yatağa gelir diye uzandığında uykuya daldı. Uyandığında, merak ettiği haberden çok, kontun ne yaptığını merak ederek kocasının yanına gitti.
– Uyumuyor musun!.. – diye Marie Angélique konta laf attı. – Bütün gün ayakta kaldığın yetmemiş, hâlâ ayakta mısın? Bu Ferriollerin ne tür insanlar olduklarını bir türlü anlayabilmiş değilim, içlerindekini ve neyin peşinde olduklarını asla söylemezler.
– Kontes, – bulanık gözleriyle Augustin Antoine karısına baktı ve içi bulandı. – Benimle derdin nedir, anlayamıyorum… Böyle bir günde olsun beni rahat bıraksan olmaz mı?..
– Evet canım, Auguste, evet canım, şöyle bir otur, biricik ağabeyini yitirdin, ne durumda olduğunun farkındayım, – Marie Angélique gözlerini oğuşturdu, – akıtacak gözyaşımız bile kalmadı, fazla sorun olmadan, senin ve hepimizin bakımı altında, gürültü patırtıdan uzak, kont, Tanrının huzuruna çıktığı için şükürler olsun diyelim. Sana kırgın değilim, “iyi geceler” demediğin, nedenini bilemediğim için yanına gelmiştim, ağzımdan olmayacak bir söz çıktıysa, bağışlayın.
– Sana kırgın değilim, Marie, – kont da duyduğu bu tatlı sözler üzerine yumuşamıştı, – Ferriollerin direği, dayanağı sensin. Yanına gelmiştim kontes. Uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım ve yanından ayrıldım.
– Uyku mu kalmış bende, ağır bir gün geçirdiğimiz için dalmış olmalıyım… Beni uyandırabilirdin. Beni böylesine düşündüğün, bana Ferriollerin direği, dayanağı dediğin için teşekkür ederim. Birbirimize karşı böyle olduğumuz sürece, canımın içi, ikimiz de Ferriollerin nahıjı (büyüğü) olduğumuza göre, zavallı kaynım hasta olup bize geldiği günden beri, kaygılandığım bir şeyi senden gizlemek istemem. Bu şey, sadece beni değil, Aisse dışında bütün Ferriol sülâlesini, Guerin de Tancin sülalesini de meraklandırıyor.
– Ne diye Charlotte Elizabéth Aisse o kişilerden farklı olsun ki? – diye Augustin Antoine sordu. O ağabeyimin kızı, oğullarımızın kız kardeşi değil mi?
– Öyle diyeceğini anlamıştım!.. – Marie Angélique ne denli kendini kontrol ediyor olsa da, sesini yükseltmeden edemedi. – Ferrioller içlerindekini belli etmezler demem bundan… Nereden geldiğini bilmediğimiz bu Çerkes kadınının ağabeyinin kızı olduğunu kanıtlayan bir belgen var mı?
– Var! – Augustin Antoine’ın sesi şimdi daha gür çıkmıştı. Charles bana göstermişti, Charlotte Elizabéth Aisse’yi korumayı, kimsenin onu üzmesine izin vermememi benden rica etmişti. Ayrıca kontes, Aisse’ye “Çerkes kadını” demeni, aşağılamanı uygun bulmuyorum, bu deyimi bırak. Pon de Vel ile Arjantal de bu dediğini duymasın.
– İyi, iyi, “Charlotte Elizabéth Aisse” diyerek üç güzel ismiyle çağırırım onu, sonunda ensemize çökmeyecekse… Charlotte Elizabéth Aisse’nin elinde öyle bir belge varsa, asırlar boyu Ferriollerin biriktirdiği mülkü bizimle paylaşacağını bilmiyor musun?
– Charlotte Elizabéth Aisse öyle şey yapmaz.
– Kendi çıkarı söz konusu olduğunda kişi kimsenin gözyaşına bakmaz, – diyerek Marie Angélique sırıttı. – O zaman senin bilmediğin, bizim kuşkulandığımız bir şeyi daha sana söyleyeyim: Zavallı Kont Charles de Ferriol’den Charlotte Elizabéth Aisse’nin bir bebeği olduğunu…
– Sus, bana ağzımı açtırma! – Kont Augustin Antoine ayağa fırladı.
– İyi, iyi, ben susarım, ama başkaları öğrenirlerse, çenelerini nasıl kaparsın, bilemem…
(Devamı var),
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s.468 – 473)
****
X (s. 484 – 494)
Sabah mahmurluğu içinde Sophie çıkıp geldiğinde Ayşet önce bir ürktü, ardından gülümseyerek sordu:
– Sophie, nedir bu halin böyle? Bu gece durmadan yağan kar dersek, değil, uzun bir süreden beri uyku uyuyamıyoruz.
– Kar yağması değil… – Sophie kapıyı iyice kapatarak, söylemek istediği şeyi yavaşça mırıldandı: – Kontes Maria-Agngélique sırrımızı biliyor…
– Ne sırrı imiş bu?.. – İlkin Ayşet, Sophie’nin ne demek istendiğini anlayamamıştı.
– Sabah çikolatasını götürdüğümde kontes, “Charlotte-Elizabéth Aisse’nin bir bebeğinin olduğu doğru mu” diye bana sordu, ben de “hayır!” dedim.
Ayşet korkacak yerde duyduğu bu habere, kendisini tutamayarak yüksek sesle güldü. Sophie, ne diyeceğini bilemeden Ayşet’e baktı, ardından yardımcı olamamanın bilinciyle gözlerinden yaşlar döküldü. Ayşet, o an kınanacak bir durumda idi, yine sarılarak Sophie’yi dindirmeye (sakinleştirmeye) çalıştı.
– Ağlama Sophie. Gözyaşı sıkıntıyı gidermenin bir yolu ise de, bizim güçlü ve sağlam durmamız gerekiyor, güçsüz ve zayıf olacak halimiz yok. Bilir misin babaannem gizlilik konusunda ne derdi: “Karanlıkta bile seni görür, kırda bayırda yine duyarlar. Komşu kadının bir şeyleri gizlediğini anladığında da, onu şöyle azarlardı: “Karnında olan şeyle bahçesinde olan şeyi kim saklayabilir ki?” Dikkatli davranayım derken görüyorsun bu başıma geleni? Ayrıca bu şeyi içimde saklayarak kendi kendime zarar verdim.
– Sen olmayacak bir şey yapmadın! – Sophie ansızın haykırdı. – Kontes açığını arayacağına kendi kız kardeşi Claudine’e baksın. Bunu yüzüne vurmama ramak kalmıştı, ama şanslıyım ki kendimi tutmayı başardım… Hayır, hayır, Aisse, pişmanlık duyuyor değilim, sadece seni kollamak istedim.
– İyi yaptın, Sophie, kendini tuttuğun için. – Ayşet bir süre bakınıp sözünün devamını getirdi. Marie-Angélique mamanın derdi nedir, biliyorum… Bir gün Laroche bana bir şeyler çıtlatmıştı.
– Aisse, seni dinliyorum, – Sophie, Ayşet’in diyeceğini yarım bıraktı, – ne kadar da ilginç birisin sen! Yalan dolan içindeki o kontesi “Marie-Angélique mama diyerek anıyor ve çağırıyorsun? Bu arada yalaka Laroche ile ne diye konuşup durursun?
– Sophie, canımın içi. – Ayşet de kendisine söyleneni ilginç bulmuştu, – her şey istediğin gibi olmuyor… bazen kabul eder, bazen de etmezsin. Marie Angéliue mama bana karşı kuşkucu ise de, zor günlerimde bana annelik de yapmıştır. Papamın bana yaptığı iyiliklerin gerisinde kalmamıştır. Her türlü sözünü bağışlamakta olmam da bu nedenle, onun şu an kaygılandığı şeyi de biliyorum. Daha önce söylemiştim, yine söyleyeyim: İş başa düştüğünde, kendi başının derdi peşine düşer, mal mülk uğruna aklını yitirir. Sen de bilirsin, hiçbir zaman başkasının malında mülkünde gözüm olmadı, şu durumumda bile öyle bir şey düşünmüyorum. Marie Angélique mamamı itemem, o da beni itemez, ne de olsa annemdir. Ama papam konusunda benden işkillenmiş olmasına üzülüyorum. Laroche konusunda haklısın. Bildiğimiz kadarıyla kötü biri değil, işini iyi yapıyor, papayı akıl hastanesine kaldırmayı önerdiklerinde, eksik olmasın, karşı çıktı. Kusursuz biri demiyorum, ama iyi yanı daha çok.
– Aisse, ne kadar da iyi birisin! – diyerek Sophie, Ayşet’e gülümsedi. Orleans dükünün hekiminin gönderdiği ilaçtan emin olmadığı için su katarak dozajını düşürmekte olduğunu anımsıyorum. Kadınlara düşkünlüğü nedeniyle Laroche’tan hoşlanmıyorum, şimdi o yalakaya iyi gözle bakmama neden oldun… Bana kalsa Aisse, o dediklerini bir araya toplayıp dünyada söyleyemezdim. Konu sen olsan söylerdim tabii. Berikilerin yaptıklarını, gördüklerimi her anımsayışımda ne yapardım, bilemiyorum…
Ayşet Sophie’ye diyecekleri konusunda farkında olmadan boşalıyor olsa da, sevgi dolu bir bakışla, onu kınamadan ve şakalaşmadan edemiyordu:
– Sophie, öyle yapma, sende olmayan ve beğenmediğin huylara kapılma. Beni överken başkalarına kötü gözle bakma, benim yüzümden sana kinlenenler olur ve başına iş açabilirsin.
– A, çok umurumda, – böylesi durumlarda yaptığı gibi, elini gözlerine perde yapıp gülümsedi, – o gibiler bana lazım değil!.. Sen olmasan, o Marie Angélique başta hiçbirinin yüzünü görmeye katlanmam, tek bir saat olsun Ferriollerin konutunda durmam. – Sabah kahvaltısı vaktinin geldiğini bildiren zil sesinin duyulması üzerine Sophie, ürkerek konuştu: – Bu çan sesi beni sevmiyor olmalı! Şimdi ben “bana onu getir, bunu ver” diyecek kişilerle yine baş başa kalacağım. Aisse, sen gelme, biraz halsiz der, sana ayrı bir tepsiyle kahvaltını getiririm.
– Sophie! – yüksekçe bir sesle Ayşet konuştu. – Bu dediğine de bir bak, bana uygunsuz bir iş mi yaptıracaksın? Kendi kusurumu Ferriollere yükleyecek miyim?!
– Öyle düşünüyorsan, olur, – Sophie söylediklerini içinden reddetmeden gülümsedi ve fikrini değiştirmiş gibi yaptı, – senin sıkıntın benim de sıkıntım, seni yalnız bırakamam, her şeyine katlanırım. Olmayacak bir şey söylemişsem, bağışla beni.
– Sözlerinde doğru taraf yoktur demiyorum, ama kendine dikkat etmeni istiyorum.
– Ben de öyle düşünüyorum, ama yapamıyorum. Sen de fazla gecikme.
Odada yalnız kaldığında Ayşet’i bir ağlama tutturdu, hemen ayağa kalktı. Birinin kendisini çağırdığını sanıp bahçeye bakan pencereye koştu: Yeryüzü son noktasına değin bembeyaz karla kaplanmıştı. Karı eritecek beklenmedik bir ılık yel de esmiyordu. Soluk alacak olursa, kendisini bir başlık gibi örten kar örtüsünü üzerinden atacağından korkuyormuş gibi, o sevdiği heybetli meşe ağacı da yerinde duruyordu. Tam o sırada nasıl olduğunu bilemeden uzaklarda kalmış, çocukluk günlerindeki o sivri kama gibi tepeleri olan kendi sıradağları gözünün önünde canlandı. “Bizim taraflar sıcak bir yer, büyük kar yağdığı görülmüyor, – dedi Ayşet, kendi kendine, – ama sıradağlarımızın tepelerinden de kar eksik olmuyor… Fransa’da şimdiki gibi büyük bir kar yağdığını şimdiye değin görmüş değilim. Sans’ta da böyle bir kar yağmış olabilir mi?..” – diye henüz sormuşken, Ayşet ikinci zilin çaldığını duydu, sadece iki kez gördüğü bebeğinin görüntüsünden çıkmak isteyerek ve içi bulanarak çağrıldığı yere doğru gitti.
Sofrada karı koca, Kont Augustin Antoine ve Kontes Marie Angélique dışında kimse yoktu.
– Gel, gel, Aisse, – diyerek kontes Ayşet’i sofraya çağırdı, – biz de yeni oturduk. Ah, Aisse, bakınıyorsun, ama zavallı babanın koltuğu yok, kaldırttık, yetmez mi hepimizin onca üzülmüş olmamız. Öyle değil mi, Auguste? – ayak topuğuyla kontu dürttü.
Tombul bir ayı gibi oturan Augustin Antoine ilkin soruyu anlayamadı, ardından dürtmeler onu kendine getirdi ve durumdan hoşlanmadığını Ayşet’e de belli edecek biçimde karısına çıkıştı:
– Kontes, ne diye yerinde rahat durmuyor, ikide bir beni dürtüyorsun?.. Evet, Charlotte-Elizabéth Aisse, baban Kont Charles de Ferriol’ün koltuğunu kaldırttım. Gel de sol tarafıma otur, yaşadığım sürece bu koltuk, senin oturma yerin olacak.
– Evet, öyle, Charlotte-Elizabéth Aisse, – kocasının kendisine çıkışmasına aldırmamış gibi yaparak Marie Angélique, “yalnız kaldığımızda, o senin o lafını ağzına tıkarım” diye içinden geçirerek, kontu destekledi, – Kont Agustin Antoine’ın dediği gibi, onun solunda oturacaksın. Bizden sonra da kardeşlerine göz kulak olursun.
– Tanrı size uzun ömürler versin, sizi başımızdan eksik etmesin, şu an öyle şeyler konuşacak bir konumda değiliz. Ancak sizden bir ricam olacak: Ben babamın koltuğunda oturmak isterim.
– Teşekkür ederim, Aisse, abime karşı bu denli bağlı ve saygılı kaldığın için, – duyduğu bu saygılı rica karşısında sevindi ve sofra hizmetçisine seslendi: – Kont Charles de Ferriol’ün koltuğunu kızı Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse için buraya getirin. Şimdi de, Charles’ın yaptığı gibi Tanrıya dua edelim.
Dua sonrasında, Marie Angélique alelacele bir haç (istavroz) çıkardı, sofradakilerden önce konuştu:
– Tanrı dualarımızı kabul etsin, sana ayırdığımız bu koltuk da, Aisse, senin için hayırlı olsun, – “Ne düşündüğünü bilmiyoruz, Ferioller ile sıkı bir dayanışma içindesin… Kont bana izin vermiyor, ama kuşkulandığım şey doğrulanıyor… kısa sürede zaten belli olur…” – içinden eklemeler yapıp konuşmasını bitirdi, ardından kaygılandığı şeyi bir yana bırakıp sözünü değiştirdi: – Aisse, bu gece yağan büyük kar konusunda bir şey demedin, biz de demedik. Çok kar yağmış olması seni korkutmadı mı, güzel kızım?
– Hayır, Marie Angélique mama. Karlı bir kış, karsız bir kıştan daha iyi olmaz mı? Tarlalardan daha çok, daha bereketli ürün alınır diyorlar.
– Aman Tanrım, bu bizim Aisse’mizin bilmediği şey de yok. Duydun mu, Auguste?
– Duydum… – abanmış rafadan yumurtasını yemekte olan kont homurdandı.
– Duymadın, Auguste… – kontes Ayşet’e bir göz kırpıp kocasıyla şakalaştı.
– Yahu, duyuyorum. Yeni mi kar gördünüz. Biraz yememize izin verin, çay geldiğinde ne isterseniz söyleyin. Aisse’nin dediğinde doğruluk payı var, kar yağması iyi bir şey.
– Böyle yağacağını bilseydik iki faytonumuzdan birinin altına kızak taktırırdın, Auguste.
– Ne diye kızak taktırayım, – içi boşalmış yumurta kabuğunu ileri itti, memnun biçimde sordu – unuttun fayton için kızağımız olduğunu?
– Evet, evet, unutmuşum, var tabii, – “şu çayını iç te bu küçük ince kafalı kızla beni baş başa bir bıraksan” diyerek kontes konta yanıt verdi. – Kar yağdığı gibi erir gider, bunun için demir kızak getirtip seni uğraştırmam. O şeyden önce evde ve bahçede yapılması gereken çok şey var.
Kont Agustin Antoine Ferriole kendisine denen şeyden hoşlanmamış halde çay fincanını yarım bıraktı, kendini zor tutarak kontese yanıt verdi:
– Bu yaşlı dönemimde bana uygun bulduğun şey bu mu?.. Hayır, kontes, sana bir şaka yaptım, seni kınamış değilim. O sözünü ettiğin şeyleri yapacak kişinin ben olmadığımı biliyorsun, bunları yapacak işçilerimiz var, bahçedeler. Sen olmayacak şeyler istiyorsun, sizin boş sözlerinizi dinlemek istemiyor ve gidiyorum. Ama uzun uzadıya dedikodu yapabileceğinizi sanmıyorum – çocukları kahvaltı için göndertirim.
– İstemez, uyusunlar! – Marie Angélique kontun arkasından seslendi.
– Duyuyor musun, Aisse, bunun ne dediğini? – Augustin Antoine çökmüş bedeniyle geriye dönüp sordu. Yanıt beklemeden her ikisi ile şakalaşarak Ayşet’e bir soru sordu: – Charlotte-Elizabéth Aisse, Marie Angélique sana bir dizi şeyler sıralar, boş ver.
– Nedir bu giden somurtkan kişinin sana bu söyledikleri? – Umursamıyormuş gibi Marie Angélique Ayşet’e sordu, ona acımakta olduğunu da söylemekten kaçınmadı: – Kar yağdığını ilk kez görüyormuşuz gibi gevezelik yaparken kontun doğru dürüst kahvaltı yapmasını engelledik. Çok yemesi de gerekmez, görüyorsun vücudunu taşıyamayacak denli şişmanlamış.
– O konuda, Marie Angelique mama, amcam Augustin Antoine konusunda sana katılmıyorum, yaşına göre durumu fena değil: Ayrıca beden ve akıl sağlığı yerinde.
– Aman Tanrım, ne kadar da enteresan bir kızsın sen, Aisse, – o tombul ayıyı bana tarif etme, onun ne olduğunu kimse benden iyi bilemez” diye homurdanarak kontes Ayşet’e bir göz attı ve konuyu tatlıya bağladı, – aramızda olmasa bile şapka taşıyan Ferriollere laf ettirmiyorsun, böyle yaparak onları şımarttın, kimseyi umursamayan kişiler yaptın. Arkamdan bir söz etmiştiniz. “Bana aldırmamanı söyleyen” kimdi?
– O konuda Marie Angélique mama hiç tasalanma, bizimle şakalaşmak istemiştir… – “Sophie’nin kontu sofradan kovdu dediği sırrımız şimdi açığa kavuşuyor, Pon de Vel ya da Arjantal’den biri olsun gelse iyi olurdu, göz boyayacak durumda değiliz” diyerek Ayşet mırıldanmaya yanıt verdi.
– Ben lafın gelişi konuştum, öyle de olabilir, iyi kalpli Augustin Antoine bana gücendi ama bahçedeki kar karılmış mı? – Marie Angélique konuşmasına ara verip pencereden bahçeye bir bakıverdi. – Bahçemiz işçilerine diyecek yok, bahçeyi karıp tertemiz yaptılar, – “bu küçük yalancıya canını versen bile alacağın bir şey olamaz, kont yukarı çıktıysa iki oğlunu aşağı kovalar, konuşmamızı keserler. Deli olmadıysam, bu yerde o tür şeyler konuşulmaz. Ama bu kişiye, sırrını söyletmeden de onun peşini bırakmam”. – Aisse, kahvaltımızı bitirdik, hala ne diye sofra başında oturuyoruz ki? Uykucu, tembel kardeşlerine mi özeniyorsun? Seni bir yakaladılar mı öğleye kadar bırakmazlar… Bak, bak Arjantal geldi bile.
Arjantal günaydın dedi, yanağından öpmek için Ayşet’e yanaştı, ama Arjantal:
– Önce mama, sonra ben.
– Tabii öyle, – Kontes Marie Angélique oğluna söylenenden, oğlunun kendisini yanağından öpmüş olmasından memnun kalmış halde ayağa kalktı. – Siz oturun, ben işlerimin başına döneyim. Pon de Vel’i de kaldırıp yanınıza gönderirim.
– Pon de Vel, mama, yatsın, günah, tiyatro işi geç saatlere değin sürüyor, demişti Ayşet.
– Evet, onun işini bitirdiği saati bilmiyorum, – diyerek kontes önemsemeden yanıt vermişti,
– Sabaha değin uzatmasın, vaktinde gelsin, demişti.
– İyi, mükemmel, mama, – Arjantal annesini kınar biçimde seslendi, – o uykucuyu kaldır.
– Jan, sana ne kadar söylemiştim, böylesine acımasız olma diyerek.
– Şaka yaptım, Aisse.
– Şakanın içinde gerçek de vardır, – diye Ayşet kestirip attı.
Paris’te sonunda kar erimişti, ama Marie Angélique’in derdinin eriyecek yanı yoktu. Bugün yarın derken, sonunda dayanamayıp Ayşet’in ağzının çözülmesini, ne olup bittiğini anlatmasını beklerken bir ay ve daha fazla süre geçmişti. Ayşet de yas tutup evde vakit geçirmemişti. Şövalye Edie ile buluşuyordu, Edie Ferriollerin evine de iki üç kez gelmişti, tiyatroya da birlikte gittiler, Deffant, Paraberi ve Claudine Alexandrine’in edebiyat söyleşilerini kaçırmıyordu, fazla sorun etmeden bazı giysiler satın alıyor ve diktiriyordu. Ama Ayşet’in asıl üzüntü nedenini kontes anlayamıyordu, bazı yoklama girişimlerinde bulunuyor ama sonuç alamıyordu. Güvendiği tek tük kişilere açılıyor, merak ettiği şeyi çocuklarına çıtlattığında tersleniyor, bazı bahaneler uydurup onlar da Ayşet’i kolluyorlardı. Kont Charles de Ferriol’den sonra Claudine Alexandrine de bu işin üzerinde durmamaya başlamıştı.
Marie Angélique sıkılıp kız kardeşine Ayşet’in durumunu soracak olduğunda, “Benim problemlerim bana yeter, bir de araya onu sokma, döndüğünde durumu kocan Kont Augustin Antoine’a sorarsın” dediğinde, “evlerinde büyüdüğün, her konuda sana yardımcı olan Ferriollere artık gereksinim duymuyor olmalısın” diye karşılık veriyordu, kızmış-gücenmiş halde kendisiyle günlerce konuşmadığı çıkıyordu. Yine de Claudine Alexandrine ablasına onay vermeden nereye gidebilirdi ki, Ayşet’in sorunlarına bir yazar bakışıyla yaklaşıyor, akla gelmeyecek ince ayrıntılarla karşılaşıyor, ikisini karşılaştırıyordu. Bu kez Claudine Alexandrine, gözleri fırlamış halde Marie Angélique’in Ayşet’in odasına koştuğunu görmüş, ama ilgi duymamıştı.
– Ayşet, duydun mu Orleans dükü çok fenaymış deniyor, lafını etme, öldüğünü sanıyorum.
– Marie Angélique mama, – Ayşet gülümsedi, – bu haberi kimden duymuşsun bilemem, ama ben onu dün akşam tiyatroda gördüm.
– Benzetmiş olmayasın?! – kontes duyduğu bu söze şaşırmış gibi gözleri yeniden dışarı fırladı, – Çok hastaydı…
– Hasta da iyileşir, hasta olmayan da ölür… – Kendi görüşünü belirtip Ayşet sözünü bitirdi:
– Utanma nedir bilmeden altın locasından kadınlara bakıp oturuyordu.
– Çok enteresan bir şey söylüyorsun… Tanrı beni korusun, dediğimi senden başkası duymasın… O koca yakışıklı adam kaç yaşında olabilir ki? – Marie Angélique Orleans dükünün yaşını biliyor idiyse de, getirdiği bu kötü haberi değiştirmek ister gibi sordu.
– Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, – diye Ayşet kestirip attı.
– Eceli henüz gelmemiş, benim yaşlarımda biri o… İşte böyle, Charlotte-Elizabéth Aisse, kızım, insanların aklına gelip de uydurmadığı şey olmaz… Bizim için de neler söylenmekte olduğunu Tanrı bilir… “böyle davranırsan, benim küçük inatçı kızım, her ikimiz de daha iyi bir durumla karşılaşamayız, seni düşündüğüm için sorayım, en azından bir sıkıntımı atmış olurum” diyerek Ayşet’e açıkça sordu.
– Aisse, canımın içi, bir şey duydum, beni anne yerine koyuyorsan benden gizleme, bebeğin olduğu doğru mu?
– Doğru, – bu soruya Aşyet uzun bir süreden beri hazırlıklıydı, yanıtı kısa oldu.
– Tanrı korusun, babası kim?
– Senin kuşkulandığın biri değil, Marie Angélique mama, zavallı papa ile benim günahımı alma. Küçük kız bebeğimin babası Şövalye Marie-Blaise de Edie.
– O mu!.. – Marie Angélique sevindi “Baba oysa sorun yok, Ferrioller adına endişelenecek bir şey yok… niçin gizlemeye çalıştığını bilemiyorum “ kendi kendisine söylenip Ayşet’e öğütte bulundu: – Hep demir gibi soğuk mu duracaksın, kızım, şöyle bir sarıl bana, ikimiz de bir soluyalım.
– Hayır, oturduğum yerde rahat oturayım, Marie Angélique mama.
– Olur, kızım, olur, anlıyorum… Durumunu kim biliyor?
– De Edie ve bir iki kişi.
– Ferrioller olarak sorduğum şey de bu.
– Evimizde durumu bir tek sen öğrenmiş bulunuyorsun.
– Öyle mi? Öyleyse, Aisse, anneler meraklı olurlar, sorularımdan anlam çıkarma. Niye onca sıkıntıya katlandın, niçin bizden gizledin. Bilseydik sana yardımcı olurduk…
– Bizim taraflarda, Çerkesiye’de, böyle durumlarda, annesi çocuğu nikâhsız doğurmuş diyerek kadını dillendirirler, onun için gizledim… Evet, evet, Marie Angélique mama, “burası Fransa, öteki de Çerkesiye” diyeceğini biliyorum, ama sonrası… kan bir yangın gibidir, baş edemezsin. Edie evlenme yasağını kaldırttığında, kız bebeğimizin işini yoluna koyacağız… – Ayşet, o ana değin içine gömdüğü sıkıntıyı atıp ağladı.
– İşte bunun için sana yanıma gelip otur demiştim… Kontes Marie Angélique dediğini ve öğrendiğini unutmuş halde, anne şefkatiyle Ayşet’i göğsüne bastırdı, okşayarak öğüt verdi: – Tek biz kalsak bile bebeğini ele güne bırakmayız, kızım. Şövalye Marie-Blaise de Edie iyi biri, temiz bir insan, işinde ve sözünde doğru olan, yiğit biri… Bu sözüme katılmıyorsunuz ama kadınlar talihsiz kimseler… – Claudine Alexandrine’in başına gelene değinmek istemişti, ama uygun bulmadı.
****
XI (s.494 – 501)
Kişi yaşlılık döneminde, gençlik günlerini sık sık anımsar, geçmiş yaşamına ilişkin değerlendirmeler yapar: İyi olanla mutluluk duyar, iyi olmayan anıları ise unutur. Bazen kendisiyle dalga geçtiği, kendisini kınadığı durumlar da olur. Ama sakladığı, kendisi ile birlikte mezara götürdüğü bir sırrı olsun olmayan kimse yoktur. Yüz yıl yaşayan kişilerin baş edemediği sorunları çözen, ama yaşlılığını görmeden yeryüzünden ayrılmış nice insan da vardır.
Şövalye Blaise Marie de Edie’nin yaşamında mutluluk duyacağı, kendi kendisiyle dalga geçeceği ya da kendi kendisini kınayacağı ne gibi şeyler yapmış olabilirdi ki? Şövalye de Edie, Fransa’nın güneybatısındaki Périgord kentinde yaşayan zengin bir vikont (1) ailesinde dünyaya geldi. İlk gününden başlamak üzere babası Armand ile annesi Claire çocuklarına Fransa’yı sevdirdiler, o duyguyla büyüttüler ve eğittiler, onu koruyacak olan orduya, tarikata yazdırdılar; Malta Şövalyeleri arasına (1) katıldı ve evlenmeme yemini verdi. Birkaç yıl kara ve deniz birlikleri içinde ülke sınırlarını savundu. De Edie, Berry Dükü’nün bahçesine komşu bir yerde Paris’te oturuyordu.
Malta şövalyelerine katılmak, şövalye olmak ve ülkesini sevmek de Edie için en büyük gurur kaynağı oldu, bu uğurda kanını akıtmış olmaktan pişmanlık duymamıştı. Ancak beklenmedik bir aşk yüzünden zor duruma düşmüş olduğunu şimdi anlamıştı. Ayşet’e karşı duyduğu sevgi Fransa sevgisini bastırmıştı.
– Ülke ile kadın bir tutulur mu? – diyerek Malta Adasındaki birliğin yargıcı Şövalye Blaise Marie de Edie’ye sordu. – Fransa tek, kadın çok. Olmayacak bir konuda ricaya geldin, bizim teşkilatımızda bunun adı “rezalet ve korkaklıktır!”.
– Bedenimdeki yara bere izleri korkaklık işaretleri midir?!. – diyerek, görüş belirtemeyecek durumdaki de Edie yargıça yanıt verdi.
Hiçbir şey duymamış gibi davranan ince esmer adam gülümsedi, kama, kılıç, mızrak ve benzeri silahların asılı olduğu duvara doğru gitti ve söylendi:
______________
Not:
(1) – Vikont – Baron ile kont arası bir soyluluk unvanı.
(2) – Malta Şövalyeleri dini ve askeri bir örgüt, Katolik askeri bir tarikat ve tarikat mensuplarıdır. 1530 yılı öncesinde şövalyeler Kudüs Aziz John Hastanesi Şövalyeleri Tarikatı ya da Hastane Tarikatı adlı askeri bir düzen kurmuşlardı. Daha sonra Rodos şövalyeleri adını aldılar. Fransa Kralı V. Charles Akdeniz’i Memluk, Türk ve başka düşmanlardan korumak için Malta Adasını şövalyelere tahsis etti. Tarikat Avrupa’nın değişik yörelerinde örgütlenmişti. Tarikat ve üyeleri olumsuz ve yasa dışı faaliyetleri nedeniyle 1792 yılında Fransa’dan kovuldular. Beş yıl sonra Rusya Çarı Birinci Paul Fransa ve Türkiye’ye karşı olmaları içerikli olarak, tarikatla bir antlaşma yaptı ve 1798 yılında tarikatın bir yargıcı da seçildi. Malta 1800 yılında İngilizlerin eline geçti, 1834 yılında tarikat Roma’ya taşındı ve halen oradadır.
___________
– Ülken Fransa için gösterdiğin yiğitliği bir kadın uğruna çiğnemiş oldun.
– Bana ne dersen de katlanma yükümlülüğü altındayım, – diyerek kendisini azarlayan yargıca yanıt verdi şövalye, – ama sevdiğim kadını aşağılamana göz yumamam!
– Bana ne yapabilirsin ki? – dedi yargıç ardına bakmadan. – Benimle mızrak yarışı yapmak mı istiyorsun?
– Bu iki mızraktan birini alıyor, diğerini bana bırakıyorsun.
– Onu senin için yaparım, ama o sevdiğin kadın, gayri meşru bebeği ile birlikte dul kalır… Şaşırma, Fransa’da olup da bizim bilmediğimiz hiçbir şey olmaz. Tarikat yeminimizi bozan kişiyi de asla affetmeyiz! – Yargıç el vurdu, odaya çağırdığı silahlı şövalyeye buyurdu: – Bu kişiyi bir saat bile Malta’da tutmayın, doğruca Fransa’ya yollayın, her bir adımını izlemelerini de ilgililere tembih edin. Anladın mı Şövalye Blaise Marie de Edie? O gizlediğin bebeği ve annesini, Périgord’da oturan anne ve babanı da unuttuğumuzu sanma… – şimdiye değin sırtını çevirmiş olan yargıç odadan çıkartılan şövalyenin ardından seslendi.
Şövalye de Edie Malta’dan döndüğü gün bunları ve delikanlılığı günlerinde işlediği hataları düşünerek, bir an önce görmek üzere Ayşet’in evine gitti.
Güzel bir yaz günüydü, Marie Angelique bakımlı ve güzel çiçek kokularıyla dolu bahçesine kurulmuş tek başına oturuyordu. Bir faytonun sesini duyar duymaz o yana baktı, arabadan ineni tanımıştı: “İyi ki geldin, ben de seninle konuşmak istemiştim” diyerek, kontes güler yüzle bahçeye adım atan şövalyeye seslendi:
– Buraya gel, Şövalye de Edie, evde kimse yok. – dedi başını eğip selam veren ve elini öpen kişiye: – Charlotte-Elizabéth Aisse’yi kardeşleri Sen Nehri kıyısına gezmeye götürdüler. Gelmediğin için zavallıcık kaygılanıyor, günlerdir yolunu gözleyip duruyordu. Gel otur, onların geri dönme vakti zaten.
– Kontes, nereye gittiğim ve ne yaptığım konusunda Charlotte-Elizabéth Aisse’yi bilgilendirmiyor değilim, ama ne zaman döneceğimi bilmediğinden meraklanmış olmalı.
– Aisse’yi yaptığın işler konusunda bilgilendirmekle iyi ediyorsun. Birbirini sevenlerin yapmaları gereken de bu. Benim Kont Augustin Antoine’ım sır küpü, nereye gittiğini ve nerede kaldığını söylemez. Gençliğiniz süresince birbirinizi sevin, birbirinize göz kulak olun ve mutlu olmaya bakın, Sophie görmüyor musun ağır bir konuğumuz olduğunu, – evin dışına çıkan hizmetçi kıza seslendi, – bize içecek bir şeyler getir. Gençliğimizde kont ile ben yaşamaya fırsat bulamadık, çoluk çocuk ve ev bark diyerek, sağa sola koşuşturup durduk, kendimizle ilgilenemedik. Şimdi ise kimsenin umurunda değiliz. Aisse, beni de geziye çağırdı ama diğerlerinin lafını çekemeyeceğim için gitmedim. Çok konuşmuş olmalıyım, şimdi sizin haberlerinizi dinlemek isterim. “Siz” demiş olmam, ikinizden tek tek söz etmek istemediğim için.
– Teşekkür ederim, kontes, bizi böyle gördüğün ve anladığın için, – Kontes Marie Angélique’in istediği şeyi elde edemediği için memnun olmadığını anlamıştı, ama şövalye bunu belli etmedi.
– Elbette sizi anlıyorum!.. Başkalarının ne diyeceklerine aldırmayın, kötü bir şey yapmış değilsiniz. Benim üzüldüğüm şey, olanı bizden saklamış olmanız. Kimseye söylemese de, Aisse, bunu bana söyleyebilirdi. Anlıyorum: Nikâhsız çocuk sahibi olmak güzel şey değil. Senin gibi bir babanın çocuğunu gizlemek Aisse’ye yakışmıyor… Çerkesler bunu ahlaka aykırı buluyorlar, ama önemli değil. Biz de ses çıkarmıyoruz, ama toplumumuzda istenmeyen çok şey görülüyor. Aisse, seni çok seviyor, bunu bilmeseydim sana bu konuda hiçbir şey söylemezdim. Bana inan, ben aşk konusunda asla yanılmam. Bilmediğin bir konuda, beni bağışla seni bilgilendireyim: “Şövalye Blaise Marie de Edie evlenme yasağı olan biri, onunla mutlu bir beraberliğin olmaz” diyerek bugünlere geldim, yine de seni sevdi. Sen de onu sevmeseydin kendini ateşe atmazdın. Böyle ayrı yaşamanız, bebek açısından da günah… Şövalyelik engelini nasıl aşmayı düşünüyorsun? İçlerinde olduğun gurup seni tehdit etmiyorsa… – Kontes konuşmasına ara verdi, ardından yeniden söze başladı: – Gerekiyorsa, biraz rahatsız imiş, Orleans düküne gideriz, biraz atışmıştınız ama sorununuza el atmasını ondan isteriz. Dahası krala da gideriz.
– Teşekkür ederim, kontes, – diye sıcak ve tatlı olmayan bir sesle Şövalye de Edie kontesin sözünü kesti: – Sorunlarımı kendim çözmeye alıştım, kimseyi işlerime karıştırmak istemiyorum.
– Baban Armand vikont, Fransa’nın en sert ve en güçlü adamlarından biri değil mi?
Blaise Marie de Edie gülümsedi, sorulan soruyu içinden yanıtladı: “Malta rejiminin dedikleri sorun değil, asıl sorun babam… Annem de babamın dediğini çiğnemez. Evimizde olup biteni bu kişi nereden bilsin ki? – diye de Edie kuşkulandığı şeyi kendi kendine sordu. – Aisse söylemiş olabilir mi?.. Hayır, Aisse, gereksiz şeyler konuşan biri değil”.
– Babanı sormuştum, bir şey demedin, – Kontes Marie Angélique şövalyeyi daldığı düşüncelerinden uyandırdı.
– Dediğim gibi, kontes, özel işlerime onları da karıştırmam, – “ne kadar da meraklı bir kadınmış bu” diye içinden geçirdi ve daha alçak bir sesle yanıt verdi.
– Anladım. Şimdi de seni biraz öveyim: Kişilikli ve kararlı biri olmanı beğeniyorum. Senin gibi bir damadım olacağı için gurur duyuyorum. Bir an önce sorunlarını çözmeni ve bir yuva kurmanı bekliyorum. Ama kızımız Charlotte-Elizabéth Aisse’yi üzecek olmanı kabul edemem, kardeşleri de sana dünyayı dar ederler.
– İşi o noktaya vardırmayacağımıza söz veririm. Bu beklediklerimiz anlaşılan gecikecekler, izin verirsen, ben de onların peşine düşeyim.
Şövalye de Edie, Ayşet’i ve yanındakileri Sen Nehri boyunda bulamadı. Ferriollerin evine dönmeyi de kendine yediremedi ve kendi evine gitti.
Akşam olup geziciler döndükten sonra Marie Angélique Ayşet’e sordu:
– Şövalye sizi buldu mu?
– Döndü mü? – Ayşet merak ve sevinçle sordu.
Kontes Ayşet’e yeniden sordu:
– “Nereye gitmişti ki?
– Anne ve babasını görmek üzere Périgord’a gitmişti, – Ayşet öyle diyerek şövalyenin Malta Adasına gitmiş olduğunu açığa vurmamıştı, – ne durumda olduklarını görmek istemişti.
– Sağ ve salim olmalılar, o konuda konuşmadık… “Aman Tanrım, bu iki kişi ne kadar da sır sır küpü, ne kadar da birbirlerine benziyor, temiz kalpli olduğumu anlamış olmalılar, beni atlatmaya bakıyorlar” diyerek sorduğu şeyden pişman olmuştu, ama kızın dilini çözmek için şövalyeyi biraz övdü: – Şövalye Blaise Marie de Edie ile bir saatten fazla oturduk, en çok da onun kişilikli, akıllı, eğitimli ve yakışıklı olması yanında mert ve insancıl biri olduğunu da gördüm… Gizlememe gerek yok, genç kızlığım dönemimde ben de böyle birini istiyordum, ama olmadı. Böyle demiş olmama bakma, benim zavallı Kont August’üm, sen de bilirsin fena biri değil. Zavallı kız kardeşim Claudine-Alexandrine’in şimdiye değin bulamadığı da seninkine benzer bir eş… Hayır, hayır, Aisse, kısmetsiz kız kardeşimi birileri için engellediğimi düşünme, tanrı günah yazmasın. Sana sütüm değmedi ama sana olan emeklerim helal olsun, senden onları nasıl geri isteyebilirim, sevdiğinle mutlu olmanı dilerim, kimseye bakmadan ve yalvarmadan iyi bir kişi olan şövalye Blaise Marie de Edie’nin hiçbir yalvarma ve ricasını kırma, her ricasını yerine getir
– Hele, hele, bir dur, Marie Angélique mama, dediğinin hepsini anladım, ama şövalyenin yalvarması dediğin şeyi anlayamadım. Şövalye yalvaracak kişilerden değil, senden bir ricası mı olmuş yoksa, bilmiyorum.
– – Senin için de yalvarmasın, öyle mi? – kendisine söylenenleri beğenmediğini belli etmeden Marie Angélique, gülümseyerek Ayşet’e sordu.
– Bana ve herkese karşı öyle, – kendisine gülümseyen kontese yanıtı yanıtı kısa oldu Ayşet’in.
– Aisse, tamam, her sözümden bir mana çıkarma… Ne dediysek de, dedik, ikiniz bir araya geldiğinizde birbirinize danışın, birbirinize sorun ve dikkatli olun. Bir sorun olmadığı sürece gereksiz sorunlar yaratmaktan kaçının.
– Kalbini kırmışsam Marie Angélique mama, kusuruma bakma.
– Tek senin mutlu olduğunu bileyim, Aisse, senin iyi olman için yapmayacağım şey olamaz. Şövalyenin şövalyeliğine takılmadan yuva kurmaya bak, o işe de bir çözüm bulunur diye düşünüyorum… Anne ve babasının sana karşı davranışları nasıl? – pek de önemsemiyormuş gibi öylesine sordu.
– Herkes kendi başının derdinde diyen sen değil miydin, mama.
– Bendim tabii! – Marie Angélique kendisiyle övündü ve Ayşet’i biraz azarladı: – Senin adına kaygılandığım şeyi artık anlamış olmalısın…
Ertesi gün de Edie ile Ayşet buluştular. Malta kapitülü (dini kurumu, tarikatı) yargıcının kendisine Malta yolunu kapattığı ve korku saldığı konusunu, Ayşet’e açıp açmama noktasında durakladı, sonunda işin doğrusunu söylemenin daha iyi olacağına karar verdi, Ayşet’in kendisi de bu doğrultuda öğütte bulundu:
– Moralimizi bozacak bir durum yok, Edie. İkimiz de aşkımıza sadık kaldığımız sürece, bizi kimse yolumuzdan çeviremez.
– Aisse, ben yapmam gerekeni yaptım. Andımı üzerimden kaldırdım, artık özgür biriyim ve bunu gizlemiyorum.
– Ne diyeceğimiz, ne yapacağımız konusunda acele etmeyelim, Edie. Yalnızca sen ve ben, ikimiz değiliz, bir de küçük Selini var. Onlar sevginin, ailenin ve çocuğun ne demek olduğunu bilmezler. Sevgi yoksunluğu acımasızlığa yol açar, seni hoş görmezler. Aşkımızın kurbanı olmanı istemiyorum. Biraz süre geçsin bebeğimi oradan çıkarırım. Yeter ki sen bizi uzaktan da olsa sevmeye devam et… Çektiğim bunca acı içinde buna da bir yer bulurum. Hayır, Edie, ağlayacak değilim. Sen yeter ki sağlam dur, seni izlemek üzere peşine takacakları kişilere karşı uyanık ol. Bugünden başlayarak zayıf ve ağlamaklı bir tavır takınmayacağımı sana söyleyeyim, – babası Vikont Armand ile annesi Markiz Claire’in yurt sevgisini üstün tutmaları, oğullarına arka çıkmamış olmaları ve torunlarına ilgi duymamış olmalarına içerliyor ve bunu de Edie’ye söylemek istiyordu, ama “daha sonra, daha sonra” diyerek kendisini frenlemişti.
İshak Maşbaş (Tarihi roman; s.494 – 501)
(Devamı var)
XII (s. 501 – 509)
– Aman Tanrım!.. – Marie Angélique aldığı haber üzerine bağırdı, – Auguste, Laroche, neredesiniz, Claudine’i yaraladılar mı, öldürdüler mi bilmiyorum… Hayır, Aisse, senin orada yapacağın bir şey yok.
– Mama, – diyerek Ayşet rengi kaçmış halde Marie Angélique’in üzerinde titriyordu. – Seni yalnız göndermem.
Claudine Alexandrine’in başına bir şey gelmemiş gibi bahçesi boştu. İlkin eve Ayşet’le Pon de Vel koştular, ardından Laroche ile Desten de eve gittiler. Kont Augustine Antoine ile Arjantal’in tuttuğu Marie Angélique sayıp döktürüyordu, merdiven başında kendilerini Desten karşıladı:
– Claudine Alexandrine sağ, kontes… ölen La Frêne.
Marie Angélique kocası ile oğlunun kolundan sıyrılıp odaya koştu. İçeride Fransa Yüksek Meclisi Danışmanı La Frêne yerde ölü yatıyordu, tabancası da elindeydi, Ayşet’le Pon de Vel, Claudine Alexandrine’i okşuyor, yatıştırmaya, sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
– Bana senin öldürüldğünü söylemişlerdi… Bu yerdeki de kim?.. La Frêne mi yoksa?.. Öldürdün mü, elinden bir kaza mı çıktı, Claudine?..
Claudine Alexandrine ablasının göğsünden kurtulup evinde yaşanan bu vahim duruma aldırış etmemiş bir tavırla:
– Meraklanma, Mari, benim hiçbir suçum yok. Siz de biliyorsunuz, başkaları da biliyorlar La Frêne’in peşimde dolandığını. Daha önceleri olduğu gibi bugün de teklifine “hayır” yanıtını alınca tabancasını çekip kendi kendisini vurdü.
– Tanığın var mı? – diye Kont Augustin Antoine sordu.
– İnatla peşimde olduğunu bilenler dışında bugün için bir tanığım yok. Bunun dışında Tanrı tanığım, – diyerek Claudine Alexandrine haç çıkardı.
– Tanrı tanık tutulmaz Claudine, – odaya yeni giren Başpiskopos Pierre bu duyduğu şeyi yeterli bulmadı. – Bunun doğru olup olmadığına kim karar verecek?
– Tanrı Tanrıdır ama bu iş için bir şey yapmak gerekmiyor mu?!. – diye Marie Angélique kaygılandı.
– Mari, sevgili kız kardeşim, telaşlanma, – Claudine Alexandrine yeniden kontese öğütte bulundu, – durumu çözecek kişiler birazdan burada olurlar.
– Claudine Alexandrine Guérin de Tansen dışındakiler lütfen odadan ayrılsınlar. Siz de saygıdeğer Kont Augustin Antoine ve Başpiskopos Pierre.
– Ben Kontes Marie Angélique de Ferriol’üm, – adının söylenmemesi Marie Angéliqu’in gücüne gitmişti,- Kontes Claudine Alexandrine Guérin de Tansen’in ablasıyım.
– Evet, evet, kontes, seni tanıyoruz, Kontes Charlotte Elizabéth Aisse de Ferriol’ü de tanıyoruz. Biz bu olay hakkında Claudine Alexandrine Guérin de Tansen’e birkaç soru sormak istiyoruz. Gerek duyduğumuzda biz sizleri de buyurabiliriz.
Polis olaya ilişkin Claudine Alexandrine’e bazı sorular sordu, ardından odaya tanıklar alındı. La Frêne’nin arka cebinden gösterilerek çıkarılan katlanmış kağıt ve üzerindeki yazıyı okudular: “Beni intihar etmiş olarak bulursanız, bunun sorumlusu Kontes Claudine Alexandrine Guérin de Tansen’dir. Bugün yarın seninle evlenirim diyerek, beni, aşkımı kontrol edemeyeceğim bir noktaya getirdi ve dünyamı değiştirmeme neden oldu. Temiz sevgimle oynayan bu kişiye ne ceza verilirse kabulümdür. La Frêne”.
Kontes Claudine Alexandrine duyduğu bu sözlere hem üzüldü ve hem de bozuldu, polisleri ve tanıkları gözden geçirdi, ama La Frêne’nin davranışını uygun bulmadı:
– Ne kadar da aptalca bir davranış!.. Sevilmiyorum diye insan kendini kendisini öldürür mü?! Karşımda yatan bu kişi için kötü söz söylemek istemiyorum, ama yaptığı şey uygun bir davranış değil!..
– Öyle de olabilir, – dedi yaşlı polis, – ama durumu aydınlatmak için kısa bir süreliğine bizimle gelmeniz gerekiyor.
Kız kardeşinin götürüldüğünü gören Marie Angélique bağırmaya kalmadan düşüp bayıldı, kendine getirildikten sonra başucunda duran kardeşine seslendi:
– Benimle ilgileneceğine kız kardeşinin götürüldüğü yere gidip onunla ilgilensen daha iyi olurdu.
– Marie, kız kardeşimizin masum olduğu kesin anlaşılacak. Claudine’in öyle bir şey yapmayacağını sen de bilirsin. Polis de bunu bilmiyor olamaz.
– Claudine’in suçsuz olduğunu ben de polis de bilir, – Marie Angélique kendine geldi, – Guérin de Tansen’ler ve de Ferriol’ler olarak bu yakışıksız şeyin üzerimize atılmış olmasına üzülüyorum… Koca burunlu La Frêne ile yüz göz olma, yanına yaklaşmasına onu, fırsat verme diye diye kaç kez söylemişim ona…
– Marie, kontes, boşuna yakınıyorsun, – diyerek başpiskopos ablasını yatıştırdı, – gittiği o yerde, intihar olayı ile ilgili gereken işlemler yapılacak.
– O çirkin haydutla işim olmaz, zavallı kız kardeşimi Tanrı korusun. Aisse, neredesin, seni göremiyorum.
– Charlotte Elizabéth Aisse ve Pon de Vel, André-Hercule de Fleury’nin yanına gittiler, – dedi Kont Augustin Antoine.
– Öyle mi, – Marie Angélique’in yanaklarına kan geldi, rengi düzeldi ve konta sordu: – Sen ne diye burada dikilmiş duruyorsun, ne diye Orleans dükünün yanına gitmiyorsun?
Kont Augustin-Antoine de Ferriol karısını neşesiz gördü, Arjantal de hemen atıldı, annesine seslendi:
– Mama, Orleans dükünün öldüğünü unutmuş olmalısın…
– Öyle yahu, aklım başımda değil, o zavallı da gitmiş… O ölmüşse, kralımız sağ, ona gidelim, durumu ona anlatmamız gerekiyor.
– Tasalanma, kontes, – diye kocası öğütte bulundu, – Claudine’in suçsuz olduğuna inanıyorum, yakında salındığını görürsün.
– Tabii, suçsuz, tabii salınması gerekiyor! Siz Ferriol’ler ve Tansen’ler sürekli Fransa Kralı’na hizmet ettiniz, onun yanına gitmeyi, ricada bulunmayı kendinize yakıştıramıyorsanız, ben kendi başıma gider, ricada bulunurum. Benim ak yüzlü ve ünlü bir yazar olan kız kardeşimin adını La Frêne gibi başıboş gezen birinin kirletmesine izin veremem. Pierre, onun çok zengin ve büyük bir makam sahibi olduğunu bilmem önemli değil..
De Ferriol’lerle Tansen’lerin başına iş açan Claudine-Alexandrine, Châtelet Hapishanesi’nde bir gece yatırıldıktan sonra Bastil Hapishanesi’ne götürüldü. Aynı gün Paris onun haberiyle çalkalandı. Herkes haberi istediği gibi eklemeler yaparak yorumluyordu. Yazarı suçsuz görenler çoktu, suçlu bulanlar da az değildi. Ama işin doğrusunu bilenler, intihar ettiği için acıma bir yana, güzel bir kadına karşı duyduğu karılıksız aşkın kurbanı olduğunu söylüyorlar, ama kadını suçlamıyorlardı.
Her işin çözümü bir zamana bağlı olduğu gibi, Kontes Guéren de Tansen ile Markiz La Frêne işiyle, André-Hercule de Fleury birkaç kez ilgilenmişti, yarar olmamış da sayılmaz, sorun üç ay sonra çözüldü. Bu süre zarfında Claudine-Alexandrine, Bastil Hapishanesinde yatırıldı, ardından kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilerek serbest bırakıldı.
– Senin bir suçunun olmadığını biliyordum, Claudine, – dedi Marie Angélique kız kardeşine sarılarak, – ama seni o kadar uzun süre hapiste tutulmana anlam veremedim. Ne yaptın, küçük kardeşim? Hapishanede bir saat kalmak ile bir yıl kadar uzun gelir. Aisse, Claudine daha incelmiş ve daha güzelleşmiş olarak bize dönmüş değil mi?.. La Frêne yüzünden başına gelen bu belada benim de payım var, bağışla beni. O çirkin surat konusunda Aisse seni destekliyordu, ben onu sana önermiştim… Ömrü boyunca rüşvet alarak ve yolsuzlukla biriktirdiği onca servet ve mülkten kendini yoksun bıraktı…
– Tamam, Marie, yetti artık. Ne yapıp ne ettiğinizi anlatırsanız daha iyi edersiniz. Aisse, senin işlerin ne oldu?
– Ne olsun ki, senin durumundan daha önemli bir işimiz olmadı, – Marie Angélique Ayşet’in yanıtını beklemeden söze karıştı. – Sadece ikimiz değil tüm Ferriol’lerin Tansen’lerin sorunu sendin. Zor duruma düştüğünde kimin ne olduğunu daha iyi anlıyorsun. Ah Claudine, Aisse’nin seni ne kadar da sevdiğinin farkında değildim. Onun senin için yapmadığı ve koşmadığı bir yer kalmadı. Salınmasaydın krala çıkmaya hazırlanıyordu.
– Teşekkür ederim, – Aisse, – Claudine-Alexandrine Ayşet’e uzanıp yanaklarından öptü.
– Teşekküre gerek var mı Claudine? Akraba olup da arada sevgi ve dayanışma olmazsa, akrabalığın ne anlamı kalır ki?
– – Evet, evet, Aisse. Zavallı baban Kont Charles’ın hastalığı döneminde olduğu gibi, Claudine’in zor günlerinde yan gelip oturmadın. “Teşekküre gerek yok” diyorsun, ama senden memnun olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Aisse’nin işlerinin ne durumda olduğunu soruyorsan, Claudine, durumu aynı, değişen bir şey yok.
– – Marie-Angélique mama o dediklerinde gerçek payı var, – Ayşet çocukluk günlerini anımsayarak hafif bir ah çekti, – dışarıda birileri tarafından bakılan bebeğin için ne diye üzülmüyorsun?..
Claudine-Alexandrine bir süre oturduktan sonra yanıt verdi:
– Doğru söylüyor, Aisse. Çektiğin acıyı benim kadar kimse bilemez. Üç aylık hapis yaşamım çok şeyi düşünmeme neden oldu. Bebeğim nedeniyle çektiğim acıyı bari sen çekme, kimseye aldırmadan bebeğini gidip al ve şövalye ile birlikte büyüt.
– Ben de onu diyorum, Claudine,- Marie-Angélique kız kardeşine destek verdi. – Ama damadımız olacak şövalyenin davranışlarını beğenmiyorum. Malta Adasına gidip gelerek işi uzatıyor mu yoksa korkutulmuş mu bilmiyorum.
– Hayır, – dedi Ayşet, aşkını ayakaltı ettirmemek üzere hemen yanıt verdi, – Blaise-Marie de Edie öyle biri değil. Hemen harekete geçmeye hazır, – zar zor bastırdığı öksürmesi yeniden tutturdu ve boğulurcasına bir süre öksürdü.
– Öyleyse ne diye işi uzatıyor? Ayşet’le Edie’nin durumunu bilmiyormuş gibi Marie-Angélique sordu ve acıyaraktan Ayşet’in yüzüne baktı:
– Bu öksürme durumunu beğenmiyorum, Aisse, Sans dönüşünden beri öksürüyorsun. Kış burada soğuk geçer, sıkı giyin demiştim sana defalarca, söz dinlemiyor, inat ediyorsun.
– Daha önce söylemiştim, yine söyleyeyim Marie-Angélique mama, işi uzatan benim. De Edie’nin ordudaki görevlerinden atılmasını istemiyorum. Edie’ye Kraliyet Muhafız Alayı’na atanacağı sözü çıtlatılmıştı, bunu bekliyor. Ondan sonra yuva kuracağız.
– Edie’nin muhafız olacağını geçen yıl söylememiş miydin? – Marie-Angélique aslında kontun bıraktığı mülkün kime kaldığını bilemediği için yerli yerinde duramıyordu.
– Geçen yıl söylemiştim, ama engelleyen biri çıktı.
– Orleans dükü olmalı, – diye Claudine gülümsedi.
– Evet, Claudine, bildin.
– Bunu tahmin ederek kimseyi düşman edinmeyin demiştim, – Marie-Angélique ikisini de azarlar gibi yapıp Ayşet’e baktı. – Bitmez tükenmez sırların var, Aisse… Bana söylemiş olsaydın o sorunu çoktan çözmüş olurdum… Bu bereketli ve eli açık kişi artık yok, gittiği yerde dilerim Tanrının rahmetine kavuşur, sizin de artık yolunuz açılmış sayılır. Öyle değil mi, Claudine?
– Bırak Allah aşkına, Marie, kimi övüyorsun böyle, bizi mahvedenlerden biri de o! Ayşet ile ailesine yardımcı olabileceksek o işe koyulalım.
– Bu durumda, Claudine, Aisse’ye nasıl yardımda bulunabiliriz ki bilemiyorum, ama bugünden tezi yok Aisse’ye yardımcı olacağımı söylüyorum.
– Hayır, hayır, – diyerek Ayşet karşı çıktı, – bunu de Edie kabul etmez.
– Niçin! – diyerek Marie-Angélique sesini yükseltti. – İsteyip istememeyi bir yana bırakın, dikkatli olmamız gereken bir dönemde yaşıyoruz. Şövalyenin anne ve babası ile konuşacak birini bulmamız gerekiyor.
– Asıl sorun da onlar, mama, konuşulmayacak kişiler onlar… – dedi Ayşet, hemen ardından pişman oldu ve daha yumuşak bir sesle: – Sonra, sonra o şey.
– Ne diye onu “kenara” bırakalım ki! Onlar Fransa’yı bizden daha mı seviyorlar? Vikont Arman ile Markiz Claire öyle diyerek, çocuklarını Orden’e (Şövalye Tarikatına) yazdırarak, tarikata özendirerek mahvettiler. Kardinal André-Hercule de Fleury’yi onlarla konuşturmaya göndereceğim.
– Sana söylenene kulak ver, Marie, kimseyi onlarla konuşturmayacaksın, – diyerek Claudine-Alexandrine ablasına karşı çıktı, – Aisse ile şövalyeye sadece çözüm yolunu söyle, yeter.
– Tabii, tabii… Marie Angélique sinirlendi, – böyle diyerek, şimdi başınıza gelenlere bakın, ikiniz bitirdiniz beni… – Kontes ağzından dökülen bu sözlerden hemen pişmanlık duydu: – Bana neler de söyletiyorsunuz, bağışlayın beni. İyi, iyi, yine sizi dinlerim. Ama, Aisse, işinizi uzatacak olursanız, ne yapacağım konusunda sana da şövalyeye de sormam. Claudine, sana söyleyeceğimi de dinle: La Frêne’nin ölü kokusu yayılı o evde seni oturtmam. Bizim yanımızda kal, o arada evini satar, biz de yardım ederiz, daha iyi bir ev alırsın. Doğru olmaz mı, Aisse?
– Bilmiyorum, mama. Onu Claudine bilir.
– Duydun mu, Marie, sana söyleneni? Delinin biri kendini evimde öldürdü diyerek evimi değiştirmemi istiyorsun, öyle mi? Kral yalvarsa bile, evimi bırakmam.
– Seni düşünmüyor olabilir miyim, Claudine?.. – Marie Angélique şaşırıp kaldı. – Olanları anımsayarak o evde oturamazsın diye öyle söylemiştim.
– Ne diye o evde oturamayacakmışım?.. Başka şeyler de geldi başıma o evde… – Claudine Alexandrine bebek doğurduğunu anımsayarak hemen ses tonunu düşürdü ve gülümsedi: – Ne diye oturmayacakmışım? Bana överek önerdiğin o temiz adamın onca mülkünü kaçırdığıma pişman olmuş, kendisini öldürmüş olmasıyla dalga geçerek otururum. Doğru değil mi, Aisse!
– Suçlanmış olman, Claudine, o iş için başka şey söylenemez. – diyerek Ayşet Claudine’e destek verdi.
– Bakın bunlara… Bu ikisi tanrının sevgili kulları, birbirlerine destek çıkıyorlar… Ben öylesine şeyler söyleyemezdim. Şimdiki gençler bize hiç benzemiyorlar. Dünyanın sonu gelmiş olmalı… Uygunsuz konuşuyorsam kutsal Tanrım, yüce Tanrım, beni bağışla, – duyulan zil sesini bahane eden Marie Angélique: – Haydi gidin, öğle yemeği için zili çaldı, bugün ben biraz rejim yapacağım. Aisse, sen biraz dur. Bir şey dememiş olsam da öksürüğünü Laroche hiç duymadı mı? Zavallı Kont Charles’in yokluğundan beri o Laroche da bizleri düşünmez oldu, Claudine demem de bundan. Soğuk algınlığın geçene değin sıcak çay iç, akşamları senin için Sophie kaynatsın. Ben de senin için ilaç ararım, seni ben düşünmezsem kim seni düşünür? Sen de Claudin de sağlığınıza dikkat etmiyorsunuz, – dik kafalı kız kardeşini azarladı, ikisine de çıkıştı: – Sağlığınıza dikkat etmezseniz sırf güzelsiniz diye kimse bakımınızı üstlenmez.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 501 – 509)
***
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (s.509 – 519)
I
Bugün 24 Nisan 1727.
Yarın küçük Selini’nin yedinci yaş günü. Ayşet Sans (Sens) yoluna koyulmak için sabırsızlıkla sabahı bekliyordu, buna eklenen aralıksız öksürük sesi nedeniyle de gece boyunca gözüne uyku girmemişti. Ayşet’in kafasında tek bir soru vardı: “Kızımın doğum gününe tek başıma gitmem doğru mu?.. “
Ayşet kimi yanına alabilirdi? Şövalye, kendi tarikatından (Orden) ayrılana dek Sans’a gitmeme, çocuklarını sormama ve görmeme kararını verdikleri üzerinden yedi yıl geçmişti. Bu kararı zorunlu olarak almışlardı. De Edie karara uyuyordu. Şövalye bu kararı korktuğu için almamıştı. Kızını korumak için karara uyuyordu. Ama bir bebeklerinin olduğu Ferrioller, Tansenler, Bolingbrokeler ve Calandriniler açısından gizli miydi? Ama senin açıkladığın sır ile sana ilişkin anlatılan sır aynı değerde değildir. Malta şövalyelerinin yolundan ayrılırsan, onların insana yapamayacakları kötülük düşünülemezdi.
“Sana kırgın değilim, Edie, – Ayşet kendini kınıyor ve azarlıyordu, – anne ve babanın Selini ile beni istemediklerini biliyorum. Senin güvenliğin için kaygı duymalarını nasıl kınayabilirim?.. Kusurlu olan benim, senin ve ailenin başına iş açan da benim. Hayır, bizim için yaşamını tehlikeye atmanı isteyemem! Zavallı küçük kızımızın başına neler geleceğini bilmiyorum, yoksa ben canımı ortaya koymaya çoktan hazırım. Ama en iyi çözüm, sorunu barışçı bir biçimde çözmen ve üçümüzü bir araya getirmen olur. Tanrım, bizi anla, dileğimizi gerçekleştir, bize engel olanların içlerini yumuşat. Evlilik dışı doğurmuş olsam da, bu şey senin bilgin dışında olan şey değildir, küçük kızımı kimsesiz bırakamam. İşimiz bir hallolsun küçük kızımı, Selini’yi bir saatliğine olsun öksüzler yurdunda bırakmam. Çocuğuna annesi olduğunu söyleyememekten daha acınacak bir durum olamaz!.. Isabelle Louisi’yi kınamıyorum. Bana Selini’yi gösterdiği için ona teşekkür borçluyum. Bu onun bir iyiliği, Tanrım ona uzun bir yaşam ve sağlık bağışla”.
Yarım günlük yolu aşıncaya değin, Ferriollerin fayton sürücüsü Jacques, ara ara öksürmesi tutturan Ayşet’e acıyor, yola çıkmadan önce Marie Angélique’ten yol ücretini alırken Ayşet’e fısıldadı:
-Kontes, pencereleri kapat, rüzgar çarpmasın.
– Teşekkür ederim, Jacques.
– Baban zavallı Kont Charles de Ferriol sağ olsaydı, seni böyle hasta halde asla yola çıkarmazdı. Büyük bir insandı, eli açık ve merhametli biriydi! Bazen ikimiz, sen de tanık olmuşsundur, yaşam ve yaşamın amacı gibi konularda tartışırdık. Böylesine birinin yanında benim lafım olmazdı, yine de bazı dediklerimi dikkate alır, kabul ederdi. Kont aramızdan ayrıldı, sen yetim kaldın, ben de ağzı bağlı biri olarak Ferriollerin kapısında duruyorum. Kont Augustin Antoine ile Kontes Marie Angélique faytonumda iken iyi ya da kötü, benimle hiç konuşmuyorlar. Bana güvenmiyor olmalılar.
– Hayır, Jacques, yanılıyorsun. Onlar da çok iyi insanlar.
– Böyle diyorsan, kontes, öyledir. Ama konuştuğumuz aramızda kalsın, onlar zavallı babanla bir olamazlar. Seni hiçbir şeyden yoksun bırakmadı, hiçbir şeyi senden esirgemedi. Sana yaşadığın sürece yetecek bir mal bıraktığı söyleniyor. Bilemiyorum, ama söylenenlere sevindim.
– Doğru, Jacques, – faytoncunun babasını övmüş olması içini ferahlatmıştı, sürücünün sorduğu soruda sinsi bir yan olup olmadığını düşünmeden yanıt verdi, babasının kendisine bıraktığı miktarı gizlemedi: – Mirasın üçte birini bana bıraktı.
– Bunu yazılı olarak da kaydettirdi mi?
– Evet, Jacques.
– İşte insanlık, işte iyilik dedikleri bu! – diye haykırınca atlar hızlarını artırdılar, biraz sonra başını sallayarak konuşmasına döndü: – Charlotte Elizabéth Aisse (Ayse), Kont Charles de Ferriol’e saygı duymamın ve onu sevmemin nedeni bu… – “ama bize hiçbir şey bırakmadı…” dedi içinden. Kendisi için düşündüğü şeyden irkilmiş halde kontu övmeyi sürdürdü. – Sen bir Çerkes atasözünü konta söylemişsin, o atasözünün anlamını bana da anlatabilir misin? “İyilik yap suya at”. İlkin anlamını anlayamadığım bu şeyi baban konta sorduğumda, ne olduklarını bilmediğim Çerkslere iyi gözle bakmamı sağladı. “İyilik yaparsan, sözünü etme, gerisini arama, yaptığın iyilik bilmediğin birine bir su damlacığı olarak ulaşır, ona yarar”. Bundan çıkan anlam da bu değil mi?
– Öyle Jacques. Küçükken, ninemin öyle dediğini duymuştum. Ama bu atasözü sadece Çerkeslerde değil, İngilizlerde de buna benzer bir atasözünün bulunduğunu Lord Bolingbroke de söylemişti.
– İngilizlerde bulunuyor olabilir, ama bizde, biz Fransızlarda neden bulunmasın, anlayamıyorum… – “Çerkesler de İngilizler de bana gerekli değil, ikide bir Sans’a gitme nedenini bana söylersen daha iyi edersin” diye Jacques içinden söylenip konuşmasını sürdürdü. – Doğrusunu sorarsan, dünyada Çerkeslerin de yaşadıklarını bilmiyordum. Evini, yuvasını korumakla yetinen sıradan Fransızlardan biriydim, oğul, kız ve torunlarım çok, çocukluk ve bebek büyütme üzerine güzel atasözleriniz olmalı… Bunları biliyor idiysen de unutmuş olmalısın…
– Niçin unutacakmışım? – Ayşet bu duyduğu söz üzerine heyecanlandı. – Çocukluğunda duyup içinde sakladığın şeyi hiçbir zaman unutmazsın. İşte sorduklarından şu an anımsadığım birkaçı : “Fidan yaşken eğilir, çocuk küçük yaşta eğitilir”, “Çocuğunu nasıl eğittinse, kocan da nasıl eğitildiyse öyle olur”, “Annesinin huyu kızına geçer” (Yane yixabze, yıphu yıbzıpĥ), “Annesine bak, kızını al”, – Ayşet aklında kalanları sıraladı. – Yine ister misin? – ulusunu daha fazla övmemesi gerektiğini anladı, içlerinden biri olduğu Fransızları gücendirmemek için sözlerine eklemede bulundu. – Fransızlar olarak da bebeğe, çocuk büyütmeye ilişkin mükemmel atasözlerimiz var…
– Var, kontes, var! – Ayşet’in söylemesine fırsat vermeden Jacques Fransız atasözlerini sıralamaya başladı. – Büyük bir ulusuz, bizde de benzer atasözleri olmaz olur mu! Bana ilginç gelen şey büyük ya da küçük ulusların özlü sözlerinin birbirine benzer olmaları. Senin aralarından geldiğin Çerkesler için küçük ulustur demiyorum, söylediğin atasözlerinin akılla dolu olduğunu duydum. Anası ile kızına ilişkin ne demiştin? Bir daha söyler misin?..
Ayşet gülümsedi:
– Ona kalbinde bir yer ayıramadığına göre, o sözün akıl dolu bir özü olmamalı, Jacques.
– Kalbimde yer etmemiş olabilir mi, kontes, sevdiğim şeyleri yeniden söyletme gibi bir alışkanlığım var, soruyorum sadece, ana ile kızına ilişkin söylediğin atasözleri kalbimde: “Annesinin huyu kızına geçer”, “Annesine bak, kızını al”. Bu duyduğunuz sözlerdeki bilgeliği düşünerek hızlanın koca bacaklılarım, yolumuzu kısaltın bakalım yaman atlarım, – diyerek ve şakalar yaparak atlarını sürüyordu.
Ayşet de daha sevecen bir ses tonuyla güldü.
– Ne diye, kontes, Çerkes atasözlerini doğru söyleyemediğim için mi güldün?
– Hayrı, Jacques. Yola ilişkin söylediğin şey eski bir Çerkes atasözünü aklıma getirdi de, onun için güldüm.
– Söyle, bilgece bir atasözü daha varsa onu da kalbimde yaşatırım.
– “Yola merdiven daya (döşe)” (Ğogum ĺevey kêź – къедз)
– Ne dedin? Yola nasıl merdiven dayayacaksın?
– Jacque, sen çoktandır yola merdiven dayadın (serdin) bile.
– Nasıl?
– Yolda gidenler dost ve tanış iseler, “içimizden biri yola merdiven dayasın” derler. Merdivenin birer birer basamaklardan oluşmuş olması gibi, yolun uzunluğunu, söyleşi, muhabbet içinde kısaltmış olurlardı.
– Benim yola merdiven dayadığım hayli zamandır olmuşsa, kontes, şimdi senin merdiven dayamanı bekliyorum, – diye sürücü bir şaka ile karşılık verdi.
Ayşet yöneltilen sorulara “bu kişi ne kadar da bana yapışmış!..” diye içinden geçirdi. – Ayşet de sürücüye ilişkin kuşkular belirmişti, ama yıllardır Ferriollerin hizmetinde olan bu yaşlıya güvenmemeyi de uygun bulmamıştı. Yola bir çıktıklarında, erkek ya da kadın olsun bir şeyler konuşulacağını biliyordu, ama içinden gelen bir sezgiyle Jacques’a kesin bir yanıt verdi:
– Çerkes kadını yola çıktığında yola merdiven dayamaz, merdivene çıktığını da göstermez.
– Akıllıca bir söz. Sayıca az nüfuslu uluslar Fransız, Alman, İngiliz gibi uluslarla yarışamazlar görüşüne karşı çıkmam da bu yüzden.
– Teşekkür ederim, Jacques, – Ayşet belli etmeden bir iç çekti. – Akıllı olmak büyük ulustan ya da küçük ulustan olmaya, yüksek eğitim görmüş ya da görmemiş olmaya bağlı değil. Konuştukları dile de bağlı değil. Her bir ulus rengi, dili, giysisi, mutfağı, dans edişi, düşünüş tarzı ve dini gibi nedenlerle kendini gösterir, ama bu ayrımcılığa neden olmamalı, uluslar dost kalmalı ve birbirlerine yardımcı olmalılar, böyle olursa, dünyamız daha ilginç ve daha güzel olacaktır, – Voltaire’in dediği bu.
– Ferriollerin yanına gelen o inatçı Voltaire’den mi söz ediyorsun?
– Evet! – Fayton sürücüsünün soru sorma biçimini beğenmediğini belli eden bir karşılık verdi Ayşet: – Başka Voltaire’imiz yok Fransa’da.
– Şimdi anladım o akılı kişinin Fransa’dan niçin kovulmuş olduğunu (1), – Jacque hemen çark etti. – Siz de, kontes, dikkatli olun, – kırbacını sallıyor gibi yapıp sözünü bağladı, – bu kişilerin eline fırsat geçmesin tek, onların yapmayacakları kötülük yoktur.
– Yoksa beni de Voltaire gibi özgür düşünceli ve akıllı biri olarak mı görüyorsun? – diyerek sürücü ile şakalaştı.
– Akıllısın, akıllı, – demek için Jacques ayrıca düşünmeye gerek duymadı.
– Yeter artık, kendimizi övmeyi bu noktada bırakalım, – diyerek Ayşet yaşlı sürücüye çıkıştı.
– Hemen, kontes, dediğin gibi olsun. Yanlış şeyler söylemişsem bağışlamanı dilerim. Baban zavallı kont ile farklı şeyler düşündüğümüzde, konuşmamızı oracıkta bitirirdik… Hızlanın benim koca ayaklılarım, kontesimizin dediği gibi yola merdiven atınız, – Jacques kurnazca geriye bir bakıp Ayşet’e gülümsedi.
– ________________
(1) – François M. Voltaire 1725 yılında ikinci kez Bastil Hapishanesi’ne kondu, 1zleyen 1726 – 1729 yıllarında Fransa’dan sürüldü ve İngiltere’de sürgün hayatı yaşadı. Oradan Pon de Vel ile Arjantal’e gönderdiği her mektupta (toplamı 1094 sayfa) Ayşet’i soruyor, selam gönderiyordu.
_____________
Ayşet, gülümsemekle oyalanacak, sevinecek durumda değildi. Yolda konuşulanlarda sinsi bir şeyler bulunup bulunmadığını düşünmüyor, Sans yolu gittikçe kısalıyor, annesi olduğunu bilmeyen kızının kendisini nasıl karşılayacağını, kendisine nasıl davranacağını, onu nasıl kucaklayacağını bilemiyor, bir an önce kızına kavuşma özlemi içindeydi. Bilinci uyanmaya, dili çözülmeye başlayan yedi yaşındaki kız çocuğu kendisini yakından tanımaya çalışacak, çok şeyi soracaktı ve ona ne gibi yanıtlar verecekti? Doğurduğu bu yavruyu bağrına basacak ve çocuğa annesinin kendisi olduğunu söyleyebilecek miydi? Gözleri kapanmış olan Ayşet irkildi ve başını kaldırdı: “Ona henüz sıra gelmedi! Altı ay, yarım yıl daha sabredelim, küçük bebeğim. Sonbahara değin baban sorunlarını çözecek ve üçümüz bir araya geleceğiz. İşimiz sonbahara da kalmayabilir… Tanrım, nedir günahım, diğerlerinden farklı olarak ne diye sonu gelmez cezalara çarptırıyorsun beni!.. – Ayşet ince ve güzel avuçlarıyla ağzını kapattı: – Hayır, hayır, duyduğun bu son sözler ağzımdan kaçtı, yoksa içimden gelmedi. Beni bağışla, beni anla!..
Yol boyu çayırlar yemyeşildi, ağaçlar ve pek de uzakta olmayan korularda da ağaçlarda değişik renkte tomurcuklar açmıştı, yüksekçe olmayan yan yana sıralanan yamaçlarda hayvanlar otluyorlar, uzaklardan görünen dağların sivri tepeleri ise bembeyaz kalıcı karlarla kaplıydı. Öğle güneşinin yakıcılığı geçmiş, apaydınlık bir öğle sonrası yaşanıyor, Ayşet sevinç ve özlem duyguları içinde gerisine bakınıyordu.
Bunlar Ayşet’in görmediği ve bilmediği şeyler değildi. Ama bunlarla ilgilenecek, özlem ve mutluluk duyacak durumda da değildi. Bunları düşünürken kırda yalnız başına duran sayısız dallı, kocaman ve yeşil bir ağaca görünce, kendi kendine söylendi: “Bak bu kaçırdığım şeylere… Kafanda dert dışında bir şey kalmamışsa, hiçbir güzelliği fark edemezsin. Bu ağaç da yalnız. O da bir şeylere üzülmeden, birilerini beklemeden ve üzülmeden yerli yerinde duruyor olamaz. Yalnız ama güzel ve şık görünmekten de kaçınmıyor, “güzelliğimi, boylu poslu olduğumu görüyorsunuz” diye kimlere sesleniyor olabilir… Bunu bilsem de kendim için söyleyemem… – Ayşet iç çekti, bir şeyini yitirmiş gibi geride bıraktıkları ağaca dönüp bir baktı ve yalvardı: – Bağışla beni, bir başına duran güzel ağaç, onu sana söyleyen benim, yoksa kendi kendine söylemiş değilsin… Kişiye suçsuz yere ceza verilmesi de böyle başlıyor olmalı… “
Ayşet şimdi daha içten bir sevgiyle dünyaya bakmaya başlamıştı: Gökyüzü yükseklerde, yeryüzü de güzeldi, değişik renkte kelebekler güneşli ve güzel havada uçuşuyor, oynaşıyor, faytonun tekerleri şarkı söylüyor, at ayaklarının çıkardığı sesler de onlara uyum sağlıyorlardı. Sürücü de koca ayaklı atları ile uyum içindeydi.
Her şey iyiydi Ayşet’in öksürmeleri dışında…
“Böylesine güzel bir dünyada yaşarken ne diye bezgin olayım ki?- diye Ayşet kendi kendini kınadı. – Bugün küçük Selini’yi göreceğim. “Küçücük kızım” diyemeyecek isem de bağrıma basacak, göğsümde tutacak, elimi sürecek, soluk alışını ve kalp atışını duyacağım. Bu da çektiğim tüm acılarıma değer! Beni isterse “teyze” (tante) diye çağırsın, annesi değil, teyzesi olduğumu söyleyen, diyen benim! Oysa onu ben doğurdum, o kanımdan bir damla! Daha önceki gidişimde, “gelişini çok geciktirdin, seni çok özlemiştim” demiş, azarlamadan kulağıma fısıldamıştı. Şimdi beni nasıl karşılayacak, bana ne diyecek? Tek bir göreyim, bana ne derse desin katlanırım, ağlasa bile sesi bana tatlı gelir”.
Uzaktan dağınık küçük Sans kenti göründü. Kent girişinin sağındaki sırtta bulunan çocuk yetiştirme yurdunu gördüğünde, Ayşet’in kalbi hızlı hızlı atmaya, faytonun hızını daha azalmış gibi görmeye başlamıştı. Nereye gideceklerini bilmiyormuş gibi yaşlı sürücü sordu:
– O yere mi gideceğiz, yoksa kente mi gireceğiz?
– Kentte ne işimiz var? – başına istemediği bir şey gelmiş gibi bir sesle Ayşet sürücüye yanıt verdi.
– Nerede duracağımızı bilmiyorum, alışveriş yapmak ister misin diye sormuştum…
– Şimdi değil… – beklenmedik bir durumla karşılaşmış halde Ayşet heyecanlandı. – Nerede duracağını ben sana sonra söyleyeceğim.
Faytondan indiğinde Ayşet, çocuk yurdu bahçesinin tenha olduğunu görüp ürperdi, sonra öğle yemeği saati olduğunu anımsadı ve rahatladı. Bahçe kapısına vardığında İsabelle Louisi’nin kendisinı karşılamak üzere kapıya doğru geldiğini gördü.
– Yalnız mısın?- diye Isabelle Louisi sordu.
– Yalnızım, niye sordun? – Ayşet korkmuş halde Isabelle Louisi’ye sordu. – Selini hasta mı yoksa?
– Hayır, Selini dinleniyor. Ne zaman geleceğini soruyordu, zor uyuttum. Korkma, Aisse, ama faytonunun burada ya da Sans’ta işi kalmadı, hemen Paris’e geri yolla. Bu arada bana soru sorma, içeri girersek anlatırım.
– Yaşlı Jacques’a, nedeni söylenmeden Paris’e dönmesi söyledi.
– Sans’ta oyalanma, kendin ve atların başka bir yerde dinlenin, – dedi Ayşet kuşku içinde sürücüye, – kim sorarsa sorsun nereye gittiğini ve beni Sans’a götürdüğünü söyleme. – İçeri girdiklerinde, beti benzi atmış halde Ayşet, ne olduğunu Isabelle Louisi’ye sordu. – Selini’ye ne olduysa söyle, benden gizleme.
– Selini iyi, sağlıklı, uyandığında sana gösteririm. Şövalye de Edie’nin tarikatından (askeri birliğinden) iki kişi bu sabah buraya geldi.
– Ne arıyorlardı?! – Ayşet içinden ürperdi.
– – Şövalye Blase Marıe de Edie’nin çocuğunun olup olmadığını, çocuğu varsa burada bakılıp bakılmadığını, şövalyenin çocuğunu görmeye gelip gelmediğini sordular. Çocukların dosyalarını gözden geçirdiler. Yarın Selini’nin doğum günü olduğunu biliyorlar. Bugün, yarın ve ertesi gün Sans’ta kalacaklarını söylediler. Şövalye gelecek olursa onu izleyeceklerini tahmin ettim.
– Bu durumda ne yapmalıyız? – dedi Ayşet, sabırlı ve alçak bir sesle.
– Rahat hareket edeceğiz, – dedi kararlı bir sesle Isabelle Louisi, bir süre bekledikten sonra sözüne ekledi: – Sen ve ben uzun bir süreden beri birbirimizi tanıyoruz, uzun zamandan beri dostuz, ziyaretime gelmiş bir konuğumsun… Ne sorarlarsa sorsunlar söyleyecek bir şeyler buluruz… – Haç çıkardı, Ayşet de hemen haç çıkardı. – Charlotte Eizabéth Aisse sana bir iyi haber de vereyim: Jeanette Nicole de yarın buraya gelecek.
– Sevindirici bir haber,- dedikten sonra Ayşet, kendisine sürekli yardımcı olan öğretmenini övdü, – Jeanette Nicole iyi bir insan, yarınki sevincimi ve üzücü durumumu unutmadı, benimle paylaşmak istedi, tanrı ona uzun bir ömür ve sağlık bağışlasın. Pierre de beraberinde gelir mi acaba?..
– Bize erkek gerekmiyor! – Isabelle Louisi hemen yanıt verdi, ardından yuvarlak ve kara gözlerinde bir korku belirmiş halde sordu: – Benim bilgim dışında şövalyenin buraya gelmesi için konuşmuş olmayasınız?
– De Edie’yi çağırıp hiç başımıza iş açar mıyız? – diye Ayşet beklenmedik bir sesle yanıt verdi
– İyi öyleyse… – dedi Isabelle Louisi ve başka şey söylemedi, ama sordu: – Biraz olsun rahatladın mı? Şimdi söyleyeceğim şeye kulak ver. Le Blond Charlotte Selini’yi yanına getireceğim, uyku saatine değin beraber olursunuz, ama anlaştığımız gibi davranacaksın. Annesi değil, teyzesi olacaksın, anladın mı? – dedi daha yumuşak bir sesle.
Üzüldüğünde yaptığı gibi ince parmakları ile gözlerini ovuşturarak bir süre odanın içinde durdu, ardından gözünü ayırmadığı kapı açıldı, Isabelle Louisi’nin önünde boy atmış küçük ve zayıf bir kız çocuğu odaya girdi. Çocuk gördüğüne şaşırarak ve kendine de değer vererek durdu, başını öne eğdi ve yana çevirdi, ardından gülerek kendisine kol açan Ayşet’e koştu.
– Aisse Teyze (Tante Aisse), benim için mi geldin?..
– Evet, Seleni, evet… – Ayşet çöküp kız çocuğunu göğsüne bastırdı, onu kendine doğru çekip öptü.
– Tante Aisse, ağlıyor musun?.. – diye sevimli ve akıllı Selini sordu, ardından küçük dudaklarını annesinin kulağına değdirip fısıldadı: – Niye ağlıyorsun, annem değilsin ki?..
– Teyzeler de ağlar, Selini… – Ayşet zar zor kendini tuttu, zar zor küçük kızına fısıldadı… – Sevincimden ağlıyorum.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s.509 – 519)
****
(Ayşet, edebiyat dünyasının baş yapıtlarından olan mektuplarından ilkini Cenevre’deki Bayan Calandrini’ye yazıyor) 519-528
II
Ayşet bir gün ve bir gece niyetiyle gittiği Sans’ta iki hafta kaldı, Paris’e döndüğünde Marie Angélique’in bazı eşyalarını ve doktor Laroche’u alıp Ablon’a gittiğini öğrendi. Kont Augustin Antoine da, hizmetçi Desten’le birlikte, yaz ve sonbahar aylarını geçirmek üzere Pon de Vel’in uzaktaki yaz bahçesine gitmişti. Pon de Vel ile Arjantal ise, Paris gezmelerinden döndüklerinde kısa süreliğine büyük eve uğrayıp kalıyorlardı.
Ayşet, Ferriol ailesine ilişkin duyduğu şeyleri Sophie’ye sordu:
– Ablon’a gidenler seni niye yanlarında götürmediler?
– Aman, ben ne bileyim… – Sophie omuz silkeleyerek gülümsedi: – Kontes ile Laroche doktorun tanığa gereksinmeleri mi var ?.. Kontes döner dönmez seni de Ablon’a göndermemizi buyurdu.
– Bizden uzağa gitmişlerse, biz de biraz olsun kafamızı dinleriz… – diyerek Ayşet Sophie ile şakalaştı.
– Doğru. Selini’den biraz söz etsen iyi olur.
– “Tante Sophie” (Sofi Teyze) diyerek adını çok andı. Bir ay kadar geçsin birlikte Selini’yi görmeye gideriz… – Ayşet konuyu değiştirip aklından geçeni sordu: – Her şey iyi, ama beni üzen bir durum var… De Edie ortalıkta görünmüyor, sana da hiç görünmedi mi, Sophie?
– Hayır, niye?
– Hasta, nefes darlığı var…
“Tanrım, yanlışım varsa bağışla beni, doğru yolda isem, beni anla, Aisse’yi tanıdığımdan beri kötü bir duruma düşmedim, ama bebeği olduğundan bu yana kuşku içindeyim, – Sophie inandığı ve bağlandığı Tanrı’ya yalvarıyor ve kendi kendine konuşuyordu. – Manastırda büyütülen zavallı küçük kızı soruyorum, kendisi ise aşık olduğu adamı soruyor ve onun sağlığına öncelik taşıyor. Biricik kızına bu denli soğuk davranmasının nedenini anlayamıyorum, başından bir olay geçmemiş sıradan bir kız gibi davranıyor. Ayrıca tiyatroya gitmeyi, akşam buluşmalarına katılmayı kaçırmıyor, şık giyinmekten de geri kalmıyor, tablosunu yaptırıyor, ilişkiye girmiyor, ama erkeklerin kendisine ilgi duymalarını bekliyor, bütün bunların nedenini anlayamıyorum. Bu gibi şeylere aşırı düşkün olmasını beğenmediğimi söylesem mi? “Bundan önce böyle bir şeyi çıtlattığımda ne demişti, anımsıyor musun?” – Sophie ürktü ve kendini topladı, Ayşet’in verdiği yanıtı içinden tekrarladı: – “Bunca süre küçük kızımı korumuş olmam artık yetmez mi… Bunun için kendimi dünya nimetlerinden, güzelliklerinden koparmam gerekmiyor. Şövalye ile benim, birlikte işlediğimiz günahı sen de biliyorsun. Tanrının bizi bağışlayacağını umuyoruz, annesi ve babası olduğumuzu, küçük kızdan saklama andını içtiğimizi de unutmuyoruz, biz bize düşen sorumlulukları yerine getiriyoruz. Biraz büyüdüğünde Bolingbrokeler Selini’yi alacak ve ona sahip çıkacaklar…”
Ansızın Sophie boşalıp ağlamaya başladı.
– Sophie, ne oldu sana? – Şövalye de Edie’nin işi hızlandırmasını düşünen Ayşet hemen başını kaldırdı. – Yokluğumda kalbini mi kırdılar? Gizleme, kim olursa olsun karşısında beni bulur.
– Kimse kalbimi kırmış değil… – Sophie üzüntüsünü belli etmek istememişti, ama gizleyememişti de, Ayşet’e baktı, ağlama nedenini başka bir yere çekti: – Küçük Selini’yi görmek istemiştim, o nedenle ağlamışım…
– Küçük kız, – Ayşet adını anmadan “küçük kız” diyerek, Sophie’yi azarladı, – ondan söz ettim ya, en kısa sürede ona gideceğiz dedim ya… Akşama, Sophie, tiyatroya gidersek daha iyi ederiz
– Küçük kızı, – Ayşet, Selini için “küçük kız” diyerek, Sophie’ye seslendi, – durumunu sana anlattım, tez elde ona gideriz dedim ya… Bugünümüzü bize zehir etmesen de… Sophie, akşama birlikte tiyatroya gitsek daha iyi olur…
– Niye tasalanıyorsun, Aisse? – Sophie kendini tutamadı. – Söylemeyeyim dedim ama söylemeden de edemiyorum. Bebeğinin bakıldığı öksüzler yurdundan henüz gelmişken “tiyatroya gidelim” demene şaşıyorum… – sözlerine “acımasızsın” demeyi eklemeyi düşünmüştü, ama kendisini zor tuttu.
– Sophie, – Ayşet kınamayı kabul etmedi, – peki ne yapmamı bekliyorsun, ağlayarak oturayım mı?
– Hayır, oturmayacaksın, – Sophie sesini yükseltmediyse de düşürmedi, – çocuğun için elinden geleni yapmalısın. Bir ara söylemiştim, yine söylüyorum: Olan olmuş, ardından konuşanlar konuşsunlar, çocuğu babasına göstermediğinizi, Şövalyelik Tarikatından (Orden) çekindiğinizi biliyorum, isterlerse kuşkulansınlar, çocuğu alacak ve kendin büyüteceksin, olmaz dersen… – söylemek istediğini tamamlayamadı.
– Söyle, söyle, – yüzü ve rengi morarmış halde Ayşet yeniden sordu, – nedir söyleyemediğin şey?
– Hayır dersen, elinden gelecekse çocuğu bana verdir, köyüme döneyim, beni teyzesi biliyor, onu büyütürüm, senin de “teyzesi olduğunu” ona unutturmam.
Ayşet’in morarmış yüzü birden kızıllaştı:
– Bu mu, Sophie, bana söylemek istediğin?.. Siz hepiniz çocuğum için kaygılanıyorsunuz!.. – Ayşet kararlı bir duruş sergiledi.
– Aisse, canımın içi, bağışla beni, – Sophie yeniden ağlamaya başladı, – seni üzmek istememiştim, duruma bir çare bulmak istemiştim…
Her ikisi birbirine el sürüp ağlaştılar, Sophie’nin sakinleşmesinden sonra Ayşet konuştu:
– “İleriye attığın taşa takılırsın” derdi ninem, biz de Claudine’in kural dışı çocuk doğurmuş olmasını kınarken, aynı şey benim de başıma geldi…
– Sen Claudine Alexandrine gibi değilsin! – Sophie haykırarak Ayşet’in sözünü kesti. – Sen Selini’nin nerede olduğunu biliyorsun, arıyor ve görmeye gidiyorsun, isterse seni “teyze” (tante) olarak bilsin, seni tanıyor.
– Sadece tanıyor değil… – Ayşet’in sesi yine yükseldi, ama kendini tutmasını bildi, – annesi olduğumdan kuşkulanıyor… Sen, Calandriniler, Bolingbrokeler, hepiniz bana moral verdiniz ve kendi kendime başıma iş açmış oldum…
– Yeter, sus artık, Aisse, günaha giriyorsun! – diye sert çıkışmış, hizmetçi olduğunu unutup ayağa fırlamıştı, ama eliyle ağzını kapamasını da bildi.
– Hayır, hayır, Sophie, beni kıracak bir şey söylemedin, – Ayşet üzerindeki utancı belli etmemek için gülümsemiş ve istediği şeyi söyleyerek sözünü bağlamıştı: – ama o şey başıma gelmeden özgür kalsaydım, daha iyi olurdu.
– Sana ne diyeceğimi bilemiyorum… – Sophie’nin ses tonu düştü, dikkat ederek sözünü değiştirdi: – Öyleyse beni bağışla, Şövalye de Edie’yi artık sevmiyor olmalısın…
– Yanılıyorsun, Sophie. Hiç kimseyi sevemeyeceğim derecede de Edie’yi seviyorum. Mutluluk denen şey de bu olmalı… Bilemiyorum, bilemiyorum, bu şeye başka ne ad verilebilir… Tiyatroya benimle gelmeyeceksen, Jeanette Nicole’e uğrar, onula giderim.
– Kontes, söylediklerim yüzünden bana darılma.
– Niye öyle konuşuyorsun? Baş başa olduğumuzda bana öyle dememen için anlaşmamış mıydık? Şanssız biri olduğumu söylemiş olmana ne diye kızayım ki…
Ayşet en şık elbiselerini giyerek, Saint-Cloud’ya Jeanette Nicole’ün yanına gitti. Öğrenim gördüğü manastır okulunu bitirdiği on beş yıl olmuştu, ama manastıra her gelişinde anıları tazeleniyor, bütün Ferriol ailesi ile birlikte buraya ilk gelişini, Jeanette Nicole ile tanıştırıldığı anı, Ferriollerin unutturmak istedikleri Adıgeleri anlatan kitapları bulup kendisine okutmaya başlamasını, yılda bir kraliçenin okullarına gelişini, ayda iki kez düzenlenen etkinlikleri, Kont Charles de Ferriol’ün İstanbul’dan her gelişinde eve, Marie Angélique’lere götürülüşünü, Fransa’ya geldiğinde Fahri’nin kendisine uğramış olmasını, Fahri’nin Orhan ile birlikte kendisini Çerkesiye’ye götürmek için manastıra gelmiş olmalarını, onlarla birlikte gitmek istemediğini ve daha başka anılarının geçtiği manastır avlusuna adım attı ve kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerle ilgilenmeden Jeanette Nicole’e sarıldı.
Selini’nin büyütüldüğü Sans manastırı ayrıca Claire Bolingbroke’nin tedavi gördüğü Reims’e gidişlerini de anımsayarak bir süre oturduktan sonra, Jeanette Nicole, Ayşet’e:
– Çok, çok güzelsin, Aisse, ama keyifsiz bir halin var, buna anlam veremiyorum.
– Ben kendi kendimi beğenecek konumda değilken, sen beni nasıl beğenebilirsin ki?..
– Niye, canımın içi? – diye yumuşak bir sesle yeniden sordu Jeanette Nicole.
– Selini konusunda yanlış yaptın diye beni kınıyorlar. Çektiğim acıları başkaları nasıl bilsinler ki… Sophie de onlara katılıyor olsaydı, onu hiç bağışlamazdım, – Ayşet sabahleyin Sophie ile aralarında geçen konuşmayı Jeanette Nicole’e anlattı. – Çok şeyi düşünüyorum, ne yapacağımı bilemiyorum.
– Sen yapacağını yaptın. Günah dediğin şeyi sadece Tanrı bilir ve bağışlayabilir. Çocuğunu terk etmedin. Tanrının bilgisi dışında o şeyi yapmış da değilsin, tasalanma. Rahata erdiğinde Tanrı çocuğunu bağrına basmana izin verecektir.
– Bilemiyorum, Jeanette Nicole, bilemiyorum. Çocuğu emanet ettiğim Bolingbrokeler ne derlerse o olur.
– Öyle yapmadan önce durumu bana anlatsaydın, sana bunu yaptırmazdım, – Jeanette Nicole bir iç çekti. – Ama Bolingbrokeler Tanrı inancı olan iyi insanlar, bebeği onların üzerine yazdırmamış olsaydın, bebeğini o manastırdan geri alman sorun olmazdı.
– Bebeği Bolingbrokelerin üzerine yazdırmayı de Edie kabul etmedi.
– Doğrusunu yapmış. Sophie’ye kızma, dediklerinde doğruluk payı var.
– Zavallı ve merhametli Sophie benim için kaygılanıyor, canını benim için ortaya koyuyor, çocuğu vermemi, büyüteceğini söylüyor.
– O da büyütebilir… – Jeanette Nicol konuşmasına biraz ara verdi, Ayşet’in gözlerine bakarak konuşmasını sürdürdü – ama bir bebeği kimse anne ve babası gibi büyütemez.
– Beni bağışla, Jeanette Nicole, beni kınayabilirsin, ama konuştuğumuz şeyleri değerlendirecek ve yanıt verecek durumda değilim. Ben senin yanına başka bir niyetle geldim, tiyatroya gidelim ve biraz olsun soluklanalım diyecektim.
– Her meyve zamanı geldiğinde olgunlaşır… – konuyu değiştirip, şakayla karışık başka bir konuya atladılar: – Öyle diyorsan dünden hazırım… Hangisine, Operaya mı, Komedi tiyatrosuna mı gitsek?
– Operaya gidelim, yapmacık güldürülerden usanmış durumdayız.
Opera tiyatrosunda “Belladonna” temsili vardı. Yarın ve yarından sonra “Proserpina” ( 1) operası temsil edilecek. Opera adlarını duyduğunda, Ayşet, Kont Charles de Ferriol’ün bu aşk şarkılarını söyleyerek kendisini öpmeye kalkıştığını anımsadı ve rengi morardı. Jeanette Nicole durumu hemen fark etti ve sıradan bir şey söylüyormuş gibi konuyu değiştirdi:
– Bu operaları, Aisse, çok gördük, yetmez mi? Komedi tiyatrosunda iyi bir oyunun sahnelendiği söyleniyor.
– Yer bulur muyuz?.. – Ayşet bu öneriden memnun kalmış gibi opera tiyatrosundan ayrılıp faytona bindi.
Komedi tiyatrosu dönüşünden birkaç gün sonra Ayşet, Cenevre’deki Calandrini’ye bir mektup yazdı: “… Bugün mektubun elime geçti, sevdiğim, beni çok sevindirdin. Sorduğun soruların bazılarını, en çok da tiyatroya ilişkin sorularını yanıtlayayım. Komedi tiyatrosunda bir buçuk aydan beri “Regulus” (2) oynanıyor. Henüz temsilden eve dönmüş bulunuyorum. Oyunu izlerken kendimi tutamadım, gözyaşlarım döküldü. Michel Baron’u bundan daha başarılı bir rolde görmedim, üzüldüğüm şey yaşlanmış olması. “Britannicus’un Ölümü” (3) adlı temsilde Burr rolü ile diğer oyuncuların hepsinden daha başarılı oldu. Rolünü gerçeğe uygun icra etti ve izleyiciyi büyüledi.
Sana oyunlardan ve oyunculardan biraz olsun söz etmek istiyorum. Küçük orkestranın kemancıları François ile Rebel, Piram ve Tisber’den alınma bir opera yazdılar. Opera müzik yönünden fena sayılmaz, ama konuşmalar müzikle uyumlu değil, kurgu ise kurallara uygun düşmemiş. İlk sahnede kemerler ve kolonları ile birlikte kent meydanı görünüyor, çok güzel, çarpıcı. Görüntüler, o dönem insanlarının özlemlerini, beğenilerini yansıtıyorlar, estetik bir mekan ve uyumlu ölçüler söz konusu. Yaşlı Thévenard aşırı davranışları nedeniyle en çok bir yarım yıl dayanabilir, daha sonra protesto, ıslık sesleri yükselmeye başlayacaktır. Chasse büyük başarılar ortaya koyuyor, rolünü iyi oynuyor, iki oktavlık ses sunabiliyor. Antje onu beğendi. – Lemaure sahneye döndü, Murer iyileşti. Ortalıkta üst başına düzen verip keşişler arasına katılmaya hazırlanıyor sözleri dolaşıyor, ama işini seviyor ve sımsıkı sarılıyor, operayı bırakıp gidebileceği başka bir yer yok. Aktrislere bir yenisi daha eklendi, adı Pelissier. Lemaure’la rekabet, yarışma içinde. Ben Lemaure’u beğeniyorum. Ötekinin sesi gür çıkmıyor, sesini duyurması için bağırması gerekiyor. Yine de, sessiz rollerde çok çok iyi, tüm rollerini düzgün oynuyor, yerinde davranışları ile ilgi çekiyor ve kendini belli ediyor, ama böyle şeylerin aşırıya kaçması da iyi değil, Antje cansız bir oduna, takoza benzetiliyor. Benim görüşüme göre, anlattığı şey dönemine göre ne denli ağır olursa olsun, seven kişi rolünü oynayan sanatçı, daha akıllı ve daha doğal olmalı ve rolünü iyi icra etmeli. Sanatçı yüreğindeki acıma duygusunu sesi ve müziği ile anlatabilmeli. Aşırı davranışlar erkeklere ve vudulara (büyücülere) yaraşır. Genç prenses daha dengeli hareket ederse daha doğru ve yerinde olur. Ben olaya böyle bakıyorum. Sen de benim gibi mi düşünüyorsun? Lemaure’un iyileşip tiyatroya dönüşü muhteşem oldu, izleyici onu çeyrek saat coşkuyla alkışladı. Lemaure çok mutlu oldu, saygıyla eğilip izleyiciyi selamladı.
Bu durum Pelissier’yi destekleyen Düşes de Duras’ı çıldırttı. Beni ve de Paraber’i, alkışın sorumluları sanarak bize doğru kötü bir el işareti yaptı. Ama ertesi gün izleyici yine Lemaure’u alkışladı. Pelissier de sinirinden çatlayacak gibi oldu.
Lemaure’u beğenenlerle Pelissier’nin destekçileri arasında çekişme var, gün geçtikçe kızışıyor. Çekişme Lemaure lehine gelişiyor, Lemaure fena bir oyuncu olmadığını kanıtladı. Alt katta (parterde) tartışmalar oldu, kılıçların çekilmesine ramak kalmıştı izlenimini edinmiştim, atışmalar sürdü. Her iki kadın birbirini hiç sevmiyor. Pelissier’de utanma denen şey yok gibi. Bu yakınlarda Bulonya Evinde sofra başında herkesin duyacağı bir sesle, Paris’te eşim dışında “boynuzlanmamış” erkek yok demiş. Bu söz Lemaure’a karşı söylenmiş, ama akıl dışı, kadının sesi çok güzel, başka bir ses onunla boy ölçüşemez, içinden geldiği gibi söylüyor ve inandırıcı oluyor. Ama onu yüzsüz olarak tanıyorlar.
Bu ay “Proserpina” operada temsil edilecek. Cérèze rolünü Antje oynuyor, Proserpina’yı – Lemaure, Aréthuse’yi – Pelissier, Pluton’u – Thévenard, Askolaf’ı – Chasse oynuyor. Roller böyle dağıtıldı. Daha isabetli bir dağıtım yapılamazdı deniyor. Yine de bu operanın ilgi çekeceği kanısında değilim. Oyunda Alphée ile Aréthuzar daha etkileyiciler, diğerleri soğuk karşılanıyorlar, sözü uzatıyor ve bıktırıcı oluyorlar. Nose bu operada yeryüzünün en iyi, gizli ve kinayeli (mecazi) sözcüklerinin bulunduğunu söylüyor. Ben de ona karşılık verdim: Oyun kimin için yazılmışsa o kişinin beğenisini alabilir. Tiyatro güzel ve etkileyici bir sanat dalı, ama sarsıntı içinde, en iyi oyuncular tiyatrodan kaçıyorlar, beceriksiz oyuncuların oyunları ise beğenilmiyor, daha başarılı yöntemler bulamıyorlar.
Operada şimdi “Belléraphon” (4) sahneleniyor. Bu yakınlarda sahneye ejderha çıktığında bir kaza yaşandı, ejderha maketinin karnı yarıldı ve içinden çıplak bir oğlan çocuğu çıktı, izleyici ve herkes güldü.
“Proserpina” izleyicinin ilgisini çekmedi. Oyunu beğenmiyor değiller, ama sıkıcı buluyorlar, uzun süre gösterimde kalamaz. Pelissier artık iyileşti. Neredeyse çıldıracak gibiydi, biri sahnede büyük bir başarı gösterdiğinde, başkalarının rollerini çalmıştır diyorlar.
Fransız komedi tiyatrosunda şimdi “Karısı Olan Filozof” oyunu oynanıyor, izleyici oyunu beğendi. Yazarı – Détouche, onda Molière’deki düzey yok, eksiği çok. Détouche, kendi başından geçen bir olayı yazıp sahnelemiş diyorlar. Piyes yayınlandığında hemen sana göndereceğim. Herkes Kino’nun rolünü iyi oynadığı görüşünde, ama ben farklı düşünüyorum.
“Gulliver’in Gezileri” adlı kitabı sana göndereceğim. Yazarı Swift. İlginç, iyi ve doğru yanları olan bir kitap, iğneleyici yanları da var.
Durumumu soruyorsun. Baş edemeyeceğim bir durumla karşılaşmadığım sürece sorun yok. Ama her şey Tanrıya bağlı, ben sadece Tanrıya güveniyorum. Daha önceleri olmadığı ölçüde şövalye benimle ilgileniyor, bana büyük bir değer veriyor, saygı duyuyor, sürekli beni gözetiyor. Ben de ona aynı karşılığı veriyorum, senden utanmasam, ondan çok memnun olduğumu söylemek isterdim. Beni gördüğün günkü gibiyim, içimde uyandırmış olduğun düşüncelerle baş başayım, o düşünceleri gerçekleştirmeyi bir türlü başaramıyorum. Sevgim ve acıma duygum her şeyin üzerinde.
Üzüntü ve gerçekçilik beynimde sürekli çatışıyor. Onlar ruhumu ve bedenimi yoruyorlar. Şövalyenin başına bir şey gelecek olursa yaşayamam.
Yazıma ara vermem gerekiyor, birçok üzücü durumla karşılaştım. Şövalye halen ara sıra ağırlaşıyor, akciğerlerinde iltihaplanma yok. Daha fazla bir şeyler söylemeyi uygun bulmuyorum. Kötümser düşüncelerim beni yoruyor. İç açıcı bir durumum yok. Senin burada olmaman benim için büyük bir şanssızlık. Senin yanında olsaydım, bana güç katardın. O zaman, canımın içi, senin öğütlerin ve sana olan sevgimle, beni kasıp kavuran bu yangının üstesinden gelebilirdim. Bunun mümkün olmadığının farkındayım, ama bu durumla bir türlü başa çıkamıyorum.
Daha önce yazdığım duruma göre şövalye çok daha iyi, benimle ilgileniyor, bana yazdığı mektuplar da, daha önce sana okuttuklarımın benzerleri. Senin yazdıklarını sadece ona gösteriyorum. Yazıların için çok ilginç diyor, yazdıklarını okurken benim gibi mutlu oluyor. Hayırlısıyla, canımın içi. Seni sevdiğimden kuşku duymaman dileğimle.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, (s. 519 – 528)
——————————–
(1) – Proserpina, Yunan Tanrıçası.
(2) – Regulus, dört yıldızdan oluşan bir çoklu yıldız kümesinin çift yıldızıdır.
(3) – Tiberius Claudius Caesar Britannicus (12 Şubat 41 – 11 Şubat 55), Roma İmparatoru Claudius ve üçüncü karısı Roma İmparatoriçesi Messalina’nın oğlu.
(4) – Belléraphon (Bellerophontes), Korinthos kralı Glaukos’un oğlu. Sisyphos’un torunu.
****
III (s. 529-538)
“Değirmen taşı dönüyor, ama un vermiyor” dedikleri gibi miydi benim yaşamım ve aşkım? – bu şey nereden aklına gelmiş bilmeden Ayşet kendi kendisiyle alay etti, gülümsedi ve kendi sorusuna kendi yanıt verdi: – Benim yuvarlak, geniş ve boşuna dönen taşlarım, dedikodumu yapanların seslerine doymuş olmalılar…”
– Aisse, niye gülümsedin böyle? – diye sordu, uyanık Sophie.
– Kendi kendime bir soru sordum, onun için gülmüştüm, – onu da mı fark ettin” der gibi Ayşet, kendisi için kaygılanan Sophie’ye gülümsedi, – senin de böyle gülümsediğin anlar olmuyor mu?
– Yalnız olduğumda. Gülümsemem içimi daraltmıyor, aksine beni rahatlatıyor. Bana sorarsan, kendini Paris’e kapattığın süre yeter. Marie Angélique üçüncü kez haber yollamadan, temiz bir hava almaya Ablon’a git. – Sophie, sözüne ara verdi ve Ayşet’i uyardı: – Bakıyorum, betin benzin atmış. Şövalye için canını ortaya koyuyorsun, o halde dinlenmesi için onu Perigor’a, ana babasının yanına gönder.
– De Edie’nin hasta olduğunu bildiğin halde, ne diye öyle konuşabiliyorsun?
– Konuşuyorum, çünkü o seni düşünmüyor!.. – Sophie, içini boşaltmak istedi ve daha yumuşak bir sesle sordu: – Sen de hasta değil misin, öksürmüyor musun?
– Ben de halsizim, ama erkeğe kadın desteği gerekir… – dedi Ayşet, hemen sözünü değiştirdi… – Sophie, sen de Ablon’a gelmeyecek misin?
– Sormana gerek var mı? – Sophie gülümsedi, ardından yüzünü ekşilterek konuştu: – Kontes seni yalnız olarak yola çıkarmayacağımı bilmiyor musun?
– Biliyorum, şimdiye değin sorun çıkmadığına göre, bundan sonrası için kendimizi kurban verecek değiliz, – Her ikisi de güldü ve şakalaştı. – Marie Angélique mama gelip geçici öfkelense de iyi biri. Bir ayı geçkin süreden beri onu görmedim, özledim, o da bizleri özlemiştir. Hemen gidelim dersen ben hazırım, bir günlük yol. – Ayşet iç çekti. – Sadece onu değil, küçük köpeğim Pati’yi de özledim. Sen de onu özlemedin mi, Sophie?
– Özlemez olur muyum!.. Götürme, kontes, Pati sana rahat vermez dedim, Ayşet’i bana anımsatır diyerek götürdü.
Aynı anda Ayşet, küçük bir kız çocuğu olarak Ferriollerin bahçesine geldiği ilk günü, bütün bir ailenin kendisini nasıl karşıladığını, yüksek merdivenden koşarak inen küçük Pon de Vel’in elini tutarak yanında durduğunu ve Marie Angélique’in kendisini göğsüne bastırarak başını okşadığını ve kokladığını anımsadı, Laroche’u, bahçe ve ev içi hizmetçileri içinden Sophie’yi en fazla niçin beğenmiş olduğunu bilemeden, bütün bir geçmiş gözlerinin önünde yeniden canlandı.
Bu olay sanki daha dün olmuş gibi görünüyordu ona, oysa Ayşet’in Fransa yaşamında başından geçen olaylar sayılmayacak kadar çoktu: “Ülke, devlet benim, ben yoksam ülke de yok, isterse batsın” diyen Güneş Kral XIV. Louis artık yaşamıyordu, onun oğlu XV. Louis’yi büyüten, kadın düşkünü Orleans Dükü de ölmüştü. Onlardan ve sayısız bakanlarından artık kimse söz etmiyordu. Konstantinopol (İstanbul) esir pazarından satın alıp getirdiği Ayşet’i Katolik dinine kaydettiren ve onu bir Fransız olarak yetiştiren Kont Charles de Ferriol de artık hayatta değildi, kardeşi Kont Augustin Antoine ve eşi Marie Angélique de yaşlanmışlardı ve beklenmedik hastalıklarla boğuşur olmuşlardı. Tanınmış bir yazar olan Claudine Alexandrine de Guérin Tansen ise kendisi ve başkaları yüzünden birçok zorlukla boğuşmuş, kardeşi Pierre ise başpiskopos olmuş, kardinalliğe doğru yürüyordu. Arjantal’in doğduğu günü de bugün imiş gibi anımsıyordu. Pon de Vel ve Arjantal sanat ve politika dünyasının tanınmış kişileri olmuşlardı. Voltaire ile Montesquieu de Fransa’nın en tanınmış yazarları arasında yer alıyorlardı. Ayşet’in bu son dönemde tanıştığı genç Denis Diderot da onların ardından parıldıyordu.
“Ben neyim?.. – Ayşet anılarını sorguladı ve gülümsedi: – “Güzel olmam” talihsizlik dışında bana bir şey kazandırmadı, artık bir yabancı ülkede yaşıyorum… Bağışla beni Tanrım, üzüntülerimin farkındasın, beni anlayacağını umuyorum. Fransa’da başıma gelen bu üzücü olayda benim de bir sorumluluğum olduğunun farkındayım. Böyle dememden papanın benden istediği şeyi kabul etmem gerektiği gibi bir anlam çıkmıyor. Bunu yapsaydım sonsuza değin kurtulamayacağım, temizleyemeyeceğim bir leke ve büyük bir sıkıntı içine düşmüş olurdum… Peki kadınlığım ve zayıflığım sonucu işlemiş olduğum günahlara ne demeliyim?.. Bu tür davranışlar, evlilik dışı doğum, Fransa’da sıradan bir olay, kimse üzerinde durmuyor, ama bizim taraflarda, Çerkesiye’de bu gibi şeyler hiç unutulmayacak, sonsuza değin temizlenemeyecek bir leke olarak kalır. Bu konuda Fransızları suçluyor değilim. “Aşkınıza sahip çıkmıyor, ihanet ediyor ve çiğniyorsunuz diyecek bir liderleri de yok. Böyle yaşayacaksak, bu yüzden Fransa’nın yok olmasından korkulur. Böyle şeyler uzaklardaki Çerkesiye bir yana, İsviçre’de, Calandrinilerin yaşadığı Cenevre’de bile var mıdır?
– Niye oturup duruyorsun, Aisse, Ablon’a gitmeyecek miyiz? – diye Sophie sordu ve Ayşet’i uyardı: – Ne düşündüğünü Tanrı bilir… Ferrioller olmalı senin bir yana bırakamadıkların…
– Ferriolleri bir yana atarsak, Sophie, ikimiz de işsiz ve çaresiz kalırız, – diye Ayşet, Sophie ile şakalaştı. – Bunları ve başka şeyleri düşünüyordum.
– “Başka şeyler” demekle ne demek istediğini bilemem, ama elimden gelirse, Ferriolleri düşündüğün için başının ağrımasını istemem. Kontes Marie Angélique’in bulunmadığı bu son ayda yazdığın şeyi Ablon’da yazma fırsatını bulamayacağını anladığında bana hak verir, durumun farkına varırsın.
– Öyleyse oraya gitmek için ne diye acele ediyorsun? – diyerek Ayşet, şaka ile karışık Sophie’ye sordu.
– Ben mi acele ediyorum?.. Sıkı tembih edildiği için söylüyorum.
– Böyle diyorsak, yol boyundaki pazara uğrar, alışveriş yapar, oradan da Ablon’a geçeriz, – dedi Ayşet, ardından kontesi anlatmaya başladı: – Marie Angélique, ne olursa olsun, kötü biri değil. Sen de bilirsin.
– İnsan yaşlanınca, yeni huylar edinir demek mi istiyorsun? – Sophie kulaklarına inanamadı.
– Kuşkusuz, o kişi her zaman için altın gibi biriydi demek istemiyorum, ama kindar ve önyargılı biri olduğunu söyleyemem. Onun yufka yürekli ve art niyetsiz biri olduğunu biliyorum. Beni azarlamış, bana çok defalar kızmış olsa bile, zavallı annem, ninem sağ olsalardı, beni nasıl yetiştirecek idiyseler öyle yetiştirdi, bana kimsesizlik çektirmedi, kendi öz çocuklarından ayırmadı. Küçük Seleni’ye ilgisini de görüyorsun, birçok kez onu görmeye gitti. İzin verilirse Sans’tan alıp kendi büyütür.
– Doğru söylüyorsun, kontes temiz kalpli, içtenlikli biri, sözlerinde yapmacıklı ve sinsi davranışlar yok, o konuda sana katılırım, – dedi Sophie düşünmeden. – Evsiz ve işsiz olarak yolum Paris’e düştüğünde, ilk başvurduğum kişi Kontes Marie Angélique oldu, beni anladı ve işe aldı. Ama Jacques’la senin için yaptıkları bir konuşmaya da tanık oldum…
– İhtiyar bana ilişkin ne biliyor ki?! – Ayşet kendini frenleyemedi, Sophie’nin sözünü kesti, ardından daha sinirlenmiş halde konuştu: – Zavallı papam Jacques’tan olumlu söz ederdi ve hoşuma giderdi, sorduğu şeye verdiğim yanıt onun da hoşuna gitmişti.
– Anladım, – Sophie Ayşet’e hemen yanıt verdi, – Kontun mirasının üçte birinin sana bırakıldığını konuşuyorlardı. Evde baş başa kaldıklarında, “bizden ve kardeşinden habersiz kont öyle bir işe kalkışmamalıydı” diyerek, Marie-Angélique’in bağırmasının nedenini şimdi anladım. Ablon’a yola çıkarken, gelir gelmez seni Ablon’a göndermemi istemesi de bu nedenle olmalı…
Ayşet kutusundan bir belge aldı ve onu Sophie’ye gösterdi, belgeyi öte berisini koyduğu yeni torbasına koydu.
– Bu kağıt yaprağı benim ve başkaları için gizli değil. Geçinmen için hasta kont sana para bırakmış mı diye mama bana sormuştu, ben de her yıl için geçimlik bir paranın bırakıldığını söylemiştim. Mülk paylaşımı konusu benim de bilgim dışındaydı. Papa ölümünden birkaç gün önce sözü edilen bu belgeyi bana verdi. Ama sözü edilmediği için ben de belge konusu üzerinde durmamıştım… Şimdi gün geçtikçe durumumun zorlaştığını, kimsenin umurunda olmadığımı daha iyi anlamaya başladım…- Ayşet, içini kemiren üzüntünün nedenini bilemiyor, anlam vermekte güçlük çektiği bu tür üzüntüleri giderek artıyordu, bu üzüntüler gözyaşlarının dökülmesine yol açınca, her zaman yaptığı gibi kendi uzun ve güzel başına danışarak kendi kendisini topladı. – Ne diye oturup durursun, haydi Ablon’a gidelim.
Bu söz üzerine Sophie başını kaldırdı:
– Durum öyleyse, kontesin yatışmasına değin Ablon’a gitmeyelim.
– Üçüncü haberciyi göndermesini bekleyelim, öyle mi demek istiyorsun? Hayır, hemen gideceğiz. Mal derdi beklemez (Bılımıpsem şığeğupşej yiep). Ama mama gizli iş yürüteceğine bana sorsa daha iyi ederdi ve onu rahatlatırdım.
– Ne diyecektin ona?
– Ablon’da duyarsın.
– Öyle diyerek, Aisse, olmayacak bir hata yapma, kendini düşün, Selini’yi de unutma. Onlar kontun sana bıraktığı o küçük paya kalmış değiller.
Ayşet kendisi için kaygılanan Sophie’ye gücenmedi, aksine ona sevgiyle baktı.
Ayşet ile Sophie öğleden sonra, dinlenme vakti Ablon’a vardılar. Yaz mevsiminin sıcak ve güzel ilk ayıydı. Ferriollerin çiftliğinde iç açıcı bir yel esiyor, çiçek kokuları ve kuş sesleri bahçeyi kaplamıştı.
Ön bahçede, kapı önündeki ağacın gölgesinde Marie Angélique fal bakıyordu. Ev tarafından gönüllere işleyen bir şarkı ezgisi Laroche’nun kemanından yayılıyordu. Kontesin iki hizmetçisinden biri elbiseleri ütülüyordu. Bahçedeki ibibik horozu ise bahçe avlusuna tünemiş gelenler olduğunu haber verir gibi ötüyordu.
Fayton sesini duyar duymaz, Marie Angélique başını kaldırdı, faytondan Aisse ile Sophie’nin indiğini görünce, önemsememiş gibi fasulye falına döndü.
– Kontes, Charlotte Elizabéth Aisse geldi! – diyerek hizmetçi kız onları karşıladı. Sevinçten çılgına dönen köpekçik Pati de havlayarak Ayşet’e doğru koştu ve onun kucağına atladı.
– Marie Angélique mama, hiçbir şey demiyorsun, – Paris’te konuştuklarını unutmuş olmalı, kontese doğru eğildi, – sana bir sarılayım, seni öpmeme izin ver, seni özledim.
– Git, git, – Marie Angélique baktığı faldan başını kaldırmadan Ayşet’i azarladı, – beni özlemiş olsaydın iki aydan beri kendini Paris’e kitlemezdin… Pati’yi buraya getirmiş olmasaydım meraktan çatlardım… Gel, gönlümü al, bugün geleceğini fasulye falım söylüyordu. Öksürüyorsun, keyifsizsin dedikleri için Paris’e dönmeye hazırlanıyordum. Aisse, şu an nasılsın?.. Buraya bu kadar süre gelmemiş olman Paris’te tedavi görmüş olduğun için miydi?.. Solgunsun, zayıflamışsın. Küçük Selini ne durumda?.. Bunca acı ve sıkıntı içinde elbette güçsüz ve zayıf düşersin, nasıl ayakta kaldığını bilse bilse birTanrı bilir… Pati sevgilini yalamayı bırak da, onunla doğru düzgün bir konuşayım.
– Hayır, mama, o konuşmamıza engel olmaz, – Ayşet’i çok özlemiş olan köpeğini okşayıp sordu, – öyle değil mi, Pati?
– Bak şuna da, göğsünü ne kadar da geri çekmiş?.. Beni artık gözden çıkardın öyle mi, seni gidi küçük köpek seni! Seni memnun etmek için küçük Şarman’ımı içeriye kapatmıştım… Acıkmış olmalısınız, hadi sofrayı hazırlayın. Doktor Laroche Aisse’nin geldiğini bilmiyor olmalı, kemanı kulağımızı sağır etti, buraya gelsin.
– Mama, bilemiyorum, sordukların içinden önce hangisini yanıtlayacağımı?, – “görüyor ve duyuyor musun kontesin günahını aldığımı” der gibi Ayşet gözüyle Sophie’ye bir bakıp Marie Angélique’i yatıştırdı: – Hepsi iyi, hepsinin selamları var. Sen nasılsın, diz ağrıların ne durumda, rahatsızlık veriyorlar mı? Balaruc suyunu içiyor musun?
– İdare ediyorum, o suyu içiyorum, ayaklarım da idare eder, ama ava çıkacak durumda değilim. Bana bakma, bana bakma, boşuna av tüfeğini getirmişsin, iyileşmediğin sürece ava gitmene izin veremem, öksürüyorsun. Peki, sen ne diye hiçbir şey söylemiyorsun, Sophie?
– Her dediğin yerinde ve doğru, kontes, sana aynen katılıyorum, – Ayşet’e ilişkin kaygılarını duyduğu için Sophie memnun olmuştu, gülümsedi. – Sorun sadece öksürmesi değil, vücudunun her tarafı, kemiklerine varana dek sızlıyor.
– Bilmediğim şeyin sözünü etmem, – Marie Angélique biraz övünme payı bırakarak sözüne devam etti: – İsterseniz sofra hazırlanıncaya değin falınıza bakayım.
– Hayır, hayır, – diye kestirdi, ardından ekledi, – fala inanmıyorum.
İçeriden salınan küçük siyah köpeğin havlayarak dışarı koştuğunu gören Marie Angélique söylediğini, söyleneni de unutarak finoya seslendi:
– Buradayım, Şarman, – kucağına sıçrayan tüylü, kocaman gözlü finoyu okşayıp yatıştırıyor, bir yandan da azarlıyordu, – soluyarak, havlayarak kendini yitirip bitirmen gerekmezdi. Benimle şakalaşmayan bu Pati’ye yüz vermişliğim de yetti, şimdi artık seninle hep beraber olacağız, – Kontesin kimi kast ettiğini anlayan Şarman hemen Pati’ye havlamaya başlayınca çıkıştı: – Yeter, küçük aptal, o havladığın fino da bizim, gelenleri karşılasan daha iyi edersin.
Ayşet’in Ablon’a geldiği haftasını geçmişti, Marie Angélique açmak istediği mal paylaşımı konusuna henüz değinememişti. Günler günleri kovalayıp geçiyordu. Sıcak havayı serin hava, yaz mevsimini yağışlı hava ve gök gürültüsü izliyordu. Ayşet kontesin kendisine soracağı şeyi unutmuş durumdaydı. Sophie de, uzun süreden beri susmuş, kabuğuna çekilmişti. Şarman ile Pati de barışmış bahçede beraber oynamaya başlamışlardı. Marie Angélique ile Ayşet oyalanacak şeyler buluyorlardı: Kitap okuyor, kağıt oynuyor ve bahçede dolaşıyor, bahçe dışı yakın çevrelerde de geziniyorlardı. Akşam çayı sonrası Laroche’a keman çaldırıyorlardı, beğendikleri şarkılara düşük tempolarla eşlik ediyorlardı.
Görünüşe göre lüks bir yaşamları vardı, oysa Marie Angélique ile Ayşet, aslında üzgündüler: Her ikisi de üzüntülerini gizleyerek dolaşıyordu. Ayşet Paris’ten beraberinde getirdiği belgeden kaygılanmıyor değildi, ama en çok iki kişi, Selini ve Edie için kaygılanıyordu. Küçük kızı ile ayrı düştüğü, yaşamı ve mutluluğu paylaşmadığı için üzgündü, yoksa çocuk doyuruluyor, giydiriliyor, bakılıyor ve hiçbir şeyi eksik bırakılmıyordu, Bolingbroklar affa uğramış, İngiltere’ye dönme iznini elde etmişlerdi, çocuğu İngiltere’ye götürmek ve orada büyütmek için gerekli belgeleri hazırlatmaya başlamışlardı. “Sağlığı bozulmasın tek, Selini’den hiçbir şey esirgenmez, – diyerek kendisini avutuyordu Ayşet. Edie ile ben, işleri yoluna koyar kıymaz onu yanımıza alırız. Ama ben keyifsizim, kemiklerim sızlıyor derken Edie benden de beter çıktı. Ben onun hastalığına yardımcı olur, ilaç bulurum? Ama en iyi ilaç bile onu etkilemiyor. Fransa için savaşırken aldığı yaralar yüzünden kötü durumda, soluyamıyor, verem olmadığı halde öksürmekten boğuluyor. Ey benim Tanrım, Edie konusunda bana yardım et, onu iyileştir, işlerimizi yoluna koy. Bu dünyada ondan daha sevdiğim biri yok. Selini’yi de tabii…”
Kontes Marie Angélique de rahat ve dinginlik içinde değildi. Eski güzelliğini yitirmiş ve yaşlanmıştı. Kont Charles de Ferriol’ün vefatından beri aile gelirinin azaldığını, hayat pahalılığının giderek yükseldiğini, Augustin Antoine’ın bir köşeye çekildiğini, birkaç ev hizmetçisine ödenen paranın arttığını… bu gibi şeyler onu düşündürüyordu. Ama Ayşet’in Ferrollerin mal paylaşımına katılacak olması onu en çok düşündüren konuydu. Bu durumda, büyüttüğü, eğittiği, sevdiği Ayşet’in mal paylaşımı konusunda kendilerine dava açmaması için, onun Ayşet’e yapmayacağı bir iyilik düşünülemezdi.
“Doğru, doğru, oğullarımla birlikte büyüttüğüm, emek verdiğim uğursuz Aisse’yi ne yapayım, – Marie Angélique kendi kendine söylendi, – ancak paylaşıma katılma hakkı olduğuna ilişkin belgesinin bulunduğunu benden ve Ferriollerden ne diye sakladı ki… Öyle diyorum, ama zavallı Aisse’nin bir suçu olabilir mi, o konuda suçlu olan ne yaptığını bilmeden aramızdan ayrılmış olan konttur… Ama benden gizlediği bu şeyi bana açıklamadan onu Ablon’dan dışarıya adım bile attırmam!”.
Gece boyunca gök gürültüsü içinde yağan soğuk yağmurun getirdiği soğuk bir sabaha uyanmışlardı, nem ve ıslaklık her yeri kaplıyordu. Oda sıcaklığının düşmemesi, kemiklerini ısıtması için kontes şöminenin yakılmasını buyurmuş, şömineye odun attırmıştı.
– Günaydın, mama, – dedikten sonra Ayşet Kontes Marie Angélique’e sordu: – Bu geceki gök gürültüsünden rahatsız oldun mu, seni uyutmamış olmalı?
– Uyumamış olmam sorun değil, kemik ağrılarımı yeniden tetikledi. Ya sen, sen korkmadın mı?
– Ben mi?.. – Ayşet şaşırmıştı. – Unuttun mu, gök gürültüsü ile gelen yağmuru sevdiğimi? Kulak vererek, yıldırım düşmesini ve gök gürlemesi seslerini sayarak uykuya daldım.
– Evet, evet, gök gürlerken beni yatıştırdığını ne diye unutmuşum ki… Bu kez yanıma gelmedin, benden bıkmış olmalısın…
– Hiçbir zaman, mama, seni sevmediğim durumum olmadı, günahımı alıyorsun.
– Bilemiyorum… Benim senden bir kuşkum var… Daha önce de söylemiştim, benden bazı şeyleri gizliyorsun.
– Neyi gizliyor muşum, mama?! – Ayşet söylenen bu asılsız suçlama karşısında bağırdı, unuttuğu şeyi hemen anımsadı, odasına koşup miras paylaşım belgesini getirdi ve kontese gösterdi: – Bunu mu demek istiyorsun?
– Nedir o?.. – Kontes bilmiyormuş gibi davrandı.
– Yaşlı Jacques’ın sana sözünü ettiği belge. Bu şey senin, benim ve birileri için gizli olan bir şey mi, mama?
– Gizli değilse, bunu o laf taşıyıcı yaşlı faytoncudan önce bana söyleseydin?
– Mama, bu belgede yazılı olandan çok daha fazlasını sen bana verdin, bu nedenle sözünü etmeye değer bulmadım. Ben bir Ferriol’üm, Marie Angélique mama, kendi kendimle mal paylaşımı yapacak değilim! Seni, amcam Kont Augustin Antoine’ı, kardeşlerim Pon de Vel ve Arjantal’i o konuda üzecek biri olamam. Bu belgeyi yok sayalım, – Ayşet kağıdı yırtıp ateşe attı.
– Ne yaptın sen?! – diye Kontes Marie Angélique bağırdı ve ağlamaklı biçimde demir maşayla kağıda uzandı, ama Ferriol ailesini düşündüren belge göz açıp kapayıncaya değin kül olup gitti. – Aisse, ne kadar da talihsizsin, küçük Selini ve sen bundan sonra ne yapacaksınız?..
– Siz ne yaparsanız, Marie Angélique mama, biz de onu yaparız… – Ayşet, kontesi teselli ederek eli ile okşadı, yanına oturdu ve ona sarıldı.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 529-538)
****
(Ayşet’in Bayan Calandrini’ye yeni mektubu) (s. 538 – 546)
IV
Gökyüzünü sarmış olan kara bulutlar nemini boşaltmış, gökyüzü parlak bir görünüm almıştı, Ayşet de hiçbir sorunla karşılaşmamış gibi Ablon’da günlerini sessizce geçiriyordu. Laroche doktorun durmadan sözünü ettiği temiz havanın yararını görmüş olmalıydı: yattığında üzüntüleri dağılıyor, acıları depreşmiyor, hemen uykuya dalıyor, sabahları bülbül sesleri içinde uyanıyordu. Ayşet bülbül seslerini dinlemekten zevk alıyor, bir süre bu sesleri dinleyerek yatıyor, ardından kalkıp değişik renklere bürünmüş yaz mevsimi dünyasına göz atıyordu: “Bu dünya ilginç şeylerle dolu… – diye söyleniyor, yeniden depreşmek için başına üşüşmeye hazır bekleyen üzüntülerini bir yana itip kendi kendine soruyordu: – İyi olan kötüyü bastırıyor. Tek bir gözlükle yetinseydik, yeryüzü ilginç olmaktan çıkar, bıkkınlık verirdi. Ağaçların, dağların ve kırların görünümleri farklı. Kuş cıvıltıları da faklı. İnsanların konuşma, gülme, ağlama ve azarlama sesleri de birbirine benzemiyor. Gül ve çiçek kokuları da farklı. Yeryüzü birbirine benzemeyen ilginç ve değişik görüntü ve renkler içinde, ama kötüye göre iyi olan daha çok! Elinden geliyorsa, kötü adam olmaktansa iyi adam olmak yeğlenmeli, – sonunda Ayşet sabah düşüncelerine bir son verdi, istediği ve özlediği şeyleri kendine sormaya başladı: – Bugün ava çıkmak için güzel bir gün, ama olmaz, ava gitmek yerine July Calandrini’ye mektup yazmam gerekiyor. Böyle akıllı ve beni anlayan bir kadını tanıdığım için şanslı sayılırım!”.
Calandrini ile Ayşet arasındaki ilişki, Ayşet ile Marie-Angélique arasındaki ilişkiden farklıydı. Ayşet için Kontes Marie-Angélique bir anaydı, birbirlerine gülümsüyor ya da kızıyor, birbirini uyarıyor ya da öğütte bulunuyor iseler de konumları farklıydı, dargın ya da kırgın olsalar bile birbirlerini bağışlıyor ve barışıyorlardı. Ayşet artık bir küçük kız değildi, evlilik dışı ana olmuştu: Adına üzüleceği, üzerinde titreyeceği ve koruyacağı birileri vardı. Son dayanak olarak – kendisini aç bırakmayacak küçük bir gelir (irat) vardı. Ama mülkünü ateşe atıp yakmakla Ayşet, kendisi ile gizli mal mülk hesabı peşindeki Marie-Angélique’e ne demek, ona neyi kanıtlamak istemişti? Mala mülke değer vermediğini ya da Ferriol ailesinden biri olduğunu mu, Ferriol olmayı mal ve mülkten daha değerli bulduğunu mu söylemek istemişti? Böyle ya da başka bir neden de olabilirdi…
“Ne yaptın sen!..” diyerek Kontes Marie-Angélique’in ateşe el atışını ve ağlamaya başlamasını, Ayşet’in onu kucaklayıp yatıştırmaya çalışmasını nasıl yorumlamak gerekirdi?.. Bu soruyu herkes kendi algılamasına göre değerlendirebilir. Ama insanlık, onur ve özsaygı her şeye değer! “Calandrini’ye bunlardan söz etmeyeceğim, boş yere kafasını şişirmek istemem, sorduğu sorulara yanıt vermekle yetineceğim”, – diyerek Ayşet, İsviçre Cenevre’ye göndereceği mektubu yazmaya başladı.
“İki mektubun, ışığım, bir süre önce elime geçti, ama yanıt vermeyi geciktirmiş oldum. Seni sevmediğim, sana saygı ve değer vermediğim, seni özlemediğim için değil, onlara vaktinde yanıt vermediğim için bahaneler arıyor da değilim. Sans’a gitmiş olmam, rahatsız ve keyifsiz olmam, bunlara eklenen başka engeller nedeniyle yazımı geciktirdiğim için beni bağışla, bundan sonrası için üşengeç davranmayacağımı bildirmek isterim. Seni içtenlikle sevdiğimi, herkesten ayrı tuttuğumu, sana gereksinim duyduğumu, akılcı ve bilge sözlerini beklediğimi, bunu istediğimi sana söylemek ve kanıtlamak istiyorum.
Şu an Ablon’dayım. Bugün hava sıcak, nefis bir hava var, ama Cenevre ve İsviçre’nin temiz ve iç açıcı havası ile kıyaslanamaz tabii, yine de mektubumu bıkmadan okumanı diliyor, bıkmaman için de sorduğun soruların yanıtlarını kısa kısa sana yazmak istiyorum.
Küçük Selini boy atmış gibi göründü bana. El, yüz ve bedeni ile güzel, fidan gibi bir kız çocuğu oldu, gözlerinin güzelliği bütün bir dünyaya bedel denebilir, ama görünümü beyazımsı, solgun ve zayıf. Akılsız değil, güler yüzlü, cana yakın ve zeki bir çocuk, ama kendine bakmayı pek bilmiyor, bunun dışında, istekleri, karakter ve davranışları ilgi çekici. Bu çocuktan eksiksiz ve iyi bir insanın çıkmış olacağı umudu içindeyim. Zavallı küçük bana çok düşkün. Beni gördüğünde o denli sevindi ki aklını oynatacak gibi oldu. Farkına vardığım özellikleri daha da çok. İçimi sızlatan şey, göğsüme bastırdığımda yüreğimin çırpınışını belli etmemeye çalışmam. Benim kendisini görmeye gittiğim günden daha mutlu bir gününün olmadığını söyledi. Orada bulunduğum sürece yanımdan hiç ayrılmak istemedi, bir iş buyurduğumda itiraz etmeden yerine getirdi, her istediğimi yerine getirmek için koşuşturdu. Söylediğim bir şeyi yerine getiremediğinde, küçüklerin yaptığı gibi bahaneler uydurma yoluna kaçmadı. Ayrılacak olduğumda içimi sızlatacak denli üzülmüştü. Ağzından tek bir sözcük damlamadan bana bakıp durdu. Reims’te tedavi gören Claire Bolingbrok’un yanına gitmek üzere başrahibe ile anlaşmıştık. Baş rahibenin Sans’tan ayrılacak olması manastırdakilere zor gelmişti. Bu habere üzülmüş olmalı ki, küçük kızım şöyle dedi: “Senin gidecek olman herkes gibi beni de üzüyor, ama gitmen gerektiğini biliyorum. Markiz Bolingbrok seni görünce çok sevinecek ve sağlığı açısından iyi gelecek, işin bu tarafı beni biraz rahatlatıyor”. Oracıkta zavallıcık ağladı ve bana sarılarak şöyle dedi: “Ne kadar da beklenmedik bir durum bu, yoksa benim yanımda daha çok kalabilecektin. Ben anasız ve babasız biriyim, annem olman için sana yalvarıyorum, öz annemi ne kadar seveceksem, seni de o kadar seviyorum”. Anlıyorsun değil mi, ışığım, onun bu sözlerinden sonra rengim atmış, ama ne kadar üzüldüğümü belli etmemiştim.
Sans’ta iki hafta kaldım, orada eklem ağrılarım arttı, el ayak ve vücudumu kımıldatamaz oldum. İki gün boyunca küçük kızım tek bir an olsun yanımdan ayrılmadı. Beni yalnız bırakmamak için iki gün boyunca başucumda bekledi. Ağrılarımı hafifletmek için benimle konuşuyor, bazen uykuya daldığımda, beni uyandırmamak için neredeyse solumadan başucumda oturuyordu. Bu koca dünyada ikimizin sevgisi ve ilişkisi gibisi zor bulunur. Ben onu üç ayda bir görüyorum, başka bir çözüm yolu bulamıyorum. Şu an onu daha fazla sıkıştırmakta bir yarar görmüyorum, sıkıştırmayı da gururuma yediremiyorum. Koca kişiler bile bu işi başaramazlar. Küçük kızın Bolingbrokların yanına verilecek ve büyütülecek olması küçük kızı çok üzmüş ve rengini soldurmuş.
Şövalyenin eşi olarak anılmak benim için bir onur, şövalyeyi kendim için değil, onu o olduğu için seviyorum. Hayır, benim yüzümden ona söylenecek her şey önem taşıyor, ona olmayacak şeyler yaptırmayı kabul edemem. Onun hakkında söylenecek dedikoduları da kabul edemem! O takdirde bana olan olumlu duygularının zedelenmeyeceğinden emin olabilir miyim? Peki, olmayacak bir aşk yolunu seçtiği için pişmanlık duyuyor olabilir mi? Onun beni sevmediğini ve mutsuz olduğunu anlayacak olursam, nasıl yaşarım! Beni incitmemeye dikkat ediyor ve içtenlikli davranıyor, ilginç ama çözmesi zor bir durum, her neyse, sonunda ikimizin birlikte bir yaşam sürdürmemiz konusunda anlaştık. Bu sözleri beğenmemiş, ilginç bulmuştum. Bu arada sözlerinde beni kınayacak bir yan olmadığına beni inandırmayı başardı, mal varlığının yarısını benim üzerime yazdıracağını söyledi, bunun nedeni akrabalarına güvenememesi. Ayrıca kalan yar mal varlıkları hangimiz daha uzun yaşarsa, onun üzerinde kalacağını, öyle yazdıracağını da söyledi. Ben de, benim kullandığım kişisel eşyalarım dışında bir mal varlığımın olmadığını gülümseyerek söyledim.
Şimdi, ışığım, sorduğun soruya seni kızdırabilecek bir yanıt vereyim. Paris’te dolanan yalan haberler sana da ulaşmış olmalı. Şövalyeyi ilk günlerimdeki gibi seviyorum, onun dışında kimseyi sevmiyorum, yaşamımda yeri olacak tek kişi o. Kızdığın için, sana saygıda kusur etmeyerek, bu tür kötü söylentilerin kaynağını açıklamak istiyorum. Gevres (Jevr) dükünü çok sevmiş olduğum, bu sevme nedeniyle işlediğim günahı bağışlatmak ve Tanrı’nın huzuruna çıkmak için kiliseye gittim. Günah çıkarmak için pedere (rahip) olayı anlattım, peder, bu kadarcık bir şey için günah çıkarmama gerek olmadığını söyledi.
İlk aşkımı yaşadığımda on bir yaşındaydım, on iki yaşına geldiğimde bu gibi şeyler bana şaka imiş gibi gelmeye başladı. Gevres dükünü beğenmediğim için değil, kendisi ve kardeşleri ile oynamak için onların bahçelerine gidiyordum. Bu bende bir alışkanlık haline gelmişti. Dük benden iki üç yaş büyüktü. Diğer çocuklara göre kendimizi daha büyük görüyorduk. Küçükler saklambaç oynarken, biz büyükler gibi yapıyor ve konuşmakla yetiniyorduk. Aşk konularından hiç söz etmedik, doğrusunu söylemek gerekirse, o ve ben aşkın ne demek olduğunu bilmiyorduk. Karşı balkonlara çıkıyor ve bakışıyorduk. Dük bizi İvan (Yaz ortası, 7 Temmuz İvan Kupala kutlama) gününde havai fişek gösterilerini izlemek üzere Saint – Ouen (Sen-Van) şehrine götürüyordu. Bizi sık sık birlikte gördükleri için hizmetçilerimiz, bizi sevgililer diye anmaya başlamışlardı.
Her şeyi dikkate almaya ve düşünerek hareket etmeye alışık bir kız çocuğu olduğum için, Gevres dükünü sevmekıe bir kötülük görmemiştim. Tanrı inancım vardı, tövbe etmeye – günah çıkarmaya – kiliseye gitmiştim. İlkin ufak tefek günahlarımı saydım, ardından sıra büyük günaha geldi. Pedere (rahip) bir genci sevdiğimi söyledim. Peder “O genç kaç yaşında?” – diye sordu. “On iki yaşında” – dedim. “Onu ne kadar seviyorsun?” – diye sordu. “Kendimi nasıl seviyorsam onu da öyle seviyorum” – dedim. “Tanrıyı sevdiğin gibi mi?” – diye sordu. Bu söz üzerine kızdım. Peder güldü, bu gibi küçük şeyler için günah çıkarmaya gerek olmadığını ve bundan sonrası için doğru kurallara uygun hareket etmemin iyi olacağını söyledi, tek başıma bir erkekle beraber olmamın uygun düşmeyeceğini de sözlerine ekledi.
Daha sonra Gevres dükü ile her karşılaşmamızda çocukluk günlerimizi anar olmuştuk. Bu tür şeyleri, özel anlamda, gerçek mi şaka mı diye düşünmemiştik. Sana yazdığım bu gibi konular hakkında, ışığım, senin katında suçlu olur muyum? Bu konuda sana laf taşıyanın Beddevol olduğundan kuşku duymuyorum, laf taşıyıcı biri, doğru dürüst konuşmaz. Bu durumda sana düşecek olan görev, beni kollaman, onun toplum önünde gelişigüzel konuşmasına izin vermemen olurdu. Anlaşılan, ışığım, seni aldatacağımı sanıyor olmalısın! Sen bana çok sayıda iyilikte bulundun, sana çok şey borçluyum, sana olan sevgimi hiçbir şey değiştiremez. Sana olan saygı ve sevgimin bir kanıtı olarak senden çok memnun olduğumu söylemeliyim. Aramızdaki güveni kimsenin bozamayacağı konusunda sana söz veriyorum.
Şövalye sana büyük bir saygı duyuyor. Aramızı bozmak, adımı kötüye çıkarmak için harekete geçenlere onun nasıl karşı çıktığını sen de bilirsin. Şövalye kötü kalpli kişileri hiç sevmez, – sezgisi güçlü ve kalbi temizdir. Her gün bana daha fazla ilgi gösteriyor. Onun bana olan sevgisi konusunda bir gün Kontes Marie-Angélique bana bir soru sormuştu. Şöyle bir yanıt vermiştim: “Ben ona büyük bir sevgiyle bağlıyım ve onu mutlu etmeye çalışıyorum”. Biraz kuşkulu sorduğu için ben de alaycı bir karşılık vermiştim.
Pon de Vel’i soruyorsun, sağlık durumu pek iyi değil. Bunları sana yazarken içim burkuluyor. İnsanoğlunda bulunması gerekli olan iyi özelliklerin hepsi onda bulunuyor. Akıllı ve kişilikli biri. Bana karşı tam bir melek.
Şimdi sana söyleyeceğim şeye şaşıracaksın. Arjantal ile ben birbirimize kızdık, doğduğu günden bu yana bir ilk bu. Tam dört gün boyunca birbirimizle konuşmadık. Birbirimize kızmamızın nedeni annesiyle akşam yemeğini yemek istememesi. Durum böyle ama kontes bunu bilmiyor. Bilse gülmekten kırılırdı. Çünkü, kontes oğlunu azarlarken, ben Arjantal’den yana olmamıştım, birkaç gün önce gürültü kopmuştu. Ne durumlara düştüğümü anlıyorsun değil mi? Yirmi yedi yıl kardeş olduğun birini yitirmek kolay şey değil. Olup bitenden Arjantal’in kendi de pişman olmuş olmalıydı. Barışmamız için ilk adımı atan kişi daha adil davranmış olurdu. Öğle yemeği sırasında, Arjantal’in sağlığı için kadeh kaldırdım, ertesi gün mırın-kırın etmeden yanaklarından öptüm. Böylece eski günlere dönmüş ve barışmış olduk.
Marie-Angélique kalemimi elimden aldı”.
“Ben engellemesem, Aisse, yazı yazmaya asla son vermezdi, sana birkaç kelime yazmak için kalemi onun elinden aldım. Tanrı beni sana unutturmasın. Sürekli kalbimdesin, birbirimize uzak düştüğümüz için üzülüyorum. Bu arada hastalanmış ve başka yerlerde bulunmuş olmam, seni düşünmemi engelleyemedi. Şimdi de gezmeye çıkmak üzereyim, gideceğim yerlerden biri de Pon de Vel’in bahçesi. O zaman sana yakın yere gelmiş olacağım, Tanrı izin verirse birbirimizi görürüz. Bu görüşmenin beklentisi içindeyim, bu bekenti sayesinde görüşememiş olmanın üzüntülerini daha erken aşacağımı düşünüyorum. O zamana değin, beni habersiz bırakmamanı, iyi ve güzel ilişkilerimizi yaşadığımız sürece sürdüreceğimden emin olmanı diliyorum”.
Mektubuma, ışığım, dönüş yapıyorum. Av için zaman ayırıyorum, bunun büyük yararını görüyorum. Beden olarak yorulmam, düşünce ve kaygılarımı unutturuyor, bu da bana iyi geliyor, şifa kaynağı oluyor, av dönüşü iyi yemek yiyor ve uyuyorum. Avlanırken çok yerleri geziyor ve ter atıyorsun, bu da beni rahatlatıyor.
Evet, canımın içi, sorduğun sorulardan bazılarının yanıtları böyle. Kalbim tümüyle sana açık, benim büyük bir dayanağımsın. Hayırlısıyla burada yazımı bitirmek durumundayım. Benim gibi çelimsiz birine göre mektubum çok uzun olmuş”.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 538 – 546)
(Devamı var
***
V (s. 546-557).
Yaz mevsiminin üç ayı boyunca Ayşet hemen her hafta Paris’e gitmişti. Çok değil, bir gece ve bir gün, ya da iki üç gün Paris’te kalıyordu. Ayşet’in Paris‘e gitme nedenini sadece Sophie biliyordu. Ayşet’in attığı her adımı bilmek isteyen Kontes Marie-Angélique ise, değişik bahaneler uyduran Sophie tarafından idare ediliyor, yatıştırılıyordu. Uzunca bir süre boyunca kuşku içinde kalmış olan kontes sonunda Sophie’ye sordu:
– Her ikiniz benden saklı ne işler çeviriyorsunuz?
– Yok öyle şey, bir şey çevirdiğimiz yok, tasalanma.
– Evet, evet, aptal yerine koyacak bir tek beni buldunuz… Birtakım işler çevirmiyorsa, Aisse’nin bu kavurucu sıcakta Paris’te ne işi var, ne diye ikide bir gidip geliyor. Neyin peşinde? Hangi işin peşinde olursa olsun, – “Ne olduğunu bana göstermediği ve okutmadığı o kağıdı yakarak beni uyutmak mı istemişti?.. – diyerek bitmiş bir şeyi kendi kendisine soruyordu, – Konuştuğumuz şey aramızda kalacak, inanmazsan yemin edeyim.
– Ben sana güveniyorum, kontes, sen de bana güven, ama bilmediğim bir konuda sana ne diyebilirim? Charlotte-Elzabéth Aisse’nin de hasta olduğunu bilmiyor musun? Hastalığı nedeniyle ilaç ve iyileşme arayışı içinde…
– Bütün üzüntüm de bunu bildiğim için!.. – Marie-Angélique iç çekti ve sesini yumuşattı: – Ağrılarımı azaltması için bana da ilaç getiriyor. Yine de içim rahat değil, açıklayamadığım bir şeyler dönüyor… Şövalye, Aisse’ye yapacağını yapıp bir köşeye çekilmiş olabilir mi?.. Boyun eğerek onun hizmetine girecek olursa ben bunu kabul etmem, onu hasta eden diğer bahanelerinin de canına okurum!.. Böyle diyorum, ama biz kadınların ne yapıda olduğumuzu bilmez misin, Aisse, Feriolleri zorda bırakacak bir işin peşinde olabilir mi, bilmiyorum…
– Kontes! Aisse için ne diye öyle şeyler düşünürsün?.. – diyerek Sophie ince sesiyle yanıt verdi, ardından davranışının doğru olmadığını anladı ve daha yumuşak bir sesle sözünü bağladı: – Charlotte-Elzabéth Aisse’nin neyin peşinde olduğunu bilmiş olsaydın… – “söylesem mi söylemesem mi?” diye kendine sordu, ama konuşmamaya karar verdi.
– Bilmediğim için sana soruyorum ya! – diye Kontes Marie-Angélique Sophie’ye çıkıştı. – Söylediklerimi sorgulamak sana düşmüyor, haddini bil!
– Sınırımı aştım, kontes, bağışla beni, bunu kötü niyetle söylemedim, – Sophie kontesin sözlerini ağır bulduysa da kendisini dizginlemesini bildi, ama geri çekilmedi. – Ferrioller konusunda Aisse’nin olmayacak bir davranışta bulunmayacağına tanıklık ederim.
– Öyle diyorsan, tamam, – diye kontes sözlerini geri çekti, – sana bir şey ilettiklerinde kuşkuya kapılarak… Aisse Ferrioller konusunda kötü bir şey yapmaz, ben de bunu kim yapar diye soruyorum işte…
Kuşku yaratan Ayşet çiçek hastalığı ile boğuşan Arjantal ve onun sevdiği büyük sanatçı Lecouvreur Adrienne’in ağır hastalığı ile ilgileniyordu.
Haftada bir ya da iki haftada bir iki kez Pon de Vel annesinin yanına geldiğinde, Marie-Angélique, Arjantal’in sağlığını soracak yerde, oğlunun sevdiği Lecouvreur Adrienne’nin durumu ile ilgili sorular soruyordu. Pon de Vel daha önce Ayşet’le kararlaştırdığı gibi, Arjantal’in hastalığını annesinden saklıyor ve annesine başka türlü yanıtlar veriyordu.
Bir gün hastaneye giderken Pon de Vel kaygılandığı bir şeyi Ayşet’e sordu:
– Aisse, hastalık konusunda mamamıza dürüst davranmıyoruz, kardeşimizin hastalığını gizliyoruz.
– Pon de Vel, kardeşim, ben de o konuda kaygılıyım, ama mamanın halsiz ve hasta olduğunu biliyorsun. Arjantal’i bize bile zor gösteriyorlar. Mama, Arjantal’e sokulmaya kalkışır, izin vermediklerinde de dayanamaz.
– Doğru konuşuyorsun, – dedi Pon de Vel ve sevgi dolu bir gözle Ayşet’e baktı, – ama sen hekimleri nasıl ikna ettin bilmiyorum, onun yanında oturmana ve ona yemek yedirmene izin veriyorlar.
– Hekimlere ne yaptığımı söyleyeyim, – alaycı bir biçimde Ayşet gülümsedi, – kardeşimden hastalık kapacak olursam hekimlerden şikayetçi olmayacağım konusunda imza verdim.
– Ben de öyle düşünüyordum. Öyleyse Çiçek hastalığını iyileştiren soydaşın Çerkes kadınına (1) benzeyen biri olmuyor musun?
_____________
Dipnot:
(1) – “Güzelliğini yitirmemek ya da kızlarının güzelliklerini korumak için ya da hastalığa yakalananlara acıdığı için hastalığı tedavi eden ilacı bulmayı düşünen ve bulan Çerkes kadınına insanlık olarak çok şey borçluyuz! – diye yazıyor K. Helvetius. – Ne kadar çok bebeği ölümden döndürdü o kadın! O kadının insanlık için yaptığı iyilik gibi bir iyiliği mabetler, kiliseler inşa eden, oralarda görevler üstlenen kadınlar arasında, onun gibi insanlığa hizmet eden başka bir kadının çıkmadığını belirtmem gerekiyor”.
___________
– Kardeşim, o yetenekli kadına beni benzettiğin için sana teşekkür ederim, – Ayşet bu duyduğu şeyden mutlu olmuştu, – ama ben asla onun gibi biri olamam. Sevdiğin biri, üstelik kardeşin ise, onun için yapmayacağın şey düşünülemez, gerekirse canını da verirsin demeleri bu yüzden olmalı, doğru bir sözdür. Kardeşimiz Arjantal bizden çok daha küçük, sağlıklı olsun ve yaşasın. Sevgilisi Lecouvreur Adrienne’nin başına geleni görüyorsun. Ben neyim ki?.. Elma ağacından ham düşürülmüş meyve gibiyim ve kimsenin istemediği bir kişi olarak o ağacın altında oturuyorum…
– Aisse, Charlotte-Elizabéth Aisse, – Pon de Vel alışkın olmadığı gibi kızdı, – Sus, uygunsuz şeyler söyleme! Sen bizim kız kardeşimizsin, Ferrioller olarak seni seviyor, seninle öğünüyor ve seni el üstünde tutuyoruz, akıllı ve zeki biri olduğun, temiz aşkın ve gerçek insani yönünle seni örnek alıyoruz. Şimdiye değin sana söylemediğimiz bir şeyi sana söyleyeyim: Başına gelenler yüzünden ben ve Arjantal seni kınamadık. Kendini korumak için çırpınırken, içine düştüğün durumun farkındayız. Sevgili anayurdumuz Fransa’da yaşanan berbat şeyler yanında, seninkinin lafı bile edilmez. O konuda seni büyütüyor ya da küçültüyor değilim. Sen adına ilginç bir roman, iyi bir piyes ya da güzel bir opera yazılacak birisin.
– Pon de Vel, – Ayşet utanma ağırlıklı bir ricada bulundu, – yeter, bırak artık, hak etmediğim şeyleri benim için söyleme.
– Sadece ben değilim, Voltaire, Montesquieu, yazar Prévost, yeni yetenek Diderot ve seni tanıyan herkes benimle aynı görüşte. Başın dik gezeceğin yerde, sen kendini yiyor ve kendi tabutunu kendin hazırlıyorsun. Bilmiyor ve kendine değer vermiyorsun, güzelliğin ve güzel yanın bütün bir Fransa’nın gözünden kaçmıyor.
– Tamam, tamam, Pon de Vel, anladım, – diyerek Ayşet şakalaştı: – Bütün bir Fransa beni gözleyeceğine, senden utanmadığım için beni bağışla, d’Edie ile ben hastayız, yine de küçük kızımızı yanımıza almamıza ve büyütmemize izin verseler daha iyi olurdu…
– Onların da, Aisse, sırası gelip çözüldüğünü görürsün. – bu tür yüreklendirici sözlerle Pon de Vel konuşmasını bağladı.
Ayşet sevinç içinde Arjantal’in yanından geldi ve hastanın daha iyi durumda olduğunu Pon de Vel’e söyledi.
– Durumu iyi, Pon de Vel, kardeşimiz çok daha iyi, yemek yedirdim, benimle konuştu, seni sordu, yanımda olduğunu söyledim. Bütün akrabalarını, hizmetçilere değin sordu, hepinize selam söyledi. Yüzündeki yara ve kabarcıklar kuruyor, doktorları iki hafta içinde onu taburcu edebileceklerini söylediler. Çocuk kendini umursamadan Lecouvreur Adrienne’i sordu. Durumumu, çiçek hastalığının yüzümü ne hale getirdiğini sakın kıza söyleme dedi (1).
_______________
Dipnot:
(1) – “Arjantal konusunda seni kaygılandırmamak için durumu sana bildirmiyordum”, – Calandrini’ye gönderdiği mektubunda öyle yazıyor Ayşet. İyileştiğine göre, şimdi onun durumunu anlatabilirim: Biz ve arkadaşları şanslı olmalıyız, Arjantal korkunç çiçek hastalığından sağ salim kurtulmayı başardı. Çiçek yüzünü, en çok da burnunu kemirdi, alacalı bir renge dönüştürdü, kişide daha da küçüldüğü izlenimi yaratıyor. Yakışıklı genç diyecek bir durumu kalmadı, ama iyi yanını korudu, herkes onu seviyor, saygı gösteriyor ve değer veriyor, ne kadar övgü yağdırsan, el üstünde tutsan bile, yoldan çıkaramayacağın eğitimli biri”.
(2) – “Temsil sürerken Lecouvreur ansızın fenalaştı ve oyun durduruldu, – diyerek Ayşet Bayan Calandrini’ye yazıyor. – Temsilden önce kız kanlı ishal olmuştu. İç sızlatacak kadar güçsüzleşmişti. Zavallı kız dört gün içinde eridi. Zehirlenerek öldürüldüğü söyleniyor. Ölümünden dört ay önce vasiyette bulundu ve vasiyetini yerine getirmesini Arjantal’den rica etti.
Lecouvreur’ün cesedini otopsi ettiren Voltaire, kızın zehirlenmediğini öğrendi. İç organları çürüdüğü için vefat etti. Oyuncunun Paris’te defnedilmesine kilisenin karşı çıkması üzerine Voltaire “Büyük sanatçı Lecouvreur’ün ölümü” adlı bir mersiye (одэр) yazdı.
____________
Arjantal hastaneden alındıktan sonra evine Paris’teki evine götürülmedi, Lecouvreur’ün öldüğü söylenmeden doğruca Ablon’a, annesinin yanına götürülmek üzere faytona bindirildi.
Arjantal çiçek hastalığının bıraktığı yıkımı bilmiyor değildi, ama “bu başa gelen bir felaket, ne yapılabilir” diyerek, durumunu kabullenmişti. Şu an annesi Marie-Angélique ile sevgilisi Lecouvreur Adrienne’nin kendisine nasıl bir tepki vereceklerini merak ediyordu. Anne her zaman annedir, yavrusu için katlanmayacağı ve yapmayacağı özveri düşünülemez, gerekiyorsa canını verir, umarsız duruma düşerse başına gelene katlanır, hastalığını ve yol açtığı yıkımı unutturmak için elinden geleni yapar. Peki Arjantal’in sevdiği kadın?.. Bu sorunun yanıtı kolay verilemezdi, Arjantal de bunu biliyor, kimseye yüzünü göstermeden kaygı içinde yaşıyordu.
Çiçeğin yol açtığı yıkım konusunda akrabalarına der yanmayı kendisine yediremiyordu. Adrienne’nin öldüğünü de bilmiyordu, ama ona ilgi duyuyormuş gibi görünmek de istemiyor, soru sormaktan kaçınıyordu.
Pon de Vel kardeşinin bu durumuna üzülerek Ayşet’e fısıldadı:
– Birilerinden öğreneceğine Adrienne’in öldüğünü bizden duysun.
– Şimdi değil, daha sonra… – dedi Ayşet.
– Nedir “daha sonra” dediğin şey, Aisse? – dedi Arjantal, kuşku içinde sormuştu, Arjantal duyduğu bu söz üzerine uyanmıştı.
– Hiçbir şey değil, Jan, – Pon de Vel durumu hemen kavradı, Ayşet’e fısıldadığı şeyi hemen değiştirdi, – Aisse, unuttukları bir şeyi evden alması gerektiğini bana söylemişti de, onu hatırlatmıştım. İstersen, Aisse, geri dönelim, demiştim.
– Benim yüzümden geriye dönmekten kaçınmayın, iyileştiğimi görüyorsunuz.
– Aman Allahım, güzel çocuğum, ne olmuş sana böyle?!. – kendisine sarılan oğlundan kurtulup oğlunun yüzüne bakıp bakıp duran Kontes Marie-Angélique, bağırıyordu. – Hasta olduğunu ne diye benden gizlediniz?!. Seni iyileşmiş görmeseydim ben ölürdüm… Şöyle bir oturmama izin verin, fenalaşıyorum…
– Laroche, nerede kaldın, mamaya ilacını içir, – dedi Ayşet ve kontesi okşayarak oturttu: – Mama, kendine dikkat et, kendini yorma, Kont Arjantal sağ salim aramıza döndü, bunun için sevin ve Tanrıya şükret.
– Sevinir, Tanrıya şükür de ederim elbette, – ellerinde bayılmaktan kurtulan Marie-Angélique kendine geldi. – Tanrı güzel oğlumu yanıma getirmenize izin verdi dedi kontes kendi kendine. Evet, yavrum, ziyaretime gelmediğin için sana kızıyordum, şimdi nedenini anladım. Aisse’nin gereksiz yere Paris’e bu gidişleri niye diyerek kızıyo bir sürü şey aklıma takılıyordu, bağışla beni. Sen de, Pon de Vel de, gelmeyişinizi beni unuttuğuna yoruyordum, meğer kız kardeşinle birlikte kardeşinizle ilgileniyordunuz. Uzaktaki bir arazimize kapanan, bizleri hiç umursamayan Kont Augustin-Antoine’ın durumunu da merak ediyorum. Biraz kendime gelir gelmez yanına gitsem mi diyorum…
– Mama, zar zor ayakta duruyorsun, – diye karşı çıktı Pon de Vel, – o kadar uzak yere nasıl gideceksin?
– Doğru, doğru, – diye Arjantal de ağabeyinin görüşüne katıldı.
– İşittin mi, Aisse, bu ikisinin bana ne dediğini? Küçük bir torunla beni sevindirecek yerde yaşlı bir koca karı imişim gibi görüyorlar beni, çok beklersiniz bunu…
– Hayır, mama, öyle şeyler aklımıza gelmiş değil, – diye Arjantal çiçek bozuğu yüzüyle annesine gülümsedi ve durumu düzeltti. – Biraz zaman geçsin, papanın yanına giderim diye düşünüyordum.
– Gitmemelisin! Bizim onun için üzüldüğümüz gibi, o da bir kez osun bizim için üzülsün. Şimdi zengin bir sofra kurun ve Arjantal’in sağlık içinde aramıza dönüşünü kutlayalım, biraz da şampanya içelim, Ferrioller olarak Tanrıya birlikte dua edelim, kont babanıza gelince, onu da bir kenara atamayız, unutamayız.
Hava iyiydi, sofra bahçeye kuruldu, Ferrioller sofraya oturdular. İlk hohu (dilek) konuşmasını kadehini kaldırarak Kontes Marie-Angéliqu yaptı, bazen azarladığı Kont Augustin-Antoine’dan olumlu söz etti, kendini övmeyi de eksik etmedi.
– Kimse övündüğüme yormasın oğullarımı iyi yetiştirdim, Aisse seni de. Üçünüzden de memnunum, bazen sizi çekiştirdiğim oluyor, ama üçünüzü de eşit seviyorum, ama en küçük kardeşe ilişkin bir atasözünüz vardı, Aisse, neydi söyler misin, onu bana yeniden bir anımsatsan…
– “En küçük en çok sevilir”, – diye yanıt verilmesine fırsat bırakmadan Arjantal söze karıştı.
– Evet, evet, iyi anımsattın, – diyerek Kontes hohu-dilek konuşmasını sürdürdü: – Ama Arjantal, küçüksün diye seni kayırdığımı sanma, çok sayıda kişinin yaşamına son veren bu kötü salgından sağ salim kurtulduğun için Tanrıya dua ediyor ve kadehimi senin sağlığın için kaldırıyorum, çektiğin sıkıntıyı unutman, yüzünde kalmış olan izlere de aldırma – onlar erkek suratını güzelleştirir, çirkinleştirmez! – aramızda yaşamaya, hiçbir hastalığa yakalanmamaya, çok uzun yaşamaya, sevdiğin ile mutlu olmaya, beni, babanı, ablanı, ağabeyini ve tüm Ferriolleri sevindirmeye bak, onlar da seni sevindirsinler, Guérin de Tencin soy adını taşıyan akrabalarını da unutma, sağlıklı olmanı ve mutlu bir yaşam sürdürmeni diliyorum! – Konuşması biter bitmez Laroche mızıkasıyla bir ezgi çaldı, sofradakiler de hep birlikte alkışlarıyla ona eşlik ettiler.
Ardından Ayşet, Pon de Vel, Laroche ve Sophie Arjantal’e geçmiş olsun, dileklerinde bulundular. Her bir konuşmacının dileği (hohusu) anne kontes Marie-Angélique’e yönelikti, kontes sevinçten sofraya sığamıyor, mutluluktan uçuyordu.
En son Marie-Angélique biraz daha içince acımış olmalı, sofraya oturttuğu fayton sürücüsü yaşlı Jacques’a seslendi:
– Nedir bu halin, Jacques, ölü sofrasında (hadeus) oturur gibi oturuyorsun, nedir bu neşesiz halin, sevincimizi paylaşmaman için bilmediğimiz başka bir nedenin, bir yasın mı var? Kont Arjantal de Ferriol’ü yeni mi tanıdın, konuş, birkaç sözcük de senden dinleyelim.
– Söylerim, kontes, söylerim. Kont Arjantal de Ferriol’ü yeni tanımış değilim, – diğerlerinden farklı olarak ayağa kalktığı için kontes Jacques’tan oturmasını istedi, ama kabul etmedi, – hayır, ayakta durursam daha iyi olur. Kont de Arjantal iyi bir insan, iyi bir oğul, eğitimli biri. Hastalığı konusunda söylediğiniz sözleriniz yerinde, aynen katılıyorum. Tanrının ona yardımcı olması için yalvarıyorum, ama … – Yaşlı Jacques öksürdü ve yerine oturdu.
“Ama” sözcüğünü duyan sofradakiler meraktan birbirlerine baktılar. Yerinde oturamayan kontes yardımlarını esirgemediği sürücüye sordu:
– Söyleyemediğin o şey nedir?.. – Diyerek daha yumuşak ve kararlı bir sesle sordu: – Gizlisi saklısı olan bir sofrada oturmuyorsun!
– Farkındayım, kontes, farkındayım, – dedi şarap ile dili çözülen ihtiyar. – “ama” demem Kont de Arjantal’e acıyor olmam… Siz olanı bilmiyor olmalısınız… Zavallı Lecouvreur Adrienne artık yaşamıyor…
– Ne diye yaşamıyor?..
Durumun bilincinde olan iki kişi birbirine baktı, Ayşet Arjantal’in elini sıkarak konuştu:
– Evet, kardeşim, Adrienne’i yitirmiş bulunuyoruz.
– Hemen Paris’e gitmeliyim öyleyse! – diye Arjantal yerinden kalktı.
– Aman Tanrım, henüz ayağa kalkmışsın!.. – diye Marie-Angélique heyecanlandı.
– Hemen şimdi gitmeliyim, mama… – gitme nedenini gizlemedi: – Bana vasiyette bulunan Adrienne’dir…
– Hasta olduğunu, öleceğini biliyor muydun? – duyduğunu yorumlayamayan Pon de Vel kardeşine sordu.
– Hayır, Pon de Vel. Adrienne’le benim bir ilişkimin kalmadığını sen ve Aisse biliyordunuz.
– Seni yalnız Paris’e gönderemem, – diyerek Pon de Vel de ayağa kalktı, Ayşet de birlikte gitmek isteyince, ondan rica etti: – Daha sonra, Aisse. Sen mama ile kal, daha sonra, kızın defin gününde gelirsiniz.
Lecouvreur’ün defin işi birçok soruna yol açmıştı. Bu büyük oyuncunun özgür ve aşırı davranışları, tiyatroda din adamlarına saldırması kilise çevrelerini kızdırmıştı. Voltaire kilise görevlilerine karşı çıkmamış, Arjantal ve diğer tanınmış kişiler de Voltaire’i desteklememiş olsalardı, ünlü aktrisin defin işi bir değil, iki hafta ötesine bile atılabilirdi. Ama adil ve haklı olan taraf sonunda kazandı, anlaşmazlık Voltaire ile Arjantal’in istediği biçimde çözüldü.
Bir yıldan uzun bir süreden beri kendisini sevmekten vazgeçen aktrisin ricasını Arjantal eksiksiz yerine getirdi, içi rahat olsa da, kızı unutamıyordu. Adrienne’in defin gününe Marie-Angélique, Ayşet, Claudine-Alexandrine, de Paraber, du Défant, Jeanette-Nicole, Sophie, Laroche ve bilinen, eğitimli ve saygın kişiler, ayrıca yakın kent ve köylerden gelen büyük bir kalabalık toplanmıştı. Başpiskopos Pierre ise ortalıkta görünmemişti. Kardinal olma isteği baskın gelmiş, din adamları safında yer almıştı.
Bir gün sabah çayını beklerlerken, Lecouvreur Adrienne’in yaşayış tarzı ve ölümü Marie Angélique ile Ayşet arasında konuşulurken, kontes merak ettiği bir şeyi sordu:
– Zavallı Adrienne bizim yakışıklı Arjantal’in aşkını niçin geri çevirmiş olabilir? Kime sorsam, bir şey bilmediğini söylüyor. Şimdi bunu sorgulamanın artık bir yararı yok, ama anneyim, o da oğlum, bilmek istiyorum. Arjantal’in ağzını ise kimse açamıyor, sanki sağır ve dilsiz.
– Mama, ben de o konuda bir şey bilmiyorum, – kendi içindeki aşkını da içerecek biçimde, Ayşet bir iç çekti, – ama Adrienne toprağa verilirken, anımsıyorsan Voltaire’in cenazedeki konuşmasını unutamıyorum: “Aşk kimseye soru sormaz” demesini (Šuĺeğum vıpćejeğu yiep).
– Evet, evet, büyük bir söz onun söylediği. Voltaire akıllı biri, onun aşka verdiği değeri görüyorsun. Bunu sen de ben de iyi biliyoruz, diğerleri bilirler mi bilemem… Ne kadar gürültü patırtı koptuysa da ölüyü bağışlıyoruz, büyük bir salgından sağ kurtulan Arjantal de yiğitçe davrandı, kızın vasiyetini eksiksiz yerine getirdi. Kızın kabri başında konuşma yapanlardan daha kötü olmayacak biçimde yerinde sözler söyledi. Sormak istiyorum, Aisse, sürekli unutuyor, sormaya fırsat bulamıyorum, Başpiskopos Pierre’in kendince bir nedeni var, ama şövalyeyi niçin cenazede göremedim?
– De Edie, hasta olmasa, mama, gelecekti.
– Biz mi kaldık hasta olmayan bir tek… – dedi kontes yavaş sesle homurdanarak. – O hastalıklı kişiyi nereden bulmuşsun ki, başka kimse kalmamış mıydı?
– Mama!..
– İyi, iyi, “aşkın gözü kördür, kimseden izin almaz”, – diye Marie-Angélique Ayşet’e laf dokundurdu, şimdiye değin görmediği bir şeyi onda görmüştü: – dur hele, neye hazırlanıyorsun?.. Şu arkadaki tüfeği ne yapacaksın? Ava mı gitmek istiyorsun?!. Gidemezsin! Halsiz olduğunu unuttun mu?!.
– Bugün sonbaharın ilk av günü, bugün bana engel olma, mama, uzaklara gitmeyeceğim, erken dönerim.
– Yalnız mı gideceksin? – diye kızgınlığı geçen kontes sordu.
– Tanrıyla birlikte olacağım, mama, – kendisine izin veren kontese yalancıktan gülümsedi, – küçük Pati’yi de yanımda götüreceğim.
Ayşet’in yaban ördeği avına gidişi üzerinden ancak bir saat geçmişti ki, küçük köpek Pati havlayarak ve acındırarak bahçeye döndü, Ferriolleri ayaklandırdı.
– Aisse’nin başın bir şey gelmiş!.. – diyerek okuduğu kitabı bırakmaya fırsatı olmadan kontes, bir türlü susmayan Pati’nin peşine düştü, üzerinden bataklık çamuru ve suyu akan bitkin Ayşet’i karşıladı: – Başına ne gibi bir felaket gelmiş ki, Aisse?! Sıcak su hazırlayın… Laroche, hemen üşütme karşıtı bir karışım hazırla!.. Bir sürü badireyi atlatmış olan küçük kızım, bizi yaslara boğmak üzereydin… – Marie-Angélique yün ceketini çıkarıp Ayşet’in sırtına örttü. – Bugünden böyle erkek işi olan avlanmayı sana yasaklıyorum, tüfeğini de parçalayacağım…
– Tamam, mama, kendine dikkat et… – kontes Ayşet’e uyarı ve öğütlerde bulunuyor, Ayşet de korku içinde kendi kendisine söyleniyordu: – Ben Tanrının yardımıyla o korkunç bataklıktan kurtuldum ya, demek ki ömrüme ömür eklenecek…
(Devamı var)
İshak Maşbaş, Tarihi roman (s. 546-557).
***
VI (s. 557 – 567)
Adıge atasözü, “Hastalık balta deliğinden gelir, iğne deliğinden gider” (Vızır veşıneće kak’o, mestaneće mek’ojı) der, bu durum Ayşet’in başına gelmişti. Geçen iki üç yıl, en çok da bu son yıl, ara sıra ninesi Çabe’nin sesini duyar gibi olmaya başlamış, korkmuş ve o sese kulak kabartmıştı. Oysa odasında mumunun yanma çıkırtısı ile kendi soluma sesi dışında çıt yoktu. Pencere tarafını dinleyecek olursan, her gün etkisi azalan güneşle birlikte gelen soğuk yağmur serpintilerinin seslerini duyuyordun. Korkmuş biri için güneşsiz gün ile ay ışığı olmayan gece farksızdır.
“Batağın soğuk suyuna saplanma yüzünden hastalanmazsak, Pati, geceyi bir yol bulur geçiririz, – dedi Ayşet yastığı üzerine kıvrılmış yatan beyaz tüylü ve kıvırcık mini köpeğine, – yarın da Paris’e döneriz. Şövalye ile Calandrini’ye Paris’e döneceğimizi, Ablon’a (1) yazmamalarını bildirmiştim. Pon de Vel ve Arjantal Paris’te, amcam Auguste de dönmüş olmalı. Tiyatroları da özledim. Sahneledikleri yeni oyunlar neler olabilir? Voltaire’i de görmek istiyorum, cenaze kaldırılırken yeterince konuşamamıştım… Selini’nin götürüldüğü İngiltere’den yeni dönmüş… – Ayşet’in gözlerinden yaş döküldü, içi bunaldı, ağrıları depreşti, bunu fark eden Pati de yerinden fırladı. – Selini’nin ana – babasından ayrı yaşaması benim suçum… Gizlice doğurmuş olmam bir yana, onu el ülkesine de yolladım. Her gittiğimde beni “teyze” diye karşılamış olsa bile, Sans’ta kalması daha iyi olurdu. Bolingborokların bana yazdıkları ile mutlu oluyor, iki üç ayda bir şövalyeyi görme özlemi içinde, küçük kızım gibi bir başıma yalnız yaşıyorum… Selini yerine yastığımı Pati’yle paylaşıyorum… De Edie’nin bu son bir yıldaki durumunu anlayamıyorum. İkimiz de hastayız, bunu ileri sürerek birbirimize uzak düşmüş olabilir miyiz?.. Annemin “Erkeğe sürekli hastayım demek uygun düşmez” demesinde bir gizli anlam ve bir gerçek payı olmalı. Şövalye, benim için kim olabilir, bir eş mi, bir sevgili mi… Durum gereği ben bir sevgili konumuna düşmüş olmalıyım. Beni bir yabancı yerine koyuyor, ama Selini onun kızı değil mi?.. Ne diye kızını düşünmüyor? Bu da benim suçum, yeminine uymamasının, çocuk sahibi olmasının Askeri – Dini Şövalye Tarikatı (Orden) tarafından yasaklanmış ve bağışlanmaz bir suç olduğunu ikimiz de biliyorduk. Yeminini bozana yaşam hakkı tanınmıyordu. Seni bu dünyadan temizlerler diyerek, onu küçücük kızından uzaklaştırdım, evlat sevgisini ona tattırmadım. Ama şaşırdığım şey, İngiltere’ye gideyim ve kızımı göreyim dememesi. Temiz bir aile içinde de olsa, kızının yabancı bir ülkede büyütülüyor olması, anlaşılan umurunda bile değil… “
– Tamam, Pati, bana öyle ters bakma, – diye küçük finosuna çıkıştı ve onu yatıştırdı, – kınadığım kişi sen değilsin, kınadığım kişiler keşke senin gibi olsalardı… – “Hayır, hayır, burnu ve kuyruğu kalmamış olan aşkımızı daha fazla uzatmanın anlamı yok, buna bir son verip küçük kızıma sahip çıkmalıyım. Çocukluğumdan beri çektiğim sıkıntıları unutuyor, söylenen her güzelsin sözüne kanarak, ne diye budalaca bir yaşam sürdürmüşüm?.. ”
Sophie’nin odaya geldiğini gören Ayşet, daldığı derin düşünce dünyasından uyandı ve sevindi:
– Yanıma gelmekle ne iyi ettin, Sophie, yarın Paris’e dönecek olmanın heyecanı içindeydim.
– Üzülme, her şey iyi olacak. Eşyalarımızı eksiksiz topladım.
– Unuttuğun bir şey olmadı mı?.. – dedi Ayşet ve gülümsedi. – Marie-Angélique’in parçalayacağını söylediği tüfek ne oldu?
– Bırak o çirkin şeyi! Bataklıkta çürüsün!
– O çok iyi bir tüfek.
– Gönlünden kopmuyor öyle mi?
– Hayır… bana mutluluk veren eşyalarımdan biri. Öyle olmasını Tanrı yazmış olmalı… Onu bana veren kim biliyor musun?
– Biliyorum!.. Silah vermenin iyi bir şey olmadığını şövalye bilmiyor muydu?! Ölmene ramak kalmıştı…
“O sözünü ettiğin şövalye yüzünden, Sophie, çoktan beri mahvolmuşum… – Ayşet, aşkı yüzünden içine düştüğü sıkıntıyı kanıtlar biçimde bir iç çekti ve kendini haklı çıkarmaya yeltenmedi. – o zavallı da benim yüzümden çok çekti…” – dedi ve devam etti, Sophie, şövalye konusunda niye bu kadar acımasızsın? – diyerek Ayşet Sophie’ye çıkıştı.
– Aisse, ben kimseye karşı acımasız olmak istemem, öyle yaparsam, Tanrı razı gelmez. Sorduğun şeyin yanıtını kendin de biliyorsun. Öyleyse ve bağışlayacaksan, daha önce sana söylemiştim, yine söyleyeyim: İkinizden çok, Tanrıdan başka kimseyi tanımayan temiz kalpli küçük Selini’yi yabancılara bıraktınız, asıl ona acıyorum.
– Öyleyse, Sophie, kararımı sana söyleyeyim: Paris’e döner dönmez bir önemi kalmayan ilişkimize bir son vermek istediğimi Şövalye de Edie’ye yazmayı düşünüyorum.
– Karar verdin mi?.. – diye Sophie, keyifsiz biçimde Ayşet’e baktı ve yeniden sordu: – Buna mı karar verdin?.. – Ardından alaycı bir bakışla gülümsedi ve daha kararlı bir sesle karşılık verdi. – Öyle diyorsun ama sevdiğin kişiye bunu söyleyemiyorsun. – Sanki kendine söylenmiş gibi Ayşet’in kucağındaki küçük fino havlayınca ona da kızdı. – Git hadi, gözlerini bana dikme, bu yastıkta sen değildin uzanması gereken!..
– Sophie!.. – duyduğu bu sözleri ilginç bulan Ayşet sesini yükselttiğinde, küçük fino da sesini yükseltmişti, ona da seslendi: – Sus, Pati. Sophie kötü bir şey söylemedi… Evet, Sophie, evet, dediğim şeyi yapıp yapmayacağımı görürsün. Pati’yi azarlar gibi yapıp bana söylemek istediğin şey konusunda ninemin bir sözünü bana anımsattın. “Gelinime söylüyor, kumamın dikkatini çekiyorum”.
– O konuda ne diyeceğimi bilemiyorum…
– Niçin bilemiyorsun? Bana söylemek istediğini söylemişsin. Benim gibiler için söylenmiş eski bir sözü, istersen sana söyleyeyim: “Çocuk olmayan evde mutluluk olmaz” (Sabıy zerımıs vınem nasıp yiĺep)… Bu sözlerden pay kapmamışsam seni ne diye kınayayım, ne diye güceneyim ki… Amanın Sophie, hiç üşümüyor musun sen?..
– Üşümüyorum, niye sordun ki?
– Üşümem (sıtma) depreşmiş olabilir mi? El ayaklarım bir tuhaf oldu, göğsüm de ara sıra ağrıyor.
– Gereksiz şeyleri konuştuk, ondan olmalı… Şimdi şömineyi yakar, odanı ısıtırım, sıcak yün çoraplarını getirir, ilaç da içiririm.
Sophie Ayşet’in odasını ısıttı, ilaçlarını içirdi ve sıcak tutacak giysiler giydirdi, ancak boğucu öksürük nöbeti onu gece yarısında uyandırdı. Sadece Sophie değil, Marie-Angélique ve Laroche da, soluma güçlüğü çeken Ayşet’e gereken yardımları yapmış, sabahın ilk saatlerine, Ayşet uykuya dalana dek yanından ayrılmamışlardı. Odadan ayrıldıklarında Marie-Angélique Laroche’a sordu:
– Aisse’nin durumunu nasıl görüyorsun?
– Ağzından kanlı tükürük gelmediği sürece öksürmesi fazla sorun yaratmaz…
– Vay bu başıma gelen… – Marie-Angélique ağlamaklı bir biçimde odasına döndü, Ayşet’in odası tarafını dinler ve durumun nereye varacağını düşünürken uykuya daldı.
Ayşet iki üç saat sessizce uyudu, uyandığında öksürük ve soluma sorunu yaşamamış biri gibi olmuş ve neşeli bir biçimde Sophie’ye sordu:
– Hala oturuyor musun Sophie? Uyumadın mı?
– Biraz kestirdim. Sen ne durumdasın, Aisse?
– Hastalandığımda ne düzeyde hastalanmış olduğumu bilmiyorum, Sophie… Yeni mi tanıdın beni?.. Pati nerede, göremiyorum…
– Seni rahatsız etmesin diyerek kontes onu odasına götürdü.
Ayşet’in sesini duyan Pati kapı ardından havlamaya başladı, Marie-Angélique içeri girer girmez onun elinden kurtulup divana atladı. Onun bu davranışları ile ilgilenmeyen kontes, uykusunu alamadığı için gözleri mahmur Ayşet’e sordu:
– Nasılsın, Aisse? Bu gece bizi korkutmuştun.
– Bilmiyorum, mama, bu başıma geleni, beni bağışlayın. Laroche ne diyor?
– Ne diyecek, iyi olacaksın diyor.
– Doktor öyle diyorsa ben de öyle diyorum, bugün Paris’e dönüyoruz.
– Paris’te yolumuzu gözleyen birileri yok. Bir gün daha burada kalsak, bir şey kaybetmeyiz.
– Mama, hasta olduğumu görüyorsun. Yalvarıyorum, Paris’e gitmem gerekiyor.
– Peki, olur, istediğin gibi olsun, nedir benden sakladığın şey, sabah çayından sonra döneriz… Göreceksin Paris’in en ünlü hekimlerini yanına seferber ettiğimi…
Paris’e döner dönmez Marie-Angélique’in hekimler çağıracağını söylemesi Ayşet’in hoşuna gitmişti, ama Kont Charles de Ferriol’ün hastalığı sırasında gelen Orleans dükünün gönderdiği hekimin kendisine asılmış olduğunu anımsadığında, “onlar da dükün hekimleri gibi olacaklarsa, gelmesinler daha iyi” diyerek gülümsedi. Kontesin isteyerek ya da istemeyerek söyledikleri yüzünden kuşku duyduğu Şövalye Blaise-Marie de Edie’yi bu kez iyi yönüyle aklına getirdi: “Şövalye de Edie de mertlik kalmamış diyorum, ama benim için Orleans düküne nasıl da meydan okumuştu?! Bütün bir Fransa bunu konuşmuştu!.. – Bir süre sonra Ayşet övdüğü kişiye yeniden kızdı: Ya şimdi?!. Anne ve babasından çekindiğinden aşkına sahip çıkamıyor… Neydi onun bana dediği? Benimle nikahsız bir yaşam sürdürmek istiyor. Yakınlarından memnun değil, malının yarısını gizlice benim üzerime yazdıracak. İkimizden hangimiz sağ kalırsak, malın tamamı ona kalsın, dedi. En çok üzüldüğüm şey küçük kızından söz etmemekte olması! O konuda ne diyeceksin? Ben ona ne yazacağımı bilirim!..”
İçindekini uluorta ortaya serersen, iş, gerçekleşmez ya da uzar derler, doğru olmalı. Ayşet’in Şövalye de Edie’ye yazmayı düşündüğü mektup bir ay kadar gecikmişti: Vaz geçtiği için değil, Ablon’da geçirdiği üşüme, yeniden nüksetmişti, diğer sızıları da depreşince yatağa düşmüştü. Ardından gelen ve bir hafta süren ishal de onu bitkin düşürmüştü.
Ayşet’e geçmiş olsuna gelenler çoktu, iyileşecek ve ayağa kalkacaksın diyor ve ona moral veriyorlardı. Pon de Vel ile Arjantal de işten döner dönmez Ayşet’in yanından ayrılmıyorlardı. Sophie ise gözünü ondan ayırmıyor, Kontes Marie-Angélique de günde üç dört kez yanına geliyor, başını okşuyor, moral veriyor, Paris’te dolaşan haberleri eksiksiz ona aktarıyor ve yemek istediği bir şey olup olmadığını sormadan yanından ayrılmıyordu. Kont Augustin-Antoine da Ayşet’in odasına geldiğinde, yataktaki kadını utandırmamak için fazla kalmıyordu, gözyaşını tutamaz olduğunda da, “telaşlanmaya gerek yok, Tanrı bize yardım eder, sevgisini bizden esirgemez” diyerek ayrılıyordu. De Paraber ile du Deffant Ayşet’in yanına geldiklerinde sevdiği yiyecekleri getiriyor, parasını ödeyerek hekimlerin yazdığı pahalı ilaçları getiriyorlardı, iyileşeceğine inandırmak, sevindirmek için kendisine hediye yağdırıyorlardı.
Günün birinde, kendini daha iyi hisseder etmez, öğle dinlenme vaktine denk getirerek, unutmadığı mektubunu yatakta yazmaya başladı. Daha birkaç sözcük yazmıştı ki, gözyaşları içinde Ayşet’i gören Sophie uyarıda bulundu:
– Aisse, bu son yıllarda şövalyeye kızgın olduğumu biliyorsun, yine de ben, o yazacağını söylediğin mektubu yazmanı istemem. Bir araya gelir ve yüz yüze görüşürseniz, ne yapacağınıza daha yerinde karar verirsiniz.
– Onu da düşündüm, ama bitkin durumumu ona göstermek istemiyorum… Sophie, ne diye gülümsüyorsun? – diye sordu.
– Şovalyeyi sevdiğini bildiğim için, Aisse, onun için gülümsüyorum.
– Evet, şövalyeyi seviyorum. Bunu kimseden gizliyor değilim, – Ayşet gözyaşlarını silip iç çekti. Ama bana soracak olsan bile, onu niçin sevdiğimi bilmiyorum. Ne düşündüğünü biliyorum, sır değil, Selini’nin babası olduğu için onu seviyor da değilim… O benim ilk ve son aşkım. Onun bana olan sevgisi benimkinden az değil… – Ayşet’in yeniden gözlerinden yaş döküldü ve zayıflamış beyaz yüzüne aktı, biraz oturduktan sonra kalemini eline aldı: – Yeter artık kız çocuğumuzu başkalarının eline bıraktığımız, buna bir son vermemiz gerekiyor. Bunu ona sadece duyuracağım, Sophie, yoksa onun kalbini kıracak değilim.
Ayşet’in hastalığı günler ilerledikçe kötüleşmese bile iyiye gitmiyordu. Ferriol ailesi ve tüm dostları umudunu yitirmemesi için, ellerinden gelen destek ve yardımı yapıyorlardı, ama yakalandığı verem (jığevız) hastalığını yenmenin kolay bir şey olmadığını da biliyorlardı. Ayşet’in kendisi ise kötümserliğe düşmüyor, zaman zaman ziyaretçileri ile şakalaşarak günlerini geçiriyordu. Julie Calandrini’ye yazı yazmayı da ihmal etmiyordu. İşte şimdi de Calandrini’nin gönderdiği mektuba yanıt veriyordu: “Sana birkaç sözcük yazabiliyorum, ışığım, niçin dersen, yazacak gücüm kalmadı. Şimdi artık hep yatıyorum, ağzımdan kanlı tükürük ve salyalar akıyor, rahatlatıcı, dindirici bir ilaç aldıktan sonra uyuyabiliyorum, her gün daha güçsüz düşüyor ve daha zayıflıyorum. Şövalyenin yaşadığı üzücü durum sözle anlatılamaz, çok acınacak bir durum. – Herkes bana moral vermek için elinden geleni yapıyor. Evdekiler bana hediyeler yağdırıyor, beni memnun etmeye çalışıyor. Her şey bir yana, şövalye birine ot bile aldı, kadının birine çocuğuna meslek eğitimi kazandırması için para verdi, başka bir kadına da kuzu derisi pelerin için para verdi. Her önüne gelene hediye, para veriyor, çıldırmış gibi. Niye öyle yaptığını sorduğumda, “sana daha iyi baksınlar diye veriyorum” dedi.
Büyük bir tedirginlik içindeyim, bu başıma gelen hastalık beni bitiriyor. İşim Tanrıya kalmış, Tanrı bana güç veriyor! O esirgeyicidir, her şeyi görür, içimde dolanan her şeyi bilir. Kısacası bu kez kesin söz veriyorum: İşlediğim günahlar nedeniyle Tanrının huzuruna çıkmaya hazırım. O gibi konularda de Edie bir gün benimle içtenlikli konuşmuştu. Benim iyi olmamı istediğini, benim için güzel bir gelecek düşündüğünü, küçük kıza düzgün bir yaşam sunmamız gerektiğini ve onun geleceğini düşündüğünü söylemişti.
Utanma duygularım eskisine göre azaldığı için uzun bir zamandan beri huzur içinde değilim. Şövalyeye olan aşkımın bugünkü ölçüde içimde tutuştuğunu görmemiştim, onun da benim gibi olduğunu söyleyebilirim. Onun yapmacık değil, içten gelerek benim için kaygılandığını ve üzüldüğünü söyleyen kişilerin gözlerinden yaşlar dökülüyor.
Üzüntülerime ve aşkıma yenik düşmemenin ve yanlışlarımı düzeltmenin uğraşıları içindeyim. Kısa bir süre sonra ölecek olmam beni fazla korkutmuyor. Tanrının beni esirgeyeceğini bildiğim için kendimi rahat hissediyorum. Bu nedenle, bana bırakılmış olan süreyi, en iyi biçimde tamamlamaya çalışacağım. Sonunda ölüm gelecek, biraz erken ya da geç, ne fark eder? Yaşamımız neye benzemiş? Herkesten çok benim yaşamım mutluluk içinde geçmeliydi. Ama akıllarına geldikçe beni kukla, korkuluk gibi kullandılar, kendileri nasıl istiyorlarsa, benimle öyle oynadılar. Aşk ve utanç duyguları içinde, dostlarımdan uzakta ve sıkıntı içinde bir yaşam sürdürdüm. Hastalıkla dolu bir yaşam zavallılıktır.
Dış görünüşümün değişip değişmediğini soruyorsun. Beni görsen tanıyamazsın: Gözlerimin feri, parlaklığı söndü, yanaklarım çöktü, rengim soldu. Sorun bedenimde dersem, bir deri ve bir kemik kaldım. Güçten düşmüş bedenim – gereksiz bir yük sadece. Ruhum ile kalbim dersen, önümüzdeki haftalar içinde bu ikisinin tertemiz olmasını umuyorum. Yaptığım tüm yanlış ve günahlarımla birlikte Tanrının huzuruna çıkacağım.
Dün başımıza ilginç bir şey geldi. Son vasiyetim olarak de Edie’ye yazdığım mektubuma verdiği yanıtın bir kopyasını sana gönderiyorum. Kendi el yazısı mektubunu, verdiği sırada okuyamamıştım. O konuda konuştuk, o noktaya dayanmışsan, sen de nasıl ağlayabilirsin ki. Sevdiğim kişi ile birlikte tanıdığım kadınlardan de Paraber ve du Deffant’ın bana yardımcı olduklarını bilmen seni çok şaşırtabilir. Pazar günü de Paraber yanıma gelip Kontes Marie-Angélique’i dışarıya alacak, günah çıkarmam ve günahlarımı temizlemem için Peder Bouroso’yu odama getirecek. Ona güveniyorum, insanın ruhunu okuyan, akıllı, doğru, dürüst ve dini bütün biri.
Şaşırıyor olmalısın de Paraber ve du Deffant gibi gerçek dostlarımın olmasına. Hastalandığımdan beri yanımdan hiç ayrılmadılar, en çok benimle ilgilenen de Markiz de Paraber, beni hiç yalnız bırakmıyor ve benimle yakından ilgileniyor. Gözünü benden ayırmıyor, durumuma üzülüyor ve bana hediye üzerine hediye alıyor. Kendisini, kölelerini (vıneut), mal ve mülkünü, benim mülkümmüş gibi kullanıyor, benden esirgemiyor. Gün boyu yanımda kalmak üzere geliyor, benim için arkadaşları ile buluşmadığı günleri bile oluyor. Hayırlısıyla ışığım. Yazışmalarımız benim için mutluluk kaynağı, ama yakında son bulacak, başka ne yapılabilir ki!..”
Bu yazı da Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin Charlotte-Elizabéth Aisse’ye yazdığı mektubun bir kopyası olarak, Ayşet’in Cenevre’ye, Calandrini’ye gönderdiği yazı: “Mektubun, sevgili Aisse’m, beni üzme ötesinde kalbimi daha da yaraladı. Yazdığın yazıda yapmacık şeyler yok, hepsi içtenlikli. Karşı koyamayacağım güzel duyguların ve güzel özlemlerin dışında mektubun bir koku yaymıyor. Beni hep seveceğine söz veriyorsan, bu durumda yakarmaya hakkım olmaz. Senin bakış – düşünce tarzın benimkinden farklı, anlıyorum. Ama Tanrıya şükür, benim arzularım zorlama arzulardan uzak ve farklı, herkesin kendince bir utanma duygusu var, ona göre davranmasını daha doğru ve daha yerinde buluyorum. Huzursuz olma, Tanrı sana yardımcı olur, canımın içi Aisse’m benim, senin kalbinde bir yerim olsun, bu kadarı bana yeter.
Kalbini bana açmış olman, tüm hareket ve davranışlarımı sana söylememe izin veriyor. Her şeyden önce insanca yanın, temiz kalbin beni sana bağlıyor, senin kalbinden benim payıma düşecek olan nedir? Bunu sayısız kez anlattım, sözlerimin doğru olduğunu sana kanıtladım. Sözlerime inanmandan önce sözlerimi doğrulayan davranışlarda bulunmamı istemen bana karşı bir haksızlık olmaz mı? Beni yeterince tanımadın mı? Bana güvenmiyor musun?
İnan, benim değerli Aisse’m, sana karşı en güzel aşkı ve en temiz duyguları taşıyorum. Günün birinde senden başka birine sevgi duyma olasılığından kesinlikle uzağım. Seni görme olanağım doğuncaya dek, dünyada seni en çok düşünen kişi olarak kalacağım, seni görme umudunu taşıdığım sürece de en mutlu kişi ben olacağım.
Bu yazıyı sana elden vereceğim. Sana yazmayı daha iyi bir yol olarak görüyorum, çünkü bu konuda seninle yüz yüze görüşebileceğim umudunu taşımıyorum. Yaranın kapanması için vakit henüz erken, benim isteğim, senin beni görebileceğin bir duruma gelmendir. O durumda senin karşına çıkmayı umuyorum. Ama senin karşında gözyaşlarımın aktığını görmenden ve bunu engelleyemeyeceğimden korktuğumu sana söylemek isterim. Sevgi adına bende yarattığın umut, sevgili Aisse’m, sadece temiz kalbini tanıyor olmam değil, benim de temiz olan kalbimin sende yankı bulacağına inanmış olmamdır.
Dipnot:
Ablon – Paris’e yakın 1200 nüfuslu yazlık küçük bir kasaba, köy.
(Devamı gelecek)
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 557 – 567)
****
VII (s. 567-576)
Ayşet’in beklediği ve korktuğu yoğun kar yağışı Ocak 1733’te şiddetli bir fırtına biçiminde Paris’e çöktü, ama uzun sürmedi. Güneyden gelen ılık lodos, birkaç gün içinde Paris’teki kar birikimini eritti ve ortalığı toz dumana boğacak biçimde kuruttu. Şehirde beliren sıcak günlerin sevincine doyum olmamışken, kuzeydoğudan gelen poyraz ortalığı yeniden dondurdu. Poyrazın beraberinde getirdiği ve her yeri donduran soğuk yağmur ve kar yağışı yarım ay boyu varlığını sürdürdü. İlginç olan şey, rüzgârın esmediği günlerde, rüzgâr, akşam üzerleri yeniden esmeye başlıyor, sabaha değin hışırtılarla sürüyor ya da değişiklik gösteriyor, dinlenmeye çekildiği gündüzlerin sessizliğine kızıyormuş gibi toprağa sulu kar ve kar yığınlarını savuruyordu.
Böyle günlerde, en çok da uyuyamadığı gecelerde, Ayşet’in göğsü, fırtınalı ve ıslak, ıslık çalan ve ağlayan rüzgârın çıkardığı sesler gibi hırıltılarla kaplanıyordu. Dün düşündüğü şeylere gece dönüş yapıyor, yıllar öncesine ait anıları tazeleniyor ve onlara ilişkin yorumlar yapıyordu. Kaçınılmaz bir son olan ölümü nasıl karşılayacağını ve kızının geleceğini düşünüyordu. Kısa yaşamı içinde, bir yönüyle çektiği sıkıntıların ağırlığını taşıyor, diğer yönüyle güzel ve bayram havasında geçen eski günlerini anımsıyor, düşünceler yürütüyor, Tanrının karşısına nasıl çıkacağını ve ona nasıl hesap vereceğini düşünüyordu.
Ayşet, başına gelen her türlü olumsuzluktan kendini sorumlu tutuyor ve kınıyor, sorumluluğu başkalarına yıkmak istemiyordu. “Alnıma yazılmış olanlar başıma gelmişse bundan kimi sorumlu tutabilirim ki? Tanrı bana neyi uygun bulmuşsa, ben de öyle bir yaşam sürdürmüşüm, annemin, babamın ve ninemin onurunu, kendi kadınlık özsaygımı ve beni büyüten Ferriollere bağlılığımı korudum. Ayıbı ve günahı olmayan kişi yoktur, kendi günahlarımı bağışlaması için Tanrıya yalvarıyorum, Tanrının huzuruna çıkmadan önce, onun hizmetlisi Peder Bourso’ya içimi açacağım”. Ayşet, niçin istavroz çıkardığına anlam veremeyen Sophie’ye seslendi:
– Sophie, ne diye bana öyle bakıyorsun, beni öbür dünyada bekleyen ninemin dediği gibi, benim “su üzerinde rüzgârı dürttüğümü” (psım sıtêtev jım sêpıgev) mü düşünüyorsun. Benim hastalığımı yenen çok az kişi var, kurtuluş olmadığını biliyorum. Bu gece rüyamda onu bir kez daha kavradım. Biliyorum, sen rüyalara inanmıyorsun, ben de inanmıyordum, ama bu kez galiba yola gelmiş olmalıyım… Ninem emeklememi beğeniyordu, hata yapmamamız için bize dikkat ediyordu.
– O konuda ne diyeceğimi bilemiyorum… – Sophie keyifsiz bir sesle Ayşet’e baktı, – İşte iyileşmen için seni sevenler şifalı ilaçlarla sana geliyorlar. Moralini bozma.
– Ben de bunu istiyorum, Sophie… – Ayşet’in biraz sevinmesi üzerine, pembe yanakları kendilerini gösterdiler, feri sönmüş gözleri canlanmış gibi gelmişti Sophie’ye, ama ansızın Ayşet’in öksürmesi durumu değiştirdi, ağzından kanlı öksürükler gelinceye değin öksürdü, ardından sözünü tamamladı: – Ninemin dediği gibi “rüzgarsız soğuk, soğuk sayılmaz, öksürüğü olmayan sızı, sızı sayılmaz” (jıbğe zıxemıt çıer – çıep, pske zıxemıt vızır, vızep) sen de bana onu diyor ve iyileşmemi bekliyorsun, ama durumumu da görüyorsun… Gördüğüm rüyalara ilişkin başka bir şey de söyleyeyim: Dana etini doğrarken, ağzımdan saçılan kanlı tükürükleri bıçakla etten ayıklıyor ve küçük köpeklere atıyordum…
– Yeter, Aisse, ne kadar da kötü şeyler bu anlattıkların… niçin iyi şeyler anlatmıyorsun, iyileşeceksin dedim, bunu konuşalım…
– İyi bir şey biliyorsan, söyle, ben bilmiyorum… – duyuracak ölçüde Ayşet bir iç çekti. – Küçük kızım yüzünden başıma gelen durum, beraberinde şanssızlık ve mutsuzluk getirdi, şimdi kızım benden uzakta, ama her öksürdüğümde Pati de havlıyor, inildiyor, seni yoruyor dediniz, tek sevinç ve teselli kaynağım olan Pati’yi benden uzaklaştırdınız…
– Aisse, Pati’yi geceleri yanından alıyoruz, gündüzleri yanına getiriyoruz.
– Evet, evet… – Ayşet küçük köpeği konusunda Sophie’yi haklı buldu, içi bulanarak yalvardı: – Pati’yi koruyun, Sophie, sana bırakacağım hediyelik eşyalarla birlikte Pati’yi de Selini’ye verirsin…
– Küçük fino Pati dışında, ölüm sonrasına ilişkin sözleri duyunca Sophie’nin içi bunaldı, bir başına Ferriollerin içinde kalacak olması kendisini düşündürdü. Yıllardan beri kız kardeşi gibi gördüğü Ayşet’in talihsiz hastalığı ve vasiyeti tüm düşüncelerini bastırmıştı.
“Kendisine beşik yapılıp da mezarı kazılmayacak kişi yoktur” ama, ölümün gelişi ile gidişi bir olmaz. Her kişi zor doğurulduğu gibi acı içinde yeryüzünden ayrılabilir. Doğan kişi için sevinilir, ama bu doğuma sevinmiş olanlar, onun ölümüne üzülmezler mi? Sevinç ve üzüntü içinde bir yaşam sürdürmüş olan Ayşet’in kısacık ömrünü böyle noktalandıracağı kimin aklına gelirdi?
Sophie’nin uzattığı azıcık sütten Ayşet bir yudum çekip bardağı bıraktı, ilkbahar öğle güneşinin vurduğu pencereye bir süre bakıp kendi kendisine söylendi:
– Bahar geldi, doğa kendini yeniliyor… Kış günlerinin üşütüp dondurduğu toprak yeniden ısınacak… – Ardından Ayşet bir iç çekti, gülümseyerek Sophie’ye döndü: – Şu an aklıma neyin geldiğini bilir misin? Zavallı ninemin Tanrıya dua ediş biçimi aklıma geldi. “Ölmeyecek kişi yoktur, bana hayırlı ve sıcak bir günde ölmeyi nasip et” derdi… Korsanlar evimizi bastığında sıcak bir yaz gecesiydi, ama biz en soğuk ve en acı geceyi yaşamıştık… Ne zaman yaşanmıştı o şey? Otuz yıldan çok önce… Hayır, bana göre daha dün, bugün. O geceyi hiç unutmadım. O anıyı gideceğim yere beraberimde götüreceğim…
– Duyuyor musun, Aisse, – Sophie konuyu değiştirdi, – kuşların nasıl öttüklerini, sevinç içinde baharı nasıl karşıladıklarını? Bak, sen de Tanrıya şükret, dünden beri öksürmedin, seni daha iyi görüyorum.
– Öksürmüyorum, çünkü öksürecek gücüm kalmadı… – Bir fayton sesi duyan Ayşet hemen: – Bahçe kapısına gelen bu fayton şövalyenin faytonu değil…
– Nasıl anladın?.. – Sophie pencereden dışarıya baktı: – Bildin, Claudine-Alexandrine elinde kocaman bir gül demeti ile faytondan iniyor.
– Yalnız mı?
– Yanında birinin olmasını mı bekliyordun?.. – Geleni görmek istemediğini belli eder biçimde homurdandı Sophie: – O kocaman gül demetini ne yapacak ki?..
– Öldüğümü sanıyor olmalı… Hayır, hayır, Sophie, şaka… Biz ikimiz birbirimize bir şeyler söyleyebiliyoruz, sen de biliyorsun, ama Claudine ile ben birbirimizden nefret etmiyoruz. İkimizi de aynı evde büyüttüler, onun edebiyat söyleşilerinden çok şey öğrendim, kitap okumayı ve tiyatroyu bana sevdiren de o. Eksiği olmayan kişi yoktur, herkes kendine göre bir yaşam sürdürüyor. Kitaplar yazıyor demezsen o da benim gibi talihsizin biri.
– Kendini sana benzemeyenlerle karşılaştırma dedim sana, Aisse? Claudine’in kağıt sayfalarına bir şeyle çiziktirmesi çok mu önemli, şu an Paris’te yazı yazmayan kalmış mı ki… Yaşlı Jacques yazı yazmayı bilmiyor, bilse Molière’e taş çıkarırdı.
– Bilemeyiz… – dudaklarına ince sarı bir salya aktı Ayşet’in, – Molière benim olduğu kadar senin de sayılır! – Molière dedikten bir süre sonra, başlattıkları gibi konuşmalarını sonlandırdılar: – Sophie, biz Claudine’e iyi davranalım, Ablon’da oturmayı seçtiği için de onu tebrik edelim (1).
________________________
Dipnot:
(1) – Fransa’nın önde din adamlarının temsilcilerinden bir grup Paris’teki ruhbanlar sınıfı kongresi sırasında Claudine-Alexandrine Guéren de Tansen’in evinde gizli bir toplantı yapmışlardı. Bu nedenle yönetim Claudine’i birkaç aylığına Ablon’a sürme cezasına çarptırmış, ceza bir ay sonra kaldırılmıştı.
_________________________
– Evet, o konuda bir gün Marie-Angélique’i tebrik etmiştik. Ama elimden gelseydi, Claudine’in kendisini ilgilendirmeyen işlere güzel burnunu sokmamasını, tanımadığı kişileri ağırlama huyundan vazgeçmesini söyleyecektim. Onun için talihsiz diyor ve ona acıyorsun… Ama, ona göre sen talihlisin: Yasak da olsa bir aşkın tadını ve acısını birlikte yaşadın.
– Eğer küçük kızım da yanımda olsa, talihli sayılırdım…
Ayşet’le Sophie’nin konuşmaları sırasında Marie-Angélique ile Claudine-Alexandrine buluşmuş ve Ayşet’i konuşuyorlardı.
– Yeter artık, Claudine, daha fazla oturmayalım, – dedi Marie-Angélique konuşmaları sona erdiğinde, – Zavallı Aisse yolumuzu gözler, daha fazla bekletmeyelim, günaha girmeyelim. O dediğim gibi tövbe etme (günah çıkarma) konusunu açtığımda beni destekle. Aisse, kendi kendisine günah çıkaracak değil. Yasenist (uğursuz) bir papazla değil, simolenist (güvenilir) bir papazla günah çıkarsa daha iyi eder… Ben değil miyim onu büyüten, sıkıntılarını paylaşmış olan… Ölmesinden önce bazı sırlarını öğrenme hakkım yok mudur?
– Doğru söylüyorsun, ama Aisse o şeyleri sana söylemez ki.
– Niçin?!
– Tanrı beni Aisse’nin durumuna düşürmesin, ben o durumda olsaydım, sırrımı kendi pederim (papazım) dışında kimseye açmazdım.
– Hadi canım sende, Claudine, bugün yarın ruhunu teslim edecek biri ile kendini kıyaslıyorsun!.. – Marie-Angélique kız kardeşine çıkıştı, keyifsiz bir gözle bakıp sordu: – Sırrını ablandan mı saklayacaksın?
– O durumda kız kardeş, erkek kardeş, ana ve baba söz konusu olmaz, Marie… Saklı olanla açık olan şey aynı değil, bir tutulamaz. Senle ben aşklarımızı birbirimize açık etmiş olsaydık, geride kalanlar, ölülerini, kaynın Kont Charles de Ferriol ya da Orleans Dükü dahil tabutlarını taşıyacaklarına fırlatıp atarlardı…
– Aman, – Marie-Angélique göz kapaklarını indirip inildedi, – senin söylediğine göre Fransa’da temiz aşk diye bir şey kalmamış. O konuda birbirimizi kandırıyor olmamız da bunu kanıtlıyor… Gidelim, Marie, – Claudine-Alexandrine’nin getirdiği gül demetine uzandı, ama ateşe dokunmuş gibi elini geri çekti, – bu da bir aldatma türü, boşuna getirmişim, odanda dursun.
– Dursun… – dedi Marie-Angélique isteksiz biçimde homurdanarak: – Çiçeğin kime götürüldüğünü ve götürülmesi gerektiğini bilmen gerekir… O zaman, Claudine, günahlarımızı çıkaranlar da pek güvenilecek kişiler olmamalı…
– Onlar kendilerini Tanrının hizmetçileri olarak tanıtıyorlar, ama onlar da bizim gibi birer insan… Onların ne olduklarını bilmeyen biri değilim… Kardeşimiz Başpiskopos Pierre de onlardan biri… O rahipler geçen sonbahar evimde toplandılar, bütün sorumluluğu bana yıkıp sıyrıldılar, cezalandırılan ben oldum.
– Pierre’i suçlama, onun bir suçu yok.
– Pierre kardeşimiz ama o da güvenilir biri değil, kendi çıkarı dışında hiçbir şeyi düşünmüyor. Başarılı olamayacaklarını, Kardinal Hercules-Andre de Fleury’yi yenemeyeceklerini görünce, ilk çark edenlerden biri de o.
– Claudine! – yüzü pembeleşen Marie-Angélique ağzını açtı. – Kardinal olma aşamasındaki kardeşin için öyle şeyler söyleme!
– Onun gibiler öyle davranıyorlarsa, başpiskopos diye niçin dilimi tutayım?! – Claudine-Alexandrine kız kardeşi karşısında geri adım atmadı. – Bana bakmayan, beni kollamayan kişi, seni de kollamaz. Peki, evlenme yasağı bulunmasına rağmen, ne diye Jeanette-Nicole’ü umutlandırıyor?!
– Bak şunun da dediğine… – Ayşet’in hastalığını bir yana bıraktı, konuştuğu şeylerden pişmanlık duymuş gibi Marie-Angélique, kardeşi için endişelendiğini söyleyerek konuşmasını tamamladı: – Dediklerimizi rahipler duyacak olurlarsa, öldüğümüzde cenazemizi kaldırmazlar…
– İş o noktaya gelirse, hiç korkma, Marie, seni orta yerde bırakmazlar… – diyerek Claudine-Alexandrine ablası ile şakalaştı. Öyle diyorsan o konuda konuşmayalım. Sen de ibadete önem vermeyen biri olsaydın, Aisse’ye tövbe ettirmeye kalkışmazdın. İyi, iyi, Marie, o konuda bir şey yitirmiş sayılmam. Aisse’nin bizden gizlediği bir şey varsa öğrenmiş oluruz…
– Evet, evet, nihayet işi anladın. Ama çok dikkatli ol, sırdaş olayım diyerek Aisse’ye sokulup hastalık (verem, jığevız) kapma… Biz sallantıdayız, ama senin önünde uzun bir gelecek var.
– Arjantal çiçek hastalığına yakalandığında refakatçi olarak Aisse’yi kim görevlendirdi ki?.. – Claudine-Alexandrine ayağa kalkıp ablasına karşılık verdi.
– Evet, Claudine, evet, – diyerek Marie-Angélique kız kardeşinin peşinden yürüdü, – ben de o şeyi şimdiye değin unutmuş değilim… Bu nedenle talihsiz Aisse’yi seviyorum ya… Ama seni daha az sevdiğimi düşünme.
Ayşet yatalak halde Claudine-Alexandrine’e görünmek istemedi, ne denli bitkin olsa da ayağa kalktı, yumuşak bir koltuğa oturdu.
– Ayağa kalkmışsın, kızım?! – Marie-Angélique şaşırmıştı, kız kardeşine tembihlediği şeyi unutup Ayşet’e sarıldı ve onu okşadı. – Sana dememiş miydim, Claudine, Aisse’nin daha iyi olduğunu ve ayağa kalkacağını?..
Claudine-Alexandrine de Ayşet ile kucaklaştı ve ona yakın bir yere oturdu, ikisinin de gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
– Claudine, seni gördüğüm için çok seviniyorum, seni özlemiştim… – dedi titrek bir sesle Ayşet.
– Ben de seni görmek istiyordum, Aisse. Nedenini biliyor olmalısın…
– Biliyorum, Claudine. Serbest bırakıldığını duyduğumda sevinmiştim. Şu sıralar ne yazıyorsun?
– Yazma konusunda bir sorunum yok. Aşk, din ve insan ilişkileri üzerine bir romanım yakında çıkacak. Okunduğunda, düşündürücü, bana ve başkalarına ilişkin birçok soruna el atan bir roman.
– Ne zaman yayımlanacak?.. – Ayşet bir ah çekti, – Ama ben ona yetişmeyebilirim…
– Aisse, küçük kız kardeşim, – Claudine-Alexandrine uzanıp Ayşet’in ellerini okşadı, – moralini bozma, daha önceki, Ablon’a sürülmemden önceki durumuna göre, şimdi çok daha iyisin. Rengin geri geliyor. Öyle değil mi, Marie?
– Evet öyle, Tanrıya şükür, çok daha iyi, sancıları hafifledi, ayağa da kalkabiliyor.
– Teşekkür ederim, mama, senin yardımlarını unutamam.
– Tabii, benim de yardımlarım oldu, – Marie-Angélique memnun kalmıştı, – ama sadece ben değilim, Sophie’nin ve doktorların da emekleri az değil.
– Teşekkür ederim, mama, onları da unutmadığın için. Ama içimden gelerek Claudine-Alexandrine’e teşekkür ettiğimi söylemek isterim. Sen de mama gibi, Claudine, bana çok şey öğrettin, çok şeyin bilincinde olmamı sağladın. Eğitim ve bilim alanında, öğrenim gördüğüm manastırın okulunda bana öğretilenler, öğretmenlerimin, Jeanette-Nicole’ün bana kazandırdıklarından sonra, senin edebiyat söyleşilerin dünyayı tanımamı sağladı. Voltaire, Montesquieu, Pon de Vel ve Arjantal’e de teşekkür ediyorum. Claudine sana teşekkür borçluyum, kadın çekişmesi tipinde bazı sözler sıralıyor idiysek de birbirimizi bağışlıyorduk. Dünya görüşlerimiz çelişiyor olsa da, birer kız kardeş gibi aynı evde oturuyorduk, birlikte büyütüldük, birlikte eğitildik. Sophie, şu küçük sandığı yanıma getir. Altın suyu içirilmiş eşya demezsen, fazladan bir özelliği yok. Öyle de olsa, Claudine, bu küçük eşyayı beni hatırlaman için sana bırakıyorum.
– Öyle konuşma, Aisse, “hayır” diyemem, teşekkür ederim. Ben de daha iyi olduğun, hastalığı uzak tutmana yardımcı olması için bunu sana veriyorum, – diyerek Claudine-Alexandrine bilekliğini (epŝehu) çıkarıp Ayşet’in bileğine taktı.
– İyi bir ilişkiniz vardı… – Marie-Angélique kıskanmış mı, imrenmiş mi belli olmayacak bir sesle konuştu, biraz unutur gibi olduğu bir şeyi yeniden anımsadı: – Hayır, hayır, sizin için seviniyorum, sizi kıskanıyor değilim. Benim o küçük sandıkta gözüm vardı… Ama onu Claudine’e vermekle iyi ettin. Yaptırdığın dokuz portrenden bir tanesini bana, birini de Julie’ye anı olarak bıraktın, bu bana yeter. Onun değeri hiçbir şeyle ölçülemez, yaşadığım sürece odamda asılı olacak. Bırakmak durumuna düşersem, şu an adını söylemek istemiyorum, onu kime bırakacağımı biliyorum… – Marie-Angélique sözlerine kendi de beklemediği bir biçimde son verdi, “bunlara tövbe konusunu açsan neye yarar…” diye içinden geçirerek, kız kardeşine seslendi: -Claudine, Aisse’yi yorduk, dinlensin, daha iyi olduğuna, sen de serbest bırakıldığına göre, konuşacak daha birçok gününüz olacak. Seni iyileşmiş görünce, Aisse, sana söylemek istediğim güzel bir haberi unutmuşum. Dün akşam tiyatroda Voltaire ile karşılaştım, seni sordu ve seni görmek istediğini söyledi. Bugün yarın diyemem, ama seni görmeye gelecek. Dinlenmene bak, kızım. Tanrı yardımcımız olsun, kötü bir durum yok, rüyalarımda hep seni iyileşmiş olarak görüyorum, iyi olacağın da bana söyleniyor.
İki kız kardeş odadan ayrılırken, Claudine-Alexandrine iki parmağını dudaklarına götürüp öpücük işareti verdi ve kapı kapandıktan sonra, Ayşet ağladı.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 567-576)
***
Paris’te Bir Çerkes Kızı – 37 (s. 576-583)
VIII
Ayşet’in gönül rahatlığı içinde günah çıkarması için bir yol bulundu: Meraklı Marie-Angélique’i atlatmak için, Markiz de Paraber onu geyik parkına gezmeye çağracak, bu boşlukta, kralın vaizi peder Edm-Chrysostome Bourso da (1) Ayşet’in odasına alınacaktı.
Gece boyunca Ayşet’in gözleri kapanmadı. Oda karanlığında sabahı zor etti. Gece boyunca, Ayşet’in geçmiş yaşamı gözleri önünden bir şerit gibi geçti: Hiç unutmadığı ve zorla koparıldığı Adıge ülkesinin, Çerkesiye’nin verimli toprakları, dağları, gür ormanları, uçsuz bucaksız ova ve kırları, Karadeniz kıyılarının ılık, latif ve yumuşak havası, çakılları, yumuşak kumları ve plajları gözlerinin önünden gitmedi. Adıge yurdunda geçirdiği kısacık ömrüne ilişkin anıları, eskisinden daha etkili ve özlem dolu olarak gözlerinin önünde yeniden canlandı, daha önceleri böylesine görüntüler görmemişti. Fransa’daki otuz yılını ise, sevinçten çok üzüntü ve ıstırap içinde geçirmişti, bunları düşündükçe içi burkuluyor ve sıkıntıları daha da depreşiyordu.
“Hele bir dur Ayşet, – dedi kendi kendine, Fransa’ya düştüğü günlerdeki azıcık Adıgecesi ile kendisini kınadı, – bilemiyorum, nedir bu başıma gelen, kendime güvenimi de yitirmişim. Büyük annem (nenej) ne derdi? “Kimse nasıl doğacağını, nasıl öleceğini öncesinden bilemez”. Ben, öleceğim günü bilmiyorum, ama uzunca bir süre yaşayamayacağımı biliyorum. Ne diye Peder Bourso’yu bekleyip duruyorum? Beni en zor günlerimde koruyan ve büyüten Ferriol ailesine, ilk aşkımı yaşadığım, bebeğimi doğurduğum ve bir hemşerisi olduğum Fransa’yı niçin kınayayım ki? Aksi takdirde, ninemin “Su içmeni artırmayan yemek, yemek sayılmaz” (Psıvêzımığaşore şxınım şo viğešırep) dediği gibi, onların benim için yapmış olduğu iyilikleri unutmuş olabilir miyim? Sormuş olayım, iyilik kötülüğe, harama dönüşebilir mi? Voltaire, Montesquieu ve Diderot öyle diyorlar, ama onlara katılmıyorum, kurumuş ağacı dik tutan köküdür” demelerine ise katılıyorum. Beni de şimdiye değin o sağlam kök ayakta tuttu Böyle demekle hiçbir günahım olmadığını söyleyebilir miyim? Yeryüzünde günah işlememiş kişi yoktur. Bunu bildiğime, günah işlemiş kişilerden biri olduğuma göre, fazlaca üzülmem ya da utanmam gerekmez, günahlarımdan hiçbirini pedere açıklamaktan kaçınmamalıyım. Bu günahlar neye benzer? Bunlar, Tanrıdan, benden ve başkalarından gizlenecek günahlardan değil. Beni anlamasını umduğum Bourso’nun önünde, fazlalık olan her şeyi içimden çıkarıp atacağım. Tanrının karşısına temiz bir ruh ve bedenle çıkmalıyım. Elimden gelecekse, bana kötülük yapanların da günahlarını bağışlatmak isterdim”.
Ayşet önünde iki mum yanan ve duvarda asılı duran tanrı resmine baktı, zar zor da olsa, resme doğru yürüdü, istavroz (haç işareti) çıkardı ve resmin önünde diz çöktü. Gününün iyi geçmesini isteyerek, beklediği pederin karşısında, gizli açık bildiklerini eksiksiz anlatmak, çok korktuğu günahlarından arınmak istediğini söyleyerek Tanrıya yalvardı.
Kontes Marie-Angélique, Laroche ile birlikte şık bir elbise içinde odaya geldi, Ayşet, bu ikisinin geyik parkına gideceklerini biliyordu.
– Gideceğim parka benimle gelmeni, Aisse (Ayse), inan her şeye yeğlerdim, – dedi Marie-Angélique ve sordu: – Nasılsın, kızım? Geçtiğimiz hafta bizi korkutmuştun, dün ve bugün iyisin, rengin yerine geliyor. Öyle değil mi, Laroche? İçin rahat olsun, sana gereken özeni göstermesini Sophie’ye tembih ettim. Laroche’un verdiği ilaçları iç. Biz de fazla kalmayacağız, Markiz de Paraber rica etmemiş olsaydı, zaten zor ayakta duran biriyim, hiç gitmez, yanında kalırdım.
– İyi günler, mama, – gidecek olmasına sevinen Ayşet kontesin arkasından seslendi, – benim için endişelenme, rahatına bak. Büyük dönme dolaba sakın binme, başın döner, dolaba benden selam söyle.
Kararlaştırılan saatte Peder Edm-Chrysostome Bourso, Markiz du Deffant tarafından Ayşet’in odasına alındı. Vaizi bekleyen Ayşet onu başıyla selamladı ve elini öptü, oturması için ona yumuşak tabureyi gösterdi.
Otuz yaş üzeri sarışın ve iri gözlü peder vaaz vereceği masanın üzerine İncil’ini ve haçını koymaya başladığında, du Deffant ile Sophie birbirlerine bakıp odadan ayrıldılar. Odada yalnız kalan Ayşet’in güçsüz ve çökmüş bedeni belli oluyordu, ama eğitimli pederin tatlı bakışı ve yumuşak sesi ona iyi geldi:
– Dünyayı yaratan Tanrıya inanan bir Katoliksin ve beni yanına kabul ettin, rahat ol, kızım, yardımını beklediğin Tanrıya karşı sevgin eksilmesin, dinginlik (huzur) içinde ol. Tanrı herkes için bağışlayıcıdır, iyilik yapana iyilikle karşılık verir, kötülük yapanı ise sevmez, yalan söyleyeni ise lanetler. Tanrının iyiliği (bağışlaması) ve rahmeti sınırsızdır, sen ve ben hepimiz onun kulu ve ümmetiyiz. Beni bugün onun temsilcisi olarak kabul ediyorsan ve hazırsan, kızım, ben de seni Tanrı adına dinlemeye ve seninle konuşmaya hazırım.
– Evet, peder, hazırım.
– O zaman, kızım, İncil ile haçı saygıyla selamla.
Ayşet İncil ile haçı bir bir öpüp alnına götürdü, daha dingin ve yumuşak bir sesle konuştu:
– Hazırım, peder.
– Kızım, Tanrı adına sana sesleniyorum.
– Peder, söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum.
– İşlediğin ilk günahı anlatarak başla, kızım.
Sıkıntı içine düşen Ayşet’in çökük yüzü kızarmıştı, ardından sarardı, ince uzun parmakları ile el ayalarını sıkıştırarak konuşmaya başlayınca, Vaiz Bourso hemen bir uyarı yaptı:
– Tanrı her şeyi bilir ve duyar, Tanrının bildiği şeyi gizlemek yerine, kızım, her şeyi, olduğu gibi baştan anlatıp dinginliğe kavuşursan daha iyi edersin.
– İlk günahı burada, Fransa’da yaşamadım, peder, o şeyi bizim kendi ülkemizde, uzaklardaki Çerkesiye’de yaşadım.
– “Uzaklardaki Çerkesiye” dediğin o ülkeyi halen kendi ülken olarak mı görüyorsun?
– Köküm orada, akrabalarım ölmüş olsalar bile, peder, orada hâlâ soydaşlarım yaşıyorlar, böyle konuşuyor olmam, onları unutamamış olmam nedeniyle.
– İçindekileri kendine saklamıyorsun ki, niye üzülüyorsun, kızım. Tanrıya yalvar, seni anlar, Katolik dinini benimsemiş olduğun için, Tanrı, sana “içinden çıktığın insanları, halkını unut” demez, diyerek Bourso konuşmasına ara verdi, ardından Ayşet’e sordu:
– Çerkesçe dilini kendin mi unuttun yoksa sana unutturdular mı?
– Küçükken Fransızların arasına getirildim, istesem de istemesem de Fransızcayı öğrendim. Lyon Katedralinde bana istemediğim halde başka bir din kabul ettirildi, Katolik yapıldım, daha sonra kendi kendime Katolik dinini benimsedim, ama bazen zavallı ninemin Müslümanlık dinini anımsadığım da oluyor, zor bir duruma düştüğümde kendi dilimle “ya si Alah” (A benim Allahım) diyerek Tanrıdan yardım diliyorum.
– Bunu – kalbinde iki dinin birlikte yaşıyor olması durumunu – inandığın Katolik dinin adına, kızım, bir günah olarak mı görüyorsun?
– Evet, öyle görüyorum, peder.
– Dünyayı yaratan, yaşatan ve her şeye gücü yeten tek bir Tanrı vardır. O tek Tanrı dışında başka bir Tanrı yoktur. – Vaiz Bourso sesini yükseltmeden konuşmasını kesti, ardından yeniden konuşmaya başladı: – Dünyadaki tek Tanrıyı kabul edersen, O, senin yanlış bir yola sürüklenmenden korur. Şimdi seni üzen ve söyleyemediğin başka sıkıntıların varsa, kızım, seni dinlemeye hazırım.
– Var, bu şey sen, ben ve kimse için sır değil. Bunu bütün bir Paris konuştu, halen konuşuyor ve konuşmakla da bitiremiyor.
– Senin başından geçmemiş ise, başkalarının senin için gerçek dışı olarak söylediklerini umursama, Tanrı yalanı ve iftirayı hoş karşılamaz, yalan söyleyen ve yalanı yayan kişiyi, Tanrı, öbür dünyada cezalandırır.
– Bu sana söyleyeceğim şeyde, peder, gerçek ve yalan yanlar var, ama yalanı gerçek, gerçeği yalan olarak anlatıyorlar, beni niçin kötülemekte olduklarını anlayamıyorum.
– Gerçek ve yalan, bu ikisi bu geçici dünyada birlikte dolaşım içindedir. Seni dinliyorum, kızım.
– İstanbul esir pazarında Kont Charles de Ferriol beni satın aldı, bana babalık yaptı, ardından beni karısı (odalığı) yapmaya kalkıştı ve beni boyun eğmeye zorladı, bu bir gerçek, aklı başında olsa, öyle yapmazdı, bundan eminim. Babamdan çocuk doğurduğum dedikoduları var, bunlar doğru değil, yalan. Papamın hasta halindeyken söylediğini sana da söyleyeyim: “Erkeğin ben olacağım. Kabul etmezsen, bu gece seni zorla yanıma getirteceğim”. Kızlığım ve kızlık onurum konusunda beni çok korkuttu, bu yüzden Şövalye Blaise-Marie de Edie ile, herkesin öğrendiği gibi, evlilik dışı beraber oldum.
– Şövalyeler için evlenme yasağı bulunduğunu bilmiyor muydun?
– Biliyordum, ama o sıralar başka bir çıkış yolu olmadığını sanmıştım.
– Tanrı kimseyi çaresiz bırakmaz, kızım, sen çok acele etmişsin.
– Peder, genç ve zayıf olmama yenik düştüm.
– Bir yönden kendini korumuşsun, kızım, öbür yaptığınla günah işledin.
– Şövalye de Edie temiz biri, bunu bildiğim halde, onu yanlış yola sürükledim, aynı yanlışı kendime de yaptım, bunları günah sayıyorum.
– İkinizin birlikte ve beraber işlemiş olduğunuz yanlıştan, kızım, sadece kendini sorumlu tutma, Tanrı her şeyi bilir ve görür, ona yalvarınız, sizi duyar ve anlar. Günah işlemene neden olan kişi daha sonra, sana karşı nasıl davrandı?
– Papa, dediğini ve yapmak istediğini unutmuş halde ve benim için kaygılanarak aramızdan ayrıldı. Onun iyiliklerini asla unutamam. Kalan ömrüm boyunca onun için Tanrıya dua edeceğim ve günahlarını yükleneceğim.
– Tanrı, her bir bireyin sadece kendi işlemiş olduğu günahtan sorumlu olduğunu söylüyor. Seni dinliyorum, kızım.
– Biricik bebeğimi gizli büyüttürdüğümü, yabancı bir ülkede yaşadığını, Tanrının bunu bağışlamayacağını ve beni cezalandıracağını biliyorum, bana verilecek cezayı çekmeye hazırım, Tanrıya zavallı küçük kızıma yardımcı olması, onu koruması için yalvarıyorum.
– Çocuğun seni annesi olarak mı biliyor?
– Hayır, – Ayşet bir iç çekti, – teyzesi olduğumu söylemiştim, “teyzesi” sanıyor.
– Neden?
– Serbest biri olmayan Şövalye de Edie’nin üyesi olduğu Malta Şövalyelerinden (Orden örgütünden) bir kötülük görmesinden korktuğumuz için böyle yaptık, çocuğumuz olduğunu gizli tuttuk. Babası bunca yıldan beri onu hiç görmedi.
– İkiniz de günah işlemişsiniz. Ama Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin günahı daha büyük.
– Hayır, peder, beni anla, bana sevgiyle yaklaş, şövalyenin hiçbir suçu yok, tüm sorumluluk bende.
– Tanrıya kalmış bir iş bu, biz çözemeyiz. Seni dinliyorum, kızım.
– Sana daha başka ne diyeyim, bilemiyorum, peder. Beni bunaltan ve beni yiyip bitiren şeyleri sana anlattım. Günah mı bilemiyorum, ama bir türlü kurtulamadığım bir yanım daha var. Ne kadar dikkatli davranmış, kimsenin kalbini kırmak istememiş olsam da, bazen sinirli oluyor, yapmamam-söylememem gereken şeyleri yapıyor ve söylüyorum.
– Yaptığın ve söylediğin şeyler için pişmanlık duyuyor musun?
– Haklı isem dediğimden dönmüyorum, ama haklı olmadığımda geri adım atıyorum, kalbini kırdığım kişiden özür diliyor ve beni bağışlamasını istiyorum. Benim kadınlık onuruma karşı çıkanlar, alay edenler olursa üzülüyorum, onlarla dalaştığım durumlarım da oluyor.
– Bunlar yerinde davranışlar. Yine seni dinliyorum, kızım.
– Yine sana söylemek istediğim şey, peder. Sana kalbimi açtım, günahlarımı bağışlaması için gece gündüz Tanrıya yalvaracağım, temiz ve kalbini açmış biri olarak O’nun karşısına çıkmak istiyorum.
– Tanrı isteklerini kabul etsin, kızım. Tanrıya şifa bulman için yalvaracağım, Tanrı merhametli, adil ve esirgeyicidir, seni anlar. – Edm-Chrysostome Bourso, memnun kaldığı renginden anlaşılan Ayşet’e İncil’i ve haçı öptürdü, kendi de istavroz çıkararak Ayşet’e son sözlerini söyledi: – Temiz bir insansın, çektiğin sıkıntıları bana anlattın, kızım, günahlarının bağışlanması için Tanrıya yalvaracağım, Tanrıyı kalbinde diri tut, O’na yalvar, seni duyacağından ve sana yardımcı olacağından eminim, Tanrı merhametlidir. “Dünyanın güzelliği ve bolluğu benim ürünümdür”, – diyen de Tanrının kendisi.
Edm-Chrysostome Bourso odadan ayrılınca, Charlotte-Elizabéth Aisse (Ayse) – Ayşet bedensel ve içsel/ruhsal anlamda rahatladı ve kendinde bir hafiflik, bir dinginlik duydu, ayağa kalktı ve tanrı resminin karşısına geçip diz çöktü, du Deffant ile Sophie’nin odaya geldiğinin farkına bile varmadı. Hastalığına karşın güzel ve uzun kalmış sırtını ve başını eğerek, istavroz çıkarmakta ve Tanrıya yalvarmaktaydı.
Dipnot:
(1) – Edm-Chrysostome Bourso – Kral XV. Louis’nin vaizi ve Orden (askeri-dini tarikat) üyesi bir rahip idi.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 576-583).
****
Paris’te Bir Çerkes Kızı – 38 (s. 583 – 590)
IX
Hastanın durumu “boş umut, ümitsiz vakıa” dedikleri gibi olmuştu, Ayşet işlediği günahların hepsini rahip Bourso’ya eksiksiz anlattıktan sonra, ferahlamış ve o güçle yataktan kalkmıştı: Aynaya bakmayı göze alamadığı için yavaş yavaş odada gezinmeye başlamıştı; sabah akşam pencereden dışarıya bakıyor, yeni yeşermeye başlayan ağaç yapraklarını selamlıyor, uzun süre yeşil kalmaları için Tanrıya dua ediyor, yumuşak koltuğuna oturduğunda da, anıları ile sıkıntılarından uzaklaşmak için eline kitaplar alıyordu, en çok da Molière ile Voltaire’in kitaplarını okuyordu, kendi başından geçenleri de toparlamaya çalışıyordu. Geyik Parkı’ndaki büyük dönme dolaba Pierre ve Jeanette-Nicole ile birlikte bindiği, Adıgelerin ülkesinin hangi tarafta olduğunu sorduğu günü anımsıyor, o anlar kulaklarında yeniden çınlıyordu… Karadeniz kıyısındaki plajda değişik renkte taşları topladığı günü… Köle avcılarının evlerine gece baskını yapmalarını… İstanbul’daki esir pazarını… Marsilya, Paris, Saint-Cloud, Versay (Versailles) ve Trianon’u… XIV. ve XV. Louis’lerin dönemleride akşamları verilen saray balolarını… Şövalye de Edie ile karşılaşmasını… Palais-Royal, Orléans… Ablon… Cenevre… Sans’ı (Sens) anımsıyordu…
O balolar ne zaman verilmişti?.. Uzun zaman önce verilmişlerdi, ama bugün verilmişler gibi canlanıyordu gözlerinin önünde. Kaçırılarak Karadeniz üzerinden Fransa’ya götürülmüş olduğunu nasıl unutabilirdi? O zamanki yaşı, şimdi, kızının yaşı kadardı, kızının annesi olduğunu kızından saklaması bağışlanacak şey miydi?
Daldığı derin düşüncelerden sıyrılan Ayşet, peder Bourso ile görüşmesine Marie-Angélique’in değinmemiş olmasına akıl erdiremiyordu. Ama hemen kendini topladı: “Mama beni üzmek istememiş ya da pederle görüştüğümü henüz öğrenmemiş olmalı…”
– Kontes Marie-Angélique kendisinden gizlediğim şeyi öğrendiğinde çok kızabilir, Sophie. O konuda yerinde davranmamış isem, Tanrı beni bağışlasın. Mamanın bana yaptığı iyilikler, beni üzdüğü durumlardan daha çok, ondan razı ve memnunum, bildiğim günahlarını bağışlaması ve ona karşı sevecen olması için Tanrıya yalvaracağım. Ama, Sophie, Pati konusunda senden yakınıyorum, nasıl kaybolduğunu bana anlatmıyorsun… – Ayşet gözlerinden dökülen yaşları sildi. – Öyle olmasını Tanrı istemiş olmalı… Bolingbrocklar gibi iyi bir ailenin Selini’yi büyütüyor olması gibi, Pati’nin de iyi birinin eline geçtiğini bilsem içim yanmazdı… Hayır, Sophie, küçük kızımı köpeğimle bir tuttuğumu sanma, Edie yakında kızımızı Bolingbrocklardan alacağını söyledi, bunu bir görseydim, ölsem de gam yemezdim.
– Ölmeyecek kişi yoktur, Aisse, acele etme, – Sophie, Ayşet’in iyileşmeyeceğini biliyordu, yine de, ona moral vermeye çalışıyordu, – Tanrıya şükür, bu hafta ayağa kalktın. Sabahleyin, helal olsun, yemeğini yedin. Selini getirilip sana “teyze” (tante) yerine “mama” (anne) dediğinde, şövalyeye de “baba” dediğinde tüm acıların sona erecektir.
– Ağzına sağlık, Tanrı seninle beraber olsun, – Ayşet bu sözlere sevindiğini, gözlerine yeniden gelen fer ve yanaklarında beliren pembelikle belli etti, – dediğin gibi olsun, Sophie.
– Dediğim gibi olacak tabii, Aisse, içime doğuyor… Saçına şöyle biraz ellememe izin ver, seni “Adıge meleği” (Adıge melaiçe) diye çağıran Voltaire, bugün yanına gelebilir. – Sophie Ayşet’in saçını tararken Pati’nin kayboluşu üzerine kendisine söyleneni unutmamıştı: – Pati konusunda boşuna bana kızıyorsun, Aisse. Dün sabah bahçeden ayrıldı, ayrılış o ayrılış. Hizmetliler halen onu arıyorlar, mahalleyi baştan sona taradılar, çocuklara sordular, köpek satış pazarına bile gittiler. Umudunu yitirme, kendi gelir ya da onu bulup getirirler.
Ayşet gülümsedi:
– Umut büyük, beklenti değerli, sevinç ve mutluluksa daha değerli. Ama hastanın köpeği haneyi terk etmişse hayra yorulmaz derdi büyük annem, bunun benim için iyi bir şey olmadığını niye saklayayım… Ancak, kim bilir, bir gün, ölümümden sonra dönecek olursa, Pati için sana söylemiş olduğum dileğimi yerine getir…
– Buraya bak, Aisse, – küçük köpek için söylediğini duymamış gibi Sophie, küçük aynayı eline alıp Ayşet’e uzattı, aynaya baktırdı, – bak bakalım, yeni saçının nasıl yakıştığını bir gör, bu beyaz örgülü şalı da omuzuna atar ve altınlarını da takarsan, yeniden kral balolarının yıldızı sen olursun.
– Bırak artık, Sophie, durumumu bildiğin halde, Molière’in bir piyesinde dediği gibi “veba salgını sürerken bana ziyafet” mi verdireceksin?! – Ayşet, Sophie’ye çıkıştı, ardından bir umut ona baktı, ardından ikisi de holden gelen ayak seslerine doğru baktılar, oradan Jeanette-Nicole ile Kontes Marie-Angélique birlikte geldiler. Kontes her zaman yaptığı gibi, yalan ve yapmacık bir tavır takınmadan gördüğü manzarayı övdü:
– Jeanette-Nicole, kendin gör, Aisse’nin daha iyiye gittiğini sana söylememiş miydim? Ben boşuna mı söylemiştim, her bir kişi yılda bir kez olsun vaaz dinlediğinde daha iyi gelir diye. Kimse günahlarını biriktirmemeli. Eğitimli büyük din insanı Edm-Chrysostome Bourso’nun yanına geleceğini bilseydim, kızım, o gün evden dışarıya adımımı bile atmazdım. Tek tük günahlarımın bağışlanması için beni de dinlemesini isterdim.
Jeanette-Nicole, Ayşet’in kendisine sarılmasını içi sızlayarak karşıladı, ama belli etmedi, onu okşayarak konuştu:
– Her zaman olduğun gibi, Aisse, bugün de güzelsin, sağlıklı günlerine dönmeni Tanrıdan diliyorum. Dün kilisede Edm-Chrysostome Bourso’yu gördüm, seni övdü, sana selamını gönderdi, senin için Tanrıya dua ettiğini söyledi.
– Allah senden razı olsun, Jeanette-Nicole. Vaazdan sonra daha iyi olmuş gibiyim. Vücudum, el ve ayaklarım daha iyi, artık öksürmüyorum…
– Tabii öksürmüyorsun, daha da iyi olacaksın, – diyerek Marie-Angélique söze karıştı, – Aisse’nin temiz kalpli, adil ve dürüst biri olduğunu bilge Bourso da görmüş olmalı, seni takdir etti. Öyle olmasaydı kralın vaizi olabilir miydi? Onu bütün bir Fransa tanıyor, Cenevre’de de adı biliniyor ve seviliyor. Bu büyük insanı Kardinal André de Fleury de övüyor, ama bir konuda kırgınım: Tiatinlerden olmayıp yasinistler (*) arasında olsaydı daha sevinirdim. İstediğimiz her şey gerçekleşecek olsaydı, Aisse’nin hasta olmasını ister miydim?.. Ne yapabiliriz, Tanrıya kalmış sorunları biz çözemeyiz. Siz oturun, konuşun, konuşacak çok şeyiniz olmalı. Gidelim, Sophie, sen de biraz dinlenmiş olursun, aşçılarımızın hazırlamalarını istediğimiz yemekleri konuşuruz. Zavallı Augustin-Antoine benden neyi rica etti, biliyor musunuz? Suda pişirilmiş ve üzerine şeker dökülmüş kabak, onu yemek istiyor. Odadan Marie-Angélique ile Sophie ayrıldıktan sonra, Jeanette-Nicole ile Ayşet gözyaşları içinde birbirlerine bakıp bir süre oturdular.
– Umudunu yitirme, Aisse, her şeye gücü yeten Tanrıya güven. – diyerek Jeanette-Nicole Ayşet’e umut vermeye çalıştı. – Kalbinden konuşsan bile Tanrı seni duyar ve anlar.
Geçen aylarda hiç tanık olunmadığı gibi Ayşet’in gözleri ışıldadı, yanakları da pembeleşti ve gülümsedi:
– Tanrı senden razı olsun, canımın içi, boş umutlara kapılmak istemem. Gördüğün gözyaşlarım umudumu yitirmiş olduğum için değil, seni yeniden görmüş olmamın sevinci nedeniyle. Geçmiş yıllardan, günlerden farklı olarak bugün sana teşekkür etmek istediğimi söylemek isterim.
– Niye, Aisse, – Jeanette-Nicole Ayşet’ten duyduğu sözleri vasiyet gibi algılayarak Ayşet’in sözünü kesti, – bana teşekkür etmen, sana öğretmenlik yapmış olmam içinse, ben çok sayıda kız çocuğunu Saint-Cloud’a okuttum.
– Hayır, Jeanette-Nicole, – diye acele söze karıştı Ayşet, – sadece bana öğretmenlik yapmış olman nedeniyle değil, içinden çıktığım Çerkes ulusunu bana unutturmadığın için de sana teşekkür ediyorum.
– Öyle mi diyorsun?.. – Jeanette-Nicole gülümsedi ve şakalaştı: – Arasına getirildiğin Fransızlar içinde kimliğini yitirmeni istemedim. Beni utandırmadın, senin Fransız ve Çerkes özelliklerinden, her ikisinden de memnunum.
– Ben her iki kimliğim ile, hiçbir yere bağlı olmayan, ülkesiz biri olarak kendimi görüyordum… bu da başıma gelen felaketin bir sonucuydu… Senin dediğin gibi umutsuz durumumuz yok, zavallı de Edie’nin de ben ve Selini dışında bir derdi yok. – Kendi kişisel sorunlarını bir yana bırakıp Jeanette-Nicole’e sordu: – Bitmez tükenmez dertlerimi anlatarak seni bıktırdım, Pierre ile senin aranda bazı ufak tefek sorunlar olduğunu duymuştum, Jeanette-Nicole, aranızdaki ilişki ne durumda?
– Doğrusu, Aisse, her ikimiz de sıradan iki din insanı olduğumuz sürece durum fena değildi, ama Pierre başpiskopos olunca, sen de biliyorsun aşkımızı gizlemek zorunda kaldık. Tanrının kabul etmediği bir günahı ne diye yüklenecektik ki, ilişkimizi kestik. Hayır, Aisse, Pierre’i kınamıyorum, kendi sorumluluğumun da farkındayım. – Jeanette-Nicole Pierre ile olan ilişkisinden daha fazla söz etmek istemedi, Aisse’den, beraber iken dikkatini çeken bir şeyi sordu: – Aisse, birini mi bekliyorsun, yoksa oturmak mı seni yormaya başladı? Yorulduysan, benden saklama, seni yatağına yatırayım ya da arkana bir yastık dayayayım. İlaç saatin geldiyse, ilacını içireyim.
– Teşekkür ederim, Jeanette-Nicole, yataktan yeni çıktım, yorulmadım, – Ayşet her zamanki gibi öğretmenine sevgi dolu bir gözle baktı, neyi beklemekte olduğunu anlamasına şaşırarak başını uzattı: – Bugün seni beklediğim gibi, kıymetlim, iki kişiyi daha bekliyorum, – şık bir gülümsemeyle sözünü tamamladı, – ikisi de erkek.
– Aisse, seni tanıyamıyorum! – diyerek Jeanette- Nicole Ayşet’le şakalaştı.
– Öyle diyorsan, o iki kişinin adlarını da sana söyleyeyim: Voltaire ile de Edie. Voltaire ile benim aramdaki ilişkiyi biliyorsun, senin gibi o da benim öğretmenim. Yıllardan beri ikimizin beklediği haberi Edie’nin getirmesini de bekliyorum.
– Şimdi anladım, Aisse, niçin böyle şık giyinmiş olduğunu, – Jeanette-Nicole Ayşet’e moral vererek onunla şakalaştı.
– Sadece o değil, büyük yazar ve düşünür François Marie Arouet Voltaire’in beni yatakta görmesini istemedim, – daha konuşmasını bitirmeden bahçe tarafından gelen fayton sesi üzerine Ayşet başını kaldırdı, hasta olduğunu unutarak, saçını, entarisini ve yakasını düzeltmeye başladı: – Acaba bu fayton ikisinden hangisine ait olabilir, dedi…
Pencereye koşan Jeanette-Nicole yanıt verdi:
– Faytonla gelen bir kişi değil… Pon de Vel, Voltaire ve de Edie faytondan indiler, yanlarında tanımadığım bir geç daha var…
Marie-Angélique sevinç içinde, hastayı unutmuş halde gelen dört kişiyi eve aldı. İçlerinden Voltaire öne çıktı ve Ayşet için yazdığı şiirini okudu:
Kanında gür bir ateş bulunsun,
Soğuk buzlar göğsünde erisin.
İçindeki ateş yüreğinde tutuşsun,
Onun sıcaklığı seni alt etsin.
Şiiri okuduktan sonra Voltaire alkışlandı, ardından şiirin yazılı olduğu kâğıdı Ayşet’e uzattı ve gülerek seslendi:
-Aisse, Charlotte-Elizabéth Aisse, benim Çerkes meleğim, her zaman güzelsin, soylu ve fidan boylusun, en çok değer verdiğim yanın akıllı bir kadın, kişilikli ve saygıdeğer bir insan olman, bu şiirimi sana adadım. İyileş, çünkü sana gereksinim duyuyoruz, yalnız değiliz, sevdiğin ve bilincinde olduğun sanat çevresi ve kendi kalbim bunu bana söyletiyor, bunlar ve sanat çevresi sana gereksinim duyuyor. Yanımdaki gençlerden tanımadığın arkadaşımı seninle tanıştırayım: Bir düşünür olmasını beklediğimiz Denis Langer Diderot. Yirmi bir yaşındaki Diderot yanındaki gençlerden bir adım öne çıkarak Ayşet’i ve Jeanette-Nicole’ü başıyla selamladı ve geri çekildi, Voltaire yeniden konuşmasını sürdürdü: – Şimdi Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse de Ferriol ve sen Şövalye Blaise-Marie de Edie ikinizi de kutluyoruz: Küçük kızınızın üzerinize yazılması için gerekli kral buyruğunu Kral XV. Louis bugün imzaladı. Göster, yazılı buyruğu, de Edie!
Ayşet beklediği kararı duyunca ve bu kararı kanıtlayan belgeyi de okuyunca, sevinçten ne yapacağını bilemez oldu. Marie-Angélique de sevince katıldı, Jeanette-Nicole’ün de sevinç gözyaşları döküldü. Kadınları yatıştırma işi Pon de Vel’e düştü:
– Mama, Jeanette-Nicole, ağlamak yerine, Aisse’yi yatıştırsanız daha iyi edersiniz. Sorunu çözen ve kralı ikna eden kişi Voltaire’dir, Şövalye Blaise Marie de Edie de bilinmeyen biri değildir. Sen, Charlotte-Elizabéth Aisse, sen de kralın tanımadığı biri değilsin. Fransa’da aşktan ve sevgiden daha güçlü bir şey bulunmadığını kız kardeşim ile eniştem birlikte kanıtladılar. Voltaire bu iki kişinin temiz aşkı üzerine kitap, opera ve piyes yazma işi de sana düşüyor.
– Öyle diyorsanız, – diyerek Kontes Marie-Angélique hemen ayağa kalktı, – sevincimizden onu yoksun bırakamayız, Kont Agustin-Antoine’ı da sevindirelim. Biz hazırız, birazdan size de haber veririz.
– Olur, mama, sevincimizi paylaşmasını isteriz… – Ayşet gülümsedi, Jeanette-Nicole’e bakıp kontese olur verdi, ardından Voltaire’e seslendi: – Teşekkür ederiz, Voltaire, bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağız, – Ayşet savrulmuş ailesinin bir araya getirilecek olmasına seviniyordu, ama bu sevincinin uzun sürmeyeceğinin de bilincindeydi ve bir iç çekti, bizim için koşuştururken, Voltaire, yazı yazmaya fırsat bulamamış olmalısın.
– Hayır, Aisse, öyle deme. Bildiğin “Brug” piyesinden sonra yeni bir piyes daha yazdım. Adını da söyleyeyim: “Zaire”. Şu an “Sezar’ın Ölümü” (Цезарь ил1ак1э) üzerinde çalışıyorum, bitirmek üzereyim. Evet, küçük kız kardeşim, onları tiyatroda sahnelediğimizde izlersin, ister beni destekle, istersen kötüle, eleştirilerin benim için çok değerli olacak. Sen farkında değilsin, değerli Aissem, sen yaman bir tiyatro eleştirmeni olup çıkmışsın. Öyle değil mi, Pon de Vel?..
(Devamı var)
(*) – Tiatinler – yasinistler, kilisedeki dini fraksiyonlar.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 583-590).
*****
Paris’te Bir Çerkes Kızı – 39 (Son Bölüm) (s. 590 – 599)
(AYŞET YAŞAMA VEDA EDİYOR… – SON…)
X
“Felaketten kurtulup, mutluluğa kurban gitti” deyimi Ayşet gibi bir taihsiz için söylenmiş olmalı – yıllardan beri bebeği adına beklediği sevindirici haberi, verem hastalığından yıkıldığı bir günde aldı. Ayşet veremin umarsız bir hastalık olduğunu: Ağır hasta ölmeden önce iyileşir gibi olur dendiğini biliyordu, ama bunu ne zaman duyduğunu anımsayamıyordu, o deyim dün ve bugün aklından çıkmiyor, kimseye bir şey diyemiyordu. Ayağa kalktığı kısa süre elbiselerini düzeltmesine yetmişti.
– Elbiselerimden sana gösterdiklerim senin olsun, Sophie. Nasıl istersen öyle yap. İstersen kendin giy, istersen benden kaldığını belli etmeden sat, – Ayşet kendisine getirilen izin belgelerine bakarak Sophie’ye konuştu.
– Aisse, neler söylüyorsun, böyle?!.. – Sophie ayakta kalamadı, oturup ağladı. – Kendin için öyle kötü şeyler söyleme, küçük Selini için olsun konuşma…
– Olur, Sophie, olur… – Ayşet zor soluyordu, ama yılgınlık göstermeden Sophie’ye sarıldı, ara verdiği konuşmasına yeniden başladı: – Küçük kızım konusunda işlemiş olduğum günahımı, Tanrı anladı ve beni bağışladı, sıkıntı ve günahlarımı pederime anlatmama izin verdi. Şimdi şanslı sayılırım. Ama bu şans yaşamımın son şansı, dün dünde kalır, bugün de bugündür, her iki durumda da yapacak şey yok. Olan olduktan sonra dövünsem neye yarar ki? İçimdeki his bugün yarın dünyamı değiştireceğimi bana söylüyor, sen de bunun farkında olmalısın, insanlığım ve kişiliğim konusunda yanımda olmanı, beni öbür dünyaya uğurlamanı senden diliyorum. Çerkesleri anlatan bu kitapları bana bulup küçük bir kız iken Saint-Cloud’a okutan Jeanette-Nicole’a teşekkür ediyorum, yine teşekkürlerimi yollarım, şimdiye değin biriktirdiklerimi Selini’ye ulaştırırsın. Kral XIV. Louis’nin eşine ilk takdim edildiğimde giymiş olduğum Çerkes kostümünü, Karadeniz’den getirilirken giydiğim şapkamı (pao’yu), Fahri’nin benim için saklayıp verdiği kemerimi, makasımı, yüksüğümü ve iğnelerimi kızıma bırakıyorum.
– Bunları ve daha başkalarını da senin için yerine getiririm, Aisse… – dudakları titreyerek konuştu Sophie. – Böyle şeyler için kaygılanma, bak bugün yarın Selini’nin İngiltere’den getirildiğini ve ona kavuşma mutluluğunu yaşadığını göreceğiz.
– Ben de öyle olmasını isterim, Sophie… – dedi ve sessizce sözünü tamamladı: – Biricik aşkım dışında bu dünyada hiçbir isteğimin gerçekleşmemiş olduğunu biliyorum… Aşkımı yeterince yaşayamadığımı biliyorsun. Kadın onurunun korunmadığı ve kadın için adaletsiz olan bu dünyada ne yapabilirdim… Ama bir bebek doğurmuş olduğum için pişman değilim. Utanacak durumlara düşmüşsem de, kirlenmiş bir yaşam sürdürmektense tek kez bir kirlenmeyi yeğlerim… – Ayşet’in öksürmesi tuttu ve konuşmasını kesti. Ama ilaç içince nefesi açıldı, ağzından gelen kanın döküldüğü küçük mendilini bıraktı ve sözüne devam etti: – Evet, Sophie, sen uzaklardaki, İngiltere’deki küçük kızım Selini’yi göreceksin diyorsun…
– Şövalye de Edie, Aisse, bugün Sans’tan döner dönmez yarın İngiltere’ye gideceğini sana söyledi ya.
– Bugün, yarın yerine geçmez, Sophie… – Ayşet kendisine söyleneni anlamıştı, gülümsedi. – Edie, yola çıkmadan önce yanıma uğrayacak ve sorunu daha ayrıntılı konuşacaktık. Şimdi Markiz Julie Calandrini’nin bana gönderdiği mektubuna yanıt vermem gerekiyor, yanıt verebilecek miyim, bakayım.
“Bugün seninle uzun uzadıya konuşacak durumda değilim, sevgili Julie’m benim, – diyerek Ayşet yazı yazmaya başladı, – ama en çok bilmeni istediğim bir konuda acele ediyorum. Tanrının izniyle, yazdığım şeyi, dediğim gibi yerine getirdim ve rahatladım. Şimdi bana düşen görev, günahlarımı bağışlatmaya çalışmak ve kalan azıcık ömrümü tamamlamaya çalışmaktır. Günahlarımı Vaiz Bourso’ya açıkladığım yarın yedinci gün olacak. Peder içimi rahatlattı, daha önce olduğu gibi işlediğim günahları içimde saklı tutmuş olsaydım, üzüntü içinde ölümü bekleyerek ve günahkâr biri olarak dünyadan ayrılacaktım. Niye dersen, çünkü, şu an iyice güçten düşmüş halde yataktayım.
Benim zavallı Sophie’m üzerimde titriyor, onun benim için kaygılandığını gördükçe, ben de ister istemez daha iyi olmaya çalışıyorum. Sophie büyük bir üzüntü içinde. Öldüğümde arkadaşlarım onu sevecek, koruyacak ve ona sevgiyle yaklaşacaklar. Bunların dışında, ona bir dilim ekmek değerinde bir gelir (irat) bırakmış olduğumu bilmekle de rahatlıyorum.
Şövalye konusunda ise, bir şey söylemeye gerek yok. Onun aşkından daha güçlüsü, daha temizi, daha insanca olanı ve daha güzeli zor bulunur bu dünyada. Küçük kızım için, daha önce sana yazmış olduğum gibi, artık kaygılanmıyorum. O konuda, onun üzerinde titreyecek, onu koruyacak ve onu sevecek biri var. Hayırlısıyla sevdiğim, daha fazlasını yazacak gücüm kalmadı. Benim yaşamım bomboş bir yaşam. Yaşamım boyunca beni sevindirecek tek bir anım bile olmadı. Gözlerimi açtığımdan bu yana üzüntü ve kaygı içinde bir yaşam sürdürdüm, o yaşam içinde hatalarımı anlamaya başladım. Tanrının bana acıyacağına inanırsam, değersiz bedenimi geride bırakacağım andan başlayarak, bana bir mutluluk yolu açılacak olursa, can verecek olmam beni niçin korkutsun ki? Sen uzun yılları yaşadın, sevgili ve değerli Julie, son yazımı burada kesiyorum…”
Yastığı sırtına dayalı yatakta oturan Ayşet mektubuna son verince, ateşlenmiş halde bir süre oturdu, ardından yattı, yüzü duvara dönük ve gözleri kapalı küçük kızının bundan sonraki geleceğini düşünmeye başladı: “… Hayır, hayır, ben kızımı göremeyeceğim… birkaç gün daha yaşama umudum da gözlerimin önünden uçup gidiyor. Edie onu geri aldığında, bunca zorluğun içine attığımız tek kızımıza anne özlemi çektirmez, ama ben annesi olduğumu ona söylemeden bu dünyadan nasıl ayrılabilirim ki?.. Selini’nin annesi olduğumu babası ona anlatır, ama bunu ona ben söyleyemezsem … insan sayılmam, çektiğim onca sıkıntı bana müstahak olur, bunu hak ettim!” – kendi kendisine kızmış olmasından güç alarak, Ayşet yeniden yatağına oturdu, küçük kızına bırakacağı mektubu yazmaya başladı: “Kısa yaşamımda mutluluk kaynağım, biricik ve canımın içi Selini! Bu dizeleri sana yazan kişi, senin “tante” (teyze) dediğin kişidir, ama ben senin annenin kız kardeşi değil, ben senin öz anneninim. Adım Charlotte-Elizabéth Aisse, ben Kafkasya’da yaşayan Çerkeslerdenim. Durumu ve başına gelenleri baban Şövalye Blaise-Marie de Edie sana anlatır. Ben onu seviyorum, o, yurttaşı olduğum Fransa’nın gerçek ve yiğit bir evladı, onu sev ve onunla gurur duy, ona saygı göster ve değer ver, sağlığı konusunda ona destekçi ol, o da sana karşı aynen öyle davranacaktır, bundan kuşkum yok. Biricik küçük kızım, mektubum eline geçmeden önce yaşamımı yitirmiş olabilirim, babanla birlikte mutlu bir yaşam sürdürmeniz için Tanrıya yalvarıyorum. Hoşça kal, anne sevinci ve tadını yaşatamadığım, benim küçük bebeğim. Benim adıma, yerime baban seni öpecektir, sıcaklığım o yolla sana ulaşacaktır, ben bu düşünceyle dudaklarımı bitiştiriyor, bu özlemi içimde yaşatarak, bu geçici dünyayı, bir Çerkes olan ninemin dediği gibi, terk ediyorum. Elinden gelecek olursa, sana ilişkin olarak işlemiş olduğum günahlarımı bağışlamanı diliyorum. Annen Charlotte-Elizabéth Aisse (Çerkesçe adım ile – Ayşet). 26 Mart 1733, Paris.
Öğleye doğru Ayşet’in durumu ağırlaştı: Daha önceleri görülmediği gibi her öksürdüğünde ağzından kan gelmeye başladı, evdekiler ve bahçedekiler yanına koşuşturdular.
– Ağlama, mama (anne), – Ayşet’in öksürüğü kesilince, Marie-Angélique’e öncelik vererek konuştu, – Tanrı alnıma ne yazdıysa o olur, kabullenmek dışında, yapacak bir şey yok. Hepinizden, mama, amcam Augustin-Antoine, kardeşlerim Pon de Vel, Arjantal, Sophie, Laroche, Desten ve diğerlerinden memnunum, kalbinizi kırdıysam, bağışlayın. Julie Calandrini, Bolingbocklar, Pierre, Claudine, Jeanette-Nicole’e de aynı şeyi benim adıma söylersiniz. Aranızda de Edie’yi göremiyorum, Selini’nin işlemleri için Sans’a gitmişti, henüz dönememiş olmalı…
– Yoldan henüz dönmüş olan Şövalye de Edie kendi evine gitmeden, Ferriollerdeki durumu öngörmüş olmalı, Ayşet’in odasına koştu, hiçbir şeyi görmeyecek biçimde Ayşet’in yatağının dibine dizüstü çöktü, Ayşet’in ellerini öperek fısıldadı:
– Niye, Aisse, sevgilim, aşkımın güneşi, küçük kızımız Selini’yi beklemeden, onu görmeden… Bütün işlemlerini tamamladım, yarın İngiltere’ye gitmeyi düşünüyordum…
– Senden memnunum, Edie. Bugünlük yanımda kal, Selini ile birbirinizi bulursunuz. – Ayşet entarisinin yan cebinden çıkardığı katlanmış dosya kâğıdını de Edie’ye uzattı: – Bunu küçük kızımıza ver, onu benim için öp. Artık dünya işlerimi burada sona erdiriyorum. Marie-Angélique mama, beni memnun etmek istersen, beni gördüğün gibi, küçük başörtümün uçları ile çenem bağlansın… Ellerim yan tarafımda olsun… Ruhumu teslim ettikten sonra, siz istediğiniz gibi beni toprağa verirsiniz…
Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse-Ayşet Ferriol’ün dünyamızdan ayrılacak olmasını sanki anlamış gibi, Ayşet, uzak olmayan, Saint-Augustin Caddesindeki Kadın Katolik Manastırındaki kilisenin acıklı çan sesini duyunca, göz kapaklarını açmadan “O çan benim için çalındı” dedi ve son nefesini verdi.
***
SONSÖZ
Adıge prens (pşı) ailesi Boletlerin kızı Kontes Ayşet Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol’ün yaşam öyküsü yukarıda anlattığım gibi kapandı. O öyküde yaşanmış olan olayları, ekleme-çıkarma yapmadan, kendi bakış açıma göre, tabii okuyucu bana inanacak olursa, anlatmaya çalıştım.
Romanı yazdığım süre boyunca üzüldüm, gözyaşlarımı döktüğüm anlar oldu, ama elimden başka bir şey gelemezdi, bir yazar olarak yapmam gereken buydu. Ulusumun yaşadığı yıkımlara (*) üzülmeyeceksem, damarlarda akan kanın tutuşmuş büyük bir ateş olduğu boşuna mı söylenmiş, tarih kitabı yazmanın zor olduğunu biliyorum, başıboş bir öykü gibi, ya da başka bir anlatımla parmak ucundan damlama bir şeyler yazmış olabilirim. Ama yazdığım şeyin gerçek olduğunu doğrulamak için, aramızdan ayrılanlar yanında, sağ olanların ve adları kitapta geçenlerin öykülerini de yazmayı son bir görev saydım.
Ayşet’in gömülü olduğu mezarlığı Paris’te ararken, adı söylenen Aziz Roch kilisesine gittim. Kilise kütüphanesinde eski bir belge buldum, belgede şunlar yazılıydı: “Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse Ferriol bu mezarlığa defnedildi. Onun tanıklığını Pon de Vel ve de Arjantal Ferriol yaptılar. 28 Mart 1733.
Şövalye Blaise-Marie de Edie ile Selini’ye ilişkin bilgileri de sunmaya başlayayım. De Edie kızını yanına aldı, evlendirinceye değin onu yanında tuttu, evlenmedi, altmış yıl yaşadı, 1761 yılında vefat etti. Selini 1740 yılında Nantias Vikontu Pierre de Joubert ile evlendi, kızı Maria-Denisa da evlenince, de Bonneval kontesi oldu. De Nantias Vikontesi Selini’nin ne zaman vefat ettiğini öğrenemedim.
Kontes Marie-Angélique, Ayşet’ten üç yıl sonra, 1736’da vefat etti, Augustin-Antoine kontesten sonra bir yıl daha yaşadı, 1737’de 74 yaşında vefat etti. Kont Pon de Vel 1774 yılında öldü, çok sayıda piyes yazdı. Kardeşi Arjantal 88 yaşında dünyaya veda etti. Arjantal, Paris 4. Oda danışmanı, Parma Dükü’nün temsilcisi olarak Fransa Kralının Saray Bahçesinde çalıştı. Voltaire, Montesquieu ve Diderot ise dünyaca ünlenen çalışmalarıyla tarihte yer aldılar.
Diderot’nun “güzel yüzlü” olarak adlandırdığı Claudine-Alexandrine Guéren de Tencin (Tansen) 1749 yılında öldü. Ünlü bir yazar olmuştu. Pierre Guéren de Tancin 1739 yılında kardinal oldu, 78 yaşında 1758’de öldü. Jeanette-Nicole, Kardinal Pierre ile bir ilişkisi kalmamış olarak, mutlu ya da mutsuz bir yaşam sürdürerek, öğretmen ve çocuk yetiştiricisi olarak yaşadı, 73 yaşında 1746 yılında vefat etti ve Ayşet’in defnedildiği mezarlıkta toprağa verildi. Sophie, Ayşet’in vefatı üzerine, haftasına kalmadan Saint-Augustin Caddesindeki Katolik Kadın Manastırına kapandı. Her gün Ayşet için Tanrıya dua etti, kendisi için de dua etti, on beş yıl manastırda yaşadı ve vefat etti.
Dr. Laroche ise, Marie-Angélique’in ölümünden sonra Ferriollerden ayrıldı, sevgililerinden Lulu’yu yanına aldı ve onunla birlikte 9 yıl daha yaşadı. Desten ise güçten düşmeye başlayınca köyüne çekildi ve köyüne yerleşti, ama sonu bilinmiyor.
Kontes de Paraber kocasından boşanmış olarak 62 yaşına değin yaşadı, 1755 yılında vefat etti. Paris’te tanınan Voltaire, Montesquieu, Ayşet, de Edie (Blaise-Marie d’Aydie), Pon de Vel, Arjantal, Diderot, G. Walpole gibi edebiyat ve felsefe insanlarının gittiği salonun sahibi olan Markiz du Deffant 88 yaşında, 1780 yılında yaşama veda etti.
Lord Bolingbrok Henry St. John (1678-1751) İngiliz siyasetçiydi, Tory Partisi başkanıydı, yıllarca ülke sekreterliğini yaptı. Eşi Markiz Deschamps de Marcel Marie-Claire idi (1675-1750). Kızları Isabelle Louise Le Valois de Viallet (1696-1777), gücü ve sağlığı elverdikçe Sans’taki çocuk yetiştirme yurdunun yöneticisi olarak çalıştı, ölünce çalıştığı manastırın bahçesine defnedildi.
Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse (Aïssé)-Ayşet de Ferriol’den Büyük Fransız edebiyatının klasikleri arasında yer almasını sağlayan 36 mektubunu yazdığı Julie-Calandrini (1668-1754) 86 yaşında vefat etti. Ayşet’e karşı iyi ilişkileri olan Hercule-André Fleury (1653-1743) 1726 yılından başlayarak ölünceye değin Fransa’nın Baş Kardinali olarak görev yaptı.
Ayşet’in sevdiği sanatçı ve oyuncular? Baron Michelle 76 yıl yaşadı. Baron Lémore yıllarca tiyatroda çalıştı, 1786 yılında 82 yaşında öldü. Pélissier daha 42 yaşında iken 1749 yılında vefat etti.
Üç kişinin daha sözünü etmek isterim: Madeleine (Madlen) oğlunu saygılı ve mükemmel biri olarak yetiştirdi, 78 yaşında öldü. Fahri de bir aile kurmuş olarak 93 yaşında vefat etti, Orhan ise 47 yaşında iken polisle çeteler arasındaki bir çatışmada öldü.
Kontes Charlotte-Elizabéth Aisse (Aïssé)-Ayşet de Ferriol için kitap yazmış olan kişi sadece ben değilim. Ona ilişkin ya da onun yaşamını konu alan çok sayıda roman, piyes, uzun öykü (повесть), deneme yazısı ve makale yazıldı. Bunlardan bazıları şunlardır: “Аиссе, или Юная черкешенка” (Aisse veya Genç Çerkes Kadını) (Ж.-Ж.-Э. Руа), “История одной гречанки” (Bir Yunan kadınının öyküsü) (Аббат Прево), “Мадемувзель Аиссе” (Bayan Aisse) (Кемрбелл Прейд), “М-ль Аиссе и нежный шевалье” (Mlle Aisse ve nazik şövalye) (Клод Ферваль), “Удидивителная судьба мадемуазель Аиссе” (Matmazel Aisse’nin şaşırtıcı kaderi) (Жан де Ивре), “Аиссе. Письма к госпоже Каландрини” (Aisse. Bayan Calandrini’ye Mektuplar) (А.Л. Андрас и П.Р. Заборов), “Шарлотта-Айшет” (Şarlotte-Ayşet) (Шъхьаплъэкъо Хьис)**, “Соременница Волтера, или Черкесская нимфа” (Voltaire’in Çağdaşı veya Çerkes Perisi) (Haşhoj Ray)** (Yayına hazırlayan ve Önsözü yazan Haşuṡe Muhamed)**, “Кавказская пленица, или Тайна мадемуазель Аиссе” (Kafkasya Tutsağı veya Matmazel Aisse’nin Sırrı) (Сергей Макеев). Değişik dönemlerde Жан-Жак Верне, Поль де Сен-Виктор, Жюль Сури, Эдмон Пилон, Эмиль Анрио, Андре Моруа ve daha başka yazarlar da Ayşet konusunda şiirler, denemeler ve makaleler yazdılar.
***
Çevirmenin notları:
(*) – Rus hükümeti 1864’te Adıge-Çerkesleri bir askeri operasyonla Türkiye’ye göç ettirmiş, topraklarına el koymuş, köylerini, yerleşim yerlerini ateşe vermiş ve yaklaşık 625 bin Çerkes’in ölümüne yol açmıştı. Ayrıca güzel Adıge-Çerkes kadınları ve erkek çocukları esir alınıyor, toplumundan koparılmış köleler olarak değişik ülkelerde kullanılıyordu.
Daha çok bilgi için bk.
– “Şapsığlar ve Bir Kitap – I”, mefenef.com.
– https://mefenef.com/cerkesler-21-mayis-1864ten-gunumuze-1-1534.html
(**) – işareti olanlar Çerkes yazarlarıdır.
Resim – 1 – Ayşet’in yağlıboya temsili resmi.
Resim – 2 – Şövalye Blaise-Marie de Edie’nin yağlıboya temsili resmi.
İshak Maşbaş (Tarihi roman, s. 583 – 599)