Türkiye Cumhuriyeti 99 Yaşında

 

Bilindiği gibi 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi (Ateşkesi)  ile Osmanlı Devleti savaştan büyük  toprak kaybıyla çıktı, yine de elinde geniş topraklar kalmıştı. Ancak İngilizler başta galip devletler, Mondros sınırlarını aşındırmaya, güvenlik gerekçesiyle ve “geçicidir” diyerek Osmanlı topraklarını yer yer  işgal etmeye başladılar. Bu da  gittikçe kabaran bir tepkiye yol açtı.

 

Azınlıklar, çeteler ve Mustafa Kemal Paşa

 

Nisan 1915 Ermeni tevkifatı ve sürgünü sonucu Ermeni mallarına el konmuştu. Ermeni mallarını ele geçiren Türkler, el koydukları malların geri alınacağı ve cezalandırılacakları kaygısı içindeydiler. Ermeni ve azınlık mallarına el koyanlar ırkçı İttihat-Terakki fırkası üyesi ya da yanlısı kişiler idiler. Suriye’ye sürülen Ermenilerden geri dönenler, el konulan mallarını geri istiyor, 1,5 milyon Rum da malından olma ve öldürülme korkusu içinde yaşıyordu. İngilizler bu gibi durumları önleme gerekçeleriyle işgal ve müdahalelerde bulunuyorlardı.

Anadolu yer yer kaynıyordu. Türk çetelere (İpsiz Recep, Topal Osman, vd) karşı, Rumların yoğun olduğu  Samsun ve Trabzon taraflarında Rum çeteler de oluşmuştu. Ermeniler ise dağıtılmış olduklarından güçsüz idiler, sadece Rus idaresinde toplu bir Ermeni nüfus kalmıştı ve ileride bugünkü Ermenistan’ın temeli olacaktı. O sıralar ve sonraları sürgündeki Ermenilerin çoğu Suriye ve Lübnan üzerinden Fransa ve Amerika’ya (ABD, Kanada, Brezilya, Arjantin, vd) göç ediyordu.

Böyle bir kritik ortamda 15 Mayıs 1919’da, İngiliz yönlendirmesiyle İzmir’e bir Yunan çıkartması yapıldı, bu da bardağı taşıran son damla oldu.

Osmanlı hükümeti ve milliyetçi paşalar, işgallere  karşı önlemler alma gereği duydular. Anadolu’da yöresel Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmaya başlandı. Cemiyetler, sivil kurumlar oldukları için kurulabiliyor ve  hukuksal isteklerde bulunabiliyorlardı. Amaç, yöresel düzeyde  Türklerin (Müslümanların) hak ve hukukunu savunmaktı. En etkili   Türk milis gücü de Çerkes Ethem Bey komutasındaki Kuvay- ı Milliye idi ve asıl vurucu güçtü. Ethem Bey Yunan işgaline karşı koyuyordu. Bu tarihten daha önce Kazım Paşa (Karabekir) Erzurum’a, Ali Fuat Paşa da (Cebesoy) Ankara’ya, kolordu komutanları olarak gönderilmişlerdi. Erzurum’da, toplumsal düzeni koruma amacıyla, İngilizlerin de karşı çıkmadığı ve henüz terhisi yapılmamış bir kolordu bulunuyordu.

Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) böylesine çalkantılı ve karışık bir ortamda denetlemelerde bulunmak  üzere Osmanlı hükümeti tarafından askeri teftiş heyetinin başında Anadolu’ya gönderildi. Paşa, yanındaki kurmay heyetiyle birlikte, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı. Her üç milliyetçi paşa – Kazım, Ali Fuat ve Mustafa Kemal –  eski İttihat-Terakki mensubu subaylardı. Ancak İmparatorluk gereği, milliyetçi söylemleri ve Türklük vurgularını  ulu orta dile getirmiyor, gizliyorlardı. Aksi takdirde Çerkeslerin, Kürt ve diğer Müslüman nüfusun desteği yitirilebilirdi. Müslümanlık birleştirici bir etkendi, örneğin Suriyeli, Iraklı ve Filistinli  Arap askerler  Birinci Dünya Savaşı boyunca devlete sadık kalmış ve  Osmanlı safında çarpışmışlardı.

Mustafa Kemal ile diğerleri arasındaki fark, Mustafa Kemal’in laik görüşlü, diğerlerinin İslamcı yanı ağır basan kişiler olmalarıydı. İlk gruptakiler daha katı, daha az sayıda ve  ketum (ağzı sıkı)  kişiler; ikinci gruptakiler daha çok sayıda, daha uzlaşmacı ve Saraya sadık kişiler idiler. Atanmaları da bundandı. Hepsi Türkçüydü, ülkeyi savunmak istiyor, Türkçü  yanlarını gizliyor ve açıklanmasını sakıncalı buluyorlardı. Türkçü sağlık bakanının Meclis konuşmasında – belki danışıklı olarak – sık sık  “Türklerin  sağlığı” demesi ve bunu  tekrarlaması üzerine bir Abazin (Çerkes) milletvekili “Biz burada Türkler için toplanmadık” diye tepki koymuş, bunun üzerine BMM Başkanı  Mustafa Kemal de müdahale ederek, “Yüce Meclisi’nizi oluşturan kişiler (zevat)  sadece Türk, sadece Çerkes, Kürt… değil “Anasırı İslamiye” (Müslüman uluslar) mensubu kişilerdir, birbirlerinin hukukuna saygılı  kişilerdir…”  deme gereğini duymuş, bir daha da bu tür konuların gündeme getirilmemesini son kez ihtar etmişti. Cumhuriyet sonrasında ise, bu tür kişiler, Atatürk başta, o gibi konuları artık  koro halinde “Türk de Türk…” diyerek uluorta dile getirmeye ve baskı aracı olarak kullanmaya başlayacaklardı.

Bu önde üç paşa ve Oramiral Rauf Bey (Orbay) arasında vizyon (cumhuriyet düşüncesi) sahibi tek kişi Mustafa Kemal’di. Diğerleri, Ethem Bey de dahil,  saltanat ve hilafet yanlısıydı.

Mustafa Kemal  başkanlığında, diğer paşaların da desteğiyle Anadolu’da yeni bir siyasi  iktidar kuruldu. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (*) toplandı ve Osmanlı yönetiminden ayrı bir devlet yönetimi kuruldu. Osmanlı hükümetinin hükmü, İngilizlerin desteğinde Konstantiniyye (İstanbul) ve yakın çevresiyle sınırlandı, ancak saltanatın, toplum üzerindeki nüfuzu ve manevi gücü daha fazlaydı. Nitekim Ankara’daki yönetime ya da Mustafa Kemal’e  karşı Biga, Adapazarı, Düzce ve Yozgat gibi padişahçı   yörelerde peş peşe  ayaklanmalar  patlak verdi, ayaklanmacılar Mustafa Kemal’i dinsiz ve Bolşevik olmakla suçluyor, iftira atıyor ve yalanlar uyduruyorlardı. Çerkes Ethem bunların hepsini bastırdı, çok sayıda kişiyi astırdı, büyük bir korku ve dehşet iklimi yarattı ve gerici güçleri sindirdi. Bu nedenle kimi tutucu ve dinci Çerkesler Ethem Bey’i hiç sevmezler ve kızgınlıklarını “Ha kopek” (Kudurmuş köpek, adi köpek) diye dile getirirlerdi.

Ankara’daki Meclis Hükümeti, dost ülke gereksinimi duyan  Sovyetlerle diplomatik ilişki kurdu, gerçek komünistler (Mustafa Suphi ve arkadaşları) katledilirken, sahte komünist partiler de kurdurulmaya başlandı, dahası  İsmet (İnönü) ve Fevzi (Çakmak) paşalar bile Komünist partisine üye yazıldılar. Çünkü, hibe anlamında Sovyetlerden  para, silah, mühimmat, giyecek ve tıbbi malzeme  geliyordu. Arayı bozmamak gerekiyordu. Lenin, Mustafa Kemal’in bir burjuva, bir Türk milliyetçisi olduğunu, ama Anadolu’da bir milli kurtuluş savaşı verdiğini bildiğinden yardım ediyordu. Mustafa Kemal savaş yorgunu Fransız ve İngilizlerle de yakınlıklar kurdu. Böylece usta bir diplomat olduğunu göstermiş oldu, yanında bilgili diplomat, gazeteci ve yazarlar vardı. Sonunda, Mustafa Kemal ile savaş “işi” güçsüz  Yunanlılara bırakıldı. Dış destekten yoksun kalan işgalci Yunan ordusu güçlü Türk ordusu karşısında  bozguna uğradı (Eylül 1922).

 

11 Ekim 1922  Mudanya Mütarekesi gereği Yunanlılar Doğu Trakya’yı da  boşalttılar. 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşmasıyla bağımsız bir Türkiye Devleti doğmuş ve tanınmış oldu. Bu devlet fiilen bir cumhuriyetti.

Maalesef Türkiye için iç uzlaşmacı (ademi merkeziyetçi) ve özgürlükçü bir yol değil, otoriter bir Türkçü (merkeziyetçi, tekçi) sistem getirildi. Cumhuriyet yönetimi ilk iş olarak yerel dillerdeki yayın ve eğitime son verecek, görülmedik yasaklar getirecekti.

Cumhuriyetin ilanı, Musul Meselesi ve Şeyh Sait İsyanı

Mustafa Kemal ve TBMM Nisan 1923’te  seçim kararı aldı ve Mustafa Kemal taraftarlarının çoğunlukta olduğu  yeni bir Meclis oluştu. Buna İkinci Meclis de denir. Yeni Meclis Lozan Antlaşması’nı onayladı. Musul’un geleceği belirsiz kaldı . Muhalefet, petrol bölgesi Musul’un yitirilmesini  istemiyordu. Musul 1926’da İngiliz yönetimine (Irak’a) bırakılacaktı. 1925’te muhalefet sindirilmişti, bu nedenle ses çıkaramadı. Mustafa Kemal ve taraftarları, Musul konusunda  ısrarcı olmanın, Musul’dan vazgeçmemenin  tehlike ve yeni sorunlar yaratacağını, kritik bir durum yaşandığını, ülke geleceğinin (bekasının) tehlikeye atılamayacağını söylüyorlardı.

İkinci Meclis 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilanında bulundu ve Mustafa Kemal’i cumhurbaşkanı seçti. Kasım 1924’te muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu, fırka sert eleştiriler yapmaya başladı. Ancak unuttukları nokta, gücün artık Mustafa Kemal’de olduğuydu.

Bir anımsama: Bir kovboy filminde bir kovboy, çete reisine karşı çıkmak isteyen bir diğerini, “Raymond da şefe itiraz etmişti, artık yaşamıyor” diye uyarıyordu. O hesap muhalifler, belki bilmeden, Erzurum’daki  kolordu yedeklerinde imiş gibi davranıyor, kovboyculuk oynuyorlardı.  Mustafa Kemal artık eski “eşitlerden biri” değil, tek adamdı, güç ondaydı. Karşı çıkmanın bedeli ağır olacaktı.

1925’te Doğu’da Şeyh Sait önderliğinde, İngiliz parmağı olduğu söylenen dinci bir Kürt   ayaklanması patlak verdi. İsyancılar şeriat istiyorlardı. Mustafa Kemal, ayaklanmayı önemsemeyen  Başbakan Fethi Bey‘i (Okyar) görevden aldı (2 Mart 1925), yerine  sertlik yanlısı  İsmet Paşa’yı (İnönü) başbakan yaptı, ardından  Takrir-i Sükûn Kanunu  çıkarıldı (4 Mart 1925), baskıcı bir yönetim kuruldu, göstermelik “demokrasi” de  rafa kaldırıldı. Bu durumun tartışması ve tarafsız gözle bir değerlendirmesi yapılmış mıdır?.. Muhalefet ve muhalif basın susturuldu, sert cezalar verildi, memleket derin bir sessizliğe gömüldü. Kimse konuşamaz hale getirildi. İstiklal mahkemeleri  ve idam sehpaları yeniden kuruldu. Şeyh Sait ve adamları asıldı.

İstiklal mahkemelerinin suçu  ispat etme zorunluluğu yoktu, mahkemenin suçun işlendiği kanaatine varması yeterliydi, kararın temyizi de yoktu.

 

Devrimler, medeni kanun ve laiklik

 

1926’da şeriat (dini hukuk) kaldırıldı, yerine İsviçre’den alınma  medeni kanun yürürlüğe sokuldu, mirasta kadın erkek eşitliği getirildi. Birden çok kadınla evlilik (poligami) yasaklandı. Bu iki durum, laikliğe ciddi bir adım atıldığını ve hedefin laik devlet olduğunu belli ediyordu. 1928’de Arap alfabesinin yerine Latin alfabesi kabul edildi, okuma yazma seferberliği başlatıldı. 1930’larda kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı, 1937’de de laiklik ilkesi  anayasaya kondu ve anayasal güvence altına alındı. 90 küsur  yıl öncesinin Türkiye’sinde bunların yapılabilmiş olması, gerçekten şaşırtıcı. Öte yandan  Şafii ve Alevi Kürtlerle (Dersim Kürtleri) sorunlar, sert operasyonlar yaşanmaya devam edildi.

BENZER İÇERİKLER

Ukrayna – Rusya Savaşı

 

Kıbrıs Diye Bir Yer

 

Nartlar: Adıge Yiğitlik Destanı – 7

 

Bütün bu uygulamalar Atatürk’ün ne denli güçlenmiş olduğunu gösteriyordu. Muhalefetin ses çıkarmasına,  kıpırdamasına  izin verilmiyordu. Kimse korkusundan ses çıkaramıyordu. Sansür  ve gizlilik vardı.

 

Sanayileşme hamleleri ve İnönü

 

Lozan’da kapitülasyonlar kaldırıldı, daha sonra yabancı şirketlere tanınan bazı ayrıcalıklar da kaldırıldı, millileştirmelere gidildi. Sovyetler’in yardımlarıyla sanayileşme alanında bazı adımlar atıldı. Tarıma dayalı fabrikalar, demir-çelik ve uçak sanayii de kuruldu.

10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümü ve izleyen 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, askerlik çağındaki erkek nüfus silah altına alındı, üretim düştü, özellikle 1940’larda ülke çapında kuraklık, kıtlık ve açlık baş gösterdi. Üst üste gelen bu yıkımlar sonucu halk açlık, ağır vergi ve baskı altında ezildi,  bilet, tabii ki iktidardaki  İnönü ve CHP’ye kesildi. Yine de Türkiye, İkinci Dünya Savaşı dışında kalmayı, savaş yıkımından ve kitlesel ölümlerden  kurtulmayı başardı.

1945’de çok partili demokrasiye geçilirken  CHP kendini  lağvedip yeni bir sayfa açılsaydı, demokrasiye daha sorunsuz bir geçiş yapılabilir, kötü anılar  geçmişe bırakılabilirdi. Nitekim  General Franco sonrası İspanya’sında öyle yapıldı, faşist parti kendi kendisini feshetti. Ancak İnönü ve CHP durumun fakında değildi, kendilerini güçlü ve seçimleri kazanacak güçte görüyorlardı.

1945’te Stalin, savaşta Nazi Almanya’sını gizlice destekleyen  Türkiye’den örtülü olarak toprak ve üs  taleplerinde bulundu. Paniğe kapılan İnönü de, Batı’ya yöneldi ve çok partili yaşama geçiş yaptı.

 

Köyden şehre göç, modernleşme ve Menderes

 

14 Mayıs 1950 seçimini, özgürlükleri savunan muhalefetteki Demokrat parti kazandı. Ancak, kısa bir süre içinde parti başkanı Adnan Menderes özgürlükçü politikadan saptı, ABD istekleri doğrultusunda Sovyet karşıtı, sağcı, antikomünist ve baskıcı bir politikaya yöneldi. Ancak sonraları ABD ile yıldızı barışmayacaktı.

1950’lerde ABD’den Marshall yardımları gelmeye başladı. Binlerce üretim fazlası Amerikan traktörü ve biçerdöveri köylere, tarlalara girdi,  sonuç olarak geleneksel tarım terk edilmeye, büyük ölçekli üretime geçilmeye başlandı. Menderes eli sıkı İnönü’den kalan paralarla 1952 yılı sonuna değin süren bir bolluk dönemi yaşattı. Ama tarımda yaşanan modernleşme sonucu kırsal kesimde büyük bir işsizlik sorunu patlak verdi. Para bitti. Yoksul, topraksız ve yarıcı köylüler işsiz kaldılar, kentlere hücum etmeye, gecekondular kurarak büyük kentlere yerleşmeye, iş ve fabrika istemeye başladılar. Fabrika iş, istihdam demekti. Bu da Türkiye’nin  sanayileşmesini  istemeyen ABD ile çıkar çatışmasına yol açtı. Amerika, Yunanistan’ınki gibi Türkiye’ye de tarıma ve turizme dayalı bir kalkınma modeli biçmişti. Menderes’in ise,  sanayileşmeden vazgeçme seçeneği yoktu, aksi takdirde ilk  seçimde giderdi.

Daha önce, 1930 – 1940’larda totaliter-faşizan  CHP yönetimi döneminde köylü kasten köyde tutuluyor, tarımda modernleşmeden kaçınılıyordu. Faşist ideolojiye göre, tarımda modernleşme ve yeni tekniklerin uygulanması köyde işsizliğe yol açar, köylü şehre göç eder, şehirlerde bir işçi sınıfı oluşur ve  “komünist rejim kurulurdu”. Bu da Türk faşistlerin çağın ne denli gerisinde kaldığını ve ne denli gaddar kişiler olduklarını gösteriyordu. Kendi sınıf çıkarları için ulusa kıymayı göze alıyorlardı. 18. yüzyılda İngiltere’de işimizi yitirmemize nedeni oluyor diyerek geleneksel esnaf ve işçiler makineleri parçalıyor, fabrikalara saldırıyorlardı. Türk faşistlerin düşünce ve eylemleri de farklı değildi.

1950’lerde Amerikan yardımlarının kesilmesiyle ekonomik anlamda dara düşen Menderes kredi istemek üzere Washington’a gitti, ama eli boş döndü. ABD çoktan Menderes’i  çizmişti. Para verilmedi. İşsizlik büyüdü, yokluk baş gösterdi. Döviz olmayınca ithalat da yapılamıyordu. İç kargaşa başladı. CHP ve muhalefete baskı ve saldırılar arttı.

Menderes, çare olarak, iktidarını sürdürmek için  halkı kutuplaştırma,  cepheleştirme gibi baskıcı bir yol seçti, eski CHP yöntemlerine benzeyen bir yol tutturdu ve demokratik  kuralların dışına çıktı. Kahvehane ve camiler bile ayrılmaya başladı. Vatan Cephesini kurdu. Sovyet karşıtı (antikomünist)  ve otoriter biri, Komünizmle Mücadele Derneği (KMD) kurucusu ve üyesi olmasına karşın Menderes,  ekonomik yardım için Sovyetlere başvurdu, tarım ürünleri ile takas edilmek üzere Sovyetlere fabrikalar kurdurmaya başladı.  Bu da bardağı taşıran son damla oldu. 27 Mayıs 1960’da Amerikancı bir gurup subay   darbe yapıp Menderes’i  devirdi, Menderes ve iki bakanı asılarak idam edildi (Eylül 1961).

1961 anayasası, yeni dönem ve demokrasiye saldırılar

CHP ve muhalefetin olumlu katkılarıyla  askerler tarafından hazırlatılan 1961 anayasası, antikomünist ve yasakçı maddeler içermesine  karşın, özgürlükçü maddelere ve bir Anayasa Mahkemesi kurulmasını da izin vermiş ve sola (dış dünyaya)  kapıyı aralamıştı. Amerika, bu kadarlık bir demokrasiye  izin vermiş olmalıydı. Bunun bir sonucu olarak sendikalaşma, Anayasa Mahkemesinin faaliyete geçmesi ve bir demokratik örgütlenme süreci başladı ve sosyalist bir parti olarak  13 Şubat 1961’de TİP (Türkiye İşçi Partisi)  kuruldu. TİP’in  başvurusuyla TCK’daki birçok antidemokratik, faşist  ve yasakçı ceza  maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. İptaller düşünce özgürlüğü alanını genişletti. Atatürk döneminden beri uygulanan sol  karşıtı katı, otoriter ve  antikomünist politika yumuşadı. Buna bir tepki olarak ABD CIA desteğiyle antikomünist (ülkücü, şeriatçı)  gençlik grupları da oluştu, Komünizmle Mücadele Derneği ve şubeleri çoğaltıldı.  Recai KutanFethullah GülenCemal GürselAdnan MenderesCelal BayarSüleyman Demirel ve Turgut Özal  derneğin üyelerindendi. Yeni dönemin sağcı ve dinci politikacıları Amerikancı eğitim ve  KMD turnikesinden geçirilmiş güvenilir  kişiler idiler. Yine de kısa bir süre içinde ve demokrasi yanlısı büyük bir aydınlanma gerçekleşti, sol yayınlar, edebi ve felsefi kitaplar Türkçeye çevrildi ve sol düşünce, özellikle  üniversite gençliği ve öğretmenler arasında yayıldı, ama şimdiki HDP’ninki gibi sosyalist solun  bir taban yapması, askerler tarafından engellenecekti. Aynı şey şimdilerde  HDP’ye ve Kürtlere karşı yapılamıyor, tutuklama, milletvekilliğini düşürme ve belediyelere kayyum atamaları ile kitleler artık yıldırılamıyor. Kürtleri bölüp güçsüzleştirme planları da tutmadı. Bu da etnik ve sol muhalefetin güçlenmiş ve taban yapmış olduğunu gösteriyor.

1965’te Süleyman Demirel iktidarıyla birlikte İşçiler ve TİP üzerindeki baskı yoğunlaştırıldı. TİP yanlıları işten atılmaya ve dövülmeye başlandı. Bunun üzerine sol muhalefet (özellikle gençler) sokağa taştı ve ülkücü/sağcı saldırılara karşı büyük kentlerde direnişler başladı. 1970’lere doğru demokratik muhalefet iktidarı zorlamaya başladı, ardından 12 Mart 1971 Amerikancı askeri müdahalesi geldi, sol muhalefet sert bir biçimde bastırıldı, üç genç haksız yere idam edilerek sola gözdağı verilmek istendi. Bu da Amerikancı güçlerin ne denli gözü kara, gayrı adil ve acımasız olduklarını gösteriyordu. 12 Mart’ı,  12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi izledi. Sol ezildi, fraksiyonlara ayrıldı. Çerkesçe ve Kürtçe de  dahil bütün yerel diller yasaklandı. Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır? Bugün 12 Mart ve 12 Eylül’ün tahribatı sona ermiş değil. Baskıların ve faşizmin  hayaleti ülke üzerinde hâlâ geziniyor. 12 Eylül – generaller  dinci ve ülkücü gruplarla ittifak kurdu, aydınlar, yazarlar ve sanatçılar, on binlerce kişi tutuklandı ve işkencelerden geçti, 50 kişi asılarak idam edildi. Korkunç bir kâbus dönemi yaşandı.

 

Günümüz ve değerlendirmeler, Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu

 

Kürt kesim 1990’lara değin sağcı, dinci ve solcu Türk politikalarının peşine  takılmış gidiyordu. Bölünmüştü. Ardından ayrı  örgütlenmeye gitti ve partileşti. Bugün yüzde 10 üzeri (kendilerine göre yüzde 15) bir oy tahminleri var. HDP’nin 12 Eylül ürünü yüzde 10 barajını aşması AKP’nin anayasayı değiştirmesini ve baskıcı bir rejim kurmasını önledi, bu amaçla bir kısım Türk aydını da  HDP’yi destekledi ve  12 Eylül darbecileri (generaller) tarafından  Kürtlere ve sosyalist partilere karşı konan yüzde 10 barajı aşıldı. AKP’nin şu an, bir başına anayasa ile oynama şansı yok. Şimdi baraj yüzde 7, HDP de, dışlandığı için TİP ve EMEP gibi sol-sosyalist partilerle bir seçim ittifakı kurdu. CHP de İyi Parti ve diğer dört parti ile, AKP-MHP birlikteliğine ya da Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı’nı kurdu. Millet İttifakı genişletilmiş parlamenter demokrasiyi, Cumhur İttifakı ise ‘başkanlık sistemini’ savunuyor.

Ekonomik durum iyi değil, ama zenginleşmiş büyük bir kesim de var, Erdoğan’ı destekliyor. Ama enflasyon başını almış gidiyor. Haziran 2023’te yapılması beklenen cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçiminin çekişmeli geçeceği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan usta bir oyun kurucu, İstanbul Kasımpaşa’da yetişmiş biri, tüm kurnazlıkları ve bütün yolları biliyor, hafife alınmamalı, İmam Hatip mezunu, hatip ve işini bilen biri. Böyle birini yenmek  kolay olmaz. Büyük ve sadık bir ekibi ve taraftarı  var. 20 yıl boyunca, 7 Haziran 2015 seçimi dışında, kurduğu taktiklerle seçimleri kazanmayı başardı. Ama 2019 yılı belediye seçimlerinde, büyük kentlerin çoğunu, HDP’nin dışarıdan  desteklediği Millet İttifakına ya da CHP’ye  kaptırdı.  Böylece tarikatlara ve  yandaşlara akan para muslukları kısılmış oldu.

Seçim ortada. Erdoğan beklenmedik ataklar yapmayı bilen biri. Atatürk de öyleydi. Ancak Atatürk tek adamdı. Erdoğan için “tek adamdır” denebilir mi? Muhalefeti var, seçimli bir otoriter sistem, kanun devleti  mevcut. Demokraside tek adam otoritesi olamaz. Atatürk, Ethem Bey (Çerkes) gibi sert ve dediğini yaptıran otoriter biriydi, yine de bir başına önemli kararlar almazdı. Sorar, danışır, tartar, generallerden görüş alır, toplantı yapar, onay gelirse karar verir ve uygulardı. Onay gelmezse vazgeçer ya da ertelerdi. Ağzı sıkı biriydi. Zamansız konuşmazdı. Erdoğan  7 Haziran 2015’te yenildi, ama uyguladığı taktik ve yöntemlerle 1 Kasım 2015’te, terör ikliminde  yenilgiyi  başarıya çevirmesini bildi. Bunda CHP eski başkanı Deniz Baykal’ın Erdoğan’ın oltasına gelmesi,  CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibinin acemiliği ve hataları da etkili oldu.  Kılıçdaroğlu’nun şimdiki en büyük hatalı yanı, kendisini olduğundan güçlü görmeye başlaması,  Baykal gibi partiye ve kimseye danışmadan yanlış kararlar almasıdır. Başkalarına danışmak insanı küçültmez. Kendini büyük görmek  ise zayıflıktır ve  Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürer. Örneğin, yararı açıklanmamış  bir ABD gezisi, “başörtüsü” (türban) konusunda Erdoğan’a destek  çıkma gibi sakıncalı davranışlarını sayabiliriz. Başörtüsü, çoktandır çözülmüş ve bitmiş bir konu. Atatürk döneminde yaşamıyoruz. Başörtüsü şimdi her yerde, mahkemelerde, orduda, okullarda ve her resmi  kurumda serbestçe kullanılıyor. Başörtülü yargıç, subay ve polislerimiz var. Kılıçdaroğlu’nun bu tür acayip çıkışlarının bir mantığı olabilir mi? Kılıçdaroğlu, daha önce de, dokunulmazlıkların kaldırılması  konusunda, ‘milliyetçi/Atatürkçü damarı’ kabarmış olmalı, Erdoğan’a destek çıkmış, ‘hedefte olan  nasılsa  biz değiliz, HDP ve Kürtler’,  gibi sakat,  bürokratik  ve  oportünist bir anlayışla Erdoğan’a destek/oy vermiş, yol açılınca da iş HDP ile sınırlı kalmamış, CHP milletvekilleri de hapse konmuştu – Enis Berberoğlu gibi.

Demokrasi bölünme, zaaf ve kural dışılığı kabul etmez. İsrail benzeri bir ‘gelişmişlik düzeyi’ bizde yoktur. İsrail’de bölünmeler, sık sık seçimler genel politikayı fazla değiştirmiyor. Ama nüans farklılıkları yaratabiliyor. Rusya’dan, vd yerlerden gelmiş gerici bir nüfusu var. Nüfusun beşte biri olan İsrailli pasif Arapların son seçimde sandığa gitmemesi  Netenyahu‘nun ekmeğine yağ sürdü. Nazi  örneğinden, tutuklama ve Yahudi ölüm kamplarından, İran’daki  dogmatik/faşist molla rejiminden ders alınmadığı anlaşılıyor. Bu da Kılıçdaroğlu’nun hâlâ bürokratik/Kemalist kafanın etkisinde  olduğunu gösteriyor.  Kılıçdaroğlu artık  eleştirilere kulak verecek ya da Baykal gibi ‘bildiğim bildik’ mi diyecek? Eleştirileri iteleyerek Erdoğan’a yeni yeni kozlar sunmaya mı devam edecek? Göreceğiz.

Şimdilerde ülke çok yönlü bir batağa saplanmış durumda. Ekonomi berbat. Suriye, Irak, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Libya ve Yunanistan’la   sorunlar yaşanıyor, aşırı harcamalar ekonomiyi kemiriyor. Militarist bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Bunlar iyi şeyler değil.  Erdoğan’ın Putin dışında ciddi bir “dostu”  da kalmadı. ABD ve Batı ile ilişkileri sorunlu.

Türkiye, demokrasisi ve ekonomisi ile zayıf bir ülke. Giderek de zayıflıyor. Ama güçlü bir gelişme potansiyeli de var. Sonuç ne olacak, yaşayanlar  göreceklerdir.

99 yıllık Cumhuriyet Türkiye’si, sorunlarını çözememiş ve ekonomisi güçsüzleşmiş, çoğu fabrika bacasından duman tütmeyen  bir ülke. Bunda yanlış Erdoğan politikalarının payı büyük. Karşılaştırırsak, İsviçre’de fert başına gelir 80-90 bin dolar, Erdoğan’ın şahlanmış Türkiye’sinde ise 8-9 bin dolar ya da daha azı. Arada 10 kat gibi bir fark var. Bu görünüm 2023 yılında ya da cumhuriyetin 100. yılında değişir mi? İnşallah değişir, değişirse seviniriz.

 

(*) – Çerkesler 25 Haziran 1861’de şimdiki Soçi yerinde “Büyük Özgürlük/Bağımsızlık  Meclisi” (Шъхьафитныгъэм Ихэсэшхо) adıyla bir meclis ve meclis hükümeti kurmuş, Ruslara karşı son direnişlerini vermişlerdi. TBMM ile olan ad ve işlev benzerliği ilgi çekici. Çerkesçede özgürlük ve bağımsızlık sözcükleri  tek sözcükle, “şhafitnığe- шъхьафитныгъэ” sözcüğüyle karşılanıyor. – hcy

 

Yorum Yap