Paris’te Bir Çerkes Kızı – 12
Ayşet pek belli etmiyordu ama Palais-Royal’deki baloya gitmeyi hiç istemiyordu. Charles de Ferriol’den farklı olarak durumun farkındaydı. Anlayamadığı şey Ayşet’in baloya katılmasını kontun nasıl kabul etmiş olduğuydu. Bunu iki kez dükten davetiye getiren doktor Jean Baptiste (Jan Batist) dışında kimse bilmiyordu. Ayşet Şövalye Edie’yi üzmemek için baloya katılacağını ona söylememişti. Kont, Ayşet’in vereceği kararın dışına çıkamayacağını biliyordu. Zor ve karışık bu durumu Edie’ye nasıl anlatabilirdi ki? Edie ile buluşmalarına daha üç gün vardı: “Ne yapacağım, işin içinden nasıl çıkacağım ki?.. Baloyu konta söyleyen, ortalığı karıştıran da Kontes Marie Angélique’ti. Beni Palais-Royal’e götürmekten mamanın ne gibi bir çıkarı olabilir? “Mama” (anne) demiyorum diye bana kızıyor… Edie ile görüştüğümü papaya söylesem mi?.. Öyle yaparsam canına okumuş olurum. İşi bu noktaya varmışsa, Palais-Royal’e gitmeniz için değil bir, yüz ricacı gelse bile kabul etmem, tek bir adım atmanıza izin vermem!.. ” derdi.
Bu son yıllarda, Kont Charles de Ferriol’ün Türkiye’den geri getirilmesi sonrasında, artık aklına gelmeyen Fahri, sıkıntılı günlerinde Ayşet’in aklına gelmeye başlamıştı. Deniz kıyısında, denize yassı taşlar fırlatıp yüzdürdüğü çocukluk günlerini anımsamaya, uzak denizlerden gelen dalga seslerini duyar gibi olmaya başlamıştı: “Karadeniz kıyılarından mı geliyor bu dalga sesleri, Türk kıyılarından mı, yoksa Adıgey (Çerkesiye) kıyılarından mı?.. – Ürkmüş halde, Ayşet kendi kendine bunu soruyor, ardından ilk çocukluğunun geçtiği yöreler gözlerinde bir beliriyor, bir kayboluyor, ansızın karla kaplı ve testere gibi sivri dişleri bulunan ulu dağlar gözleri önünde canlanıyor, kahramanlık ve aşk duygularını yansıtan eski şarkılar rüzgarda uçuşarak kulağına çarpıyordu. – Kimin sesiydi bu ses?.. Annemin ya da ninemin sesi olamazdı.. Kimin sesi olursa olsun benim unutmuş olduğum dilde o şarkıları söylüyorlar. Niye dilimi unutmuşum?! – Ayşet kendi kendisine kızıyor, çocukluğunda ninesinin kendisine öğretmiş olduğu tekerlemelerden (urıupç) birini söylemeye başlıyor, ama unutmuş olduğu için sözcüklere takılıp kalıyordu. Kedi üzerine söylenen bir çocuk şiirini söylemek istiyor ama şiirdeki sözcüklere dili dönmüyor, karşılaştığı bu durum Ayşet’in için burkuluyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. – Papa Türkçe öğreneceğine keşke Adıgece öğrenmiş olsaydı, ben de anadilimi yitirmemiş olurdum. “Her bir birey, ait olduğu ulusun içinde yaşamalı, ama istemeyerek ayrı düştüğünde ya da kendisi isteyerek başka bir toplumun içine girdiğinde ve dilini unuttuğunda köksüz kalır” demişti Fahri, şu an ben de o duruma düştüm… Fahri ile Orhan çocukluklarında benim gibi zor bir duruma düştüler, ama Türkçelerini korudular, ayrıca Adıgece ve Fransızca da öğrendiler, bundan bir yarar elde etmemişlerse bile, bir zararını da görmediler…”
Neşe içinde Sophie Ayşet’in odasına geldiğinde, Ayşet’i daldığı derin düşüncelerden uyandırdı:
– Ne oldu, Aisse, birilerine mi üzüldün?
– Hayır, kendi kendime söyleniyorum.
– Niye? – Sophie bu yanıtı anlayamadı, göğsünde sakladığı mektubu da unutmuş halde Ayşet’e sordu.
– Tamam, Sophie, tasalanma, kendi kendime durumumu düşündüm, başka şey yok. Beni anlayabileceksen sana bir soru sormak isterim.
– Seni anlayamadığım bir durumum oldu mu hiç, Aisse, seni dinliyorum, – “Beni anlayabileceksen” sözünden incinmiş olduğu Sophie’nin yüzünden belli olmuyordu, ama sesinden, konuşma biçiminden anlaşılıyordu.
– Teşekkür ederim, Sophie. Sana soracağım şey seninle ilgili değil. Bana vereceğin yanıtla, bana yol göstermiş olacaksın. Benim düştüğüm duruma düşer, Çerkesler arasında yaşamak zorunda kalsaydın Fransızcan ne olurdu?
– Ne demek istediğini anladım, – Sophie gülümsedi. – Çerkesler de benim gibi birer insan, buraya nasıl uyum gösterdiysen ben de onlara uyum gösterirdim. Acı ve sevinçlerini paylaşırsan, insanlar seni anlar. Sen ve kardeşlerin beni anlamıyor olsalardı, Ferriol’lerin evinde tek bir gün bile kalmazdım.
– Beni de Ferriol’lerden mi sayıyorsun? – diye Ayşet Sophie’ye takıldı.
– Sen Ferriol’lerden biri değil misin?! – diye içindekini ağzıyla doğruladı.
“ Gideceğim bir yerim olsaydı, durmazdım…” – dedi Ayşet içinden, ama böyle dediği için de pişman oldu: – Niye gideceğim bir yerim yokmuş ki!.. Fahri ile Orhan iş edinip yanıma kadar geldiler, keşke onları dinlemiş olsaydım… Onlar şimdi ne yapıyor olabilirler? Onları bir gün papaya sorduğumda kuşkulu bir gözle bana bakmıştı… Ninemin dediği gibi “atın başı geçtikten sonra kuyruğuna yapışmışsan” işe yarar mı?.. olan olmuş…” – Ayşet düşüncelerinden sıyrılıp Sophie’nin yanıtına karşılık verdi:
– Sophie, Ferriol’lerden ayrılsam bile benim gideceğim bir yerim yok. Ama sana sorduğum şeyin yanıtını alamadım. Benim Çerkeslerim arasına düşseydin senin o Fransızcan ne olurdu?
– Çerkesler arasında Fransızca bilen biri ile karşılaşmasaydım, ne yapacağımı bilir miydin? Kendi kendimle konuşurdum. Çünkü su, ekmek, güneş ve gökyüzü seni anlar.
– O senin dediğini Jeanette-Nicole de bana söylemişti… – Ayşet kendisine söylenenler ve anımsadıkları için bir iç çektiyse de, söyleyeceği şey konusunda sevindi: – Öyleyse, Sophie, günün birinde Edie’nin bana söylediği ilginç bir şeyi sana da bildireyim: Bir gün beni Çerkesiye’ye götürmek ve oraları gezdirmek istediğini söyledi.
– Seni sevdiği için öyle demiştir… – Sophie koynuna elledi ve unuttuğu mektubu çıkardı. – Şövalye de Edie’ye ayıp etmişim, al bu mektubu, yanıtını bekliyor.
– Ayşet aceleyle mektubu açıp okudu: “Sevgilim Charlotte-Elizabéth Aisse, seni ne denli sevdiğimi ve özlediğimi böyle bir sayfayla anlatamam. Tanrı ve gök kubbe bana tanık olsun, senden daha çok sevdiğim bir kimse yeryüzünde yoktur. Bunu kendi kendime söylüyorum, sana da söylüyorum. Seni özlüyorum, haftalık görüşme saatini iple çekiyorum. Ama yarın akşam görüşebileceğimiz haberini bildirmek istedim: Orleans dükü beni de Palais-Royal’deki balosuna davet etti, benimle birlikte oraya gelmeni istiyorum. Oraya birçok kez davet edildiğini, ama kabul etmediğini biliyorum. Balo bizim için verilmiyor, ama buluşmamız için bir fırsat, bir yolunu bulup kontu razı et ve birlikte baloya gidelim. Yanıtını dört gözle bekliyorum. Seni seven Edie”.
Ayşet mektubu okuyunca pencereye koşup dışarıya baktı, ardından yerine geçti. Elindeki yazıya bakıp kendi de bir mektup yazdı: “Kalp ve gönül (gure psere) birbirini anlar derler, doğruymuş, Edie. Sen hep kalbimdeydin, özlemimi sana nasıl ileteceğimi düşünüp duruyordum. Palais-Royal’e gitmeyi istemiyordum, ama Orleans dükü babama elçi gönderip davet edince, kıramadı, Marie Angélique’le birlikte gitmemi buyurdu. Yine hasta olduğumu söylemeyi düşünüyordum. Fakat durum değiştiği için ben de Palais-Royal’e geleceğim. Aisse”.
Orleans dükü Palais-Royal’de iki haftada bir verdiği balolara elli kişi çağırıyordu, bu akşam davetli sayısını iki katına çıkarmıştı. Yiyecek ve içecek sınırsızdı. Orkestra dur durak bilmeden çalıyor, bir dans havasını diğeri izliyordu. Kahkaha sesleri, en çok da kadın sesleri ortalığı çınlatıyordu. Geniş dans salonu dışında oda kapıları da açıktı: Bazı odalar aydınlık, bazıları loştu. Hafif yiyecek ve içeceklerle dolu tekerlekli masalar dışında, garsonlar tepsiler üzerinde dizili süslü kâseler içinde şampanyalar dolaştırıyorlardı. Orleans dükü bakınıyor, ama uğruna balo verdiği Ayşet’i göremiyordu. Geleceğini dün bugün söylemişlerdi, ama ortalıkta görünmüyordu. Hayır, işte, kızı karşılaması için görevlendirdiği kişi eli ile işaretini verdi – geliyor.
“Baloyu erken başlatmış olmakla iyi etmişim…” – dedi Orlesns dükü kendi kendine. Ancak Adıge kızının gelmesiyle balonun durakladığını sanır gibi oldu, bu arada gördüğü şeyin farkında değilmiş gibi davranarak, etrafındaki kadınların kadehleriyle kendi kadehini tokuşturarak, her bir kadına güzel olduğunu ve kendisini sevdiğini söyleyerek ilerliyor, ama gözünü Ayşet’den de ayırmıyordu: “Kontes Ferriol şampanyasını eline aldı, Çerkes kızı ise uzatılan şampanyayı almadı. İçmediğinden mi öyle yapıyordu?.. Fransa’da yetişmiş birinin şampanya içmemesi olacak şey miydi… Kim o, başını öne eğip Ayşet’in elini öpmekte olan kişi kimdi?.. Şövalye Blaise Marie de Edie… Çerkes kızının peşinde dolanıyor diye duymuştum, ama inanmamıştım, şimdi gözlerimle görmüş oldum…” – kadın avcısı dükün keyfi kaçtı. Ayşet’in yanına varmak istedi, ama onu karşılamayı kendine uygun bulmadı. Kadehini tokuştura tokuştura ilerledi, Ayşet’in bulunduğu yere geldiğinde, onu yeni görmüş gibi yapıp kızın yanına gitti.
– Kontes Marie Angélique, Charlotte-Elizabéth Aisse, baloma gelmekle beni onurlandırdınız. Carlotte-Elizabéth Aisse, şampanyan yok, getirmemişler mi yoksa?
– Şampanya içmiyorum, Fransa’nın ışığı.
– O halde şarap getirsinler, kırmızı mı beyaz şarap mı olsun?
– Hayır, doğrusunu söylemedim, – Ayşet’i daha da güzelleştiren utangaç tavrıyla sözünü tamamladı, – ömrüm boyunca içki içmiş biri değilim.
– Öyle mi?.. – Dük şaşırmış halde Marie Angélique’e baktı, fazla önemsememiş gibi yapıp, sorduğu sorunun yanıtını kendi verdi. – Kadınların içki içmesi geleneği henüz yayılmamış, bunu bir eksiklik sayamayız. Öyle değil mi Şövalye Blaise-Marie de Edie? Bana katılıyorsan kadehlerimizi bu iki bayan için kaldıralım. Hep güzel kalmaları, tatlı olmaları ve bu şampanya gibi ateşli olmaları için.
– Ben de sizin adınıza, – şampanya içinceye değin – Kontes Marie Angélique içten konuştu, – ateşli erkekler onuruna kadehimi kaldırıyorum.
Kontes Marie Angélique şampanyasını içtikten sonra, Orleans dükü içindeki niyetini açığa çıkardı:
– Şampanyanın tadını bilmiyor olsan da Charlotte-Eliabéth Aisse dans etmeyi bilmiyor olabilir misin?
– Fransa’nın ışığı, Charlotte-Elizabéth Aisse dans etmeyi bilmiyor olabilir mi?.. – dedi aceleyle Marie Angélique.
– Öyleyse Charlotte-Elizabéth Aisse birlikte dans edelim, – diyerek Orleans dükü başını eğerek Ayşet’e saygılı biçimde öneride bulundu.
– Önerini kabul etmem için, Fransa’nın ışığı, – diyerek Ayşet gizli aşkını – Kontes Marie Angélique ile Orleans dükünün önünde açık etti, – yavuklum (pseluh) Şövalye Blaise Marie de Edie izin verirse seninle dans edebilirim.
– Şövalye, sevgilinle dans etmeme izin ver, – dedi Orleans dükü şövalyeye dönerek.
Ayşet’in elini tutarak Orleans dükünün dans pistine doğru ilerlediğini gören salon görevlisi orkestrayı durdurdu ve danslara ara verdi, ardından topluluğa seslendi:
– Fransa’nın ışığı, Kral naibi, Orleans dükü, şimdi, Kont Charles de Ferriol’ün uzaklardaki Çerkesiye’den, Kafkasya’dan getirdiği ve büyüttüğü Charlotte-Elizabéth Aisse ile dans edecek!
Her türlü dansta usta olan Orleans dükü hayli ilerlemiş yaşına karşın, “ince belini ve narin bedenini koruyor, dik omuzlarıma bakabilirsiniz” der gibi bir edayla el ve ayaklarını çarpmadan, yumuşak ve kibar bir tarzda kızla dans ediyor, bir yandan da kaçmak gözlerle Ayşet’i süzüyordu. Güzel ve çekici bir kız olduğunun farkında olan Ayşet de, ince ve hafif sırtı ile uyumlu dansa eşlik ediyor, rüzgar gibi hızlı dönüşler yapıyor, dans partnerini beğenmese de, ona saygılı davranıyor, ama onun umutlanması için bir açık kapı da bırakmıyordu.
“Yaş farklılıklarından beklenmeyecek biçimde bu iki çift ne kadar da uyumlu, birbirine yakışmış…”, “birbirlerine uygun değiller…”, “Çerkes kızı dans sonunda dükün ağına düşecek”… Ayşet’se kimin ne dediği, kimin ne yaptığı, partnerinin nasıl davrandığı ya da davranacağı ile ilgilenmiyordu. Dikkat ettiği, gönlünden koparamadığı tek kişi Kontes Marie Angélique’in yanında duran sevgilisi Edie idi.
Dans sonrası Orleans dükü koluna girerek Ayşet’i aldığı yere geri getirdi ve takdir etti:
– Matmazel Aisse, çok güzel dans ediyorsun.
– Teşekkür ederim, Fransa’nın ışığı. Böyle demekle beni onurlandırıyorsun. Dans konusunda senin kadar yetenekli biri değilim, sadece sana ayak uydurmaya çalıştım.
– Matmazel Aisse, bu içtenlikli sözlerin beni çok sevindirdi. İstersen Kontes Ferriol, ilginç bir resim sergi salonum var, sana gösterebilirim.
Ayşet beklemediği bu sözleri duyunca, bir iç burkulması geçirdi ama belli etmedi, kendini götürme konusunda aceleci olmayan düke döndüi:
– Teşekkür ederim. Beni yanından aldığın şövalyenin yanına getirdin, şövalyeyi ve Marie Angélique’i de benimle birlikte çağırırsan, resimlere hep birlikte bakarız.
– Matmazel Aisse, sen ne dersen öyle olsun, bu akşam senin için kabul etmeyeceğim, yapmayacağım bir şey yok. – Dük, Ayşet’in önerisini kabul etti, kesintiye uğrayan konuşmasını sürdürdü: – Kontes, görüyorum ki, şövalyeyi çok sevmişsin… İnanamıyorum bu gördüğüm şeye… Size imreniyor ve sizi kıskanıyorum… Fransa’da ikiniz gibi birilerini bulmak artık çok zor, var olup olmadığını bile bilmiyorum…
– Öyle diyorsan, Fransa’nın güneşi, – Ayşet gülümsedi, – teşekkür ederim.
“Sevdiğin kişinin bir şövalye olduğunu bilmiyor musun, güzelim… – Yanından aldığı şövalyeye geri götürürken öyle demeyi aklından geçirdi ama “senin şövalyen gibi nice şövalyelerin aşıklarını, sevgililerini elinden geçirmiş biriyim… Gün gelir sen de bunu öğrenirsin…” diyerek, niyetini açıklamayı sonraki günlere bıraktı, ama resim sergi salonunu gezerlerken, kimsenin duyamayacağı bir anda Marie Angélique’e fısıldadı:
– Bu şövalyeyi ne diye peşinize taktınız ki?
– Bizimle gelmedi, burada karşılaştık.
Resimleri gördükten sonra, Ayşet daha fazla bir süre sarayda kalmak istemedi. Kendisini davet ettiği için düke teşekkür etti, şövalyeye de iyi akşamlar dileyerek, gece yarısı olmadan Marie Angélique ile birlikte Palais-Royal’den ayrıldı. Eve dönerlerken, erken ayrılmış olmaktan hoşlanmayan Marie Angélique yorulmuş gibi yapıp Ayşet’e sordu.
– Akşamki baloyu beğenmedin mi, Aisse? Orleans dükünü nasıl buldun?
– Her şey güzel ve ilginçti… Ama düke kırgınım.
– Niçin, yoksa sana kötü bir söz mü etti?..
– Hayır, zavallı papayı hiç sormadı.
– Öyle mi?..- “Öyleyse sorun değil” diye içinden söylenerek gülümsedi.
(Devamı var)
İshak Maşbaş, Tarihi roman- III (s. 373-380).
Benzer İçerikler
Tüm ifadeler:
Selim Koçer, Murat Koc ve 17 diğer kişi